Özgür Düşünce / Ortak Akıl
Özgür düşünceye “ortak akıl” ile ulaşılır.
Bilginin kaynağı akıl ve nakil. Nakil bizden öncekilerden bize intikal eden her türlü yazılı ve sözlü bilgi; genetik aktarımı da nakilden sayabiliriz. Akıl, iyiyi kötüden ayırma yeteneği, zekâ ise onun aracı. Akıl, zekâyı kullanarak değerlendirmesini yapar; kâinatı anlamaya çalışır.
Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Ne için geldik? Dünya hayatının maksadı nedir? Fayda ve zarar deveranında olmak nasıl bir aksiyon gerektirir? Gibi sorulara cevap arar durur.
Öte yandan da (kısa da olsa) Dünya hayatını daha yaşanılır hale getirmek veya Cehennem’e çevirmek için fikirler üretir. İnsanlığın faydası için çalışanlar minnetle anılırken, insanlığa zulüm ve sefalet getirenler lanetle anılır!
..
21. Yüzyıl
İçinde bulunduğumuz 21.Yüzyılı, 800’lü yıllar yani 9. Asır (Başlangıç) ile karşılaştıracağım. “Akıl ve nakil” konusuna ve “Lisan” konusuna da değineceğim. Antik Yunan ve İslam felsefesinin, zirvelerine ve geldiği noktaya da ayrıca bakacağım. Bağdat ve Roma üzerinden, 9. Asır ile 21. Asrı değerlendireceğim. 21. Asrı ve 9. Asrı, sembolik olarak Bağdat ve Roma üzerinden değerlendirip nereden, nereye gelindiğine bakacağım.
Halife Harun Reşit zamanında 9. Asırdaki Bağdat, “İslam tarihinde zirve dönemi” işaret edebilecek bir konumda. Refah, zenginlik ve kültürel alandaki muhteşem ilerleme ve terakki o asra damgasını vurmuş. Öyle ki sadaka verecek fakir bulmakta zorlanır olmuş halk! Felsefe ve ilim zirveye çıkmış.
Halife Harun Reşit, mutezile imamlarını desteklemiş ve böylece aklın İslam Felsefesinde daha etkin kullanılması sağlanmış. Ayrıca Harizmi gibi matematikçiler ve Farabi gibi felsefe üstatları da bu dönemde yetişmişler!
Mutezile imamlarının görüşlerine bakalım; bu ekolün kurucusu Vasıl Bin Ata, Antik Yunan felsefesine hakim ve aklı ön plana çıkarıyor ve İslam Felsefesinde aklı önemsiyor! Temel prensipleri; “Fikri Tenzih”, Tanrı eşi ve benzeri olmayandır! Bu nedenle Tanrı’yı tam manasıyla mevcut lisan ve sıfatlarla tarif mümkün değildir! İnsanoğlunun hiçbir lisanı Tanrı’yı tam manası ile tarif edemez çünkü lisan “Mahluk ”tur yani yaratılmıştır! Yaratılmış olan ise yaratanı tariften aciz kalacaktır! “O eşi benzeri olmayandır! ” o halde aklımız devreye girecek ve bireysel olarak edinilen nakli bilgiler akılla yorumlanacak ve bireysel bir algı oluşturulacaktır! Nakil bir yere kadar yol gösterecek akıl ise bireysel olarak daha ilerisine kişiyi taşıyacaktır! Tanrı, her şeyin ötesinde vardı; hiçbir şey yokken O, vardı! Tanrı’yı bir lisan veya sıfat ile tanımlamak, sınırlamaya sebep olabilir. Bu da “Şirk” kapsamındadır!
..
