Futbol, şu fani dünyada vademizin dolmasına yardımcı olan eğlencelik bir seyirdir benim için. Koyu bir Fenerbahçeli olmak, bana ait gibi görünen diğer birçok şey gibi, benim isteğimle gerçekleşmiş değildir. Takım tutmanın, rasyonel bir izahı da yoktur zaten. Takım tutmak, bildiğin, gönül işidir. İnsan, hangi kıza âşık olacağını seçemediği gibi, hangi takımı tutacağına da karar veremez.
Fenerbahçeli olmak, kanserojen bir hayat deneyimidir. Hiç zannetmiyorum, tuttuğu takımdan dolayı bizim kadar acı çeken olsun! Son maçlarda kaybettiğimiz şampiyonluklardan, ikinci lig takımlarına kupa maçlarında elenmeye… Yirmi küsur senedir Türkiye Kupası’nı alamamaktan, Avrupa sahnesinde bir türlü boy gösterememeye… Türkiye futbol ligi tarihinin hemen her sayfasına kazılı şike hadiselerinin, bizim başımıza patlamasına kadar… Acı çektik, acıları hep bize fatura ettiler, bizim hesabımıza yazıldı bütün olan bitenler!
Bizi belki biraz Galatasaray taraftarı anlayabilir. Onlar da, sürekli Fenerbahçe’ye mağlup olan bir takım olmasından dolayı empati kurabilir. Galatasaraylılık da, Fenerbahçe’ye sürekli mağlup olmaktan ötürü sabrı zorlayan bir iştir. Ama dedim ya, takım tutmanın rasyonel bir izahı yoktur. Gönül işidir bu, gönül…
Acıya endeksli bir fanatik olmak, dünyanın çetinliğini de tanımlar. Çocukken her şey güllük gülistanlıktır. Ama ergen halinizle dünyaya şöyle bir bakmaya başladığınız zaman, müşahhas duvarlara çarparsınız. Gerçeklerin, kurulan hayallerle kurduğu bağıntı başka bir şeye evrilir. Hayatta kalmak için, mücadele etmek gerektiğine şahit olmanın o ağır yükü tebelleş olur birden. Ama işte hayat, yani bir can sahibi olmak, bir canı taşıyor olmanın şahitliği; bir emaneti kollamanın aidiyetine dönüşürse, o cana musallat olan hemen her şeyi, bir istifade alanı olarak görürsünüz.
..
Futbol oynuyor çocuklar Downs Park'ta.
Sırtlarında siyah beyaz, sarı lacivert formalar,
saçları hep kapkara ve kısa.
Dalmış gidiyordum ki yanlarından,
'Şımaykıl gibi kaleciyim lan' sesiyle
nerede olduğumu şaşırdım bir an.
..
"pil takacaklarmış" dedi, "kalbime
bir dönemi daha ömrümün
kapanmış olacak böylece
ne futbol artık ne güreş ne dağcılık"
"cemil" dedim (çocukluk arkadaşım
doğumu benimkinden beş gün önce)
..
Yedi kova su yeterliydi
sıvas'taki ateşi söndürmek için
oysa her biri
devlet dairesindeki kovaların
üstüne yazılı
altı harfli bir sözcüktü yangın
..
barış nedir sevgilim biliyor musun
bir köprü müdür üstüne gölgeler düşünce çöken
halka açılamadan batan bir şirket
iki savaş arasında verilen çay molası mıdır barış yoksa
hurdacıya söylediği son sözler mi
bisikleti vurulan bir çocuğun söyle sevgilim
Einstein'ın Roosevelt'e yazdığı mektup mudur barış
..
Şairler, kendilerini nesnelere ad veren Âdem gibi görüyorlar.(1) Ben Ali'yim.
Şehrin Hakimi değilim.(2) Öğretmeni de.
Belki taş ustalarından biriyim, yonttuğu taşların o büyük yapıya bir şey katmasını isteyen. Ve kopmamasını, o kadim estetikten.
Fotoğraf çekerken metre ayarını bozarım. Bu yüzden resimlerim fludur.
..
Büyük bir bilgisayar firmasının genel müdürü, bilgisayar fuarında kendi standının bir işiyle uğraşırken
telaşlı bir baba sokulur yanına...
"Kardeş bakar misiniz," der, tezgâhtar sandığı genel müdüre.
