Bazı Günler, Ömrü Geçer Şiiri - Urungu Şad

Urungu Şad
162

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

Bazı Günler, Ömrü Geçer

Issız bozkırın en tenha köşesi’nde; acının, göz yaşlarıyla harçlandığı, kendini sığdıramadığın; ama bozkırı kaplamış karın ve can alıcı soğuğunun yüzünden bırak dışarı adım atmayı; bunu, içerisinde bile yapamadığın, topraktan bir yatak ve köhne sobadan oluşan, gaz lambasının dahi olmadığı; ışığın, sadece sobadan çıktığı ki o da, mum ışığının dünya’yı aydınlatabileceği kadar; biri siyah, diğeri beyaz iki kapısının bulunduğu bir kulübede yaşamak gibiydi o günler…
Baban, toprak dolu yatağa uzanmış bir hâlde, daha önce hiç görmediği bir rüyânın içinde oradan oraya savruluyordu. Gözleri kapalı; ama ruhu, kartal edasıyla yükseliyor; bu, onu mutlu ediyor ve kapalı olan gözleri parlıyordu. Sen ise uykusuzluktan kan denizini anımsatan gözlerinle onun uyanmasını ve yatağa uzanıp bu tarifsiz yorgunluğuna son vermek istiyordun. Soba, yatağın yanı başında; sen, sobanın başında; ateş, sönmeye yüz tutmadan onu canlandırıyor; ama farkında olmadan da göz yaşlarınla söndürüyordun. Düşünceler geçiyordu aklından dur duraksız…
Ve her düşünce, peşinde sayısız soruyu da getiriyordu. Daha önce hiç görmediğin, cevaplandıramadığın ve seni korkutan sorular…
Sen, bu karmaşıklıklarla uğraşırken rüzgar da boş durmuyor; az önce sadece seslendiği kulübeye, “Seni yerinden sökeceğim” imâlarında bulunuyordu. Haksızda değildi; çünkü bu, onun doğasında vardı ve varolmak için gerektiğinde bunu da yapmalıydı. Kutsal bir melodinin içinde bir notaydı o…
Ölüm gibi…
O da zamanı geldiğinde gereğini yapmak ve eşsiz güftenin ve hârikulade bestenin sürekliliğini sağlamalıydı. Yaptı da gerektiğinde…
“Susadım” diye mırıldandı baban, gözleri kapalı bir vaziyette, “Çok susadım! ”
İkinci seslenişi döndürdü seni bulunduğun yere, olduğun yerde öyle uzaklara gitmişsin ki…
Suyu o’na uzatmak için elini boşluklara atıyorsun; ama su yok ki…
Topraktan yatak ve yangından kül olmuş hür ormanları anımsatan sönmüş sobadan başka, sadece ikiniz varsınız. Göz yaşların aksa belki bir çare; ama son damlalar sobayı söndürdü ve umudunu…
Zarar vereceği kesin olan tehlikenin tam ortasında kalmış akrep misâli bir o yana dönüyorsun, bir bu yana…
Yana yana…
Bazen başını yere eğip düşünüyorsun, bazen kaldırıp havaya…
Heyecanın çok; ama yapacağın bir şey yok…
“Su…” sesi geldi tekrar sevdiğinden ve düşünmeden açtın siyah kapıyı; tipiye karşı, soğuğa karşı, ölüme karşı…
Bu kurak yerde, bozkırın kanunlarını hiçe sayan, efe bir su kuyusu vardı eskiden…
Var gücünle onun bulunduğu tarafa koşmalı, iki dudaktan çıkan o dileği yerine getirmeliydin. Hava soğuk, karlı; ama gökyüzü açık…
Sen ise fırtınalıydın, kendi içinde ne tarafa adım atarsan oraya yıldırım düşüyordu, canını acıtıyordu; yağmur damlaları, yüreğini ıslatıyordu; esen bora, yapman gerekenleri aklından söküp alıyordu. Adını bilinmez bu döngünün içinde vardın su kuyusuna…
Ne tasla ne de çanakla…
Dualarının ortağıydı ellerin, yardım etmeliydiler sana ve sen vakit kaybetmemeliydin. Eller, göz kırptı sana ve başladın avucundaki suyla yola koyulmaya…
Rüzgara; seni, en uçsuz uçurumdan aşağıya, avunçlarındaki suyu ise yataktaki babana ulaştırması için yalvarıyor, o istemediği hâlde; sen, sevdiğin için kendini feda ediyordun. Korkmuyordun bundan…
Hava da oldu birden zifiri…
Yok ki sende olanları düzeltmenin sihri…
Yıldızların hepsi sönük; ay desen, karadan beter bulutların arkasına saklanmış, ışığı değil, kendisi bile yok, dipsiz bir kuyunun içinde sanki…
Gökyüzü, bir merasim ya da cenaze alayına dönüşmüş gibi…
Ve sen, gideceğin yeri değil, gideceğin yeri göremiyorsun karanlıkta, fısıldıyorsun usulca: “Tanrı’m, yardımcı ol bana, ne olursun! ”
Kalpten çıkan söz, sahibine gitti ve gökyüzünde bir yıldız belirdi, yansıttığı ışık, tâ kulübenizin üzerinde…
Sevinç doldun sende, su hâlâ ellerinde ve koşar adımlarla varmalı gittiğin yere…
Sen; attığın her adımla yaklaşırken, etrafındaki soğuğu yarıp vücuduna ve ruhuna saplanan his, ölümün ılığı…
Ve son adımından sonra ayrılığı…
Kapatmadan çıktığın siyah kapıdan içeri girdin tekrar…
Kulübenin içi, sönmüş sobanın aksine ateş kaynar…
Seni yakan ve yakmayan bir tılsımlı…
Siyah kapı hâlâ açık; ama beyaz olan kapalı…
Babanın gözleri açık, seni izlemekte, sende o’nu…
Şuan ki heyecanın, ilk “Susadım” seslenişini duyduğun zaman ki hâlinden daha da öte…
Birkaç adım atıyorsun ileriye ve bu son adımlarından oluşan damlaları, başını nazikçe kaldırarak değdiriyorsun dudaklarına, babana, sevdiğine…
Ve kapatıyor gözlerini…
Sen ise daha çok açıyorsun. O’nun nefesini hissetmek istiyorsun; ama yelleri bile yok. Kalp atışını dinleyeceksin, onun ki durmuş; ama seninki çılgınca atmakta…
Onun atışları da sana eklenmiş gibi…
Bunda şaşıracak ne var ki!
Onun kalbi, seninki…
Ve sevdiğininki artık sende, o ise ruhuyla, beyaz kapının önünde…
Sana seslenmekte:

Şeytan, su ile kandırmak istedi, içmedim;
Azrail, acele etmemi söyledi, “Bekle” dedim.
Senin getireceğin sudan içmek istedim, içtim!
Son sözlerimi söylemek için bekledim; Vasiyetim:
“Beni hep hatıralarımla yaşat! ” Son sözlerim:
“Seni çok seviyorum” Canım, Oğlum, Yiğidim…

Açıldığı gibi kapandı beyaz kapı…
Sen farkında olmadan sarıldı sana doya doya…
Attı adımını ilâhi kapıya ve karıştı sonsuzluğa…
Kaldın bir başına…
Sanma!
Umudun, sen, o’nu hiçbir zaman hatırlamasan da yanında! Sen, o’na küssen dahi; o, senin en zor zamanlarında yardımına koşacak. Seninle olacak…
Hani dünya yansa, kül olsa ve yalnız sen kalsan bile…
Umut, Sen; Sen, Umut! Tanıştığınıza her daim memnun olun; ama bu güzel birlikteliğin mutluluğu için etmeyin acele! Hayat bazen neşe, bazen çile…
Önce imza atın bu söze:
Siyah mutsuzluklar, Beyaz mutluluklara gebedir.
Yeter ki Siyahınızda Beyazınızda bir olsun!

Kalbi hilâl olan da uyusun artık…
İçinde bir “ah…” ile:
Doğrusu, şuan çalabilmek isterdim ney;
Belki “mutluluk” dinlerdik be ağabey…

03.43
02.03.2006

Orçun~

Urungu Şad
Kayıt Tarihi : 26.5.2006 13:24:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Urungu Şad