İtaatin Kaynağı
Tüm varlıklar evrenin yapı taşları olan atomlardan teşekkül eder! Atomlar da elektronlardan, atom altı parçacıkların ise henüz hepsi deneysel olarak ölçülemedi! Maddenin en küçük parçasında tüm evrenin bir modelinin saklı olduğu teorik olarak bilinir! Bu nedenle evrenin tamamını gözlemlemek kadar zordur, bir zerrenin yani en küçük temel maddenin, parçacığın gözlemlenmesi. İnsanlık evrenin tamamını gözlemleyecek teknolojiye ulaştığında maddenin de en küçük parçasını ancak gözlemeyi başarabilir! Teorik olarak pek çok şey söylenir; evrenin ne kadar büyük olduğu ve en küçük temel parçanın ne kadar küçük olduğu konusu sadece teorik olarak söylenir! İnsanlık da evrenin tamamının belli bir aralığını algılayabiliyor! Maddi alanda, fiziki açıdan bunları söylemek mümkün olsa da maddenin ardındaki mana ise bir o kadar derin. Maddenin kaynağı, mana olarak görülebilir ki her şey tercihe baktığı için öyledir de!
Evrendeki bu itaat zincirine bakalım!
Varlıklar arasında evrimsel açıdan ileride olan, diğerinden yararlanır!
Şuurlu olanların, şuursuz olanlara hükmettiği ve doğal olarak şuursuz olanların şuurlulara itaat ettiği bir evrensel sistemde, insan şuurlu varlık olarak görünür! İnsanlar arasında da şuurunu kullananlar ile kullanmayanlar arasında bir itaat ve egemenlik durumu vardır!
Tüm varlıkların en küçük parçadan yararlandığını ve en küçük parçanın, evren kadar ayrıntılı olduğu gerek bilim adamları gerekse din adamlarınca söylenmiş! Canlıların da maddelerden yararlandığını biliyoruz! Canlılar için ana kaynak; toprak, hava, su ve ana unsur beslenmedir! Canlılar da kendi aralarında bir alt yaşam formundan beslenir! İlk canlı, su, hava ve toprağı kullanır! İlk bitki de böyle! Bitkiden bir aşama ileride olan ilk hayvan, bitkiden yararlanır, sonra kendi aralarında daha güçlü ya da akıllı olanlar, diğerlerini beslenmede kullanır! Bir üst form, alt formlardakilerin tamamını kullanır! İnsan formu, hepsini kullanır! Bu formlar arası hiyerarşi bilinç ile oluşur! Bu nedenle bilinçli olan insana tüm varlıkların itaat ettiği söylenir! İnsan, kendini “En üstün yaratık! ” olarak bu bilinç düzeyinde izafi olarak bilir! Aslında insanın üstünlüğü, alt formlara ve insana itaat de alt formdakiler için! Bir üst forma geçmeyi insan hep arzular, bu nedenle insanlar arasında da “Üstün ırk” söylemi geliştirilmiştir! Bu söylem elbet şuur ve aklın ürünüdür! Alt formlarda akıl ve şuur gelişmediği için “Üstün olma” iddiası da aslen yoktur! Avlanma, beslenme ve neslin devamı için çiftleşme aşamalarında mücadele olsa da bu içgüdüseldir! Yani hiçbir hayvan “Üstün ırk” iddiasıyla diğer hayvanlara hükmetmeyi düşünmez sadece içgüdüsel olarak beslenme amaçlı güç kullanımı ve gelişimine göreceli taktik kullanır! Kurt, “Kuzu çiftliği” kurup, ziraat ve ticaret yapmayı düşünmez sadece kuzu sürüsü bulur ise bazı doyacağı kadar bazı da hırs ile bilinçsizce ihtiyacından fazlasını öldürür! Bazı hayvanlar ihtiyaç fazlasını toprağa gömerek saklamayı akıl edebilir! Karıncaların topladıkları organik maddeler ile mantar yetiştirmeleri veya arıların bal yapmaları da ilginçtir! Sanki bilinç var gibi bir gelişim de göstermişler! Yani tekamül, evrim, devam ediyor! Hayvanlar aleminde, güçlü olanlar yani gelişmiş olanlar, alt formları beslenmede kullanır! Hayvanlar aleminde “Üstünlük” ikna ile olmaz, güç ve büyüklüğe, yırtıcılığa dair bir üstünlük gözlenir! Hayvanlarda dinsel, ırksal ve ideolojik bir akıl da olmadığı için kendi ile aynı kategoride olanlara karşı boyun eğmek veya eğdirmek fikri gelişmemiş. Çünkü bu aklın ürünüdür! Akıl gelişince ortaya çıkan bir durumdur!
