Aşıklar Dergahına Kulluğa Geldim
Aşıklar dergahına Kulluğa geldim
Vasıl olmak için sultana geldim
Aşık oldum cemaline canım efendim
Gönlümün içinde sultan efendim (Can Muhammedim)
Bahrine daldım hayrette kaldım
Fail Allahtır deyip derse başladım
Efendim Hasan’dan hem ilham aldım
Aşık oldum cemaline canım efendim
Gönlümün içinde sultan efendim (Can Muhammedim)
A’malar nurundan feyiz alamaz
Elinden nuş etmeyen Hakkı bulamaz
Suret nakşın ile menzil alamaz
Aşık oldum cemaline canım efendim
Gönlümün içinde sultan efendim (Can Muhammedim)
“Kul in küntüm tuhibbun “kur’an buyurdu
Kamil mürşide uyan yolun doğrulttu
Şefi-ül mürebbim himmet buyurdu
Aşık oldum cemaline canım efendim
Gönlümün içinde sultan efendim (Can Muhammedim)
Seyreyledim anı zat-ı sıfattan
Anladım mananı külli men aleyha fan
Melamet’i aldım şeyhim Has’andan
Aşık oldum cemaline canım efendim
Gönlümün içinde sultan efendim (Can Muhammedim)
Fazlı Özyurt
Nihat GülleKayıt Tarihi : 3.9.2010 00:44:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Kulluğun son noktasına gelen insan hiçtir ve Hep'e ayna olmuştur. Hep, kendini hiçe ulaşan kulunda görmeye başlar. Zâtı itibarıyla Allah, sonsuz bir deniz:insan ise o denizden alınmış bir damla su gibidir. O damlanın denizden alındığının ve aslının su olduğunun bilinmesi önemlidir ki bu da denizdeki ve damladaki zâtın, yani hakikatin farklı olmaması demektir. Ân denen nokta, aşk noktasıdır. O noktanın verdiği hareketle dolaşma, gezinme ve uzaklaşma olunca, zaman kavramı ortaya çıkar. O noktada ne derinlik, ne uzunluk vardır ama uzaklaşılınca zaman ortaya çıkmaktadır. Tevhidde birden başka bir şey yoktur. Her şey birin bir başka bire eklenmesiyle ortaya çıkar. Burada görülen çokluk, birin aynalardaki görüntüsünden başka bir şey değildir. Ehl-i Tevhid bilerek, Allah için çalışır. Diğerleriyse kendileri için çalıştıklarını zannederek, bilmeden, Allah için çalışırlar. 'Noktanın Sonsuzluğu', tasavvufun temel kavramlarını, derinlemesine açıklayan bir kaynak kitaptır. Lütfi Filiz'in yıllar süren sohbetleri, konuşmadaki akıcı üslup korunarak ve dilin anlaşılır olmasına özen gösterilerek derlenmiştir. Dört ciltten oluşan kitabın son cildi Tevhid, Vahdet, Mürşit, Sohbet, Mürit, Seyr-i Sülûk ve İnsan-ı Kâmil konularını içermektedir. Mürit şu soruları kendine sormak zorundadır _________________ nereden geldim? zahiren ademden yani yokluktan hakikatte ise ilmi ilahiden dairei kudret olan alemi şehadete geldim nereye gidiyorum? kabre haşre yani mahşer yerine sonra nereye? cennete veya cehenneme ne için geldim? bin bir ismi ilahinin keşfi için sonsuzluğa aine olmak için Yaratılanı yaratanda seyretmek için Yaratıcı güce teslim olmak için Sonsuzluk ummanında yok olmak için Varıp bir ile tek-bir olmak için bunun için önce mürşidi kamilde Sonra Hz.Muhammed de SAV Daha sonra da Cenab ı Hak ta yok olmak için Sevgiyle gönüller yapmak için Hakkı hak bilip hakka tapmak, Batılı batıl bilip batıldan kaçmak için Velhasılı yaratıcıyı gösteren saf bir ayna olmak için yaratıldığını bilmek nefsini ve Rabbini bilmektir ki tasavvufta fena fişşeyh fena fir Resul ve Fenafillah adıyla tanımlanır bu yok oluş mertebeleri fenafillah olmak için Pir Muhammed Nur ul ARABİ hzlerine göre: Efal sıfat zat cem hazret ül cem,cem ül cem mertebelerini geçip Ahadiyyet ül Cem mertebesinde Hakta yok olup onunla var ve bir olmaktır meselenin aslı ve özü.de budur.Faninin baki de yok olması.Yalnız Ahadiyyet ül Cem mertebesi bizzat Peygamberimiz SAV tarafından verilir bu mertebeyi müride vermeye hiçbir mürşidi kamil yükümlü ve izinli değildir.Bu mertebeler farklı tarikatlarda değişik isimlerle adlandırılmıştır Mesela tarikatte nefsi emmare nefsi mulhime nefsi mutmainne nefsi radiye nefsi merdiye nefsi safiyye diye devam eder özde tüm tarikatların yolu birdir.Ama İmami Rabbani buyurmuştur ki 'Tarikat ehlinin nihayeti,hakikat ehlinin bidayetidir.Yani tarikat ehlinin varacağı son mertebe hakikat marifet ehlinin başlangıcında ulaşır.Bu neden böyledir zira şeriat tarikat ehlinin yolu marifet hakikat ehline göre daha kolaydır. nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş der Niyazi MISRİ bir ilahisinde NEFSİN MERTEBELERİ 1- NEFS-İ EMMARE Azizim! Malum ola ki, nefsin mertebesi evvela emmaredir ki, onun ehli hayvan gibi, belki daha da kötüdür. Zira, o kimsenin ruh-u sultaniyesi, nefs-i emmaresine esir olmuştur ve bu halde kaldığı için çoğu imansız gider ve cehenneme yerleşirler. Zira nefs-i emmare bütün gücü ile kötülüğü emreder. Yüce Allah (CC) Hz.leri bu hususta buyuruyor: “Çünkü nefis gerçekten kötülüğü şiddetle emreder.”