FİLAN
Teşekkürler! Bende iyiyim. Hatta neredeyse çocukken anneannemin çilek tarlasına daldığım anlarda ki kadar iyiyim. Çocukken dediğim dört-beş yaşındayken yani…
O çilek tarlası, tam bir özgürlük abidesiydi. İstediğin kadar yiyebilirdin. Sadece anneannem arada “Oğlum çok yeme! Kusarsın.” derdi.
Hoş; çok da kime göre çok neye göre çok tartışılır ama… Mesela bir gün Yunus amcanın kümesinden yumurta çalarken yakalandım. Hemen babamı aradı. Babam olay yerine gelince beni kulağımdan tutup yolda sürükleye sürükleye anlatmaya başladı; “Oğlum salak mısın? Adam saymış, yirmi üç tane yumurta bulmuş çantanda. Bu kadar çok çalınır mı? ”. Oysa ben daha bir gün önce Yunus amcanın yan komşusu olan Nebahat teyzenin koca kümesinden tam yüz yirmi sekiz yumurta çalmıştım. Yani yirmi üç bence çok değildi. Babam kulağımı boşuna acıtıyor ve hakkım yeniyordu. Ve biz hala çokluk, varlık, yokluk gibi ileri felsefe konularını tartışırken, hırsızlığın yanlış bir şey olduğu ve yapılmaması gerektiği üzerine tek bir kelime bile etmiyorduk…
Ben ise her seferinde yiyebileceğim kadar çok çilek yerdim anneannemin çilek tarlasından. Çünkü o zaman korkularım, karanlıklarım, geçerdi. Ağzıma her yeni çileği atışımda mutsuzsam mutlu, mutluysam daha da mutlu olurdum. Bu bende çok içseldir! Aklıma geldikçe hem etkilenir hem de çevremdekileri etkilerim. Mesela bir gün kuzey ülkelerinin birinde güneş geç battığından yaklaşık yirmi saat niyetli olması gereken oruçlu bir arkadaşıma iftara yarım saat kala bu içsel ve duygusal çilek anılarımı, çileğin tadını şapırtısını, oooof lezzetini de kata kata anlattığımda oda benim gibi duygusal ve içsel olarak çok etkilenmiş olacak ki, zonk diye bayılmıştı.
İşte yine böyle ben beş yaşındayken hayatımın en içsel çilek anılarından birini komşumuzun dokuz yaşındaki kızı Tülayla yaşadım. Komşumuzun dokuz yaşında ki kızı Tülay dokuz yaşındaydı! Ve bu durum bana çok ulaşılmaz gelirdi. Tülay bir gün bana “Pişt! Gelsene az çeşmenin arkasına.” dedi. Bende gittim. “Benim kukum var biliyor musun? Sana gösteriyim mi? ” diye iki soru sordu. Daha ben soruların her hangi birine bile cevap vermeden pantolonunu indirdi! Korkarak ve ağlayarak hemen çilek tarlasına doğru koşmaya başladım. Anneannem bana çileğin cennet meyvesi olduğunu söylemişti. Tülayın belden aşağısını çıplak görmüştüm. Ya Allah bu yüzden beni cennete almazsa? Bundan sonra asla çilek yiyemeyecektim! Tülaysa üstü t-shirt altı çıplak bir biçimde peşimden koşuyordu. “Gördüüün! Gördüüün! Kaçma gördün.” diye diye kovalıyordu beni. Ağlayarak Tülaydan kaçarken “ Görmedim! Görmedim! ” diye bağırdım.
Bana bunu nasıl yapardı? Ben saklambaç oynarken Tülayı görsem de sobelemezdim. Çizgi oynarken sekizlerde, dokuzlarda, ya da onlarda yanmasın diye Tülay hedefe doğru taşı attığında sanki yönünü değiştirebilecekmiş gibi taşı üflerdim. Kalbim çok kırılmıştı. Deli gibi koşuyor, koşuyor, koşuyordum. Çok hızlanmıştım! Tutamadığım gözyaşlarım artık koşma hızıma yetişemiyor gözlerimden geriye doğru süzülüyordu. Resmen kalp kırıklığına dayalı kriz geçiriyordum. “Huaaaaaa! ” diye bir nara attım koşmaya devam ederken… Ama hiçbir işe yaramadı. Beynim kafa sınırlarıma kadar zonkluyordu. Öfkeden patlayacaktı. Ben çilek tarlasına yaklaştıkça öfkem, gözyaşım, kalp kırıklığım aklımın sınırına abanıyordu. Çok öfkelenmiştim. Öfkeden; “A.ına koyim senin kukunun! ” diyerek çilek tarlasına girdim. Tülay buraya gelemezdi. Anneannem yabancı çocukların bu tarlaya girmesine kızardı. Ve Tülay da anneannemden çok korkardı!