Üstünlük, insanlar arasında diğer varlıklara karşı ilk zamanlarda iddia edilmiş daha sonraları kendi içlerinde şuuru aklı gelişmemiş olanlara karşı iddia edilerek gelişmiştir! Öyle ki bu ileri safhalarda, sadece güç ile olmaz, şuurunu kullanmayanları ikna ile de olur ki günümüzde bu en fazla görüneni budur! Çünkü tekamül, evrim, devam ediyor. Yani insan aklının gelişimi ile bu “Üstünlük” iddiası ortaya atılmış! İnsan olma potansiyelini kullanmayanlara veya kullanamayanlara karşı, potansiyelini, şuurunu ve aklını kullananlar, üstünlük kurmuş veya iddia etmiş. Bunu da uygulamada göstermiş! Tüm alt formdaki kaynakları kullanarak mesela demiri işleyerek, bakırı işleyerek, bunlarla diğerlerine üstünlük sağlamış! Aklını kullananlar, fiilen de kendilerine üstünlük sağlayacak teknolojiyi üretmiş! Bazıları da teknoloji ile uğraşmak yerine direk aklını kullanıp diğerlerini “Üstün ırk” söylemiyle ikna ederek maksadına erişmiş! İkna da inanç sistemleriyle olmuş! Önceleri “İnsan ilah” ve sonrasında “Yarı insan, yarı ilah” daha sonraları da Tanrı ile direk ilişki kurduğunu söyleyen “Aracılar”, diğerlerinden üstün olma iddialarıyla çıkmışlar! Yani aklını kullanan insanlar, ya akıllarıyla teknoloji üretip diğer insanları egemenliklerine alıp “Köle” gibi kullanmışlar ya da yine akıllarını kullanarak teknoloji üretmeksizin sadece ikna ile diğerlerini “Köle” olmaya ikna etmişler! Tabi ki bu süreçte “Tanrı ile direk bağlantı kurmak” ve “Seçilmiş” olma iddiası çok önemlidir!
..
Sağlam Kafa Sağlam Vücutta Bulunur
Eskiden geri toplumların yer üstü yer altı kaynaklarını sömürmek için ellerine kutsal kitap (mesela İncil) tutuştururlardı! Biraz uyandıklarında da ayrıştırma yapıldı. İç savaşlarla sömürü devam etti. Bu geri toplumlar tamamen çökme durumuna gelince de göstermelik yardımlar yapıldı! Sömürülecek toplumlar öyle bir işleniyor ki; ibadethane ve hastane arasında, birinde sakat olan zihnini uyuşturuyor, diğerinde sakat bedenini güya iyileştiriyor! "Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur! " düsturuyla hareket etse hem bedeni hem zihnini tedavi edebilecek ama bu iki unsur; biri ibadethanelerle, diğeri hastanelerle desteklenerek iyice yerleştirilir! İbadethane ve hastane arasında mekik dokuyan, kaynakları da egemenlerce sömürülen her açıdan güdük bir toplum kaçınılmaz olarak oluşur!
“Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” Bu sözü çok severim, tarihte ilk kim söylemiş oraya girmeyeceğim ama söz güzel ve yazıma başlık oldu.
