Toroslar’ın güneyinde bahar kaçağı bir güne uyandım. Bu sabah güneş bütün cömertliğiyle gülümsüyor, havada hafif rüzgar ve güneşin cazibesi göz kamaştırıyor. Açıkcası insanı sarhoş edecek bir gün. Kızım ‘’bugün pazara gidelim,’’ diye bir teklifle geldi.Her ne kadar baharın ayak sesleri duyulsa da yorgun ruhum gün yüzünü göremeyecek kadar mecalsizdi lakin tekliften ziyade teklifi yapanı kıramadığım için kabul ettim.
Evden çıktık, aslında çok hoşlanmam pazar alışverişi ve gezmelerinden… Hani bazen olur ya; herşeye rağmen bir kuvvet sizi çeker ve kısmetinizde var olanı yaşatıncaya dek pes etmeden çalışır. İşte öyle bir şey…
İstemeye istemeye gittik, tezgahların kurulduğu caddeye daha ulaşmadan telaşları hissettim, insan kalabalığı, birbirine karışan kokular, sesler yerli yersiz alanı dolduran süluetler.
Pazarın girişinde yaşlı bir hanım hemen gözüme ilişti; Yeşilin her tonunu içinde barındıran bir entari ve başını salaş bir şekilde örten şalıyla sandalyesinde oturmuş bir yandan küllü sesiyle ‘’köy ürünleri bulunur, ‘’diye bağırıyor diğer yandan da gelip geçenlerin gözlerinin içine bakıyordu delici bakışlarıyla…
Ellerindeki tabakanın işlemlerinde yılların asaleti ve bir o kadar da yorgunluğu duruyordu. Parmaklarının arasına sığdırdığı tabakadan bir yandan tütün sarıyor, bir yandan da üzerinden nefti bir koku yükseliyordu. Dikkatimi fazlasıyla üzerine çeken kadının garip bir aurası vardı. Hem iticiydi hem de bir o kadar çekici… Onun hemen karşısında halka tatlı yapan küçük bir tatlıcı dükkanı vardı. Çocukluğumdan bu yana çok sevdiğim bir tatlıdır, hele sıcak ise. Pazar kalabalığına girip satıcıların yalvaran bakışları ve soğuktan morarmış ellerini görmek istemiyordum. Kızıma; ’ben şu tatlıcıda oturup seni bekleyeceğim, kalabalık belki yorar, kafam kaldırmaz, ’ dedim o da anlayış gösterdi, ‘sen git alışverişini yap, gel’ dedim. Kadını oturduğum yerden bir süre seyrettim. Birilerini uzaktan seyretmekle yanında oturup aynı havayı solumak bambaşka bir şeydir. Dayanamayıp yanına gittim, ‘’Kolay gelsin’’ dedim ve yanındaki tabureye oturdum. ‘’Hoş gelipsen’’ dedi. O kadar ilginç bir kadındı ki her halini görmek- anlamak istiyordum.
Ben varlığını, duruşunu, yaradılışını, hal ve hareketlerini büyük bir titizlikle incelerken o hırçın ve öfkeli bir şekilde sağa sola küfürler savuruyordu. Hani şu hiçbir insanoğluna yakıştıramadığım basit cümlelere bezenmiş zayıflığın en büyük göstergesi olan küfür diye nitelendirilen şeyi…
Biliyordum ki kimse böyle doğmaz ve böyle olmak istemez! Elbet vardı bir sebebi…
Muhabbet etmeye çalıştım ama bir türlü odaklanamıyor, gözleri dört dönüyor; ondan alışveriş yapmayanlara ağır küfürler ediyor, ağzı köpüre köpüre hakaretler yağdırıyordu. Tanışmak istedim!
İsmimi söyledikten sonra onun da ismini sordum ‘beş harfe sanki bütün ömrünü sığdırmış gibi boş ver ismimi bana Gavur diyorlar sen de söyle gitsin,dedi. Bir insan kendine neden bu kadar küser ki? Anlamlandırmaya çalıştım fakat nafile. O’na kendisine gavur diyemeyeceğimi kimsenin ismini bozamayacağımı ve bir Müslümana gavur denmeyeceğini söyledim. Tepkisiz ve boş gözlerle gözlerimin derinlerine daldı ve sanki çok önemli bir sırrı paylaşıyormuş gibi mırıldandı Gavur Naciye, dedi ve ekledi:
‘’ Aslında asıl gavur ahan şu tatlıcı, bu kadar tatlı yapar bi dene bedava vermez ‘’
Suratıma ilişen tebessümle canının tatlı istediğini fark ettim. Hemen tatlı istedim ve yanına da iki bardak çay. Sanki ilk defa tatlı görüyormuş gibi bir bakış savurdu ardından bakışları yavaş yavaş yumuşamaya başladı. Kadın tatlıyı incelerken ben de kadını inceliyordum.