"Çocuğuma bir bilgisayar almak istiyorum. Hangi modeli tavsiye edersiniz? Ram'i kaç olsun? Hafızası kaç gigabayt olursa iyidir? CD okuyucusu recordable olursa daha iyi olur mu? Ekran kartı kaç megabayt olursa iyi sonuç alırız?
Bu modeli ileride updat edebilir miyiz? " Bilgisayar firmasının müdürü, nefes almadan konuşan ve isteklerini ardı ardına sıralayan baba sözünü bitirince araya girer...
"Çocuğunuz kaç yaşında? "
"On bir."
..
Şairim
şimşek şekillerini şiirlerimin
caddelerde ıslık çalarak
kazırım duvarlara...
100 metreden
çiftleşen iki sineği seçebilen iki gözüm,
elbette gördü
..
bir örnek giysili efendileri beklemekten yorgun
fincan gibi turtularının gülümsemesi yani afrikalı
artık kimseler gelmiyor; cezayir yabancı dil kursu
parmaklarını taklatınca kuşları havalanmıyor bella’nın
gece uçuşuna çıkamıyor azizler gece kuşları suskun
..
Herkesin, kendisi olmaktan sıkıldığı zamanlar vardır.
Dertlerinin, sıkıntılarının, kederlerinin kendi küçük hayatının havuzuna sığmadığı zamanlar.
Geçmişini, gününü hatta geleceğini unutmak, bütün varlığını ıslak bir palto gibi bir portmantoya asıp yürümek istediği zamanlar.
Hemen hemen herkes bilir bu duyguyu.
..
2 Temmuz 1993… Sivas’ta bir oteli yaktılar. Kimler yaktı? Camide, sokakta, kıraathanede ellerine tutuşturulan imzasız kâğıtlarla galeyana gelen; kendini inancının muhafızı, sözcüsü ve hatta sahibi ilan eden cehalet! Kim dağıttı o imzasız kâğıtları? Derinlerine kadar pisliğe bulaşmış bir devlet! Kimler yandı? Otuz beş can ve itibar-ı millet!
Madımak’ı yaktıklarında, henüz 13 yaşındaydım. Aziz Nesin’in yazdığı çocuk kitaplarından birkaçını iştahla yutan bir çocuk olarak, televizyonun karşısında olan biteni büyük bir dehşetle izlediğimi hatırlıyorum. Hissettiklerimi, bu duyguya o yaşlarda benzeyen bir başka duygumla ancak izah edebilirim. Çocukken futbol maçlarına giderdik. Ve takımımız yenildiğinde, seyirciler arasından bol küfürlü ve tehditkâr tezahüratlar yükselirdi. Bazen kendinden geçen birkaç seyircinin, soyunma odasına giden yolda, mağlup takımımızın oyuncularını sanki “öldürmek” istercesine tel örgülere yapıştığını görürdüm. Tam burada, o tel örgülere yapışan adamların korkusuyla dolardım. Aziz Nesin’in de itfaiyeden, sanki bir timsah havuzuna koca bir but atılırcasına, hınç dolu bir kalabalığa atılmasını izlerken, seyircilerin tel örgülerinin olmadığını fark etmemle bu korkum tavan yapmıştı. Tel örgülere inanmıyorum. Ama böyle insanlığa da inanmıyorum ben!
Aziz Nesin; ne tanrıtanımazlığı, ne Salman Rushdie distribütörlüğü ile benim hafızamda yer etmiştir. Çünkü çocukluk, bir insanın hayatını ele geçirmeye teşnedir. Eğer Nesin’in yazdığı çocuk kitaplarını okuyanınız varsa, bu kitaplarda yazılanlar bir çocuğa bir emaneti teslim edercesine kaleme alınmıştır. O kitapları okuyanlar, Aziz Nesin’in tanrıtanımazlığına da, Peygamber’e hakaret ettiğine de inanmaz. O kitapları okursanız, Aziz Nesin’in kalbinin oraya gömüldüğüne şahit olacaksınız, zira kalbi olmayan biri o kitapları yazamaz!