Geniş açıdan bakınca görünen şu; ilkel bir kabilede, kabile reisinden sonra protokolde kabile büyücüsü gelir değil mi? Kabile büyücüsü, iki ana iş yapar? Biri kabilenin ilahlarla olan ilişkilerini düzenlemek, diğeri şifa dağıtmak! Birinci işine karşılık gelen bina tapınaktır, diğer işine karşı gelen bina da hastanedir! “Sağlam kafa” dan kasıt, beyin yani insanın aklı değil mi? “Sağlam vücut” da sağlıklı bir beden! Beden, kafayı taşır; beden, ruhun bineği… Yani maddi beden sağlam olmalı ki manevi akıl da sağlam binekte sağlıklı işlesin. Geri toplumlarda bu iki ama unsur zedelenmiş. Yani akıl sağlığı beden sağlığına paralel olarak bozuluyor…
Gelişmemiş toplumlarda kafa, akıl ve beden, vücut sağlığı bozuluyor! Bu iki alandaki çabaları incelersek; ruhsal, manevi sağlığı korumak için ibadethanelere önem veriliyor; beden, vücut sağlığını korumak için de hastanelere önem veriliyor! Yani bir toplumda ibadethane ve hastane sayısı o toplumun beden ve ruhsal sağlığının da göstergesi olabilir! Eski zaman kıssalarında anlatılır; toplum o kadar temizliğe riayet edermiş ki kimse hekime başvurmazmış. Yani o kadar sağlıklılar ki hekimlere başvuran da az! Yani şifa hane ve hekim sayısı az ise o toplumun sağlıklı olduğuna delil imiş! Ama temizliğe riayet etmeyen toplumlarda hastalık kol gezermiş… Tabi ki hekim ihtiyacı da fazla imiş… Günümüzde hangi toplumlar hem kafadan hem bedenden hasta? Bu bir fikir verir!
..
Gözlemlerim
Musevilerin ve İsevilerin Allah inancı konusunda çok fazla delil bulma gayretinde olmadıklarını; Müslümanların ise aşırı gayret içersinde olduklarını görüyorum…
Peygamberlerin çoğunlukla Yahudi olması ve Kuranda bile Yahudilerin seçilmiş olduğu üzerine işaret olması; zaten “Seçilmiş ırk” olduğuna inanan Yahudilerin imanını kuvvetlendiriyor olabilir. Belki bu yüzden iman konusunda çok fazla delil peşinde değiller. Belki de dini, metafizik boyutunda değil de siyasi ve toplumsal boyutta yaşamayı seçiyorlardır. Daha çok insanın kendi dinlerine girmesi gerekmiyordur. Çünkü herkes Yahudi olsa üstünlük de çok anlamlı olmayacak.
Çoğunluk olarak Dünya’da ilk sırayı alan Hıristiyanların daha fazla tebliğci (misyoner) oldukları görülüyor. Hatta sömürgeleştirdikleri toplumları bile Hıristiyanlaştırma gayretindeler. Tabii ki sömürgeler Hıristiyan olunca kurtulmuyorlar! Belki daha az sıkıntıya maruz kalma ümitleri oluyor. Bu yüzden özellikle alt sınıfı oluşturan eğlence ve hizmet sektöründekiler boyunlarında “haç” kolyesi ile daha sık görünüyor. Hıristiyanların da iman konularından ziyade siyasi ve toplumsal ikna metotlarını tercih ettiklerini gözlemliyorum. Özellikle süper güce sahip, zengin ülkelerde Hıristiyanların etkin olması ikna metotları arasında inancı o kadar önemli kılmıyor. Güç kendiliğinden ön plana çıkıyor.
Gelelim Müslümanlara! Neden iman konusunda daha fazla delil peşindeler? Birinci unsur, İslamiyet sadece din adamlarına has değil, bireysel sorumluluklar daha ön planda. Bu bireysel vazifelerin yapılması için inancın sağlam olması gerekir. Bir diğer husus İslam dini akıl dini olduğundan herkes aklını işletme çabası içinde. Osmanlı İmparatorluğunun güçlü olduğu (Duraklama ve gerilemenin başladığı) son dönemlerinde inanç konusunda akıl işletmeye çok fazla gerek yoktu; kuvvet iş görüyordu çünkü… Günümüzde İslam coğrafyası geri kalmışlık ve fakirlik içersinde olduğundan; ikna edici olarak elinde akıldan başka güç kalmamış denilebilir. Bu yüzden iman konusunda ikna olmak ve ikna etmek için akıla yöneliyor.
