Sırtımda eski bir ceket, elimde beni neredeyse hayatım boyunca yalnız bırakmayan eski bir bavulumla şehirler arası otobüsten inip, köy dolmuşuna doğru yönelmiştim.
Aylardan aralık, günlerden pazardı ve sessiz bir yorgunluk vardı sanki havada. Soğuktu, hem de çok soğuktu...Çünkü bizim buralarda kar hiç eksik olmazdı; hele aralık ayında.
Bavulumu şoföre teslim ettikten sonra dolmuşa binmiştim. Hareket ettiğimizde, saat akşamüstü beş sularıydı. Onlarca yıldan sonra ilk kez gidecektim doğduğum topraklara. Bu yüzden yaklaşık üç saat sürecek yolculuğu ön kapının arkasındaki koltukta oturarak, manzarayı seyrederek geçirmeyi yeğlemiştim. Gerçi her yerin bembeyaz olacağını biliyordum fakat, belki bir yerleri hatırlayabilirim diye düşünmüştüm.
Benim dışımda sadece bir yolcu vardı dolmuşta. Yetmiş yaşlarında, zayıfça bir kadın en arka sıraya oturmuş, sürekli bir şey okuyormuş gibi, gözlerini avuçlarının içinden ayırmıyordu. Ya bir dua okuyordu, yada bir fotoğrafa bakıyordu. Simasını seçmeye çalışmıştım; belki bizim köydendir diye. Fakat yüzündeki kırışıklar öylesine gizlemişti ki kendisini, tanıdık olsaydı bile, eminim tanıyamazdım.
'Geçmişini adeta bir perde gibi örtbas eden o çizgilerin arkasında kim bilir neler saklıydı' diye geçmişti aklımdan.
O ara başını kaldırıp bana doğru baktığında, utanarak hemen başımı ön tarafa çevirmiş, hiç kendisiyle ilgilenmediğimi ima etmek istemiştim.
Yolculuğum artık son üç saatine girmişti. Şoförün bana dönüp dönüp söylediklerinden hiç bir şey anlamıyordum. Aslında dinlemiyordum desem daha doğru olur. Nelerin beklediğinin merakı beni çok heyecanlandırıyordu. Öyle ki, yerimde rahat oturamaz olmuştum. Derin nefes alıp, vermeye başlamam, az da olsa, heyecanımı yatıştırmaya yetiyordu.
Karşıdan gelen araçların farlarına aldırmadan, bir ara gözlerimi kapatarak, anılara dalmıştım. Anam, Babam, düştüğüm toprak, beşiğim, yüzdüğüm ırmak, arkadaşlarım; hepsi bir film şeridi gibi gözlerimde canlanmıştı. Ah bir de o tandır ekmeği yok mu, sıcacık...
Saat 8.30'u göstermekteydi son dönemece girdiğimizde ve köyüm artık uzaktan görünüyordu. Yaklaştıkça, ağırlaşmış nefesim iyice daralmaya başlamıştı. Dikkat etmem gerektiğini biliyordum. Eh, kolay değildi, kırk yıl aradan sonra bildiğim, yine de hiç bilmediğim bir yere yaklaşmış olmam. Oturduğum yerden ayağa kalkarak, yan koltuğa bıraktığım ceketimi alıp, üzerime giymiştim.
Dolmuş köyün içine kadar giremeyecekti. Kar yığınları engelliyordu girişi ve ben inmek zorundaydım. Dizlerimi dik tutmakta zorlandığımı itiraf etmeliyim. Bagajdan çıkarılan bavulumu teslim aldıktan sonra, yaşlı kadının da indiğini, dolmuşun hareket ettiğini algılayamamıştım bile. Öylece durup, köye doğru bakıyordum.
Kaç dakika öyle kaldığımı hatırlamıyordum. Kendime geldiğimde, önümde yürüyen kadını görünce çok şaşırmıştım. Zor bela da olsa, yaşlı kadın önde, ben arkada köye ulaşmıştık. Sonra kadıncağız evlerden birinde kaybolmuştu.
Gideceğim yer belliydi. Yıllar önce altında buluştuğumuz, benim için mendil bağladığın dilek ağacı. Yaklaşık yüz metre köyün çıkışına doğru ilerledikten sonra ağaca ulaşarak, soğuğa aldırmadan beklemeye başlamıştım. Yarım saat kalmıştı. Son kırk yılın acıları, özlemleri; hepsi birden unutulacaktı.
Birden omzumda bir el hissettim. Dönüp baktığımda, dolmuştaki yaşlı kadının olduğunu gördüm. Yaş dolu gözlerini gözlerimden ayırmadan 'evlat,' demişti 'Leyla artık yok, boşuna bekliyorsun.' Ve arkasını dönüp, yanımdan ayrıldı.
İşte böyle Leyla. Sabaha kadar dilek ağacımızın altında seni düşünürken, hala dalda asılı olan o kırmızı mendilini alıp, saatlerce kokladım ve öptüm. Burada olduğunu, yaşlı kadından öğrendim. Senin annen olduğunu bilmiyordum, bu sabah öğrendim kendisinden.
Emin ol, bu sana son mektubum olmayacak. Her sabah yanına gelip, mezarın başında sana daha çok mektuplar okuyacağım.
Elveda Leyla, yarın tekrar buluşmak üzere...elveda.
Kayıt Tarihi : 18.12.2012 14:01:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İbrahim Başar](https://www.antoloji.com/i/siir/2012/12/18/dilek-agaci-bir-oyku-2.jpg)
Emeğe saygılar
Kutlarım Değerli Dostumu..
Yaşamın herhangi bir yerinde,herhangi bir koordinatında bizleri bekleyen nice rastlantılar vardır.
Onlarla olduğumuz zaman en başat sevinçlerle de en başat acılarla da ortaklık kurduğumuzu yüzleşmelerle kanıksarız.
Öyküdeyim.
Böylesi bir durumdan söz etmek olası.
Olay akışına bakıyorum. Serimden sonra kendine yer bulan düğüm ,az sonrasının merakını ele verecek çözüm'ün asılması karşısında gücü yetmiyor ve devrediyor öykülemeyi ...
Zaten ne olduysa orada başlıyor ve orada bitiyor.
O acı gerçekle karşı karşıya kalan salt 'Öykü Kahramanı' değil ,okur da!
Kesit öykülerine güzel bir örneklik oluşturması bakımından bu çalışmayı önemsedim.
Öykünün konu bütünlüğü deforme edilmemiş,plan akışı oldukça düzeyli şekilde geliştirilmiş.İçselleştirmelerin yansıtılmasında yüzeyselliğin yeğlenişi anlatı/konu'nun daha dramatik bir temel üzerinde yükselmesinin önünü kesmek için olsa gerek.
Nedendir bilmem ama bu öyküyü okurken -hiç ilgisi olmamasına karşın- Osman ŞAHİN'in MAKAM TAŞLARI adlı öyküsünü anımsadım.
Sağlam bir çalışma olduğunu söylemek olası.
Çok kutluyorum.
Erdemle.
TÜM YORUMLAR (24)