[1] Nefs-i emmare, bütün kafirlerin, münafıkların ve fasıkların nefisleridir ki, buna ruh-u hayvani adı verilmiştir. 2- NEFS-İ LEVVAME Azizim! Malum ola ki, Cenab-ı Hakk’ın (CC) İlahi ihsanı yaver olursa, Mürşid-i Kamil’in himmeti ve kudsi kuvveti berekatı ile, ruh-u hayvaniyye, emmare sıfatından çıkarak, levvame sıfatına girer ki, bir derece ruh-u sultanın hükmü allında bulunur ve emirlerine boyun eğer. Fakat eline fırsat geçince dayanamaz, yine masiyyet işler. Bu nefis mertebesi hususunda Yüce Mevla (CC) Hz.leri buyuruyor: “Yine kasem ederim pişmankâr nefse ki, (muhakkak öldükten sonra dirileceksiniz.) ”[2]Kaynakwh: 3- NEFS-İ MÜLHİME Azizim! Malum ola ki, sıfat-ı mülhimede bulunan salikin hali levvamede olan salikin hali gibi değildir. Yani, nefsine levm ederek, tevbe ve istiğfar ettiği günahını, fırsat geçince kendini tutamayarak bir daha işlemesi vuku bulmaz. Zira nefis bir derece daha ruh-u sultanın, hali ile hallenmiştir, artık salik tevbcsinde sabit olarak durur. Bu hususta Yüce Allah (CC) Hz.leri: “Allah (CC) ona fücur ve takvasını ilham etti.”[3] Ayet-i Kerime’siyle bildirdiği için nefsi natıkasının adı nefsi mülhime olmuştur. Bu makamda salik, sırlara vakıf olduğundan esrar ile meşgul bulunduğu cihetle bunun üstünde olan kemalden mahcup kalmıştır. Bu makamın seyri Allah (CC) Hz.leri olduğu için salikin batınında imanın hakikati zuhur etmiş olmakla müşahedelerinde masiva kalmamıştır. Bu makamın alemi, ervahtır, salik arzu ettiğini görür ve tasarrufa bile kadir olur. 4- NEFS-İ MUTMAİNNE Azizim! Malum ola ki, sıfat-ı mutmainnede bulunan zevatın halleri şöyle olur: Bunlar, artık tereddütlerden ve iç kuruntulardan kurtulmuşlardır. Ve teslim-i külli ile teslim olmuşlardır. Yani kendilerine kalb itminanı mülk olmuş, zahiren ve batınen işittiği şeyleri tereddüt etmeden kabul etmeye başlamışlardır ki, bunlar üzerine öylesine bir sebat ile sabit olur. Sıfat-ı mutmainne ile sıfatlanan zevat ne vakit murakabeye otursalar, tecelli ihsan olunur. Bu zevata “veli” adı verilir. Bu mertebede olanlara Yüce Allah (CC) Hz.leri Mucizel Beyan’ında şöyle hitap etmektedir: “Sonra Allah (CC) mü’min kimseye şöyle buyurur: ‘(Ey imanda sebat gösteren, Allah’ı (CC) anmakla huzura kavuşan) itaatkâr nefis. Dön Rabbine (CC) , (cennette sana hazırladığı nimetlere) Sen O’ndan (CC) (sana verdiklerinden ötürü) razı, O da (CC) senden (imanın sebebiyle) razı olarak Haydi gir (salih) kullarımın içine... Gir cennetime.”[4] buyurur. Onun için bütün Ehlullah, sıfat-ı mutmainneye ayak basınca, hakikatta erginlik çağına ermiş olurlar. Bundan sonra salik, Ehlullah kıdemine ayak basar ki, artık tarikatte de erginlik çağına ermiştir. O zaman salik, Yüce Allah (CC) Hz.leri’nin şu Ayet-i Kerime’sinin muhatabı olur: “Ancak Allah’ı (CC) zikirle kalbler mutmain olur.”[5] Ayet-i Kerimedeki aşka ve muhabbete nail olur, Zikrullah ile gönlü rahat eder, kalbi mutmain olur.Kaynakwh: 5- NEFS-İ RADİYYE Azizim! Malum olsun ki, nefs-i radiyye sıfatında olan bu zatlar, yine bu hal ile bazan ilerler, bazan da gerilerler ve böylece zikrine ve fikrine devam ve sebat ederlerse, Cenab-ı Hakk’tan (CC) kendilerine teveccüh eden her şeye rıza-i külli ile razı olurlar ve onlar için keder ile sürur müsavi olur. Çünkü Yüce Allah (CC) Hz.leri onları Mucizel Beyan’ında müjdelemiştir: “Rabbine razı ve marzi olarak dön.”