Bir tanrıtanımazdan hiçbir şey öğrenemeyeceğinizi düşünüp, sırtınızı ona dönerseniz ve hatta gidip sırf bu yüzden onu öldürürseniz, en açık haliyle söylüyorum, siz de Tanrı’yı tanımıyorsunuz yahut tanımak istemiyorsunuzdur fikrimce. Tanrıtanımaz mucitlerin bir listesini yapalım isterseniz? Tanrıtanımaz bestekârların, müzisyenlerin, ressamların, şairlerin, matematikçilerin, fizikçilerin, mühendislerin, öğretmenlerin bir listesini yapalım! Ortaya koyduklarına bakarsanız, inanmadıklarını söylerken sadece boş bulunmuş olduklarını anlarsınız! Ortaya koyduklarına bakarsanız; inanıp inanmadığımıza aklımızın “karar” vermediğini, ağzımızın söylemediğini anlarsınız!
..
Kardeşlerim!
Şiir üzerine konuşmaktan ve fikir üretmekten terk, edebiyatı dışarıdan bitirmeye çalışırken hayatı ıskalamamanın derdiyle konuşan biri gibi konuşmaya çalışacağım. Bu cümlenin neden böyle uzun olduğu ve yazının neden böyle başladığı hususunda en ufak bir fikrim yok. Lakin Yunus şahane bir şair, kendisini tanımayı çok isterdim. El kadar Türkçe ile hemen her şeyi söylemiş. Demek ki dilin zenginliğinden çok, başka bir şeyin zenginliği söze konu. Demek ki, edebiyat üzerine sarf edilen onca lafügüzaf dili söyletenin kaynağına, belki de dili bertaraf edemediği için yaklaşamıyor. Çok acayip başladı yazı, sonunu çok merak ediyorum. İsteyen burada ayrılsın, bazen feci sıkıcı bir adam olabiliyorum. Size bu yazıyı bir acil servis muayene odasından yazıyorum. Az evvel dâhiliyeci bir dostum oturdu karşıma, dedim ki; "Senin bir derdin vardı, ne oldu ona? Uzun süredir görmüyorum bakışlarında". Nasıl ama? Modası geçmiş bir şiir gibi değil mi! Moda, kusursuz bir eskimedir diyor Baudrillard. Allah rahmet eylesin, değişik bir adamdı. Kelimelerini öyle baştan çıkartıcı bir insiyakla örüyordu ki, düşüncenin niteliği söyleyişinin gölgesinde kalıyordu. Söz sükûtu çoğu kez kirleten bir şeydir. İnsan şiir okumaya başlayınca bir yerinden temizlenmeye başlıyor ama. Bu yazıyı dönüp tekrar okuyacağım diye kendimi acayip samimiyetsiz hissediyorum. Ne yani, siz beğenin diye mi yazıyorum bu yazıyı? Bütün diğer yazılar hep başkaları beğensin diye mi yazılıyor? Şimdi yok desek yalan, var desek mübalağa… Hakikatin hatırı diye bir şey var, inanır mısınız bilmem. Ben hakikatin hatırına inanıyorum, edebiyata inanmıyorum artık. Zannediyorum o da bana inanmıyor. Biz birbirimizi karşılıklı olarak kullanıyoruz. Biz birbirimizden fena halde kıllanıyoruz. O bana vesileler kuruyor, ben ona kelimeler… Aramıza bir üçüncü girince, ben oradan kalkıp gidiyorum. Gideyim. Gözlerim durur mu, onlar da benimle kalkıp gidiyorlar. Gitsinler.