Hemen tarların ortasına oturdum. Tüm çileklere tek tek baktım. Ama bu sefer farklıydı. İçimde mutluluk değil öfke vardı. Öfkemden çileklere hunharca saldırmaya başladım. İki çileği elime alıyor suçlu hissettiriyor. İkisi de “ Acaba hangimizi yer de diğerimiz kurtuluruz? ” diye az da olsa bir kurtulma ümidiyle söylenirken ben ikisini birden aynı anda ağzıma atıyordum. Suçsuz çileklere öyle bir eziyet ediyordum ki çoğunu kendilerini değersiz hissetsinler diye bütün yuttum. Son olarak ağzıma aynı anda en çok ne kadar çilek alabileceğimi denerken, yani ağzımda otuz sekiz çilekle, anneannem hıçkıra hıçkıra ağlayarak yanıma geldi! Aman tanrım! Yoksa anneannemde mi Tülayın kukusunu görmüştü? Tam ben “Anneanne n’ooldu? Neden ağlıyorsun? ” diyecekken. Anneannem bana “Deden öldü. Kalk gidiyoruz.” dedi. Şaşkınlıktan ağzım açık kaldı! Ağzım açık kalınca ağzımda ki çilekler takur tukur dökülmeye başladı. Ağzımdan o kadar çok çilek dökülünce anneannemin de şaşkınlıktan ağzı açık kaldı. Tülayın da kukusu açık kalmıştı…
Anneannem bir iki saniye sonra hemen kendini bir titretip toparlandı. Beni kucakladığı gibi sırtına aldı. İp, bez karışımı bir sistemle alelacele, idareten, beni sırtına kundaklayıp koşmaya başladı. Artık anneannemde deli gibi koşuyor, koşuyor, koşuyordu… Bense pek de sağlam olmayan kundaktan her koşuşta küçük küçük dışarı fırtlayıp düşme tehlikesi geçiriyordum. Yolda ölenin Hakkı YEŞİLTAŞ olduğunu öğrendim. Kandırılmıştım! Üstelik anneannem tarafından… Hakkı YEŞİLTAŞ benim dedem değil, annemin dedesiydi! Yani anneannemin babası…
Söz konusu annemde olsa; başka birinin dedesinin cenazesine deli gibi koşarak gitmek bana çok saçma geliyordu. Bu fikrimi anneannemle paylaşmayı yol boyunca denedim. Ama o acısından beni duyamıyor, hiç konuşmuyordu. Hatta, işe yaramaz kundak patladığında; “Anneanne nası koşuyosun beeee? Sırtından düşürdün beni yaaaa! ” diye yerde ağlarken bile bırakın konuşmayı arkasına dahi dönüp bakmadı. Yapacak bir şey yoktu! Ne söylesek boştu! Kadını kendi acısıyla baş başa bırakmalıydım. Hemen yere düşünce kafamın yarılması da dahil, sakatlanmama rağmen üstümün başımın tozunu silip, anneannemin peşinden koşmaya devam ettim.
Mahallede, köyde, çocukken her kulvarda en hızlı ben koşardım. Şu an ki gibi sakat olsam bile koşardım. Hatta tek bacağım olmasa bile koşardım. Bunda en büyük etmen yine Tülaydır. Bana bir gün; “Bizim koyunumuz var. İnanabiliyor musun? İnanmazsan gel bak! Ağırda…” dedi. Buna neden inanmak zorundaydım ya da inanmamalıydım bilmiyorum! Sonuçta bu ne bir bilimsel kuram ispatı ne de tanrı algısıydı! Herkesin koyunu olabilirdi. Ama yine de Tülayla vakit geçirmekten çok hoşlandığımdan o karanlık ağıra girdim. Girer girmez bana “Benim kukum var biliyor musun? Sana gösteriyim mi? ” diye sordu. Ben iki soruya da; “Hayır ya hayır! Bana ne? ” diye cevap vermeme rağmen t-shirtünü çıkardı. Üstü çıplaktı. Anladım kuku bir organdı! Ama neredeydi? Bir türlü yerini kavrayamıyordum. Sürekli yer değiştiriyordu çünkü! Kukundan hastalansan doktor bu kaosta kukunu nasıl bulup nasıl muayene edebilirdi? Tıpkı günümüzde psikologlar, kitaplar, bilmem ne uzmanları ve kişisel gelişimcilerin sürekli yer değiştiren duygularımızın doğru yerini bulmaya ve bize buldurmaya çalışıp, aslında her seferinde o duygularının yerinin bizde değil hep o hoşlandığımız insanda kalıp, gelip, gidip değişmesi gibi bir kaos!