[6] Hitab-ı Sübhanisiyle muhatab olmak sırrına ermişlerdir ve seyr-i süluk edenler bu makamın ne olduğunu bilmişlerdir. Bu makam seyr-i Fillahtır. Bu makam dördüncü makamın fevkindedir. Bu bakımdan “sıfat-ı radiyye” ve “radiyye” adı verilmiştir. Nefisleri sıfat-ı radiyye ile sıfatlanan zatların gerileme halleri anlatıldığı gibi olur. İlerleme halleri ise sıfat-ı merdiyye olur. Alameti şudur ki, kendisinin devam ve sebatı, mürşidinin hüsn-ü teveccühü ve Cenab-ı Hakk’ın (CC) lütuf ve keremiyle kendisine isabet eden şeylerin hepsine razı olurlar. Her şeyin Hakk (CC) Hz.leri’nden geldiğini bilirler, eza ve cefalara daima sabırlı olurlar. Allah (CC) Hz.leri’nin vermiş olduğu belalara tahammül gösterirler ve: “O’ndan (CC) gelen her şey güzeldir. Lütfu da hoş, kahrı da hoş.” derler, “Eyvallah! Hoş geldi, safa geldi! ” derler, Cenab-ı Hakk (CC) Hz.leri'nden gelenleri öpüp başlarının üstüne koyarlar. 6- NEFS-İ MERDİYYE Azizim! Malum olsun ki, radiyye halleri, bir zatta alışkanlık haline gelir. Allah (CC) Hz.leri’nin korkusunda ve kendisini küçük tutmakta devam ve sebat üzere bulunursa, ihsan buyurulan imtihanlar neticesinde sadakat mührü ile mühürlenerek öyle bir derece verilir ki, kendisine bir masumiyyet hil’ati giydirilir. Bu makamda olanlara hilafet-i kübra elbisesi giydirilir ve Yüce Allah (CC) Hz.leri’nin şu Kudsi Hadis’inin sırrına mazhar olur: “Onun işiten kulağı olurum, gören gözü olurum, konuşan lisanı olurum, yürüyen ayağı olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur, benimle tutar ve benimle yürür.”[7] Bu mertebede olanların aralarında korku ve düşmanlık kalmamış, birbirlerine alışmış ve birbirleriyle Allah (CC) Hz.leri’nin rızası için sevişmişlerdir. Bunlar birbirlerinden emin ve razı olduklarından bu makama da “sıfat-ı merdiyye” adı verilmiştir. Alameti, sıfat-ı merdiyye ehlinin ilerlemelerinde gösterilen haller, o kimsede alışkanlık haline gelmiş ve her zaman böylece zuhur etmeye başlamıştır. O zaman, Cenab-ı Hak (CC) Hz.leri o kimseye vekil tayin olunan Kiramen Katibiyn meleklerinin ellerinden, o zatın amel defterini alır, gelmiş geçmiş küçük büyük zelleye varıncaya kadar bütün kusurlarını affeder ve masumiyyet hil’atini giydirerek, Kiramen Katibiyn meleklerine buyurur ki: “Ey Meleklerim! Bunca zamandır sizleri bu kulumun hizmetine tayin etmiştim. Şimdi ben bu kulumdan razıyım. Sizler razımısınız? ” Onlar da şahitlik ederler ve: “Ya Rab! Bizler, bu kuluna hizmet edeliden beri zerre kadar rızana aykırı bir halde bulunmadı. Bizleri üzüp bizlere eziyet etmedi. Bizler de kendisinden kat kat razıyız.” derler. Bu hususta Yüce Allah (CC) Hz.leri şöyle buyurur: “(Şunu da bilin ki) Allah (CC) dilemeyince siz (hayır ve şerri) dileyemezsiniz. Çünkü Allah (CC) alimdir, her şeyi bilir. Hakimdir, hikmet sahibidir. Dilediği kimseyi rahmeti içine kor. Zalimlere ise acıklı bir azab hazırlamıştır.”[8] 7- NEFS-İ SAFIYYE Azizim! Malum ola ki, ruh-u hayvanın kendisine mahsus olan yaratılışı sıfat-ı emmare ve ruh-u sultanın kendisine mahsus olan yaratılışı sıfat-ı safiyyedir. Ruh-u hayvan, Cenab-ı Hakk’ın (CC) ihsanı, mürşidin himmeti ve ruh-u sultanın rağbet göstermesiyle kendi sıfatı olan emmarelikten geçer. Yani başlangıcından bu hale gelinceye kadar, hayvanlık sıfatlarından arta kalan eserler de tamamen mahvolur ve ruh-u sultanın kendisine mahsus olan sıfat-ı insaniyye ile sıfatlanır. Bu makamda olan salik, Cenab-ı Hakk’ın şu Ayet-i Kerime’sinin muhatabı olur: “O’nun (CC) vechinden başka her şey helak olucudur.”[9] Ayet-i Kerime’sinin sırrını seyr ile müşahade eder. İşte bu büyük ihsana malik olan zatlara “insan-ı kamil” denilir. Sözün kısası, sıfat-ı safiyye ile sıfatlanan zatların nefisleri, ruh-u sultana döner. Nefs-i hayvaniyetten eser kalmaz. Bu bahtiyar insanlar tasavvuf (tarikat) yolunda çalışarak nefs-i hayvaniden tamamiyle kurtularak sıfat-ı insaniyye ile muttasıf olurlar.[1O ***Not:Kuranı Kerimde nefsin mertebeleri tarikatte bilindiği gibidir.isimler önemli değildir önemli olan varılacak menzildir.Tasavvufta baştaki üç mertebe soyunma makamları olarak bilinir,sonraki dört makam ise renklenme mertebeleri olarak bilinir Kur'anda nefsi levvame yani kendini levm eden nefis övülmüş bir diğer ayette ise nefsi mutmainne makamı ve sonrasında gelen üç makam övülmüş Ey emin ve mutmain olan nefis sen Rabbinden Rabbinde senden razı olduğun halde O na dön hoşnut olduğum kullarıma katıl cennetime gir demiştir yüce Allah En doğrusunu yüce Allah bilir ki Onun şanı çok yücedir.Herşeyi bilen gören ve herşeye kadir olandır Mevlânâya göre tasavufta mürit mürşit ilişkisi; “insanoğlunun yetiştirdiği en üstün mutasavvıf şair”, Mesnevî de tasavvufî hakikatlari en güzel anlatan nadir kitaplardan biri olarak nitelendirilir.