Çok yorgun bir adamım Allah'a bin şükür! Dün halı saha maçı yaptım ama hiç halı saha maçı yapmasam da yorgun bir adamım. Dünyaya yorgun biri olarak gelmiş gibiyim. Yorgunluk bir çeşit yakıt, bir büyük sermaye... Keder gibi, Allah vergisi! Biri ölüyor, o zaman daha derinden kavrıyorsunuz onun yaşadığını. Muntazaman bir sürgün psikolojisi içerisindeyim, size de böyle oluyor mu? Geldik, gidiyoruz. Rutini bozan her duygu durumu beni şiire gebe bırakıyor. Fenerbahçe mesela yenildiği zaman acayip öfkeleniyorum gibi şiir yazıyorum ben. Kafamı bozan, beni aşka geçiren, vs... Bazıları şans diye görür bunu, şaşırıyorum. Bütün aynaların arasına bir ayna daha eklemekten ne farkı var şair olmanın? ! Dünyanın bütün imtihanı yetmezmiş gibi bir de yazdığını yükleniyorsun. Ama yazdıran yaz diyor işte, dedim ya, hakikatin hatırı var. Biri gemimize saldırıyor, biri kalbimize, birileri otel yakıyor, birileri köy basıyor, birileri sopalıyor birilerini. Kimsenin rahat durduğu yok, gel de şiir yazma! Bazen, nerden girdim bu işe diyorum. Yahu öyle bedbin bir hal ki, girince çıkamıyorsun da öyle kolay kolay. Sineye falan çekmen gerekiyor şahit olduğunu. Teraziyi iyice kaybetmek gerekiyor şiiri bırakmak için. Nikotin bandı gibi, iki mısra arıyorum şöyle her şeyi izah edecek. Yani ne yapsan dönüp sana cevap verecek iki mısra! Düşünün ki Turgut Uyar, Sezai Karakoç ile Cahit Zarifoğlu’nun omuzlarında! Düşünün ki, kol kola girmiş Mısri Niyazi ile Aziz Mahmut Hudâi. Kaygusuz’u, Fener gol kaçırınca, seyirciler arasında düşünün! Yani, öyle iki mısra…
Ortam kötü, herkes insanlıktan çıkmış. Benim de insanlıktan çıktığım oluyor, herkes çıkar bence. Ama sanki mühimi oraya geri dönmek, gönül almak. Bu vahşi kapitalizm, para-pul işleri, sermaye falan dengemizi allak bullak etmiş durumda. E müsaade ediyoruz da ondan! Diyeceksiniz ki, çok da elimizde! Ağır kaçacak ama evet, ben de cüzi iradeye inanmıyorum. Hatta cüzi olan külli olanın içinde kül olup gitsin istiyorum. Nasıl olacaksa?
..
Okuldan çıkalı epey olmuştu. Ödevlerini akşam yapmaya karar vermişken, evde durmak canını sıktı. Sünnet olduğu zaman, babasının aldığı kırmızı beyaz formayı giyip dışarı çıkmak istedi. Hayatında sahip olduğu en güzel şeydi o forma. Ne zaman üstüne giyse, bir başka dünyanın hiç görülmemiş oyun parklarına gidip gelirdi sanki. Birkaç beden büyük mavi kazağını çıkarıp giydi formasını. Bir futbol topu yoktu, fakat oynayan birilerini bulurum umudu vardı içinde. Sadece umut mu, tek göz oda evlerinin içine milyonlar dolusu hayal sığdırmıştı. Babasının işsiz olması onun hayallerinin sınırlarına engel olmadı hiç. Ama bazen hayatı irdelemeye çalıştığında, aklına takılan soru işaretleri sayılmaz oluyordu. Çünkü çevresinde temiz elbiseli, futbol topu olan bir sürü çocuk vardı. Neden kendisinin de bir futbol topunun olmadığına anlam veremiyordu. Hiçbir düşüncesine bir cevap veremiyordu. Ama her şey öylesine zor ve acımasızdı ki. Bir şeyler haykırmak istiyordu hep. Babasının iş bulmak için kendisini heder ettiğine, üç kuruş için çektiklerine, ezilmişliklerine ve daha nicelerine… Oysa farksızdı diğer çocuklardan… Fakat karmaşalar çözümsüzdü. Ve günleri hayatın ayrıntılarını kamçılamakla geçiyordu…
Formasının neşesiyle hızla dışarı çıktı. Birkaç saat oyalandı öylece, çünkü dışarıda top oynayan kimse yoktu. “Ah” dedi kendi kendine, “ bir topum olsaydı hiçte umrumda olmazdı, dışarıda top oynayan kimse varmı diye, alırdım topumu oynardım kendi başıma”. Hep uğraştığı kurmacalarla yine karşılaşma korkusuyla içinden geçenleri bir kenara koydu düşüncesinden. Dışarısı daha da sıkınç olmuştu. Eve dönmeye karar verdi. Bulunduğu sokaktan eve giden yola doğru köşeyi dönmüşken birkaç genç kız ve erkeğin futbol oynadığını gördü. Önce sevindi, sonra şaşırdı ansızın. Kızlar bile futbol oynuyordu. Bir ışık yandı birden bilincinin zirvesinden, sevindi belli belirsiz. Onlara bende oynayabilir miyim diyecekti. Koşarak top oynayanların yanına gitti. Oysa daha bende oynayabilir miyim demeden;
“-hey küçük çekil ordan, görüyorsun ki maç yapıyoruz, şimdi top değecek bir şey olucak.” dedi top oynayanlardan genç bir kız…
“-bende oynayabilir miyim abla? ”
“-hayır, oynayamazsın maalesef, çünkü her iki takımda da yeterli oynayan var”
Sustu birden. Küçük ve sessiz geri adımlar attı. Büyük bir taş vardı, elini dizine koyarak oturdu o taşın üzerine, boynunu bükerek…
..