Sana cümlenin sonunda hiçbir organımı göstermeyeceğimi garanti ederek söyleyebilirim ki; inanır mısın; Tülayların ahırda bir de inekleri vardı… Ne ilginç değil mi? İnekleri vardı inanabiliyor musun?
Bende Tülay yine sapıklaşınca korkudan kaçayım derken ineklerinin b.okuna basıp düştüm. Kalçam sakatlandı. Ama yine de kalkıp deli gibi koştum, koştum, koştum…
Tülay tabi ki büyüdü! İnanılmaz çekici ve güzel bir kadın oldu. Mükemmelde bir kariyeri var. Tüm dünyaca tanınıyor. Her yıl değişik değişik ödüllere boğuluyor. Kukunun nerede olduğunu çok iyi bildiğinden olacak ki; geçen senede -yetişkin film sektörü- kapsamında porno dalında en prestijli ödül olan AVN ödüllerinde birincilik aldı. Bense, o kadar iyi anlatıcı olmama rağmen, bırakın ödülü, daha bir teşekkür bile alamadım.
Neyse ki biz anneannemle zorlu bir yolculuk sonrası cenaze evine varmıştık. Cenaze evinde ki tek çocuk bendim. Herkes feryat figan ağlıyordu. Sanırım rahmetli çok sevilen bir adamdı. En az üç-dört saat aralıksız ağladılar. Taş olsan dayanamazdın!
Bizde oldukça marjinal bir adet vardır bilirsiniz! Çocuklara ağlayarak “ Gel oğlum gel öp rahmetliyi…” diye ölüyü öptürürler. İşte sen öpmeyi böyle sapıkça bir fanteziyle aşılamaya çalıştığından o çocuklar ilerde birbirlerine yakınlaşmaya çalışırken öpmek yerine kukularını gösteriyor!
Ben bu olaya çok tepkiliydim. Ölü öpme de neydi? Ama yinede ben bu adam için bunu yapacaktım. Hakkı YEŞİLTAŞ madem bu kadar seviliyor, o halde tarafımdan öpülmeyi hak ediyordu.
O sırada cenaze evine derin bir sessizlik çöktü. Artık kimse ağlamıyordu. Sessizce düşünüyorlardı. Hemen cesaretimi topladım. Bir Selçuk komutanı gibiydim. Ölüden çok korkardım. Ama dedim ya Selçuk Beyi gibi olmalıydım. Korkularım bire on, bire ellide gelse üstüme bunu yapmalıydım. Hemen derin bir nefesle göğsümü kabartıp, “Hakkı dede nerde? ” diye sordum. Benim sorumla bir anda odada ki sessizlik bozuldu. Anneannemin “Aaaaaaauuuuuv! ” çığlığıyla herkes tekrar kendini yırtarcasına ağlama başladı… Nasıl bir cümle çıktıysa ağzımdan artık? Ortamın içine sı.mıştım bidiğin…
Hakkı dede, Fatsa da kalp krizinden ölmüş. Onu orada yıkatıp gasilledikten sonra cenaze arabasına atıp köye doğru yola çıkmışlar. Fakat araç yolda kaza yapınca Bolaman ırmağına uçmuşlar. Cenazeyi de ırmak alıp götürmüş. Bir daha da bulamamışlar. Yani on sekiz yaşında Merve diye bir kızı öpüşümü saymazsak, birini öpmek için ilk defa bu kadar cesaret toplamışken ben, cenaze ortada yoktu!
Hakkı dedeye üstünde hiç çilek yetişmeyen bir tepede temsili bir mezar yaptılar. Belediye de ne alakaysa mezarın karşısına mezar manzaralı bir bank koydu. Hala bile, ara ara köye gittiğimde hakkı dedenin mezarına uğrar, bildiğim birkaç duayı okur, ve mezara bir çilek bırakır dönerim.
Ozan Barış CAN
Ozan Barış CanKayıt Tarihi : 6.12.2013 09:39:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!