Sözün değeri kısalığında diyorum ve kesiyorum.
Saygılar
Ahmet Bektaş
..
Ölçü
“Bir niceliği, o nicelik için kabul edilmiş birimlerden birine göre oranlayarak değerlendirme, mizan”
Ölçü, ölçü aracına izafidir!
Tüm ölçekler, izafi bir miktar, uzunluk, ağırlık gibi izafi bir araca göreceli yapılır! Mesela bir uzunluğa, “Birim” isim verilir ve tüm ölçümler o birim üzerinden yapılır! Belirlenen izafi uzunluğa oranla ölçüm yapılır! Ölçü araçlarındaki izafi farklılıkları bilirsiniz! Fikir alanında da “Ölçü” kişiye izafidir, görecelidir! Nasıl ki maddi alandaki ölçekler izafi olarak kabul edilen bir miktar üzerinden yapılıyor ise fikir alanında da kişisel kabuller üzerinden yapılır!
Ölçü ve tartı araçlarının farklı olmasına dikkat ediniz; en fazla sözü geçen ya da ticari ürünlerin satış ve pazarlanmasındaki sürece hakim olanların, “Ölçü birimi” genel olarak kabul edilmiş! Fikir alanında da egemen olanların “Ölçü birimi” genel olarak kabul görmüş! Ticari alandaki ölçüler, nasıl geçerli olmuş ise fikir alanındaki ölçüler de benzer şekilde geçerli olmuş! Ticareti elinde bulunduranların kabul ettiği ölçü ile “Ölçmek-tartmak” yerleşmiş çünkü ilk ölçüyü ilk satıcı belirlemiş; petrolün varil ile ölçülmesi gibi! Fikir alanında da egemenler, ilk görüş veya temel görüş belirlediklerinden başka fikirlerin yeşermesine fırsat olmaz! Ya da kendilerine ait fikirlerin ilk ve temel olduğunu kabul ettirdiklerinden farklı fikirlerin yol alması zorlaşır!
Çok ayrıntıya girmek gerekmez ama maddi alandaki icatlar gibi fikir alanında da icatlar söz konusu! Kadim dönemlerde, “İlahlık” iddia eden egemenlerin, “İnsan ilah” söylemi yıpranınca “Yarı insan, yarı ilah” şeklinde değiştirmeleri, daha sonraları “İlahlar” döneminin tamamen kapanması üzerine “Aracılık” müessesesini işletmeleri bir nevi buluştur! Aracılık müessesesinin hakimiyeti manidar! Yani kadim dönemlerde, “İlah” üzerinden konan “Ölçü”, yakın dönemde, “Aracılar” üzerinden konmuş ve bu ölçüler, o kadar yerleşmiş ki bir fikir ya da söylemdeki tüm ölçüm o kabuller üzerinden yapılmak durumundadır! Ölçü aracı, burada da ilk akıl edende kalıyor! Sonraları hangi akıl yürütülürse yürütülsün, ilk ölçüye uygun değil ise reddedilmek beklentisi oluşur! Yeni fikir üretmek, kolay olmuyor; olmaz!
