özledim seni emine hala
çocukken beni çağırışını
kızınca bana bağırışını
özledim seni emine hala
balkondan bakışını
reçel yapışını
Sunduğum
Portakal çiçeği
Kırlangıç kanadında kırılgan
yetmezdi ömrü
uçarken sığınsa sacağına
bilirdi
-Sevgiliye-
hani leylakların moruna
sabah tambur çalarken
hani bülbül gülüne
nağmesini söyler ya
buğulanır
yok olan suda esir gözlerin
yakar közlenmiş bıçak gibi gögsümü
rüzgarın en sessiz halini seçer
saçlarımın her teline asılmış nefesin
Yüksek bir dağın zirvesinde akşam olmakta, günün son ışıkları yavaş yavaş kaybolmaktaydı. Genç adamın yüzündeki hüzün, anılarını derin yaşadığını gösterir gibiydi. Kırkbeş yaşındaydı, kumral saçları, geniş alnının üstüne düşmüştü, gözleri koyu kahverengi, burnu biraz uzun ve sivriydi. Kırlaşmış bıyığı ince olan üst dudağını örtüyor alt dudağının şeklini daha da meydana çıkarıyordu, kolları adaleli olmakla beraber ince uzun bacakları ve uzun gövdesi onu olduğundan da zayıf gösteriyordu.
Bu gün erken yatması lazımdı yarın cuma günüydü sabah günün ilk ışıklarınla yola çıkacak kasabaya gidecekti. Karşısında duran kulübeye gitmeden önce şömineyi yakmak için birkaç kuru odun parçasını topladı.
Kulübe ufaktı biri ön cepheye öbürü arka cepheye bakan iki camı vardı, kapıdan girince sağ tarafta iki duvar arasına sıkıştırılmış bir yatak sol tarafinda ise camın önünde, hem yemek hem de yazı masasi vazifesi gören tahtadan yapılmış bir masa duruyordu. Masanın hemen yanındaki dolap aynı zamanda mutfak tezgahı olarak kullanılıyordu. Yatağın tam karşısındaki duvarda zevkle yapılmış bir şömine vardı. Kapıdan içeri girildiğin de ise insanın gözüne karşıda camın hemen yanında bir sandalye ve üzerine itinayla konulmuş leylak renkli bir hırka çarpıyordu.
Sabahın ilk ışıklarıyla kalktı. Mayısın ikinci haftasıydı, tabiat kış uykusundan uyanmış etraf rengarenk çiçeklerlen bezenmişti. Ağac yapraklarının arasından süzülen ışıklar yeşilin her rengini tabiata sunmakla sanki yarış ediyorlardı. Acele etmesi gerekiyordu, yolu uzundu ancak akşam üstü kasabada olurdu. Hemen yola koyuldu sadece iki kişinin gecebileceği toprak yolun sağ tarafında yamaçta gizlenmiş bir orman sol tarafinda ise tek sıra ile dizilmiş ağaclar vardı. Birden kendini çocuk gibi hissetti sağ tarafta saklanmış ormanın bir ordu, sol taraftaki sıra ağacların ise onları koruyan nöbetçi askerler olduğunu düşündü. Kenarda duran ağactan kopmuş kalınca bir dalı eline aldı, sağa sola savurmaya başladı. Bir yandan bağırıyor bir yandan da görünmeyen düşmanlarlan savaşıyordu.
Karanlığında şahlanan at
ezildi ayın altında
nal sesleri
taşındı sabaha
düş
ney sesiyle uşşak mı söyler
gün batımı yazdığım sevdan
ipek ipek
dut yaprağına
işlediğim /sevgili
hangi dalda yitirdin
eskrim
büyülü zaman
keser ikiye
kanatır her yanını
melek tarumar
tükenir nefesimde
ressamın raks eden
gel gitleri
serseri hayatın
resmeder çizgilerini
bir fırça darbesiyle
Çocukluğumun geçtiği dede evinin bana o zamanlar çok geniş gözüken, fakat ufacık olan bahçenin duvar kenarında bir kuyu vardı içinde acı suyu olan. Kuyunun yanında da bir Tulumba. Babaannemin anlatığı oturduğumuz evin hikayesi ile Tulumba benim için çok değerli bir hayal arkadaşı oldu.
Zamanında dedem o evi aldığında o muhitte kuyusu ve tulumbası olan tek evmis. Eskiden bu kadar kalbalık değil sadece seyrek evler varmış bulunduğumuz yerde. O zamanlar bir evin içinde su ve elektrik olması endermis. Bahçenin de şimdiki gibi etrafi kapalı değilmiş. Komşular gelir kuyudan kullanma suyunu çekerlermis. Tabii hayal etmeyi seven ben; bu hikayeyi duyduktan sonra ne hikayeler yazdım kendimce.
Kuyunun yuvarlak kalaylanmış bakır kapağının tam ortası yirmi santim genişliğinde delikti. Her halde zamanında kapağı tutup kenara çekmek için kulanılan bir kulbu vardı. İçine pislik girmesin ve biz çocuklar kenara itmiyelim diye bir de o deliğin üstüne kaçaman taş koyarlardı. Her sefer kuyunun suyu bittiğinde yeniden dolmasını beklerlerdi. İşte o zaman benim hikayelerim başlardı. Kuyunun içi iri taşlarla dösenmişti. En büyük zevkim suyun taşların arasından nasıl aktığını seyretmek ve o akışın sesini duymaktı. Çok kısa bir süre akan suları seyredebilirdim. Hemen kapağını kapatırlardı fakat taşı üstüne koymazlardı. Dolup dolmadığına bakmal için. Bense, bütün çocuklar sokakta oynarken kuyu başında beklerdim. Temiz suyun akışını dinler arada bir de sanki görecekmişim gibi ortadaki delikten karanlık boşluğa bakardım. Zamanında babaannemin anlatığı Tulumbadan su çekmeye gelen insanları hayal ederdim. Bu Tulumba başında her su çeken insanın hikayesinin bu kuyuda olduğunu ve onlar suyu Tulumbadan çektikçe akan suyun akarken hayat hikayelerini Tulumbaya yazıldığı düşünürdüm. Ve yahut kendileri yazardı suyu çekerken. Neler düşündüklerini hayal ederdim. Kim bilir derdim kendi kendime ne aşklar ne de çok üzüntüler; elem, keder, sevinç ve ölüm bu kuyunun içinde vardı. Her seferinde kuyunun suyu boşaldığında bunlar yok olacaktı. Temiz su geldiğinde yeniden bu insanların yaşadığı hisler, olaylar, yeni hayatlar kuyuya dolacaktı. Her tulumba çalıştığında suyun Tulumbayla konuştuğunu düşünürdüm. Akan su her şeyi anlatırdı. Bir oya gibi senelerce sabırla işlenmişti yaşananlar. Babannemle hiç görmediğim dedemin o hüzünlü hikayelerinin evde yaşayan halalarımın annemin babamın ve biz çocukların ve tanımadığım kimbilir kaç kişinin hikayeleri bu Tulumbaya işlenmişti.
ANITI DİKİLİ
(Akrostiş)
Feryada yıkılır sevdalar
Ulaşılması zor gün günde hesaplar
Limana yanaşmış kırık kayık
Yağmurlar altında beklemekte
Ağlayarak bulutların sevişmesi
Çiçekler boynunu büker
Ellerim dokunmadan düşerse
Lifler kopuyor tenimde