Hayatını kazanırken nasır tutmuş, ama bana pamuk gibi gelen ellerinden; Rabbi’ne olan şükründen nurlanmış ve helâl rızkla kanlanmış pembe yanaklarından öperim. O menekşe gözlerinden hayalim hiç eksilmesin isterim. Bir de iyilik için çarpan o tertemiz yüreğinde hep kalmayı dilerim.
Canım annem, hani derdin ya: “Yavrum sen doğduğunda sevinemedim pek; herkes öldü diye bana baş sağlığı dilerken ben koşarak gittim bir soğan buldum, ezdim, burnuna tuttuğumda aksırarak uyandın ve ağlamaya başladın. Acaba dünyaları verseler bu mutluluğu değişir miydim? ”
Hayat benim için böyle hazin başlamış. Öncesinde sana ne yorgunluklar ne eziyetler ne sancılar çektirdiğimi sen biliyorsun. Ne ben sordum ne de sen anlattın. Zaten beni üzmeye hiç kıyamazdın.
Küçükken bana nasıl hitap ettiğini hatırlıyorum; yavrum, canım, aşkım, benim yavrum, ceylanım, nar tanem, nur tanem, bir tanem… Daha hangisini sayayım bu güzelliklerin.
Beni kucaklarken bir sıkışın vardı ki; nefes almadan bir müddet öylece kalırdım. “Hıııh” diye bir ses nefesimle birlikte ancak çıkardı. Tabiî ki hasret giderdiğimiz zamanlar.
Yatarken bana öğrettiğin duayı hâlâ hatırlıyorum. Ben de çocuklarıma öğrettim: “Yattım sağıma, döndüm soluma, melekler şahit olsun dinime imanıma. Ölürsem, eşhedüen la ilahe illallah, ölmezsem şükür elhamdu lillah.”
Bir de ninemin duasını söyletirdin: “Yattım Allah’ım kaldır beni, nur içine daldır beni, eğer vadem dolduysa, imanla Kur’an’la gönder beni.”
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla