Ben gece gibi simsiyah O gül gibi kıpkır ...

Hüseyin Erdinc
114

ŞİİR


12

TAKİPÇİ

Ben gece gibi simsiyah O gül gibi kıpkırmızıydı

Ben gece gibi simsiyah,
o gül gibi kıpkırmızıydı.

Ben,
mürekkebin içine düşmüş bir gökyüzüydüm,
gece saatinin solmuş saati,
kulağıma vurulan eski bir davulun yankısı.

O ise,
nazlı bir alevin gövdesinde bekleyen bir gül,
her kıvılcımında asırların yankısı vardı,
dikenlerinden çıkan ezgileriyle
dünya titreten bir kırmızılık.

Benim karanlığım,
mucizeleri saklayan bir deniz gibiydi,
uçsuz bucaksız,
sessiz,
diplerinde güneşin unutulduğu yerler vardı.

O’nun kırmızısı ise,
bir fırtınanın başlangıç nabzıydı,
rüzgârdı,
çığlıktı,
tenin derinlerine işleyen bir çağrıydı.

İlk bakışımız,
iki farklı çölün karşılaşması gibiydi,
biri ayazı taşırken,
diğeri kanla sulanan bir çiçek açtırıyordu.

Ben,
gölgeden gelen bir masaldım,
o,
sabahın cılız duasıydı.

Gecenin göğsünde yıldızlar,
benim için yalnızca eski deniz fenerleriydi,
onlar yanarken,
ben artık yol soramıyordum.

Gülün nefesindese,
bütün şehirlerin birikmiş günlükleri vardı,
her yaprak,
okunmayı bekleyen bir mektuptu.

Elimi uzattığımda,
ellerim gece terleriyle kaplıydı,
o’nun eli,
rüzgârın sıcaklığından nasibini almıştı.

Ben dokundukça,
soğuk çökerdi içime,
o dokundukça,
derimde izler yanardı.

Sevdamız,
iki rengin nehir gibi akıp
bir palete düşmesi gibiydi,
ama renkler birbirine karışmak istemezdi,
siyah,
kızılın üstüne çökerdi,
kızıl ise siyahın derinliğini yakardı.

Bizi birbirimize yaklaştıran her şey,
aynı zamanda bizi yok eden bir alet oldu.

Yağmur yağdığında,
biz sokakta karşılaştık,
ben her damlada gölgemi büyüttüm,
o her damlada kendi kırmızısını canlandırdı.

Damlalar,
birer ayna gibiydi,
içlerinde birbirimizin yüzünü gördük,
ama aynalar çatlamaya mahkûmdular.

Onun gözleri,
deniz kenarında unutulmuş gemilerin şarkısını fısıldıyordu,
benim gözlerimse,
orada kalan küf kokusunu.

O,
konuşurken çiçeklerin dizleri titreşiyordu,
ben sustuğumda,
mezarlık taşları daha dik duruyordu.

Aşkımız,
bir güneş tutulması gibiydi,
o zamanlar dünya iki yarıya bölünmüşçesine soluk alırdı,
bir taraf sıcaklık arar,
diğer taraf karanlıkla kendini korurdu.

Tutulma bittiğinde,
geriye sadece bir gölge ve bir leke kalıyordu.

Gülün dikenleri,
benim geceme saplanan küçük hançerlerdi,
her yara bir şiir bırakıyordu ardından,
ama şiirler de kanla ıslanıyordu.
Benim karanlığım,
onun rüyalarını sıkıştırıyor,
onun kırmızısı,
benim sırlarımı gözler önüne seriyordu.

Bazen,
birbirimize ayna tutardık,
o aynada,
benim kirpiklerimin tersi görünür,
benim aynamda,
onun solgunluğunun kıvılcımı.

İkimiz de,
kendi suretimizin hakikatinden kaçmaya çalışıyorduk,
ama kaçış,
gölgelerimizi büyütmekten başka bir şey değildi.

Sevdayla örülen ateş,
bir anda küllere dönebilirdi,
biz ateşin içine daha çok odun attıkça,
birimiz sönerken,
diğeri alevleniyordu.

O alevlenmelerin arkasında,
sabahın kirli sevinci,
benim söneyişimde,
gecenin kutsal bir yası vardı.

Yıllar bir sıcak-kara dalga gibi geçti,
ben soğumaya,
o solmaya başladı.

Gülün kırmızısı,
sabrın zedelenmesiyle soldu,
gecenin siyahı ise,
bir tür kalıplaşmaya döndü.

Bir akşamüstü,
şehir bizsiz yürüdü,
banklar,
çöp kutuları,
eski bir vapurun dümenindeki adam,
hepsi bize,
hiç tanımadığımız bir hikâye anlattı.

O hikâyeyi dinlerken fark ettim ki,
biz iki ayrı iz bırakan fırtınaydık,
izler birbirini örtüyor,
ama hiç kimse bu örtüyü okumuyordu.

Ayrılık gelmeden önce,
ikimiz de denemeler yaptık,
o kendi kırmızısını bir parça sakladı,
ben karanlığımı bir parça örttüm.

Fakat örttükçe,
rengin ve gölgenin saklı yanı daha hırçınlaştı,
bir volkanın sönmeyen bekleyişi gibi,
içimizde yeni yaralar açıldı.

Sonunda,
yollarımız keskin bir sabahla ayrıldı,
o, gül bahçesine geri döndü,
ben gecenin ıssız semasına.

Gidişi,
bir çığlık değildi,
daha çok bir mektubun kapanış düğümü gibiydi,
sessiz,
keskin,
geri dönülmez.

Karanlığım derinleşti,
sanki bir daha ışık bilmemeyi öğrendim.
Gülüm daha uzak bir kırmızı oldu,
sanki rengi bir başka cilde geçti.

Ama en vahim olanı,
o gittiğinde öğrendiğim bir hakikatti:
siyah, en koyu anında bile bir ışık arar,
kırmızı, en parlak anında bile bir gölgeye ihtiyaç duyar.

Biz birbirimizi tamamlıyorduk,
ve tamamlanmak,
bazen bir sonun habercisiydi.

Gecenin içinde bir resim çiziyorum şimdi,
fırçam yok,
sadece parmaklarım,
parmak uçlarımda hala onun kokusunun izleri,
ve o izler,
her dokunuşta yeniden kanıyor.

Belki de aşk,
iki yabancının birbirini tanıma çabası değil,
iki yabancının birbirinde kendini kaybetme haliydi,
kayboldukça buluyor,
buldukça kayboluyorduk.

Ve şimdi geriye baktığımda,
her şey bir ritüel gibi duruyor,
gün batarken çekilen bir perde,
iki elin birbirinden yavaşça uzaklaşması,
arka planda bir sayacın tık tık eden sesi.

Bu şiirin bütün çizgileri,
bir tek gerçeğe işaret ediyor artık,
bir renk daha eksilse,
dünya bir nokta kadar susardı,
bir gölge daha artsa,
zaman kendi kıyısını yitirirdi.

Ben geceydim,
simsiyah bir öğretinin içinde öğretilen,
o gül’dü,
kıpkırmızı bir ezginin kendisine döndüğü.

Ve bütün bu çabayla kazanılan son kelime,
hikâyemizin adını tek bir gömlek gibi üzerime geçiriyor:

Ben gece gibi simsiyah,
o gül gibi kıpkırmızıydı.

Hüseyin Erdinç

Hüseyin Erdinc
Kayıt Tarihi : 17.9.2025 16:15:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!