[1] Mevlânâ'yı mânen besleyip büyüten, yoğurup şekillendiren ve pişirip olgunlaştıran ana unsur tasavvuftur.[2] Tasavvuf, olgun insan yetiştirmeyi[3]; Mevlânâların sayısını artırmayı amaçlar. Bunu gerçekleştirebilmek için de tasavvufî hayatta mürîd-mürşid ilişkisi kaçınılmazdır. Mevlânâ, Mesnevî'sinde pek çok yerde bu konuya temas etmiştir. Biz bu çalışmamızda onun, Mesnevî'deki ifadelerinden hareketle, tasavvufta mürid-mürşid ilişkisine dair görüş ve açıklamalarını ortaya koymaya çalışacağız. Anahtar Kelimeler: Mevlânâ, Mesnevi, Mürid, Mürşid. Tasavvufta Mürid-Mürşid İlişkisinin Yeri ve Önemi: Tasavvuf insanı Allah'a götürmeyi hedefler. Bunun için ise seyr ü sülûk denilen manevi bir yolculuk gerekir.[4] Mutasavvıflar bu yolculuğu gerçekleştirebilmek için bir mürşide bağlanmak gerektiği hususunda hemfikirdirler.[5] Hiç kimse bir mürşide bağlanmaksızın bu yolda manevi bakımdan sağlıklı olarak mesafe katedemez. Buna işaretle Bâyezîd el-Bistâmî (261/874) “Üstadı olmayanın şeyhi şeytandır.” der.[6] Tasavvuf her şeyden önce maddî-manevî bir eğitim işidir. Eğitilmeye muhtaç insanın ilk işi, kendisine yol göstermeye muktedir (mürşid-i kâmil) birini bulmaktır.[7] İnsanlar farklı mizac ve tabiatlarda yaratılmışlardır. Bu nedenle onların eğitim yolları da farklılık arz eder. Bilhassa bu bakımdan bir rehber ve üstâda olan ihtiyaç üzerinde ne kadar ısrar edilse yeridir. İnsanoğlu kendi noksanlarını nadiren görebilir, hele noksanlarını derhal düzeltmesi haline daha az rastlanır. Bu işi sağlıklı bir şekilde yapabilmek ve çabuklaştırmak için bir üstad lazımdır. İnsanda var olan devamlı tekâmül sırasında üstad onu bir çok lüzumsuz gayretlerden alıkoyacaktır. Yalnızca okumak ve dinlemekle öğrenilemeyecek nice hususların tecrübeli bir üstadın nezâreti altında pratik olarak tatbîk edilmesi faydalı, hatta zarûrîdir. Çünkü bilmek kâfî değildir, onun hazmedilmesi ve tabiat-ı sânîye yani huy ve alışkanlık haline getirilmesi lazımdır.[8] ● Diğer mutasavvıflara göre olduğu gibi, Mevlânâ'ya göre de manevî bir yolculuğa çıkma irâdesi gösteren, yani mürîd olan kimse için mutlaka bir yol göstericiye, mürşide ihtiyaç vardır. Bu yolculuğu tek başına gerçekleştirebileceğini sanan yanılır. O şöyle der: “Ey gamlı, ey perişan adam, ya bizim gemimize gir, ya o gemiyi bu gemiye bağla. Yani; ey kendini bir şey zanneden kişi, ya bir mürşide bağlan, yahud da gemini mürşidin gemisine bağla da sana rehberlik etsin. Böylece doğru yolu şaşırma.”[9] Mevlânâ insanı bu yolculuktan alıkoymaya çalışan iki büyük düşmandan; nefis ve şeytandan bahseder. Bunlar, Hakk yolundaki kişinin önüne, çok sayıda engeller koyup tuzaklar kurarlar. Bu tuzak ve engeller hakkında bilgi ve tecrübesi olmayan kişi, pek büyük afetlere, korkulara ve tehlikelere maruz kalır. “Ey Hakk yolunun yolcusu kendine pir seç; çünkü bu yolculukta pirsiz olursan, pek büyük afetler, korkular, tehlikeler vardır. Çok defa geçtiğin bu yolda bile kılavuzsuz geçersen şaşırır kalırsın. Ya hiç görmediğin yolda ne olursun? Aklını başına al da kılavuzsuz olarak yola düşme. Ey ahmak, eğer başında mürşidin gölgesi olmazsa, gulyabani sesleri seni şaşırtır, yolunu saptırır. Gulyabani sesleri, seni yoldan çıkarır ve tehlikeye düşürür. Bu yola düşmüş, senden daha akıllı kişiler vardır ki hepsi de pirsiz sapıttılar. Yalnız, yanlış gidenlerin nasıl yoldan şaşırdıklarını Kur'an'dan dinle; kötü ruhlu şeytanın, onları ne hale getirdiklerini anla. Şeytan onları doğruluk yolundan, insanlık yolundan yüzbinlerce yıl uzaklara düşürdü, felaketlere uğrattı, çırçıplak bıraktı.”