"Pia"yı tanır mısınız? Pia, Attila İlhan'ın şiirinde bir meçhulün adıdır.Şair bir şehre geldiği vakit, Pia başka bir şehre gider hep... O yüzden "Ne olur, kim olduğunu bilsem Pia'nın / ellerini bir tutsam, ölsem" der İlhan...
"Belki de o kadın aslında Pia... O hiç olmayan kadın..." Aklımda kalanlar, imkansız aşkların kadınları... Yaşanmış aşklar kalmıyor. Bitiriyorsunuz karşılıklı... Hatırlanan, askıda kalmış aşklar... "tanımamaktan, bilinmezlikten kaynaklanan bir duygu" diye tanımlıyordu: "Aynı evde yaşayınca bilmeye, tanımaya başlıyorsun. Aşk da uçup gidiyor".
Ne garip değil mi? Kadın ve erkek, Adem ile Havva'dan beridir hep o "yasak meyve"nin peşinde koşup durdular. Kim bilir kaç kuşaktır sabırla, özlemle, ümitle, ölesiye, birbirlerine kavuşacakları, bir yastığa baş koyacakları günü beklediler.
Ölüm değil beni korkutan! Boş bir yaşamın ardından varacağım “o” yer sıkıyor canımı. Nedir ki? Kırklı yıllar, ellili yıllar, billahi çok değil! Hele hele çizilen bu yolda bize hiç gelir. Ne beklersin yaşamdan “çorbacı? ” Ne bekler yaşam senden? İkiniz de tüketirsiniz hoyratça zamanı. İşte geride kalanlar sıkar biraz canımı...
Yedi yaşında başlarsın okula, sayma ondan öncesini. Sonra, yıllar yılı gider gelirsin, kara tahtalı değirmene, berrak zamanını öğütmek için. Yirmi iki civarı alırken diplomanı, tüketivermişsindir üçte birlik zamanı...
”Diploma yetmez! ” diyor topal “şarapçı”, “iyi bir işbul hele bakalım! Askerliğini de yap birde, sonra evlen bakalım...” İşte bir on yıl daha uçuveriyor ansızın. Yaş oluveriyor otuzbeş! Gerçekten yarısı mıdır yolun? Belki de yarısından da yakın. Geriye bakma sakın ey küheylan!
Kedilerle ilgili bu durumu yeni ögrenmistim;
Normalde sokak kedisi kendini saldirgan köpeklere karsi koruyabilirmis. Bu direnci kiran tek sey neymis biliyor musunuz: Sevgi...
Insanoglu, eger bir sokak kedisinin basini oksar ve ona sefkat gösterirse kedicik kendisinin koruma altinda oldugunu zanneder ve sivri tirnaklarini içeri çekermis. Ve vahsi köpeklerin azgin dislerini girtlaklarinda veya itlaf ekiplerinin zehirli etlerini midesinde bulurmus. Küçücük bir dokunusta gardi düsen ve ölümcül yaralara açik hale gelen sarmanlarin kaderinde kendi ask hayatimizin hülasasini buldum.Biz de Eros'un sefkatine siginip, sevdalaninca en mahrem zaaflarimizi elevermiyor muyuz? Yillar yili ardina sigindigimiz barikatlarin anahtarini gönüllü teslim edip, tirnaklarimizi içeri çekmiyormuyuz?
Sevginin bizi kollayacagina, sarip sarmalayacagina dair ön kabulümüz yüzünden koruma duvarlarimizi gönüllü kaldirip, yaralarimizi açik hale getirmiyor muyuz? Sonra neoluyor? Sevdamiz en büyük zaafimiza dönüsüyor. Saçimizi oksayan elin bizi ilelebet kollayacagina inaniyor, tatli sözlere kaniyoruz. Taklalar atip, cilveler yapiyoruz. Ve en ummadigimiz anda, en korunaksiz halimizle Kalaniyoruz askin hoyrat yüzüne... Sefkatimiz katilimiz oluyor. Ders almak mi? Ne münasebet! ..Daha son ihanetin yarasi kabuk baglamadan, yeni yaralar için araliyoruz kalbimizin kapilarini...
Bir nisan melteminde, "Ne olacak bu memleketin hali" sorularıyla memleketi ve çevreyi bunaltmak yerine, kuytuda bir hamağa kurulup güneşle halvet olmanın, kulağımı uyanan toprağın sesine, burnumu rüzgarın nefesine verip baharla kadeh tokuşturmanın tadını keşfettim. Her bahar yenileniyordu insanoğlu; bir başka deyişle, "Bir nisan bir insan"dı.
Onları görür görmez tanıdım.
Benim eski hastalığıma tutulmuşlardı.
İnsanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır" der Dostoyevski...
.........
Veda acısı, kabuğunu soyar insanın; yıldızını kazıyıp çırılçıplak ortaya serer. Birlikteliğin örttüğü tüm kusurları ayrılık sergiler.
Kaç baharı gerçek sanıp kandık söylesenize... Kaçına "Nihayet" hasretle kucak açtık ve kaçında yanıldık... Kaç kez ayaz vurmuş dallarımızda filizlerimiz söndü. Yine de uslanmadık. Yine geveze bir dosta sırlarımızı açar gibi açıldık yalancı bahara...
Yine yanıldık. Peşinden bastıran tipiyle ayıldık. Ne yapalım ki, dalında patlamayı bekleyen bir tomurcuk gibi susamıştık ilkyaza... Kaç zaman olmuştu kendimizi güneşin kollarına bırakıp, ormanda yayılan kekik kokularıyla sarhoş olmayalı...
Tahmin ediyorduk, üzerimize katran rengi bir kafes gibi çöken bulutların ardında güneşin gülümsediğini... Daha ilk ışınları deler delmez kafesi, açtık iştahla ruhumuzun pencerelerini...
Havana’da Ernest Hemingway’in 7 yıl yaşadığı otel odasını gezmiştim yıllar önce…
Hotel Ambos Mundos…
511 numaralı oda…
Ben en özel en güzel eşyalarımı kendim için, hiç bekletmeden kullanırım. Siz de öyle yapın. Çünkü yarın hayatda olmayabiliriz. Ya da sevdiğinizi söyleyeceğiniz kimse olmayabilir. Hani gardirobunuzda küflenen o en sevdiğiniz elbiseniz var ya, o çok özel gün için beklettiğiniz, giymelere kıyamadığınız o alımlı tuvalet, o cakalı takım, o göz alıcı kazak... Bugün giyin onu! ... Beklediğiniz o güzel gün hiç gelmeyebilir çünkü...
Değerli misafirleriniz için sakladığınız çay takımlarınızı çıkartın dolaptan; en yakınlarınızla için çayınızı; kimseniz yoksa kendiniz çıkarın hoş bir takımdan çay yudumlamanın doyumsuz keyfini...
Haydi, açın, nicedir kapalı duran misafir odanızın kapısını. Yıpranır diye korktuğunuz koltuklara serilin gönlünüzce. Çalın, çalmak için önemli! bir konuk beklediğiniz eski plakları bu gece...
Sevgili Can Abi
Ben Berk Siyah Erzurum'da yaşıyorum 17 yaşındayım senin yazılarını ve şiirlerini beğenerek takip ediyorum eğer olur da bir yolun bu taraflara düşerse seninle tanışmayı çok isterim hatta sezon kapanmadan kayak yapmaya gel :) eğer bir gün kader bizi karşılaştırsa yazılarını yazdı ...