Bir Kadın Ağlıyordu Gözlerimde (Düz Yazı ...

Eylül Gökdemir
238

ŞİİR


5

TAKİPÇİ

Bir Kadın Ağlıyordu Gözlerimde (Düz Yazı-Deneme)

Masanın üzerinde duran kitaptan başımı kaldırarak kirpiklerimi kırpıştırdım bir an. Dalgın bakışlarla, öylece baktım okuduğum kitaba. Sanki bilmediğim bir güç beni kendine doğru çekiyor ve hatırla diyordu. Hatırla senelerce önce tanıdığın o kadını. O, bakışalarıyla konuşup yüreği ile ağlayan, tebessümünden hüzün çiçekleri derlenen kadını.

Pencereden vuran hafif rüzgâr, tek tek çeviriyordu açık duran sayfaları. Anabel Lee… Evet bu güzel şiirin mısraları, üzerinden yıllar geçmesine rağmen bana onu hatırlatmıştı nedense. Belki de ilk kez deniz kenarında çıktığım yürüyüşte tıpkı şiirdeki gibi deniz kenarında karşılaşmamızdan geliyordu bu his. Nerden bilebilirdim ki bu karşılaşma bir dostluğun başlangıcı olacaktı ve seneler sonra da olsa bir şiirin mısraları arasından, yine bana o konuşan bakışlarıyla, suskunluğunda saklanan kelimelerin coşkusuyla seslenecekti, “buradayım,” dercesine. Sahi neredeydi, ne yapardı şimdi bilmiyordum. Buradan gittikten sonra bana ne bir adres ne de ona ulaşabileceğim bir telefon numarası bırakmadığını farketmiş ve bir türlü ulaşamamıştım ona.

Sadece Annabel Lee değildi tabi ki bu kadar güçlü bir şekilde onu bana getiren. Bir de bir çok insanın intiharına neden olan Mona Rosa… O idi, ondan başkası da olamazdı bence. Hiç bilmeden, tanımadan, onu yazmış, onu anlatmıştı iki şair de.

Senelerce senelerce evveldi. Bir deniz ülkesinde, bir kadın yaşardı, adı, “boşver adını” diye geçirdim içimden. Adı ne olursa olsun, bir kadındı işte. Bir an onunla tanıştığımız güne gittim.

Senelerce senelerce evveldi. Sıcak bir yaz akşamında, havanın nemiyle oluşan boğulma hissinden birazcık olsun sıyrılabilmek için, sahilde yürüyüşe çıkmıştım. Herkesin unuttuğu ya da henüz keşfedip de bozamadığı bu tabiat harikası bu yerde yaşamak ve sessizliğinde dolaşmak adeta ilaç etkisi yapıyordu ruhuma. Issız sahilde zaman zaman durup yerden bir taş alarak, tıpkı çocukluğumda yaptığım gibi suyun yüzünde sektiriyordum. Dalgalar ayak ucuma kadar geliyor, bazen de bileklerimde gezinip, hüzünle dönüyordu gerisin geriye. Birden az ileride ellerini sımsıkı beline sarmış, saçları rüzgârın etkisiyle, tıpkı dalgalar gibi danseden bir kadın gördüm. Akşamın alacasında yüzünü seçmem mümkün olmuyordu. Yönünü denize çevirmiş, hiç kımıldamadan, bir heykel gibi sessiz duruyordu. Sanki bir hayaldi ve yürüsem kaybolacaktı. İçimden “saçmalama, yürü ve bak bakalım kimmiş bu esrarengiz konuğumuz” diyerek adımlarımı hsıklaştırıp, ona doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça tedirginliğim daha da artıyordu, ya “sana ne kim olduğumdan” deyip beni terslerse, diyerek. Neredeyse dokunacak kadar yakınındaydım ama onda tek kıpırtı yoktu. Durup kısa bir süre ben de sessizce onu seyrettim. Sonra boğazımı temizler gibi ses çıkarınca, bana doğru dönerek, usulca “merhaba” dedi. “Merhaba” diyerek karşılık verirken o konuşmasına devam etti. “Özür dilerim, sizi rahatsız ettim sanırım. Bu akşam üzeri geldim buraya ve hemen yürüyüşe çıkmak istedim. Arazinin kime ait olduğunu bilmiyordum. Gerçi bunu belirtecek herhangi bir işaret de görmediğim için buralara kadar geldim.”

O konuşurken ben de onu izliyordum gözümü kırpmadan. Sanki tuhaf bir şeyler vardı sesinin tınısında, nedenini çözemediğim. Üzerinde incecik, şile bezinden yapılmış, beyaz bir elbise vardı. Ayakkabilarını eline almıştı. Hafif dalgalı sarı saçları omuzlarından aşağı dökülüyor, rüzgârla birlikte zaman zaman gözlerini ve yüzünü kapatıyor, o da eliyle yavaşça geriye çekiyordu. Yüzünde en dikkati çeken yer ise gözleriydi. İri gözleri koyu kahverengiydi ve çığlık çığlığa, adeta haykırıyordu. Balık eti diye tabir ettiğimiz bir yapıya sahipti ve aşağı yukarı 40 lı yaşlardaydı.

