Bazen Oğullar Analarını Doğurur Hayata
Denizler ötesindeydi de, bozkırlardan uzaklarda.Dalgalar kıyıları döverken,ruhunu onlara bırakmıştı da,alıp gitmişlerde bilmediği uzaklara,uzaklara…Bulutlar öpüyordu begonvilleri her renk dudaklarından.Köpükler okşuyordu kayaları,barışlar şahıydı aşk.Sonra başka ötelerde,öte başkalarda belalar,ağıtlar,acılar vardı,Güzel şehirler akıyordu dünyanın uzak yerlerinde.Hangisinde olmak ister ki insan öteki dururken.Her yaşam kendi kayalarını oya oya,mecrasını yaratarak akıyordu hikâyesini.Dağlarda gerillalar vardı.Mutluluk,ey mutluluk..Ülkeler bomba sağanakları altında,yaralı halklar tarihin yüzünden silinmeye çalışıyor.Türküler kana bulanmış duyan yok mu,duyan yok mu? Uzaklarda, haritalarda olmayan ötelerde bozkırın bir kıyıcığında, kangal ve kertiyenler arasında onun kerpiçten evi. Kerpiçten evinde de, topraktan yapılmış anası.’İkindi günü kadar bir gün’ dilemişti bütün yakarılarında. Oralarda türküler dualar gibiydi. Yürekten sökün edip de öyle gelirdi ikisi de. Bizim orada, otlar çöpler dua gibiydi..kurtlar kuşlar da öyle.Kıraçtı hayat,açtı toprak.bahtsızdı çocuk..Ana ikindi vaktindeydi ömrünün.
Hani ana demişsem, bir tür kardaştı..Hep birlikte yaşamaktan bir derin yara gibi hayatın meşakkatlerini..Uçup giden turnalardan geride kalmış gibiydiler..Geçip giden harmanlardan iki saman çöpü..Savrulmuşlardı da kentten kente,köyden köye..Yalnızlık bütün ıssızlarcaydı..Güleçlikleri bulutlardandı ve kuş seslerinden ve açmasından bir dalın patlatıp odununu..
Uzak denizlerdeydi.. Geride küçük yerlerin insanı sokmaya çalıştığı dar kovuklar, hayatın itmeğe çalıştığı anlamsız hiçlikler.Omzunda türküden bir heybe gibi güneş ışıkları..Bozkırlı bir şakiydi yolunu vurmuş sulara..
Ansızın koptu zaman
Ansızın sustu dünya
Ana
Düştü bu güne kadar geldiği yolun tam bu çatmasında toprağa cemre gibi
Can alıcı el uzattı canına
Bulutlar pırna pırna dağıldı sığırcık sürüleri gibi
Ana düştü, karılıp hamur olduğu, çamurunda yoğrulduğu yağız toprağa.
Kollarını göğe kaldırmış da güneşe karşı, parmakları turna kanatları gibi bulutlara dokunur anaların siz nerede olursanız olun.Hep sizi söyleyen bir sevda türküsüdür kucakları..Ölüp gitseler de sizi sarar kolları yaralarınızdan…
Sonra yollara vurdu
Gece çarpan otobüs camlarına başı çakılıp kalmıştı
Bu dünyada herkesin seni terk ettiği zaman, yanında kalan yegâne insandı o.
Hangi yar öylesine akmıştı yaralarına çağlayanlarca. Otobüs gecenin karnında ilerliyordu. Melül bir bakıştı, ödenmemiş bir hayatın, verilmemiş mutlulukların derin melaline saplanıyordu gözlerin.
Kentin en ucuz evlerinden birinde oturmuşlardı. Bir kıyıda, sıcacık bir ışık altında, küçücük bir yaşam noktası. Güneş vurmazdı pencerelerden. Ana hep beklerdi orada. Bozkırlardan kopartılıp gelmiş bir kök yabani ağaç gibi, kadim zamanlardan bir kilim, kilim nakışlarında akan bir söylence gibiydi. Binyıllar gibi dururdu, bakardı, söylerdi. Oğul hep çalışırdı. Akşamları oturur şiirler yazardı olmayan sevgililere. Defterler dolardı. Sonra başka defterler dolardı. Hafta sonları anayla oğul kalabalık caddelerde dolaşırlardı. İlk kez vapura bindiğinde, çok şaşırmış; ”köyün kadınlarının, hani olsalar, korkudan binemeyeceklerini” söylemişti. Kaldırımlara özlem bakışlı yağmurlar inerdi. Her evin bir umudu olmaz mıydı yarına dair, bir beklentisi, özlemi. Bu kent hep neyi özlediğini bilmeden özlerdi. Bu kent hep neyi aradığını bilmeden arardı. Kalabalık dediğin belki de, yalnızlıklardı, hüzünlerdi, telaştı, karmaşaydı, açmazdı, çıkmazdı, duvardı, taştı, kamaşmaydı, burkulmaydı, irkilmeydi.
