Bizi hatırlayan son kişi de öldüğünde, bir yıldız daha sönüyor gökyüzünde.
Belki de insan, gerçekten öldüğü anda değil; adının yankısı son kez birinin dilinde tükendiğinde yok olur. Babam öldü. O günden beri gökyüzüne baktığımda, yıldızların birer birer azaldığını sanıyorum. Çünkü her biri, onun bana öğrettiği bir söz, bir sessizlik, bir bakış kadar parlaktı.
Babam ölünce anladım; Güneş bile bir sabah biraz eksik doğabiliyor insanın iç dünyasına.
Dünyanın dönmesi, takvimlerin ilerlemesi, akşamın kararması… Hepsi aynı, ama hiçbiri eskisi gibi değil.
Zaman, sanki dev bir gezegen gibi dönerken, ben onun yörüngesinden çıkmış bir küçük taş gibiyim. Artık hiçbir yere ait değilim.
Bir kuş düşün: İki kanadı var :Biri bilgi, diğeri estetik; Kanatlar birlikte çırpmazsa, Rüya değil, yalnızca toprak kalır altında.
“Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Bu kanatlardan birini kullanamayan toplumlar ise bir tavuğa benzer; tavuğun önüne yem atıldığında yer ama arkasından yumurtasının toplandığının farkına bile varmaz.”
Bu söz, insanlık tarihinin özünü anlatan derin bir metafordur. Kuşun iki kanadı, insanın hem akıl hem ruh yönünü temsil eder. Bilim, aklı özgürleştirir; sanat ise ruhu besler. İkisi bir araya geldiğinde insan hem düşünsel hem de estetik olgunluğa ulaşır. Ancak bu iki kanadın biri eksik olduğunda, toplum ilerlemez; yere bağımlı, kısa menzilli bir hayat sürer.
Gönül ektim, gül ellerin nasibi,
Sabırla bekledim, ettim hasibi.
Dikeni sardım da yâre demedim,
Ben Hakk’a verdim, O bilir sebebi
Zaman döner elbet, hak yerini bulur,
İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur.
Ne bir yük taşımıştır omuzlarında,
Ne de bir mesafe kat etmiştir aslında.
Yalnızca gün, ağır ağır içinden geçmiştir.
Güneş alçalmış, gölgeler uzamıştır.
Tüm yollar, ne kadar dolansa da
aynı sessiz kavşağa dayanır sonunda:
hayal kırıklığı.
Kimi umutla yürür,
İnsanlık tarihi boyunca farklı düşünceler, birbirinden ayrılan görüşler, çarpışan fikirler hep vardı. Her çağda insanlar baktı ama aynı gerçeği göremedi. Kimi, görünenin ardındaki hakikati fark etti; kimi ise gerçeğin hemen yanından geçip giderken onu hiç fark etmedi. İnsanın algısı, tecrübesi, yetişme biçimi, karakteri ve beklentileri; hakikatle arasına çoğu zaman görünmez perdeler ördü. Bu yüzden insan, doğruyu bulabilmek için her devirde bir ölçüye, bir mihenge ihtiyaç duydu.
İşte bu nedenle Allah-u Teâlâ insanlığa bir rehber gönderdi. “Oku!” emriyle başlayan bu ilahi çağrı, yalnızca gözle yapılan bir okuma değildi; hayatı, olayları, insanı ve hakikati okumayı öğreten bir başlangıçtı. Kur’an, sadece sesli tilavet için değil, hayatın tamamına dair ilke, ölçü ve yol göstericilik için indirildi. Onu okumak güzeldir; ezberlemek değerlidir; ama asıl emredilen şey, onu hayata indirmektir. Ayetlerin ahlakına bürünmek, emirlerine göre yaşamak, yasaklarından sakınmak ve adaletini topluma taşımaktır.
Ne var ki bugün —gerek ülkemizde gerek geniş İslam coğrafyasında— bambaşka bir tabloyla karşı karşıyayız.
Bu hafta, boyaya batırılıp rengârenk bir oyuncak gibi sokaklara salınan köpeği yazacaktım.
Süs havuzuna defalarca atılıp çırpınışları kahkahaya karışan kediyi…
Belki birkaç insan utanır diye, belki bir vicdan kıpırdar diye…
Ama sonra düşündüm:
İnsan unutuyor…
Bir gülüşü, bir sesi, bir bakışı —
kalbine kazındığını sandığı her şeyi.
Zaman, parmak uçlarından kayıp giden bir su gibi
siler anıların sıcaklığını.
Dünya, uykunun değil, uyutulmanın hüküm sürdüğü bir gezegene dönmüştü.
Artık kimse düşünmüyordu; düşünenler susturuluyor, susturulamayanlar yok sayılıyordu.
Zihinler, bir zamanlar gökyüzüne çevrilmişti; şimdi ise ekranların parlak sessizliğinde boğuluyordu.
Gözler kapalıydı ama rüyalar ölmüştü.
İnsan, kendi huzurunu değil, kendine biçilen rolü yaşamaya başlamıştı.
Bir zamanlar, dağların eteklerinde küçük bir kasaba vardı. Bu kasabanın girişinde, kimsenin nasıl ve ne zaman yapıldığını tam bilmediği eski bir su değirmeni bulunurdu. Değirmen yıllarca un öğütmüş, insanların ekmeğine bereket olmuştu. Ama zamanla yeni makineler çıkınca kimse eski değirmene uğramaz olmuş, değirmen çarkları da durmuştu.
Günlerden bir gün, uzak diyarlardan önemli bir misafir geleceği söylendi. Kasabalılar heyecanlandı; kimileri hazırlık yaptı, kimileri şaşkınlıkla olup biteni izledi. Misafir gelince, herkes onu şehrin en güzel yerine götürmek isterken, misafir sessizce:
“Beni o eski değirmene götürün.”dedi.




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!