Bu Thomas bizim mahalleye geldiğinde öyle Karamürsel Sepeti gibi tıfıl bir bebe idi. Babası ateşe miymiş neymiş. İngilizlere soğukkanlı derler ama bu pek bir sıcakkanlı çıktı, belki de buraya gelince kanı sıcaklaşmıştır zaar, çocukluktan mıdır nedir, biz de pek bir sevdik keratayı. Allah var o da bize ısındı hemencecik. Arada Türkçe öğretmeye çalışıyoruz ona, o da bize İngilizce öğretmeye çalışıyor kendince ama biz yetenek düşmanıyız ikimiz de Osman ile ben, daha şunun şurasında orta birinci sınıfız ne yapalım.
Aldım karşıma bir gün anlatıyorum : ''Thomas bak bu toop, bu bisikleet, bu ekmeek, bu ağaaç'' ...Aynen dediklerimi tekrarlatıyorum kerataya, ilkokul bir talebesi gibi. O da ''yeees yeees'' deyip, kendi aksanı ile söylüyor biraz kelimeleri yuvarlayarak. Arada gülüşüyoruz kıkır kıkır...
Bir gün yine Osman ile top oynarken bu yanımıza yavaşça geldi. ''Velkam velkam Thomas''dedim, o da hali ile İngilizce ''hoş bulduk'' cevabını yapıştırdı, sonra bir bana baktı, bir Osman'a baktı. ''Oooo siz futbol oynamak var çok güzeel çok güzeel'' Ben pek bilmem de bizim Osman döktürür yani, ayağından top dahi alamazsın keratanın, bizim mahallenin tescilli gol kralıdır. Thomas'a döndüm ''Gel Thomas kardeş sen de az tep bakalım''
Top da plastik top ha, öyle meşin yuvarlak filan değil, parasız pulsuzuz biz, gariban kapıcı çocuklarıyız, her ne kadar Kavaklıdere'de otursak da. Senin Thomas topu bir aldı eline tartıyor sanki, elinde bir iki zıplattı ''O yeee'' filan gibi bir şeyler söyledi. İçimden dedim ''ne yapacaksın ağırlığını oğlum, günahlarına sevaplarına mı bakıyorsun topun, geç karşımızada bir iki çalımla belini kıralım, sonra da arkadaşlarımıza hava atalım İngiliz'in belini kırdık diye . ''Sanki içimden geçen cümleleri duymuş gibi, elinden ayağına hafifçe attı, hareketler yapmaya varyete yapmaya başladı. Önce beni aldı karşısına. Bir sağa yatırıyor bir sola, dört döndürüyor çevresinde. ?'Ben zaten iyi bilmem de, dur hele Osman şimdi senin havanı indirir, gazını alır''dedim Thomas. Bu Osman'ı da aldı karşısına, baktım onu da dört döndürüyor, peşinden arkasına nişadır sürülmüş at gibi koşturuyor. Osman'a bir kaş göz işareti yaptım Thomas'a çaktırmadan, beraber girelim şuna ayağından topu alalım birader. Yok mümkünü yok. Adam bize top göstermiyor.
..
Müzik,eğlence ve futbol.
Uyutulur millet bunlarla bol bol.
Atarlar 3 Y ile,
Millete gol üstüne gol,
Arttıkça yasaklar, yoksulluk ve yolsuzluk,
Artar dökülen kan, çöküş ve mutsuzluk.
..