Uzaklarda bir ev, bir zamanlar yaşayan insanların artık kapısını açmadığı bir ev, kıracın ortasında kalmıştı. Sanki anılarına sessizce ağlardı geceleri. Ananın derin sızısı oğuldan başka neydi. Zaman onlara bekleneni getirmedi. Koca kente fazlalık geldiler de sanki atıverdi dışarı. Geride onca yıl bırakıp, şeleklerini, denklerini omuzladılar da, düşüverdiler yola. Göçmenlik onlara on bin yıl önce bulaşmıştı, on bin yıl göçmüşlerdi de, tıkız develeri, yeğin atlarıyla, bin yılları devire çevire, Asyanın en çöllerinden, en dağlarına ayakları değip, talanlana talanlana gelmişlerdi de, onları bir bu deli bozkır kabullenip bağrına basmıştı.
Gecenin yamaçlarından geçip gitti otobüs, durdu bir kentin sabaha karşısında. Saat 03,uyuyor her şey. Yalnızca acı uyumaz, yalnızca aşk, yalnızca hasret. Ölüm uyur mu, uyumaz, en uyumaz ölüm.
Hastanenin acilinde kimse yok
Bir temizlik işçisi Numan
Nereden bilsin bir gece sabaha karşı
Uykusuzluğu çiğneyen
Gözünü kan basmış
Bir omzu düşük bir adam
Onu yazacak bir gün, nereden bilsin
‘Hastalar uyuyor, alamayız’ dediler
Numan’ın uykusuzluğunun kıyısına oturdular
Her gece 11, sabah 07
Asgari ücret
Sabah buradan gidince bir marangozun yanında tekrar iş başı
Alırsın ayda 300 de ondan
Şafak gül parmaklı değildir aslında. Belki Kör Ozan Yüce Homeros, yüzüne dokunan ışıktan böyle dedi. Sabah bir turnanın kırılmış kanadıdır hastane koridorlarında.
‘Ana nasılsın? ’ Bu cümle,’ana yaşayacak mısın’dı. Yanıtını gözlerde arardı insan. Ana yaşayacaktı belki. Tanımıyordu bir an kimseyi. Sonra tanıyordu. Sonra orda olmayan birileriyle konuşuyordu. Sonra diyordu ki; ’ben nasılım’.Cevabını arıyordu gülüşlerde, bakışlarda gözleri bulutlar içindeydi.
Bu odada beş yatak, beş kadın,beş kırık dal..Her biri başka bir köyden,başka ve sefalet dolu bir hikâyeden.Yanlarında “refakatçi” denilen yakınları.Ananın bakanı yoktu.Ananın oğlundan başka kimsesi yoktu.Orda hep kadınlar vardı bekleyen.Oğul beklerdi.Kimseden yardım istemezdi.Ama ananın altını almak gerekti.Ana yürüyemezdi.
Dünyanın orta yerinde yapayalnız olduğunu başka ne zaman anlar insan..
Yaşım yetmiş dedi, yaşlı bir kadın. Kocamın başını bekliyorum. Kocam 110 yaşında. Kuma üstüne vardım 16 yaşında. Çocuk için aldı beni. Babam söz vermişti de, ‘yalamam’,dedi, ‘tükürdüğümü’.On çocuk doğurdum da, ikisi öldü. Altısı kız, ikisi oğlan kalanlarının. Şimdi adam 110 yaşında, bak gör benden daha dinç. Sadece dili durdu, tansiyondan. Benim tavsırımı neden çekiyon? Gazeteye mi verecen beni? Git onunkini de çek, yan yana koy ikimizi.
Birinin babası ölüyor. Öldüğü an ne anlatılmaz bir ifade var yüzünde. Ne yapacağını bilememek. Hani kalbine hançer saplananların ne yapacağını bilememesi. İşte tam da o.Hep öyle öldüler. İnsandan sayılmayanlar, bir can taşıdıkları düşünülmeyenler, onlar, bu dünya çölünde, tevekkülle karşıladılar ölümü. Korkmadan öldüler, çoğu doktordan ilaçtan uzaklarda. Bu ülkenin yiğit insanları, bütün kurtuluş kavgalarında yiğitçe savaşmışlarsa nasıl, zulme bir başka direnmek olan hayatta da, korkusuz kucaklaştılar, bir tür kurtuluş saydıkları ölümle. Birinin babası ölüyor, hastane koridorunda sessizlik. Başkalarının acısına bakıp geçmeyi, hatta bakmadan geçmeyi, hatta hiç görmeden geçmeyi aşıladılar bizim bu dünyalar güzeli insanımıza; ama onlar, yani toprakta diken gibi yaşayanlar, öğrenemedi bunu, sıcacık ağladılar, hiç tanımadıkları birilerinin acısına.