[10] Nefis de, Hakk yolundaki en tehlikeli düşmanlardan biridir. Onunla başedebilmek için de bir mürşide ihtiyaç vardır. Nefis, her fırsatta insanın yoluna, akla hayale gelmedik tuzaklar kurar. Bazan dince kutsal sayılan şeyleri de tuzak olarak kullanır. Kişinin okuduğu Kur'an'ı, çektiği tesbihi, aldığı abdesti, kıldığı namazı bir anda tuzağa dönüştürüverir. “Nefsin sağ elinde tesbih ve Kur'an vardır. Ama yeninde ise hançer ve kılıç saklıdır. Onun mushafına, onun gösterişine bakma, kendini onunla sırdaş ve dost yapma. Nefis seni abdest almak için havuza götürür, sonra seni iter, havuzun dibine atar.”[11] Nefisle başedebilmenin yolu ise, onunla başetmeyi başarmış olan bir rehberle birlikte hareket etmekten geçer. Mürşidin bu konudaki başarısını bilen nefis, onunla beraber olduğu sürece müride meydan okuyamaz ve onu altedemez. “Çalışıp çabalamakla, can gıdasını nasıl elde edeceksin? Onu ancak sana bir şeyhin himmeti bağışlar. Nefis şeyhe uyduğunu, şeyhle beraber adım attığını görünce, ister istemez senin buyruğun altına girer. Şeyh senin dostun olunca, akıl o vakit köpek nefsini yener. Nefis yüzlerce gücü, kuvveti ile yüzlerce hüneri ile, marifeti ile bir ejderhadır. Şeyhin yüzü, ona karşı göz çıkaran zümrüddür. Nefis Allah velisinin huzurunda bulunursa onun yüz arşın uzunluğundaki dili kısalır, yani kötülüğe cür'eti kalmaz.”[12] Mürşidte bulunması gereken özellikler: Mürşid olabilmek kolay bir iş değildir. Bunun için kişide bazı özelliklerin bulunması gerekir. Eskiler bunları kamil ve mükemmil olmak diye hülasa etmişlerdir. Kamil olgun, mükemmil ise olgunlaştıran kimse demektir. Tasavvufta bilmek ve olmak kadar bildirmeye ve olgunlaştırmaya da önem verilir; bu işin ehliyetli ve liyakatli ellerde yapılması şarttır. Mürşidin her şeyden önce olgunlaşmış olması gerekir. Olgunlaşmak demek yaşlanmak demek değildir. Mevlana şeyh, pir veya mürşid deyince “yaşça büyük, ihtiyar olanı değil, akıl ve marifet bakımından, anlayış bakımından üstün, büyük olanı” kasteder.[13] Bu işte saçı sakalı ağarmış olmak, ihtiyarlamak o kadar önemli değildir. Önemli olan saçın sakalın ağarması, rengini yitirmesi değil, kişinin benliğinin yok olmasıdır. “Şeyh kimdir? Şeyh; pîr, ihtiyar, yani saçı sakalı ağarmış kişi demektir. Fakat ey yanlış düşüncelere kapılan; bu beyaz kılın anlamını bil. Siyah saç, onun benliğinin sembolüdür. Saçların ağarması, şeyhin benliğinden, varlığından kurtulmasını gösterir. Saçı sakalı bembeyaz olunca, onun varlığından, benliğinden bir kıl bile kalmamıştır, demektir. Bu yüzdendir ki herhangi bir kişinin varlığı, benliği kalmayınca o pir olmuş, şeyh olmuş demektir. Onun ister saçı siyah olsun, ister kır, önemi yoktur. O siyah saç; insan vasfıdır, insan sıfatıdır. Nefsani arzulara bağlılığı gösterir. Söylediğimiz kıl, sakal, bıyık kılları; söylediğimiz saç, baştaki saç değildir. Hz. İsa beşikte iken daha genç yaşına gelmeden; “Biz şeyhiz, biz piriz” diye bağırdı. Oğul! Eğer bir kişi bazı beşeri vasıflardan, nefsani duygulardan kutulur da bazıları kalırsa, o kamil bir şeyh olmaz. Sadece seneleri saymış, yaşlı bir insan olur. Bizim bedene ait vasıflarımızdan, beşeri duygularımızdan siyah bir kıl kalmamış ise, işte o kişi Allah'ın makbulü bir şeyhdir. Fakat bir kimse sadece yaşlansa, ihtiyarlasa, saçı sakalı da ağarsa, bembeyaz olsa, o ne şeyhtir, ne de Allah'ın has ve makbul bir kuludur.”[14] “Oğul; ne kadar siyah sakallı gençler vardır ki onlar, akıl ve idrak yönünden tecrübeli ihtiyarlar gibidir! Ne kadar da ak sakallı kişiler vardır ki, onların akılları dönmüş, gönülleri de zift gibi simsiyahtır. İblisten daha ihtiyar kim var? Ama, değil mi ki aklı yok, hiçbir işe yaramaz! ”[15] Mürşid olmak için kâmil; olgun olmak da yetmez. Mürşid aynı zamanda mükemmil yani olgunlaştırabilme becerisine de sahip olmalıdır. O kime, neyi, nerede, nasıl öğreteceğini bilir; herkese anlayacağı dille hitab eder. “Şu halde, bütün halk mürşidin çocukları sayılır. O mürşidin de öğüt verirken onların anlayacakları şekilde konuşması, onların anlayışlarına inmesi lazımdır.”