Aşk ve Şiddet
Aşk acıyı tatlıya, toprağı altına, kederi neşeye, ağrıyı şifaya, hapishaneyi güllüğe, hastalığı nimete, kahrı rahmete çevirir. Ölüyü dirilten ve köleyi efendileştiren de aşktır. MEVLANA
“’Aşkta şiddet vardır ‘dersem,ne dersin? “dedim.
“Evet bence de aşkta şiddet vardır; çünkü aşktaki talep şiddetlidir. Vermesi ve alması gerekene duyulan şiddetli istektir aşk” dedi.
Küllenen ve ağır ağır hayatın söndürdüğü şiddetini kaybeden ilişkiler olmayacaktır elbette. Genel anlamda bu böyleydi; ancak insanların kavuşması gerçekleşince, her ateş gibi gitgide küllenmeyecek miydi o müthiş istek. Özlem, kavuşunca bitmez miydi. Bütün bunlar zaman zaman hep düşünülür.
Bilinir ki insan aşk içindeyse, yıldızları, çiçekleri, dağların yüzüne vuran şafak ışıklarını, yağmuru, sanki yeniden keşfeder. Belki de ilk kez keşfeder; keşfettiği her şeyle bütünleşen bir insan olarak, ulaşmak istediği insana, onların tümünü götürmek istercesine. Aşkıyla keşfettiği şeyleri çoğaltarak, keşfettiği her güzellikle aşkını zenginleştirmektedir sanki. Nedense sevgililer, yıldızlara dağlara bulutlara bakarak sevgililerini anımsayıp, birlikteyken de onlara bakmaktan haz duyarken, anlaşılan odur ki: paylaşılanların çokluğu aşkı çoğaltır.
Yıldızlar ve bulutlara dair sonsuza dek yeni sözler üretmek güçtür; ancak sürekli öğrenilen ve bizi zenginleştiren her bilgi, aşkın dekorunda önemli yer tutan doğaya bakışımızı da farklılaştırır. Her şeye aşkın gözüyle bakmak, elleriyle dokunmak, her şeyi aşkın kulağıyla dinlemek; kısacası dünyayı aşkın diliyle okumak ve söylemek: dış dünyaya aşkla bakmak ve aşkı da dış dünyayla çoğaltmaktır sanki.
Elbette ki aşkı dış dünyayla besleyebiliriz. Bu, içimizde yanan ateşte dış dünyadan bulduklarımızı yakıp tüketerek, aşkı idame ettirmek değildir. Sığlığı tüketir çünkü aşk. Gördüklerimiz, görmemizle birlikte sonsuzlaşır aşkın giysileriyle donanarak.
Aşkın bilgeliği, sözsüz bir dilin bilgeliğidir. Bu, bilgelerin aşık olacağı anlamında değil, ancak bilgece bir reddedişi taşır içinde. Geçici hırsları itelemesiyle, bilgelik, dış dünyayla kurulan başka türlü bağlar değil midir biraz da… Bakmak ve görmek, dünyevi ve akli olan hiçbir şeyi aşkın yerine koymamak değil midir. Bu anlamda da seçkin ve hep kutsal bir yan taşımıştır içinde; ancak ütopik bir kutsallık değildir aşkın kutsallığı, bizzat yaşanabilir.
Bir kendinden dışarı çıkış ve dışarıyla bütünleşmedir. Dünyaya aynı gözlerle bakarken birbirini tamamlayan bir kocaman bakış bağı yakalamak. ”Tapınağı taşıyan iki sütun gibi”. Başkalarının acılarına yanmak birlikte, haksızlıklara karşı koyan aynı bakışla dünyayı kavramak, aşkın olmazsa olmazıdır.
Aşkın şiirsel dili her aşığı şair kılan bir güce sahip değil midir. Akan her su uğradığı yerde çiçek açtırır. Her aşık duygularını kağıtlara dökemese de, içinde sürekli yaşattığı bir çiçekli sonsuz ova taşır. Çiçekler gibi, onun şiiri de bizim sözlüklerimize sığmaz. Şairlerin söze dökmek için sayısız şiir yazdıkları aşkı, hiçbir şiir tek başına anlatmaya bu nedenle yetmemiştir belki de. O sadece yaşanır. O kadar sahicidir ki, bakışları, duruşları, elleri ses tonlarını değiştirir; kendini giydirir, kendisiyle doldurur. O kadar sahici ve sarsıcıdır ki, her aşık mutlaka onu yazmaya, yazma bilmiyorsa türkülere dökmeye çabalamış, onu başkalarının türkülerinde ve şiirlerinde bulmaya çalışmıştır. İçimizde sonsuz bir doyumsuzluktur adeta. Bütün bunlar, aşktaki, içimize sığmayan şiddetin doğal göstergeleridir.
Arz ve talep...
Talep ve arz...