Doktor’cuğum sen, nasıl gözlerine bakıyorsun, ekmek bulamayan insanların gözlerine. Hem biliyor musun senin babanı sevdiğin gibi sever bütün çocuklar babalarını. Sen nasıl bakıyorsun, para umarak kocası on beş lira yevmiyeyle, yılda birkaç ay iş bulabilen eşe’nin gözlerine. Senin ülkenin insanı, aynı dili konuşup, aynı türküleri dinlediğin insanına sevgisiz parmaklarınla nasıl deva olabilirsin. Cana para gözlerle bakandan insan olur mu?
Gecenin sabaha vardığı yerde, çılgın ve sarhoş kalabalıklar, akılalmaz paralarla sahneye çıkıp, sanat değeri olmayan şarkılarını söyleyen şarkıcıları, alabildiğine alkış yağmuruna tutarken, sen uykularının ortasından sökülüp, soğuk gecede son hızla sürdün de arabanı, işte o zaman, kendi vücudundaki kırgınlığı, yorgunluğu görmeden, işte o zaman, kimseden iltifat beklemeden giderken hastaneye doğru, sanki ananı kurtarmaya giderken, sanki çocuğunu kurtarmaya, o an insanlığın onuru olduğunun bile farkında değildin. Azrail’in elinden can kurtarmanın güzelliğini yaşarken kalbin terledi. Ne güzel bir terlemeydi bu. Sabah, işte o zaman gül parmaklarıyla aralamaktaydı gecenin perdesini. Dünyanın en mutlu insanı, ne para umurunda, ne yorgunluk. Evine gidip kahvaltı yapıp, tekrar dönecektin seni bekleyecek olan hastalara yaşam sunmak için. Seni kimse alkışlamadı. Alkışa ihtiyacın olmadı hiçbir zaman.
Böyle adamlar nereye giderse gitsin, onları sevmeyenler, onlara düşman olanlar, hazır ve nazır bekleşir.
Ana nasılsın?
Uykusuz gecelerin sonunda, umudu arayan sorular, yüreği yaka yaka dökülür dudaklardan. Siz uyurken o bunu yaşıyordu. Aklında, bir şiirin kırık dizeleri:
KÖYLÜ KADINININ ÖLÜMÜ
zamanın gözüne kaçan
bir saman çöpüydü ömrüm
küçük bir toz burgacıydım
ıssız bozkır yollarında
yırtık etekli kuru yel
gibi esiverip geçtim
yoksul bir köy sokağında
bilemedim gerisini dünyanın
fırtlar fışırlar içinden
bulanık bir yağmur seli
gibi akıverip geçtim
şu dağların ardı
kim bilir nere
yaşadım
bir soluk
ince kaldı bacaklarım kollarım
yalın
cıbır ve sıska
çerden çöpten evlerde
işte geldim gidiyorum
ha kuru yel
ha ben
gülmeyi sevdim
bir yağmur göleti
nasıl severse aydedeyi
yaz yelinde bin yapraklı dal gibi
sevdim oynamayı
acıya yokluğa inat
kesekten bir yazgı
kerpiçten bir dünyada
deli yağmurlarda
eriyip gittim
ömrüm ömrüm
balçıkların ağıdı
yavrularım kuşlar gibi çığrışır
küs komşular ağıt yakar barışır
akrabalar melul melul bakışır
kuruyan otlardan kalan çiyindirik
savrulur toz olur devran önünde
ömrümün silinir anısı bakışlardan
her gün biraz daha yırar giderim
bir ağustos akşamı
düğünsüz ere vardığım tarla
orada kalır öyle
evimin sergenine dizdiğim kaplar
unutur kaç yıllık ellerimi
yavrulayın suladığım kapımdaki bağ
baharda yeşerirken beni arar mı
bir daha düşmez suretim
onca yıldır su çektiğim kuyuya
varın gayri sizin olsun bu dünya
dünyayı zından yapanlar
bir var bir yok şu ömrümde
mazlum bir hayattan geçtim
benden yadigar olsun
yaşayamadığım bir hayat
alacağım olsun
Bir köylü ana için yazmıştı zamanında. Gerçekten de, ağustos ayında, yazının ortasında, ekin işlerken, komşu köyden, komşu tarlanın sahibinin oğluna, tarlada teslim edilmişti. Agası da, onların kızını almıştı, aynı zamanda. Bir tür değiş tokuş. Düğünsüz düzgünsüz, sür beri, sür öte etmişlerdi, yokluktan yoksulluktan. Koca evinde görmüştü ilk kez çayı. Altı yedi çocuk doğurmuştu. İşte onun ölümünde yazılmıştı bunlar.