[16] Mürşid olan kişi küçük hesaplar peşinde olmaz. Birilerini memnun edeyim düşüncesiyle veya birileri tarafından eleştirilir miyim endişesiyle konuşmaz; sadece ve sadece hak bildiğini söyler. “O yalnız Allah'ı düşünür. Ne kimseyi görür ne kimsenin hasedine bakar. Her şeyden gözünü yummuştur. Ateş gibi kuruyu da yakmıştır, yaşı da.” [17] Bu uğurda her türlü tehlikeyi göze alır; gerekirse canını bile feda etmekten çekinmez. İnsan-ı kamili gözünü budaktan sakınmayan Türk'e benzeten Mevlana şöyle der: “Ne mutlu o Türk'e, yani kamil insana ki çekinmeden, korkmadan konuşmasına devam eder ve atını ateşle dolu hendekten sıçratıverir. Yani ölümü göze alarak çok tehlikeli bir iş olan hakikatleri söylemeyi başarır.” [18] Gerçek mürşid sapasağlam bir iradeye sahiptir. Karşılaştığı zorluklar onu yıldırmaz. “Eğer niçin söyledin diye bir pişmanlık duyar ve bu pişmanlık ona bir ayıp olursa, o gece o pişmanlığı ateşe atar, yakar. Kamil insan bir işte sebat edince, ayak direyince yokluktan pişmanlık baş göstermez. Çünkü Allah'ta fani olmuş, yokluk manasına ulaşmış bir velide pişmanlığın yeri yoktur.”[19] Tasavvuf yolunda kendini aşmış, başkalarının derdine derman olmaya, onlara yol göstericilik yapmaya çalışan mürşide verilen isimlerden biri de “hekim”dir. Ancak bu isim bir yanlış anlamaya sebebiyet vermemelidir. Onlar bedensel hastalıkları değil manevi hastalıkları tedavi ederler. Manevi hekimliğin mahiyeti ve işlevi tıp hekimliğininkinden tamamen farklıdır. “O hekimler hastaya gıda verirler, meyve verirler; böylece hayvani ruh onların ilaç ve gıda tedavisi ile bedenle beraber canlanır, kuvvetlenir. Biz ise iş hekimleri, söz hekimleriyiz. Biz hastalarımıza ilaç vermeyiz. Bize ilham veren Allah'ın celal ve büyüklük nurunun aksidir. Hastaya deriz ki: 'Şöyle bir iş sana yararlıdır, böyle bir iş ise zararlıdır. Zararlı olan iş senin Allah'a giden yolunu keser'. Bu çeşit söz seni ileri götürür, bu çeşit söz seni yaralar. O hekimler hastalığı anlamak için hastanın idrarına bakarlar. Halbuki bize delil olan hastalığın anlaşılması için yol gösteren, Allah'ın yüce vahyidir.”[20] Bir de mürşidlik iddiasında olan sahte şeyhler vardır ki onlardan olabildiğince uzak durmak gerekir. Bunlar gerçek şeyhlerin tecrübelerini kendi başlarından geçmiş gibi anlatarak insanları kandırırlar. Şüphe içinde oldukları halde yakîne erdikleri, tam ve sağlam bir inanca sahip oldukları iddiasında bulunurlar. “O şeyhlik dava eden, yani etrafına kendini mürşid ve şeyh olarak tanıtan kişi, kendi malı olan şeyle başkasından naklettiği şeyi fark edemeyen bir sapıktır. Aklını başına al da, üstün bir insan, mana adamı sanılsa bile ondan kaç. Onun görüşüne göre, korunulmuş hür kişi ile, bağlanmış esir bir kişi, birdir. O yakine erdim, tam inanca vardım davasında bulunsa bile şüphe içindedir.”[21] Mevlânâ, manevi eğitimini tamamlamadan şeyhlik davasında bulunanları vakti gelmeden koparılan ham meyveye benzetir. Böyle bir kimse yaşı başı ne olursa olsun hamlıktan kurtulamayacaktır. “Vaktinden evvel ağaçtan koparılmış meyve ne kadar bekletilirse bekletilsin, olmadıkça, kemale ermedikçe ona ham derler.”[22] O kimin gerçek, kimin sahte şeyh olduğu hakkında ipucu da verir. Ona göre gerçek mürşidler, müridlerinden veya sair insanlardan maddî bir beklenti içinde olmazlar; ecirlerini Allah'tan beklerler. Şöyle derler: “Biz kimseden tedavi ücreti almayız, emek karşılığı bir şey istemeyiz. Bizim ücretimiz Hakk'tan gelir; bu da bize yeter.”[23] “Onlar dilenci değillerdir ki, hizmetlerine karşılık senden bir şey beklesinler, senin minnetinin altında kalsınlar.”[24] Sahte şeyhlere kapılmamak için mürid hassas davranmalı, ince eleyip sık dokumalıdır. Bu aynı zamanda müridin bu yolculuğa atfettiği önem ve özenin de bir göstergesidir. “Mürşide, yol göstericiye karşı içinde bir şüphe ve tereddüt uyandı ise, doğru bir yol seçebilmek endişesi ile bu tereddüt ve şüphe, sana Allah'ın rahmeti, lütfu ve ihsanıdır.”[25] Tasavvufta mürşide atfedilen önem ve mürid-mürşid ilişkisi, bazı yanlış anlamalara ve eleştirilere de konu olmuştur. Özellikle, şeyhi karşısında “müridin gassâl elinde meyyit gibi olması” anlayışının müridi zelil, iradesiz ve düşüncesiz kılacağı öne sürülmüştür.