Dünyanın en güzel mehtabı Saros’dan görünür. Ay tam da dolunayken, tepelerin ardından kendine özgü kırmızılığıyla çıkar; güneş henüz karşıki tepeden yeni batmış, kızıllığı bulutları yıkıyordur.
Denizin suyu artık mordur; hiçbir yerde hiçbir ânda göremeyeceğiniz kadar mor... Güneşin bıraktığı renkler ile ayın yeni getirdiği renkler alacakaranlıktaki suyun içindeki bedeninizi sarıverir. Deniz bir kadın sevecenliğiyle sizi kucaklar.
Tanımsız renk cümbüşü suyun üstünde bir denizkızı gibi dans eder.
Yirmi beş yıldır, ay tam da dolunayken tepelerin ardından birden çıkıverir ve büyük bir yay çizerek körfezin üstünde saatlerce ve saatlerce denizi aydınlattıktan sonra, bir yazsonu sabaha karşı görebilirsiniz, kırmızı bir yürek gibi karanlık sulara gömülür.
Bu umudun ve sevincin sönmesidir; ayrılıktır, hüznün ve aşk acısının yürekte duyumsanışıdır. Bir Lorca şiiri okur gibi içinizde soğuk bir hançerin ucunu duyumsarsınız. Karanlık kendini artık günün aydınlanmasına bırakmıştır.
Geriye kalan birkaç saatte, ateşin başında belki yalnız ve yalnız düşler vardır.
Düşler ki hiçbir zaman gerçekleşemeyen düşler...
Kumsalın üstünde denizkızı durup gülümser ve denize atlar; düş ile gerçek içiçe geçer, adam denizkızının gözlerinde gençliğini arar. Tüm kumsal boyu tam yirmi beş yıl aranan bir mutluluktur bu bir bakıma.
Düşlerimiz gibi mutluluklarımız da gerçekleşemez...
Kumlarda sekerek denize girer ve genç, diri bedenini, suyun içine bırakıverir. Özgürdür; hiçbir zaman, ona ulaşılamayacak bir özgürlükte kulaçlarını suyun içinde korkusuzca sallar.
Beden suyun içinde bir düş gibi kayar. Hâlâ denizkızının gözlerindeki gençliğindedir. Neden der, bir yirmi yıl, bir on yıl, hatta bir beş yıl önce, ben seni... Ya da sen...
Gördüğü çok mu yakındır yoksa çok mu uzak... Gördüğü gerçek midir yoksa düş... Bu gördüğü belki Saros’un serin sularındadır, belki de İstanbul’un...
Kumsaldaki ateşin etrafında ki bir çeşit hüzün tapınmasıdır, kalanlar azalmıştır ama artık ortak bir paydaları vardır: hüzün.
Her ne kadar ateşin onlara verdiği geçici mutluluğu, huzuru birlikte paylaşıyorlarsa da; hepsinin içinde kolay kolay itiraf edemedikleri başka ortak bir paylaşım vardır: hüzün.
Artık bundan sonra öykü kendini yazar ve ne kadar da bildik gelir. Ama her öykünün, benzersiz bir yanı vardır. Her şeyden önce başka bir öyküyü değil, o öyküyü, o ânı yaşıyor olmak, tüm ötekilerinden benzersiz kılar onu.
Acaba tüm bunlar başka bir zamanı mı düşlemektir? Ya da başka bir zamanın önceden yaşanmış düşü müdür?
Belki de yine bir sahilde, bu kez güneşin batışı itiraf edilemeyen bir öykünün en son kırmızı bir noktası olarak karşı dağların ardından batarken; kızıllığı Boğaz’ın sularının üstündeki kıyıdaki kayalıklara doğru uzanmaktadır.
“İtiraf etme”nin ne kadar da zor olduğunu bilmez mi...
Belki de yüreğindeki, aylarca gizlediği bir aşkın itiraf edilememe ânıdır. Çok kolaymış gibi görünürken. Dedik ya, her öykü benzersizdir; bu kez ise bu öykünün benzersizliği, bu itirafta yatar. İtiraf edememede.
Ketum... Belki de ketum. Hani kitaptaki gibi, o dipsiz karanlığın içinde hiçbir şeyi söylememiştir. Kahramanlığından değil, ketumluğundandır.
Oysa önceleri her şeyi, yüreğini kolayca açarken... Saklanacak ne var ki? Duygularımızdan mı korkuyoruz? Utanıyor muyuz?
Asla. Duygularımızı, onları yaşıyorsak, niye itiraf etmeyelim. Niye utanalım. Onları yüreğimizin derinliklerinde bizi heyecanlandıran bir aşk atışları olarak duyumsuyorsak...
Ama gel gör ki, bu kez yaşamında ilk belki de ikinci, hani o öğrencilik yıllarındaki yıllarca ve yıllarca önceki aşklarda olabilir, evet belki yaşamında ikinci kez itiraf edememenin acısını kayaların üstüne vuran güneşin kızıllığında ya da mehtabın dünyada en güzel görünen Saros gecelerindeki ateşin karşısında ya da kumlarda seken denizkızının gözlerinde yiterken yaşamıştır.
Her öykü benzersizdir; her ân bir öteki değildir. Ama bazen yürek öyle bir çarpar ki; ona yazılmış şiirler bile yalnızca yazanın bildiği birer giz dizeleri olarak sayfaların arasında esin kaynağının bir gün, elbet bir gün okunmasını bekler...
Yine hüzün.. Evet yine hüzün. Ve aşk acısı..
Ve yine bir yazsonu... Ve yine benzersiz, tüm öyküler gibi benzersiz bir aşk öyküsü...
Yaşam ve İstanbul ve Saros, her şeye karşın, ne kadar da yaşanabilir...
Saklanmış bir şiirin son iki dizesi kadar gerçek:
Eyvah, bu kız beni
umutsuz bir aşka sürüklüyordu.
(1997; Yaşamın Kendisidir Aşk, Özgür yay. 2. Basım, 2008)
Kayıt Tarihi : 19.4.2016 12:12:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!