Ana günler sonra daha iyiydi. Yürüyemiyordu gayri. Altına işiyordu. Doktor dedi ki: bizim tarafımızdan yapılacak olan yapıldı. Her şey gayet iyi, götürebilirsiniz.
Böyle zamanda arayan soran ne çok azalıyor. Ama arayan oluyor yine de. Az da olsa, arayan var. Ama aramasını, gelmesini beklediklerin, sanki yeryüzünden yok oldular. Yoklar. Sahi siz önceden de yok muydunuz. Sizinle bağ kurmak, size var olma şansı vermekti. Ama siz var olamamışsanız, sizden kaynaklanıyor bu. Tanımadığınız insanlar gibi, yoklar.”Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” dizesini kendi yüklediğin anlamla söyle. Bir gün her insan tadar bu acıyı. Şimdi ayakları üzerinde yürüyen her canlı bir gün toprağın bağrında, toprağa karışacak. Bir gün yatacak yataklara, o zaman düşünür belki, bir zamanlar nasıl vardan yok olduğunu.
Böyle zamanlarda tanıyorsun kardeşini. Kardeşin, yani aynı ananın çocuklarının işi gücü olur, dostlarının vakti olmaz. Kaç insan ölecek olan dostunun yanına uğramamıştır. Bir gün başına gelecek ölümden uzaklaştığı kandırmacası, bu vefasızlığı yaptırır insana. İnsan ki acı çekmekten ve üzülmekten kaçar, ama dostlar için üzülmekten kaçınan insan ne kadar insan olabilir ki. Boz toprağa girecek olanları, bu herkes için kaçınılmaz olan yolculukta yalnız bırakanlar da bir gün yalnız kalmayacaklar mı? İnsanı ölmeden öldüreni hayat bağışlamayacaktır.
Orhan uzak kentten çıkıp da ananın ziyaretine geldiğinde
Şu an dünyanın her yerinde, alışılmış yaşamını sürdüren kimse bilmez. Hayat hiç aklında olmayan yerlere götürür seni. Hayat hiç aklında olmayan şeyleri yaşatır. Benim, diye övündüğün ne varsa, ansızın yok olabilir hepsi de. Bazen benim dediğin malın, bazen benim dediğin yârin, bazen benim dediğin kolun bacağın; sonunda canın gider. O halde yalnızca yüreğinle yaşadıkların olacaktır seni başkalarından varlıklı kılacak olan.
Bozkırdaki evde, ana oğul kaldılar sonra. Geceleri sayıklamalar, sanrılar içinde kaldılar. Bir gelen beş gelmedi. Araması beklenen aramadı. Oğul dedi ki; ‘ben anamın altını değiştiririm’.Kırk yıl düşünse yapamam sanırdı.’Onu temiz tutarım.’Yemek yapmayı bilmezdi, beceriksizdi. Dedi ki,’yaparım’.Bütün bunları yaptı da. Başka seçeneğinin olmamasından değil, bir zorunluluk olarak değil, gönülsüz değil, isteyerek değiştirdi ananın altını. İnsan olmanın güzelliğini yaşadı bir kez daha. Belki de en çok, tek başına bırakılmışlıklarımızda insan oluruz. İnsan en çok yapayalnız en çaresiz noktasında aşar kendini. Şimdi kaçıncı gün. Ananın gözündeki ışık canlanıp büyüyor. Kim bilir belki de oğla bulaşan gözeliğinin, onun kalbine yeniden hayat sunmasıdır bu. Bundan doğal ne var, bazen oğullar analarını doğurur hayata.
Not: İlk müdahalesiyle Anamın yaşma dönmesini sağlayan, Emirdağ Devlet Hastanesi doktoru Sevgili dost, Yahya Topal’a teşekkür ederim. Her kurtardığı canda, kalbimin onu alkışladığını duymasını isterim
Adnan Durmaz
5 Ekim 2006
Kayıt Tarihi : 5.10.2006 01:39:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Adnan Durmaz](https://www.antoloji.com/i/siir/2006/10/05/bazen-ogullar-analarini-dogurur-hayata-duz-yazi.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!