[26] Bu yanlış anlama ve eleştiriler büyük ölçüde manevi yolculuk esnasında mürşidin nasıl bir rol oynadığını, niçin ve nereye kadar gerekli olduğunu dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. Şeyhi karşısında “müridin gassâl elinde meyyit gibi olması”, iradesiz ve düşüncesiz bir varlık olarak hareket etmesi anlamına gelmez. Bu sözle kastedilen müridin mürşidine tam olarak bağlanması gerektiğidir. “Mürîd” kelimesinin sözlük anlamı iradesi olan, isteyen demektir. Mürid kendi iradesiyle tasavvufî hayata yönelir ve mürşidini seçer. Bir eğitim işi olması hasebiyle tasavvuf bir usta-çırak, öğretmen-öğrenci ilişkisi içinde başlayıp devam eder ki çırağın ustasından, öğrencinin öğretmeninden tam olarak istifade edebilmesi için ona iyice güvenmesi ve onu benimsemesi icab eder. Burada bir kişilik kaybı söz konusu değildir. Aksine kişiliğin olgunlaşması, gelişmesi ve özgürlüğe kavuşması amaçtır. Tasavvufta “Gerçek hürriyet kulluktadır.” sözü meşhurdur. Bir tek kapıya, Allah'a kul olan, başka kulluklardan; paraya, mevkiye, insana, şöhrete kul olmaktan yakasını kurtaracaktır. Tasavvufun gerçekleştirmeyi hedeflediği korkusuz, çıkar kaygılarından uzak, sadece yüksek değerlere itibar eden özgür bir kişiliktir. Mürşidin görevi bu kişiliğin oluşmasında müride yardımcı olmaktır.[27] Tasavvufta mürşide yüklenen bahsettiğimiz fevkalâde role rağmen, acaba o, kemal yolculuğunda olmazsa olmazlardan mıdır? Unutulmamalı ki esas olan kemâle doğru ilerlemektir. Bu sırada mürşid de bir araçtır. Bu durumun tamamen farkında olan Mevlânâ, “Simyacı”[28] romanına da konu olduğu söylenen hikayesinde, Hakk ve hakikate ulaşmak için manevî bir yolculuğun ve bu yolculuk esnasında insana rehberlik edecek bir mürşidin gerekliliğine işaret eder.[29] Adı geçen romanda da, kişisel menkıbesini gerçekleştirmek isteyen “Çoban”a yani müride bir “Çingene kadın”, bir “Kral”, bir “Kervancı” hatta hayvanlar ve cansız varlıklar (koyunlar, kristaller, çöller) vs. rehberlik eder ve o bunlar sayesinde amacına ulaşabilir. Mevlânâ'ya göre de aslında mürşid her yerdedir ve hatta her şeydir. Şöyle diyor Mevlânâ: “Eğer senin gönül ve yakîn gözün açık ise, her yönde, her yerde bir veliyi görebilirsin.”[30] Her şeyin müridin amacına ulaşması için seferber edildiği böyle bir ilişkiler yumağı içinde, müridin zelil kılındığı hükmüne nasıl varılabilir! Tasavvufta mürşid müridin rehberidir; bütün imkan ve enerjisini onun şahsiyetini kaybetmesi için değil, şahsiyet kazanması için seferber eder. Başta Mevlânâ olmak üzere tasavvuf tarihi içerisinde yerini almış bulunan yüzlerce sufi bunun en açık delilidir. Mevlânâ, müridin yetişmesinde mürşidin rolünü izah için papağana nasıl konuşma öğretildiğini anlatır. Bildirdiğine göre, papağana konuşma öğretmek için karşısına bir ayna konulur. Aynanın arkasına bir adam gizlenir ve güzel-edebî sözler söyler. Papağan bu sözleri aynadaki hemcinsinin söylediğini sanır. Onunla iletişim kurabilmek için, o da aynı sesleri çıkarmaya başlar ve böylece konuşmayı öğrenmiş olur. İnsana Hakk ve hakikati öğretmenin yolu da hemcinsi olan varlıkları bu işe araç kılmaktan geçer. Mürşid, mürid için Hak ve hakikati göstermeye yarayan bir aynadır. Hakk ve hakikatin kendisi değil. “Önüne bir ayna konan papağan, aynada kendi aksini görür, kendi yüzü ile karşılaşır. Aynanın arkasında bir adam gizlenmiş, güzel bir ifade ile edibâne sözler söyler. Papağancık, bu yavaşça söz söyleyeni, ayna içinde gördüğü papağan söylüyor sanır. Kendine söz söyleyen adamın, o eski kurdun hilesinden haberi bile olmaz. Böylece kendi cinsinden olan bir başka papağandan söz söylemeyi öğrenir.”[31] Allah da insana Hakk ve hakikati öğretebilmek için, bazı kullarını ayna olarak tutar. İnsana yaraşan aynanın sırrının farkına varmaktır. Papağandan belki böyle bir şey beklenemez ama hakikate talip olan kulun, bu durumun farkına varması ve gerçeği kavraması gerekir. “O hünerli kuş, söz söylemeyi öğrenir ama sözün manasından da sırrından da haberi yoktur. Söz söylemeyi, bir bir insandan öğrenir. Fakat zavallı papağan insandan bir iki kelime öğrenmeden başka ne elde edebilir ki... Benlikle, noksanlarla, kusurlarla, günahlarla dolu olan mürid, papağan gibi velinin manevi beden aynasında kendini görür, kendinden başka bir şey görmez. (...) O sanır ki bu sözleri insan söylüyor. Halbuki bu başka bir sırdır. Onun bundan haberi bile yoktur.” [32] Bir türlü işin farkına varamayan, hâdisata veya mürşide takılıp kalan kimse hakikate eremez; Mevlânâ'nın ifadesiyle sır dostu olamaz. “Çünkü o bir papağandır, gizli sırları bilen sır dostu değildir.”