Rahmetli Mehmet Ali Dedem ile yaz aylarında beraber mal gütmeye giderdik.Sığır sürüsünü sürdüğümüz gibi Değirmenboğazından Cindengediğine varır,akşama kadar sığırları burada otlatır,akşam üzeri Çiftlikköydek geçer Uzunkır tolundan geri dönerdik.Mehmet Ali Dedem bana orda eski anılarını anlatır,ben de onu can kulağı ile dinlerdim.Bir gün böyle çardak altında oturmuş yemek yemiştik.Ardından ''Gel hele oğlum yanıma otur.Sana bi eski anımı anlatıvereyim ''dedi.Hemen koşup yancağızına sokuldum.''Anlat dedeciğim'' dedim.Dedem başladı söze; ''Bi gün bizim goca eşşeğe binip şööyle bir Meri ovasına varıp Beşkaza bazarını gezip geleyim demiştim.Sabala erkenden ezanla Gocananı galdırdım.Beraber eşeğe semeri vurup,paldımını taktık.Golanını bağlayıp,yularını geçirdik.Üsdüne de bi heybe arddık,çıktım yola.Öyleden sonra Beşkaza pazarına anca vardım.Pazar yerinin kenarına bi gosgocaman meydan yapmışlar.Baktım burda bir galabalık var.Üle bayram falan mı var yoğusa? Diye varıp bi bakayım dedim.Herkes kenara dizilmiş,millet seyre bakıyor.Neyse ben de merak ettim.Ben de dikilip gözel baktım.Herifler goca meydanın iki yanına iki kümes goymuşlar.On bir bi yanda on bir bi yanda yirmi iki tavuk var.İki yanda bi de ortada üç horoz mevcut olup,ortadaki horozun ötmesiyle tavuklar birbirine giriyor.Yumurtayı kümese gatınca da gulu gulu diye bağırıyorlar''dedi.
Ben hemen bunun bir futbol maçı olduğunu anlamıştım.Dedeme; ''Dede bu futbol maçı''dedim.Gülerek bana; ''Üle oğlum bizim eskiden futbol maçı mı gördüğümüz var? Ne bilelim maç ne? Fulbol ne? Oyuncu ne? İlk gördüğümde ben de bu şekilde benzetip Gocanana anlattım.O da bilmediğinden''öyle şey mi olur üle herif? Tavuklar oyun mu oynar? Sen aklını yitirdin goca herif herhalde''demişti.Ben de epey Gocananın laflarına gülmüştüm.diyerek gülümsedi.''
Ömründe hiç maç görmeyen birisinin futbol maçını teşbih sanatını kullanarak benzetmeyle bu şekil anlatması insanımızın ne kadar zeki olduğunu gösterir.İnsanların kıvrak zeka diye tabir ettikleri zeka türü bu olsa gerek.Eski adamlar zaten bir başka oluyor.Onların her söylediği sözden bir anlam ve ders çıkarmak gerekir.Onlar boşa pek konuşmazlar.Ne de olsa yılların tecrübesi var.Hepsi akıl küpü mübarek.
Ben de bu olayı çocuklarıma anlatıp epeyce bir gülüştük.Şimdiki çocukların top oyunları bir başka.Biz eskiden top bulamadığımız için ip yumağı ile oyun oynardık.Mal güderken çayırların üzerinde çocuklarla toplanır bir ip yumağı peşinde koşturur,böyle vakit geçirirdik. Şimdi bu zamanda akşama kadar çocuklar top ardında koşmaktan kan ter içinde kalıyorlar.Anası; ''Oğlum bu ne hal? ''diyecek olsa bir de ona karşılık veriyorlar.Zamane çocukları işte.Ne yaparsın? Ne dersin? Onlara söz geçirmesi zor.Seni dinleyen olmaz,anlayan da yok.Kafalarının estiği gibi hareket ediyorlar.Allah(C:C :) daha beterinden saklasın.Beterin de beteri var elbet.Yine de çocuklar sevimli varlıklar.İnsan ne kadar kızsa da seviyor.Ama ihtiyarlayınca onların eline bakacak olursak vay halimize!
..
Deccal futbol hicvi
Yediden yetmişe hem bay hem bayan
Olan tüm millete yer toprağının
Bu ne güzel bir şey herkese uyan
En büyük Sanatı futbol çağının
..