Sorgular bir edayla: ‘’Senin ne işin var burada? Hem alışveriş de yapmıyorsun’’ diye sordu. Anlattım meramımı,’’Az rahatsızım, kızımı bekliyorum’’ dedim. Bana sorduğu sorularla sohbetin başlayacağına inanmıştım lakin kadın soğukkanlılıkla sadece dinledi ardından tatlısını yemeye devam etti. Bu kadınla konuşmanın bir yolu mutlaka vardı doğru adımlarla doğru cümleler kurmalıydım. ‘Ben bazen küçük küçük yazılar yazarım, bu pazarı yazmak istiyorum, bana yardımcı olur musun,’ dedim? Seni buraların hakimi gibi gördüm, ama istemiyorsan başkasına sorayım. Anladığım kadarıyla burada kıdemlisin…
‘’ Evet’’ dedi ‘’Belki doğduğumdan bu yana buradayım, kim bilir belki de anam beni bu meydanda doğurdu.’’ Esprisi bile bir tuhaftı, ama ben o tuhaflığını bile sevdim.
-‘’Ne yazacaksın? ’’ diye sordu gözlerini aça aça.
-‘’Sizin şikayetlerinizi, isteklerinizi, yani küçük bir makale’’ dedim.
Defterimi, kalemimi çantamdan çıkardım, iyice havaya girdi.
-‘’Yaz’’ dedi. ‘’Bu pazara alışverişe gelen (…) hepsi benim halis ürünlerimi pahalı diye almıyor, gidip diğerlerinin sahte mallarını alıyorlar ucuz diye sonrada ben pahalı sattığım için bana gavur diyorlar tabi bu da zoruma gidiyor. Ben bir hafta boyunca çalışıyor, peynir falan yapıyorum bu gün için, ama kimse almıyor yük getirip yük götürüyorum. Arada bir iki kişi parasına kıyıp ya da iyi malı tanıyıp alıyor nafakam oluyor yoksa mümkünatı yok geçinemem…
-Bu pazarda ne kadar satıcı varsa hepsinin (…) ismini vereceğim, hepsinden şikayetçiyim! ’’
‘’Neden şikayetçisin? ’’ diye sordum. Neden olacak hepsi benimle alay ediyor. Elindeki malları satamadın elinde patladı deyip gülüyorlar.
Aslında asıl kızgınlığının sebebinin bu olmadığını biliyordum ve sordum:
-‘’Sen niye bu kadar kızgın ve öfkelisin? ’’
-‘’Görmüyor musun şu içine ……min dünyasını, ne … tan bir yer! ’’
-‘’Seni biri üzmüş, çok fena üzmüş. Aile mi? Eşin mi? Çocukların mı? Anlatmak ister misin? ’’
Bir kadını ancak bunlar üzer diye biliyorum. Yoksa yanılıyor muyum?
Sanki asrın sırrını çözmüşüm gibi büyük bir şaşkınlıkla bakıyordu bana.
-‘’Hadi biraz sakinleş yazık kalbini yoruyorsun’’ dedim, o ise yine bir küfür patlatmış ve kalbinin olmadığını, orada bir taş gezdirdiğini soluksuz dile getirdi.
-‘’Anladım’’ dedim ‘’Çok sevdiğin, aşık olduğun biri seni üzmüş, taş basmışsın bağrına.’’
Omzuma bir yumruk indirip daha hafif bir küfürle geçiştirdi.Gerçi ben de nasibimi aldım, eli de amma ağırmış.
-‘’Hadi’’ dedim söyle kim? Hem omzumu çok acıttın bak sesimi çıkarmadım,seni çok sevdim, az yumuşadı sonra gençliğini görmek isterdim, kim bilir nasıl güzel bir hatunmuşsun dedim. Daha da sakinleşip duygulandı, gözleri buğulandı ve başladı anlatmaya.
Tabi önce gelmişe geçmişe temiz bir küfür. ‘’Anam babam öldü, küçük kız yetim ve sahipsiz kaldı, oniki yaşındaydı yanıma aldım. Biri üç yaşında biri memede ikide benim çocuğum vardı beraber büyüsünler dedim. (Kırgınlıktan ne bacım diyordu ne ismini zikrediyordu...)