Dalgınlığımın içinde birden, onun bana seslendiğini farkettim ve kekeleyerek “ efendim” dedim. O gülümseyerek “beni duymuyorsunuz” dedi. Yüzüme doğru yükselen kanın sıcaklığıyla yanaklarımın kızardığını hissettim. “Özür dilerim. Siz değil ama bakışlarınız öylesine haykırıyor ki, bir an ne söylediğinizi duyamaz oldum,” dedim. Çok kısa bir an irkildiğini ve yüzünden bir bulut geçtiğini hissetsem de sessizce tepkisini bekledim. Duruşunu değiştirmeden, sakin ve kısık bir sesle “o kadar çok mu belli oluyor? dedi.”

İşte böyle başlamıştı bizim dostluk hikayemiz. Günler geçiyor ve ben onu görmeden yapamaz bir hale geliyordum. Onu tanımayanlar ya ne kadar kendini beğenmiş ve kibirli bir kadın, ya da her şeyi ben bilirim edasında sanırlardı ama gerçek öyle değildi ne yazık ki.

Onun güvenini kazanmak epey uzun zaman almıştı. Ne yapsam, ne söylesem, yüzünden hiç silinmeyen bir tebessümle, sessizce dinliyordu beni. Bazen mikroskop altında inceleniyormuş hissine kapılsam da biliyordum ki bu bir süreçti. Sabırla nelerin üstesinden gelmemiştim ki. Günler geçtikçe, o maskenin altında gizlenen çocuğu görmeye başladım. Üstelik öylesine narin, öylesine kırılgan bir çocuktu ki, incitirim diye korkmaya başlamıştım. Zaman zaman birlikte yürüyüşe çıkıyorduk ve o, gözlerinden yaramazlık ışıltıları saçarak denize itiyordu beni, en savunmasız anımda. Boylu boyunca dalgaların ortasında yattığımı ve ıslandığımı görünce de iki büklüm bir halde, salıveriyordu tasasız kahkahalarını. İşte en çok bu halini seviyordum onun.

Yine bir akşam üzeri, sahilde, çakıl taşlarının üzerinde oturuyor ve sessizliğin ortasında, sadece dalgaları dinliyorduk. Gözlerini ufka doğru dikmiş, öylece bakıyordu kımıldamadan. Güneş yeni batıyor, kızıllığıyla her yeri renklerin alacasına boyuyordu. Tam bir şeyler söylemek için başımı ona doğru çevirmiştim ki yanaklarından süzülen yaşları farkettim ve içimde bir şeylerin burkulduğunu hissettim. Hiç konuşmadan uzanıp, başını göğsüme doğru çektim, omuzlarını kollarımla sararak. Bir süre öylece kaldım, ürkütmekten korkarak. Elleriyle yanaklarını silerken bir yandan da burnunu çekerek, kırık bir tebessümle bana laf yetitirmeye çalışıyordu, özür dilercesine.

“Şiiişşşşşttttt, bana açıklama yapmak zorunda değilsin. Zaman zaman hepimize olur bu. Sonuçta en insani tepki değil midir ağlamak” diye onu yatıştırmaya çalışıyordum. “Çok yorgunum, hayat öylesine ağır geliyor ki, taşıyamaz oldum” dedi, o kırık tebessümü dudaklarından silinmeden.

Nasıl da savunmasızdı şu anda. İçimin sızladığını hissettim ve eğilerek burnunun ucuna küçük bir öpücük kondurdum. Şaşkınlıkla kalakalmıştı. “Neden yaptın bunu” dedi. Kısık bir sesle “yalnız değilsin çocuk” dedim.” İşte bu nedenle öptüm.” Mahcup bir şekilde başını önüne eğerken, o karanlıkta bile hissetmiştim yanaklarının kızardığını.

“Ya şimdi ya da hiçbir zaman anlatamayacağım” dedi telaşlı bir şekilde. Peki o zaman dercesine, konuşmadan, sadece başımı salladım. O anlatıyor, anlattıkça da kendimi gizli bir mabede giren kaçak bir ziyaretçi gibi hissediyordum. Adının dışında hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Ne ben sormuştum, ne o anlatmıştı.

“O kadar güçlü görünüyorum ki, çevremdekiler benim de insan olduğumu unuttular. Oysa bir yüreğim ve içinde sakladığım duygularım olduğu gibi fırtınalarım, kasırgalarım ve deprem görmüş viran şehirlerim vardı. Hiç kimse bendeki beni görmek için çaba sarfetmedi. Halbuki çabaya bile gerek yoktu. Sadece yüreğime dokunmaları yeterdi aslında. Bilselerdi beni duyun, beni görün, beni hissedin ve yüreğime dokunun ne olur diye yalvardığımı. Denemediler bile. Belki de onlar için en doğru olan buydu” dedi onay beklercesine bakarak. Benim sessizce dinlediğimi görünce konuşmaya devam etti, tıpkı onu ilk gördüğümde olduğu gibi kollarını sımsıkı beline sararak.