Düşle beslenen, düş yorganlarında yatan, düş bulutlarında yolculuk eden aşk, düşün ulaşılmazlığını tüm zor koşullar altında şiddetle kovalar; ancak düş, gerçeğin kendisi değildir. Bu anlamda gerçek olanı çok az tanıyan kişiler, düşlerini alabilesiye büyütür. Çoğu zaman da büyüttüğü düş düşer, kırılır, düşkırıklığı olur. O halde, düş kurulan varlığı ne kadar çok tanıyıp, düşü bu tanıma olgusu üzerine yapılandıran aşk, o denli ayakları yere basan bir aşk olacaktır; olmayan birini değil olana dair olduğu için. Tanıdığımızı sandığımız, az çok tanıdığımız, görünen yanına bakıp gerçeğinin farklarını göremediğimiz insana dair kurulan düş ve aşk tabii olarak sanal olacaktır, yani kafamızda tamamladığımız bir görüntüdür o. Tanıdıkça da kafamızdaki düş yıkılacaktır doğal olarak.
Bazan hemen tanır insan insanını. Bu yakalanan kendi insanına ilişkin ayrıntılardaki ipuçlarıdır ve tanıdıkça keşfedilenin kafamızda var olanla örtüşmesidir. Bir ucundan yakalanınca da yaşanmalıdır. Ancak keşfetme ömür boyu sürecek bir süreçtir. Birlikte sürdürülen bir yolculuktur. Birlikte dünyayı keşfederken veya hayata karşı seçimler yapılıp mücadele verilirken birbirini keşfetmedir. Bu birliktelik, asla bitmeyen şaşırmalardır, kazdıkça bulunan yeni güzellik hazineleridir, birlikte büyütülen ağaçta her gün açan başka çiçekler ve yapraklardır. Zaten değişen ve gelişen iki insanın birbirini tümüyle tanıması olanaksızdır.
Yaşamdan her an öğrendiklerini sevgisini çoğaltmakta da kullanma çabası ne güzel bir çabadır. Ancak, aşk özellikle sevdiği için bilgiler edinme değildir. Ağaç büyüdükçe kökleri derine iner, yaprakları çoğaldıkça kökleri daha çok su alır topraktan; ama yapraklar giderek yağmur bulutlarını çekerek toprağa davet ederler yağmuru.
Hayat evrensel yasalara uygun olarak, bir anı bile tekrarlanmadan akıp gitmektedir. Yasalarını şiddetle uygular hayat. Birileri doğar birileri ölür. Bunlar ortak yazgılarımızdır. Tekrarsız bir süreçte, yüz yıllık zaman, bin yıllık zaman, evrende akan sonsuzda bir saniyedir belki de. Ömrümüz çok kısadır. Yaş gibi kavramlarsa bir hiçtir dışardan bakınca. Sonsuz bilinmezliklerimiz içinde, bildiklerimiz ne kadar az. O halde okumuş-yazmış insanlar, bin yıllardan aktarılıp gelen insanlık bilgileri karşısında, bir köylüden daha bilge değildir. Daha iyi koşullarda yaşamak. Daha iyi mevkilere ulaşmak, zengin olmak vb hırslarımızın başındaki generale benzer akıl, eğer onları yönetme görevini kabullenmişse. Bencil ve çıkarcıdır. Kimse gönlünün, Nazım’ın
“topraktan öğrenip/ kitapsız bilendir/ Nasrettin Hoca gibi ağlayıp/ Bayburtlu Zihni gibi gülendir.”dediği bir Anadolu insanından daha bilge olduğunu söyleyemez. Freut, Fromm, Neitsche, Marx, Sartre, B.Russel gibi sayabileceğimiz son yüzyıl düşünürlerinin hiç birini de okumamış olan Homeros ve Dede Korkut bizden daha mı az bilge.
Aşk doğanın sonsuz uyumunu yakalar ve yaşar. Ağacın kök salması, dal sürmesi, bulutun sağnaklara dönüşmesi, suyun akması kadar doğal seyreder. Yapay zorlamalarla ancak yapaylaşır. İnsan ki ancak aklıyla onu zenginleştirir. Sevdiğiyle sevenin ortak dünyalarında uyumu yakalayıp, kimi zaman birleşen iki su gibi akması, kimi zaman da ayrı ayrı ama bir olmanın tadını yaşama geçirmesi, aşkın sadece belirli özelliklerindendir. Bizi mahveden, doğa dışı hırs ve taleplerimiz, aşkın önüne geçtiği zaman, aşk şansımız da yitmiş olur.