“Dabbe”, debelenen manası; önemli! Literatürde farklı farklı izah edilen bu hal, aslında “Debeleniş” halidir! Fikir alanında “Ölçü” edinememiş olanların, “Kısır döngü” ve “Güncellenmeyen eski bilgi ve yerleşik ölçüde sıkışması” yüzünden debelenmesi halini düşünün! Fikirleri güncelleyemez çünkü “Ölçü” güncel değil! Ölçüyü güncellemeyi akıl edenler olmamış değil ama bu o kadar kolay değil, güncelleme yine ilk kabul edilen ve geçerli olan ölçüye göreceli olacaktır! Böyle bir güncelleme, yine “İlk kabul edilen ölçü” güncellemesi olacaktır! “Dabbe” söylemi, bu hali hatırlatıyor! “Reset”, sil baştan olmadan “Dabbe” hali de sona ermez!
..
Bilim Ve İdeoloji
Bilim:
Araştırma, somut veya soyut ispat ile öğrenme süreci! Bilmek ile öğrenme aynı manayı vermez! Bilmek, kişinin bizzat kendi somut veya soyut kanaatidir! Öğrenmek ise daha öncekilerin kanaatlerinin değerlendirilmesi! Öğrenme ve bilmek süreci, sonsuz; ucu açık, bitmiş değil! Bu nedenle yenilenebilir!
İdeoloji:
Toplumsal öğretilerin, toplumsal grup davranışlarına yön vermesi! Felsefi, dini, bilimsel, hukuki, estetik olarak belirli bir kalıbın toplumu etkilemesi! İdeolojilerin gelişmesi, teoride mümkün olsa da pratikte uygulanması zordur! İdeolojik görüşleri ortaya çıkaranlar ve o çağdaki uygulamalar kolay kolay bırakılmaz! İdeolojilerde yeniliği, “Sapma” olarak görme eğiliminden dolayı ideolojilerde yenilenme pek yapılamaz!
Bilim ve ideoloji çekişmesi:
Bilimin yeniliğe açık olmasından kaynaklanan bir çekişme görünüyor! Bu bilim içinde de olur, bilim ve ideoloji arasında da olur!
Bilim içi çekişmelerde yeni buluşlar ve iddialara direnenler olabilir! Bilimin sınırı olmadığı için her daim yeni fikir ve buluşlar olacaktır! Bu da gelişmeyi sağlıyor öyle de olmuş. Geçen yüzyılın bilim insanlarının ürettikleri teorilerin kısmen veya tamamen yenilenmesi söz konusu! Bilimde eski bilgilerine sadık kalanların yeniliklere uyum sağlaması mümkün olmaz!
..
Aklınla Bin Yaşa
İnsanı, “İnsan” yapan aklı! Yani insan, aklıyla bin yaşıyor!
İnsan, akıl ile evreni ve kendisini algılıyor ve şuur ediniyor! Bunu yapabildiği ölçüde terakki edip gelişiyor! Tüm deneyimlerle kazanılan ve genetik miras ile edinilen veya nakli bilgiler hatta evrende mahfuz bilgiler aklın hizmetinde ya da algısına açık!
Aklın algılamasına dair durumları irdeleyelim!
En önemli algı genetik “DNA” ile aktarılanlar; sonrasında bebek cenin iken başlayan bir süreç bu “0-2” yaş aralığı en tesirli olan! Yeryüzündeki insanların pek çoğu belki hepsi, genetik olarak aldığı bilgilerin üzerine cenin iken başlayan bir öğrenme etkisi alıyor! Bilgi bombardımanına tutuluyor adeta bebek! Bu sırada virüs bilgiler de alınmış oluyor!
Daha bebek oluşmadan onun ilk yumurta ve sperm halinde ana babasından genetik bilgileri miras alıyor! Bazı hastalıklar ve eğilimler genetik olarak aktarılanlar! Cenin ve bebeklikte aldıkları ise bebeğin ana karnındaki dış çevreden ve davranışlardan etkilenmesi şeklinde! “0-2” yaş arası ise temel etki ve bilgi aldığı dönem oluyor!
..