Yıllardır Alınterinin serinliğinde yaşama tutunanların / yani üreterek varlığını sürdürmeye çalışan işçi sınıfının haklarına saldıran sermaye her zaman çeşitli oyunlarla türkiye emekçisini tuşa getirmenin hesabını yapıp durdu var olan ve kullana bildiği bütün şilahlarını işçi sınıfının sınıf bilincini yok etmek için kullandı
en başta dini kullanarak insanlara mücadele etmek yerine tanrıya havale etmeği önerdiler ve ardındanda halka yaşadıkları yoksulluğun adını kader deyip avuttular ama yetmedi işçi sınıfını sınıf bilincinden temelli koparacak bir oluşum aradılar ve aradıkları ellerin altındaydı
Adı Futbol ve milyonların dikkatini biranda bir meşin yuvarlağın ardından koşturan futbolculara çektiler ardından milyonların ilgi odağı haline getirdiler ve siyasetin adı bir anda futbol olup çıktı şimdi ise haklarını aramak için örgütlenen insanlar yerine, futbol takımlarının haklı yada haksız yönetildiğinin hesabı tutulur oldu.
artık ülkemizde işçinin hakları ve sosyal yaşantısı kimsenin umurunda değil ve kıçı açık papuçu delik işçiler bile artık tutukları takımları savunuyorlar kendi hakkını aramak ona suç olarak empoze edilmiş çünkü.
sermaye önce emekçileri din ile yozlaştırdı. Sonra'da futbol ile kendine yabancılaştırdı, ayrıca şans oyunlarıylada üreteni kandırıp emeğinin karşılığı aldığı üç kuruşuda resmi kumar yöntemiyle elinden almaya çaılışmaktalar.
kendi mücadele ederek kazanması gerekirken bir gün zengin olabileceği hayaliyle elindeki üç kuruşu da sermaye patromları kendi ceplerine boca ettiler nasılmı kesilen vergileri usülüne uygun yandaşlarına boca ederek.
..
Futbol günümüz dünyasında en popüler spor dalı olmayı açık ara sürdürüyor. Başka başka sporlar, boks gibi, basketbol gibi, atletizm gibi, zaman zaman tahtını zorlasa bile, onun seyirci potansiyeline ve insanları çekiciliğine çok da fazla yaklaşamıyorlar... Kazanmak her zaman gurur veriyor tabi ki sporda da başka başka şeylerde de... Son zamanlarda fanatiklik aldı başını yürüdü... Bu sadece bize özgü değil, bütün dünya da fanatizm futbolu, futbolcuyu ve seyirciyi avucunun içine aldı... Rakip takımın futbolcuları ve seyircileri adeta düşman bir ülkenin askerleri gibi gözüküyor öbür takımın taraftarlarının gözüne... Oysa böyle mi olmalı? Hani spor dostluk ve kardeşlikti... Hani sağlık ve zindelik için yapılıyordu bu spor ve onun bir şubesi olan futbol...
Bu gün futbol piyasası dev bir endüstri artık. Ülkeler ve o ülkelerin öne çıkan takımları hem bu işten milyarlarca dolar para kazanıyorlar hem de ülkelerinin reklamını, tanıtımını yapıyorlar... Biz Türkler ise yıllardır başarıya aç olduğumuz için, kazandığımız her başarı gözümüzde büyüyor ve adeta efsaneleştiriliyor, hem basın hem de halkımız tarafından... Hatırlarsınız mutlaka, Puşkaşlı Macaristan'ı elli sene önce 3-1 lik skor ile yendiğimiz galibiyet yıllarca kutlandı, basında ve her yerde konuşuldu durdu...
Eski zamanlarda maçlara giden büyüklerimiz anlatırdı, seyirciler karışık oturduğu halde hiç kimse de birbirine yan gözle bakmaz, kötü söz de söylemezmiş... Şimdi öyle mi? Maç bittikten sonra, cadde de bile rakip takım taraftarlarını görseler hemen paça kasnak dalıyor, dövmeye kalkıyor arkadaşlar. Neymiş, efendim üstünde Galatasaray forması ya da Beşiktaş forması varmış... Yapmayın arkadaşlar, hepimizi bu ülkenin vatandaşıyız. Milli maçlarda, var mı Galatasaray ya da Beşiktaş ayırımı?
..
Garip Ali'm burda dokuz doğurur,
Muhammed'im futbol sana ne verir,
Gel Muhammed gel gel diye bağırır,
Muhammed'im futbol senin neyine.
Gelde diyor hele bak şu çaylara,
Yap servisi bayanlara baylara,
..