Sonra bu kız büyüdü onbeş yaşına geldi. Bir sabah uyandığımda kocamla o kız çocuklarımı alıp kaçmışlar. Otuz sene oldu bir daha da ne gördüm ne de haber aldım. Her cümlenin arasına şu hayattan intikam alırmışçasına küfürler savuruyor bir nebze de olsa içindeki öfkeyi bastırmaya çalışıyordu. Kadın anlattığı her cümlede saniye saniye kan kaybediyordu, daldığı kuyudan çıkmak istemiyormuş gibi nefesini tutuyor, kendisini cezalandırıyordu. O an hükmü yoktu hiçbirşeyin. Bir ömür bu kadar kirletilmemeliydi, bir anne bu kadar yanmamalıydı evlat hasretiyle, bir seven bu kadar ihanete reva görülmemeliydi. Beynimde cümleler savaşa durmuştu sanki her harf birbirine hesap soruyordu. Sesim de ruhum kadar yorgun düştü kadının anlattıklarıyla. Sadece ‘sen ne yaptın’ diye sorabildim.
Üç harfe tüm yaşanmışlığı sığdırarak ‘’Hiç’’ dedi ve ekledi; yapayalnız kaldım, sırtımdan vurdular beni. Hadi (kocam olacak o dümbük …) el oğlu, peki kanımdan olan (…) kıza ne dersin… Hadi ikisi sevmiş birbirini, peki yavrularıma niye hasret ettiler beni? İki cihanda da affetmeyeceğim,’’ dedi ve artık bıraktı kendini, gözyaşlarına.
‘’Aramadın mı? ’’ diye sorunca hıçkırmaya başladı ‘Aradım, herkese sordum ama bulamadım. Yurt dışına mı çıkmışlar ne, ama biliyor musun hep bekledim.’’ Artık anlamıştım o öfkeli bakışların perde arkasını,küfürbaz haylazlığını…
‘’Peki’’ dedim ‘’Onlar yaşamın keyfini çıkarıyorlar, sen kendini harap ediyorsun, bu yüzden bu kadar mutsuz ve huzursuzsun, niye kendini rahat bırakmıyorsun? Tabi ki çok kötü bir durum ama insanoğlu her şeye katlanıyor- dayanıyor. Hayat devam ettiği sürece dayanmak zorundayız. Kendine haksızlık yaptığını düşündün mü hiç diye sordum? ’’ Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. O anda (Yılmaz Odabaşı’nın bir cümlesi geldi aklıma ‘’Kimse bilmez bir yara bir ömrü nasıl kanatır? ’’ İşte o an kamburlaşmış bir yaşamdan arda kalan ne varsa bir akrep gibi kendini zehirliyordu. O cazibeli güneş gitmiş yerini keskin bir soğuğa bırakmış gibi içim üşüdü. Gerçekten kanamalı bir hayat vardı karşımda, yitik bir mutluluk, yaşamının içinde her an kendini kırka bölen bir insan. Kırk parçası da ayrı ayrı öfkeliydi insanlara, hayata ve kendine. Kadın hayata olan isyanıyla sessizliğine gömülmüştü ben de dinlediklerimin karşısında hırpalanan ruhumu teskin etmeye çalışıyordum. Tam da o anda kızım geldi. Anladım gitme vaktiydi lakin aklım burada şuracıkta şu taburenin üstünde oturan kadıncağızdaydı. Bu koca insan kalabalığının içinde çırpınışını bir tek ben görebiliyordum ama durduramıyordum, dokunamıyordum kanayan yaralarına. Oradan ayrılırken sanki günlerdir kan kaybediyormuşum gibi hissettim kendimi.
İnsanların acılarından ders alıp ‘’bak şükredecek çok şeyim varmış’’ diyemem, çünkü ben o acıyı benimmiş gibi yüreğimin en derininde duyar, bütün hücrelerimde yaşarım ve ne kadar yaşanabilecekse işte o kadar yaşadım.
Anladım ki bu gün; günlerden acı diye düşmüştü seyir defterime, görmem ve yaşamam gerekiyormuş.
İnsanların acılarına şahit olmak tamam da, en kötüsü ne biliyor musunuz, hiçbir şey yapamamak.
Tam bu anlarda elimde bir kudret olmasını isterim, bir güç. Yapmak istediklerimi yapabilecek, değişmesi gerekenleri değiştirebilecek bir kudret. Ama olmuyor…
Belki kadının yaralarını iyileştiremedim ama hayalimde ona ihtişamlı bir hayat sundum en sadakatlisinden. Şöyle sıcak bir evin içinde cam kenarında oturmuş ve örgü örüyor, hiçbir tasası kalmamış, çocuklarını bulmuş hatta küfürleri bile unutmuş.
İyi ki hayal dünyamız var bazı taşıyamadığımız acıları o dünyanın yamacına bırakıp, pembe pabuçlu ödünç hayaller alıyoruz, bir lahza da olsa…
Meğer kendimizi kandırmayı ne çok seviyormuşuz…
(..... Naciye Seni hiç unutmadım)
2011 OSMANİYE
Nimet ÖnerKayıt Tarihi : 6.4.2017 21:07:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Acı dolu olsa da...Yüreğinize sağlık..
Sevgiler...
şiirinizi beğeniyle okudum
TÜM YORUMLAR (9)