Benim Helal Kapsamım Kendi Hoşuma Gidenler
Hayat ve insanlardan hatta kendinden korkan insan bir dayanak arar! Bu dayanağı da dini inanç üzerinden sağlamaya çalışır çünkü ona ilk öğretilen budur! İnançla verilen tüm teselli ve sığınmalar insanda öyle yerleşir ki bu onun dışında bir kalın kabuk oluşturur. İçinde kendini güvende hissedeceği bir sığınağı oluşmuştur. Ne zaman sıkılsa dine sarılır ve kendini bir şekilde rahatlatır. Başına gelenleri de kadere havale eder, bunlar aslen kendi tercihleridir. Önceki yazılarımda "Elest" (Kalu bela) yani ruhsal boyuttaki soyut tercihlerinin bir "An" da olması ve bu tercih anının da tüm yaşama yayılmasını anlatmıştım. İnsana hariçten bir şey gelmez, aslında insanı yaşamda bulanlar da aslen kendi yaptığı tercihlerdir.
İnsan, illa ki çok çaresiz kalmalı; böylece insan kendini tanır ve kendi oluşturduğu bir kabuğun içinde hapis olduğunu idrak eder! Yoksa çaresiz duruma düşmeyen bir insan, çarenin kendinde olduğunu fark edemez! Yani tercihlerini beğenmiyor ise onların kaynağında kendini görmeli. Bu durumda ancak yeni tercihlerle kendini yeniler. Eski tercihlerin somutlaşmasını da rıza ile kabul eder ki yeni tercihe uygun zemin hazırlansın...Yoksa debelenir durur. Bu hale "Dabbe" Yerde debelenen denir. Kıyam ise ayağa kalkıştır, kendi oluşturduğu kabuğu kırıp zuhur etmektir!
Şimdi konuya girebilirim. Benim helal kapsamım kendi hoşuma gidenlerdir! Bunu açıyorum. Evrende hayır, şer ne varsa Allah'ın dilemesiyledir! Yani bizim tercihlerimize sunulanlar da O'nun tercihleridir, esmanın yansımasıdır; esmada olmayan zaten tercihe de sunulmamıştır, tercihe sunulmuş ise esmadandır! Allah'ın esmasında kusur aramak ise şirktir! Bizlere göreceli yansıyan esmadan yapılan göreceli tercihler ise Allah'ın taktirine bağlıdır! Sofrada olmayanı yiyemezsiniz! Sofrayı hazırlayan eğer kusursuz ise sofrada olana da kusur bulamazsınız. Bizler kendimize uyanı seçip yaşarız! Buna da "Elest anı" diyorum. Elest anı devam ediyor! Yani zaman ve mekan kalkınca levha olarak görülen elest anı zaman ve mekan sınırında seyir halidir. Bir boyutta devam eden başka boyutta başlamamış veya bitmiş olabilir! Çünkü zaman, mekan şeridinde nerede olduğumuz ya da nerede hissettiğimiz bize görecelidir!
Şimdi ben neyi tercih etmişsem o bana göreceli Cennet'im olur. Buna bir misal vereceğim: Bok böceği bok yuvarlar değil mi? Arı ise rengarenk çiçeklerden bal toplar! Arı ile bok böceğinin sohbetinde arı boku beğenmez, bok böceği de balı beğenmez! Hangisi haklı? İkisi de haklı. Beni memnun ediyor ise sen kendi işine bak benim tercihim bana göreceli güzeldir! Bu hakikati anlamayan insanlar tarihsel süreçte birbirleriyle din ve ideolojik kavgalar verdi! Herkes kendi tercihini Allah'ın tercihi olarak "Doğru" kabul edip diğerinin tercihini "Yanlış" olarak değerlendirip bunu menfaat kavgasına çevirdi!
..
Felsefe üzerine
Ağaç olgunlaşmadan meyve vermez.
Çocukluk döneminde algı araçları gelişir.
Gençlik döneminde algı araçlarının kullanımı öğrenilir.
Olgunluk döneminde fikir üretilir.
“Hamdım, piştim, yandım.”
..