Böylesine kahredilmiş bir dış dünya varken, iki kişilik bir kabuğa çekilme değildir aşk. Aklı başında bir insanın dünyada yer alan bu kölelik düzeni bu kula kulluk ve bu hayvanca sömürü düzeniyle kafası arasında bir denge kurması olası değildir. İki kişilik dünyalarda bencil ilişkiler, ne aşktır, ne de mutluluk. Bu yağma dünyasında seyirci olmak,aslında yağmacılardan yana olmaktır. Kapitalist düzenin istediği insan tipi acaba ne kadar aşk kavramına uygun yapıya sahiptir. Erich Fromm bu konuda şunları söylüyor ”Çağdaş kapitalizm büyük sayılarla, uysallık içinde bir araya gelecek insanlara gereksinim duyar. Bunlar giderek artan bir şekilde tüketime yönelmeli, beğenileri kalıplaşmalı ve kolayca etkilenip yönlendirilmelidirler. Çağdaş kapitalizm kendini özgür ve bağımsız hisseden, hiçbir otoriteye, ilkeye ya da özduyuya kul olmamış insanlara gereksinim duyar-ama bunların buyruk almaya, kendilerinden isteneni yapmaya, toplumsal mekanizma ile sürtüşmeden yaşamaya yatkın olmasını ister, öyle ki zor kullanmadan yönlendirilmeli, öndersiz yönetilmeli ve iyi ya da kötü bir amaca sahip olmadan çalıştırılmalıdırlar.
Bundan ne sonuç çıkar? Çağdaş insan, kendisinden, çevresindeki insanlardan ve doğadan yabancılaştırılmıştır.”
Her şeyi oburca sömüren düzen, önce iki kişilik dünyalara dünyadan ilişki kesmek anlamında hayali aşk projeleri, reçeteleri sundu. İnsanlık bu hayalleri sadece kovaladı ve acı çekti. Giderek ihanetin adı aşk oldu. Günümüzde, yine aynı sömürü düzeni, daha çok araba, daha çok buzdolabı, tv, çamaşır ve bulaşık makinası satmak istiyor ve aile kurumu denilen kurumu paramparça eden bir anlayışı aşk diye sunuyor; bireyci, bencil sadakatsiz ve de aşk(!) .
Bir zamanlar Ferhad’a dağ deldiren aşkın şiddeti, şimdi bir başka insandan çok, insanın bencilce harcayacağı satın alınabilir tüketim mallarına yöneltilmiş durumda. Aşka ait olan şiddetli istek ve talep artık başka yöne yönelirken, karşısındaki insanı da tüketip yok etmektedir. Tıpkı bir tüketilen nesnedir artık sevgili.
Kuşkusuz ki Ferhad’ın dağ deldiğinde dünya daha güzel değildi, her zaman vardı bu kulluk ve kölelik düzeni. Şirine kolayca kavuşsa, Ferhad ki Ferhad olmayacaktı. Şirini malı gibi görme olasılığı çok daha fazla olacaktı. İnsanın insanı sömürüp, insanlığından uzaklaştırdığı bin yıllarda elbette aşk o kadar kolay yaşanır bir duygu olmayacaktır. Her zaman başkaları zorluklar yığarak aşkları zorlaştırdı ve hasret kayraklarında bilediler. Aşk da,zorluklar içinden, yıkıntılar arasından, insanların kaybedecek hiçbir şeyi kalmama noktalarından fışkırdı. Kimi zaman insanlığı kucakladı, başkaldırı silahına dönüştü.
Şiddetsiz aşk, aşk olmaz.Değiştiren, derinlere inen canlılık taşıyan güçlü yanıdır aşkın şiddet. Fromm sevginin olmazsa olmazları üzerine şunları söylüyor ”Sevgi ancak iki insanın birbirlerine varlıklarının özünden bağlanır, her biri kendisini varlığının özünden tanırsa, gerçekleşir. İnsan gerçeği de, canlılığı da, sevgisinin temeli de işte bu “özden tanıma” deneyimidir. Böyle oluşan sevgi sürekli meydan okumadır, bir köşede dinlenme değil çabalama, hareket etme, beraber çalışmadır. Öyle ki bir uyum ya da çatışma neşe ya da üzüntü bile ikincil kalır. Önemli olan iki insanın birbirlerini varlıklarının temelinden yaşaması, kendi kendilerinden kaçmak yerine birbirleriyle bütünleşirken, kendi kendileriyle bütünleşmeleridir. Sevginin varlığının bir tek kanıtı vardır: bağlılığın derinliği, seven kişilerin her birinin ilgisindeki canlılık ve güçlülük, işte bunlardır sevginin sunduğu meyva.”
Yağmur damlalarının çiçeklere dökülmesi, rüzgarın yaprakları haşince sallaması oldu aşkın şiddeti. Fırtına ve tipilerden sonra gelen baharlar daha bir çiçek sağnaklarıyla coştu.
Adnan Durmaz
23.11.2001 Emirdağ
*Alıntılar: Sevme Sanatı, Erich Fromm, çev,ışıtan gündüz, ocak 1982, say kitap-paz,ist, sayfa 85-99
* ”Tapınağı taşıyan iki sütun gibi” Halil Cibran’dan alıtı.
Kayıt Tarihi : 2.11.2004 21:36:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!