[33] Tasavvufta insanın asıl hedefi Hakk'a ulaşmaktır. Bu hedef asla unutulmamalıdır. Hakk yolunda bazan kötü ve çirkin şeyler insanın karşısına çıkıp ona engel olmaya çalışır, bazan da iyi, doğru ve güzel şeyler ona ayak bağı olur. Mevlânâ konuyla ilgili görüşünü Hakîm Senâî (ö.525/1131) 'den naklettiği 'Küfür olsun, iman olsun, seni yoldan alıkoyan, geri bırakan her şey birdir. Aralarında fark yoktur. Seni dost'tan uzaklaştıran ister çirkin olsun, ister güzel; ikisi de birdir.' sözüyle başlayan beyitleriyle açıklar. Ona göre Allah'tan başka şeylere takılıp kalmak gayretullaha dokunur.[34] Bu nedenle mürid hiçbir zaman asıl gayesinin Allah'a varmak olduğunu unutmamalıdır. Mevlânâ ısrarla yol göstericiye değil, gösterdiği yola ve yöne bakmak gerektiğini bildirir. Mürşid müridin yolunu aydınlatan bir nur, ışıktır. Işığa değil, ışığın gösterdiği tarafa bakılmalıdır. Zira ışığa bakmak bazan gözlere zarar verir; onları kör eder.[35] Mevlânâ müride, nihai olarak öteler ötesini görmeyi öğütler. Bu manada mürşid son tahlilde bir yol göstericiden ibarettir; ona takılıp kalmamak gerekir. İnsan, yönünü sebepler sebebi olan Allah'a çevirmeli, O'na dayanmalı, O'na güvenmelidir. Zaten velilerin ve insanlara yol göstericilik yapan mürşidlerin görevi, onları Hakk'a yöneltmektir. Onların yolundan giden ve söylediklerine kulak veren kimseler esbâb perdesini yırtarak sebepler Sebebi'ne yönelebilir. Mevlânâ mucizelerin gösteriliş sebebini de, insanlığa esbâb perdesinin nasıl yırtıldığını öğretmek olarak takdim eder. “Gerçeği gören gözlerden güzel bakmayı öğrendin ise; yani nebilerden, velilerden bakmak, görmek dersini aldınsa ne diye sebeplere göz dikip kalıyorsun! Sebepler üstünde başka sebepler de vardır, sen zahirî görünen sebeplere bakma, batınî ve hakikî sebeplere bak. Peygamberler, sebepleri gidermek için geldiler. Mucizelerini zuhal yıldızına kadar çıkardılar. Sebepsiz olarak denizi yardılar, ekin ekmeden buğday yığını buldular.”[36] Mevlânâ'nın hayatı da mürşid-mürid ilişkisine dair güzel bir örnek teşkil etmektedir. Hayatı okunduğunda mürşid ile mürid birbirine karışır. Çelebi Hüsameddin mi onun mürididir o mu Çelebi'nin belli değildir. O şöyle der: “Ey Hüsameddin, ben aşk Cebraili'yim, Sidre'm sensin, ben hastayım, Meryem oğlu İsa sensin.”[37] Tasavvufta ve Mevlânâ'da gördüğümüz bu yaklaşım aslında Kur'an'da takdim edilen anlayıştan başkası değildir. Hiçbir şeyin varlığı veya yokluğu insanı Allah yolundan alıkoymamalıdır. Peygamberler bile bu yolda birer vâsıtadır. Nitekim bir âyet-i kerîmede “Muhammed bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse siz topuklarınız üzerinde dönüverecek misiniz? ”[38] buyurulur. SONUÇ Mevlânâ, Mesnevî'de pek çok yerde mürid-mürşid ilişkisinden bahseder; mânevî tekâmül sürecinin sağlıklı olarak sürdürülebilmesi için bu ilişkinin mutlaka gerekli olduğu üzerinde durur. Bu süreçte hem mürid hem de mürşid etkin rol oynar. Mürşid olabilmek için, yeterli tecrübe ve birikim yanında bu tecrübe ve birikimi başkalarına aktarabilme gücüne de sahip olmak gerekir. Mürid, mürşidini seçerken, bu evsafta olmasına dikkat etmeli, bu özellikleri taşıdığına emin olup irşadına uymayı kabul ettikten sonra ise onun söylediklerine uymada tereddüt göstermemelidir. Mürşidin talimatlarına gereken bu mutlak itaat, istismarı da beraberinde getireceği ve müridi zelil kılacağı gibi endişelerle, eleştiri konusu yapılmıştır. Ancak, tasavvufta mürşidin rolü ve mürşidte bulunması gereken özellikler dikkate alındığında, bu endişelerin yersiz olduğu anlaşılır. Zira çıkarcı ve istismarcı bir kimsenin mürşid olabilmesi mümkün değildir. Mürşid manevi yolculuğun rehberi, yol göstericisidir. Asıl yolcu mürid, asıl amaç da Hakk'a ermektir.
![Nihat Gülle](https://www.antoloji.com/i/siir/2010/09/03/asiklar-dergahina-kulluga-geldim.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!