“İçimde giderek büyüyen bir yalnızlıktı aslında, saklamaya çalıştığım. Ne olursa olsun bilmemeleri gerekirdi kırılganlığımı. Korkuyordum. Ya bunu anladıklarında daha çok incitir, kanatır, canımı yakarlarsa diye. Belki de yanlıştı yaptığım. Çünkü bu kez de o güçlü görünen kadını yere serebilmek ve zafer kazanabilmek adına saldırmaya başladılar acımasızca. Giderek yorgun düştüğümü hissediyordum.”

Konuşmasına kısa bir an ara vererek bana doğru döndü. Gözlerini gözlerime dikmiş, sessiz ve çaresiz bir şekilde yardım istiyordu adeta, yaralı bir maralın acı çeken bakışlarıyla.

“Sen yalnızlığın ne demek olduğunu bilir misin güzel dost” diye devam etti konuşmasına, derin bir nefesten sonra. “Hani akşam olup da herkesin evine gittiği zamanlar vardır ya, kapıdan içeri girdiğinde sessizlik karşılar seni. Ne bir çocuk, ne de bir erkeğin sevgi notalarıyla karışan sesi vardır içeriden sana doğru yansıyan. Gece ilerledikçe uykuyla köşe kapmaca oynamaya başlarsın da, yatağa uzandığında tavan üzerine çökecek sanır, oradan oraya dönüp durursun ya işte öyle bir şey. Hadi bunları geçtik diyelim. O hasta olduğun anlar yok mu, o zaman, evlat acısı gibi çöküyor midene yalnızlık denen illet. Ölsem, cenazem evde kokacak ve günler sonra kokudan rahatsız olan komşular karakola haber verip, kapıyı kırarak içeri girdiklerinde öylece, çürümüş bulacaklar beni.”

Haklıydı. İçimde giderek yükselen bir isyan boğazıma kadar gelmiş, sanki demirden bir pençe giderek daha da sıkmaya başlamıştı. Bir an nefes alamadığımı hissettim. Derin bir iç çekerek oturduğum yerden, yavaşça ayağa kalktım. Duygularımı saklamaya çalışıyor, bir yandan da pantolonumu çırpıyordum. Gülümseyerek elimi uzattım ve “hadi bakalım, şimdi sıcak bir çay zamanı sanırım” dedim.

Yanyana hiç konuşmadan yürüyorduk. Oysa şimdi benim içimde kopan kasırgalar, depremler vardı. Yanıbaşımdaki bu kimsesiz çocuğu korumak istercesine, omuzlarından tutup kendime doğru çektim ve alnına bir öpücük kondurdum. Kendimce yalnız olmadığını anlatmaya çalışıyordum. Hafifçe başını kaldırdı ve minnet dolu bakışlarını bir süre yüzümde gezdirdikten sonra başı göğsümde eve doğru ilerledik.

Telefonun ziliyle anılardan koptum bir an. Odanın içinde ilerlerken aniden “ben bunu neden hiç düşünmedim” diye söylendim kendi kendime. Tabi ya, oğlu kanalıyla ulaşabilirdim ona. Geçenlerde televizyonda yapılan bir açık oturumda konuşmacı olarak dinlemiştim onu. Az sonra yüzümde kocaman bir gülümseme ile numaraları yazmak için dokunuyordum tuşlara. Evet, çalıyordu işte. Ahizenin öbür ucundan gelen bir erkek sesi doğru yolda olduğumu anlatıyordu. Telefonu kapattıktan bir müddet sonra yıkılırcasına çöktüm yanıbaşımdaki sandalyeye.

“Annemi yıllar önce kaybettik efendim. Kendini dinlemek için gittiği bir yaz tatili dönüşünde fenalaşmış. Bilmiyorduk hasta olduğunu. Herkesten saklamış meğer. Hiç birimiz inanamadık duyduğumuzda. O kadar güçlü bir kadındı ki.”

Gecenin sessizliğinde yankılanan, dudaklarımdan fırlarcasına çıkan, hıçkırıkla feryat karşımı “ hiç biriniz onu anlamaya çalışmadınız ve sonunda kendi ellerinizle öldürdünüz” sözleri oldu. Geldiği gib sessizce çekip gitmişti, söylediği gibi.

Şimdi, “Bir Kadın Ağlıyordu Gözlerimde”…

Senelerce senelerce evveldi. Bir deniz ülkesinde, “sadece bir yudum sevgi isteyen, bakışlarıyla konuşup, yüreği ile ağlayan bir kadın yaşardı… Ve onu sevgisizlik öldürdü! ! !

Eylül GÖKDEMİR/Asimaral… 20 Aralık 2009

Eylül Gökdemir
Kayıt Tarihi : 20.12.2009 21:27:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Eylül Gökdemir