Ahmet Haşim Şiirleri - Şair Ahmet Haşim

Ahmet Haşim

Bundan on beş, on altı sene evvel, Galatasaray lisesi sıralarında henüz bir talebe iken, aruz vezninin mukassi darlığı içinde ciğerlerinin rahat teneffüs edemeyeceğini hissederek, Régnier ve Verhaeren'in Fransız nazmında yaptıkları inkılâbın tesiri altında, Türkçe şiir için, rüzgara göre dağılan, toplanan, sönen, canlanan, bir çoban ateşi tarzında, his tahavvüllerine ve ahenk zaruretlerine tâbi serbest bir vezin düşünmüş ve bunu "Yollar" ve "O belde" isimli iki manzumemde tatbik etmiştim. Halk denilen büyük denizin fırtınalarına asla çıkamamış ve daima korkak kuğular gibi, havuz genişliğinde dar bir sahada kalmış olan diğer şiirlerim gibi "Yollar" da yeni şekliyle ancak mahdud bir genç zümresi içinde merakı tahrik etmiş ve bazı şiddetli münakaşalara mevzu teşkil etmişti. Bu münakaşalar sırasında, serbest nazmımın hakikatte bir "serbest müstezat" olduğunu, nazariyatta yed-i tulâ sahibi olanlardan öğrendim.

"Yollar" ve "O belde"nin intişarından sonra serbest müstezat genç nesillere mensup bazı şairler tarafından tatbik edilmek istenildiyse de yapılan bütün tecrübeler, âhenk itibariyle, kâfi bir muvaffakiyet temin ediyor görünmemişti.

"Serbest müstezat" aynı manzumade ancak bir bahrin muhtelif evzanını kullanmak hususunda serbestî verirken, bu hususiyete dikkat etmeyen şairlere, her iki mısrada bir bahir değiştirmekle, şiirin musikisinde gayr-ı mahsüs dereveler yerine, birbirini tutmaz sesler, atlama vücuda getiriyorlardı. Esasa riayet edilmeksizin yapılan bu tecrübelerin muvaffakiyetsizliği serbest müstezatı tedrîcen unutturmuş gibiydi. Hayır! Fikir ölmemiş, toprağın karanlıklarında tohum tanesi gibi, sessiz bir hayat ile yaşamaış! Meğer, nicelerinin üzerinde topallayıp yüryemeyeceği yol, on altı sene sonra gelecek şanlı bir atlı için açılmış bir şehrâh imiş!

Devamını Oku
Ahmet Haşim

Soğuk bir kış günü, karanfil almak için çiçekçi dükkânına girdim. Tatlı bir yaz hararetiyle ısıttırılan bi yerin havası, nibâti usarelerin hafif, sert ve yeşil buğulariyle dolu idi. İstediğim çiçeklerin destelenmesine kadar, bana gösterilen sandalyede oturdum. Mes`ut bir insanın hayâl evi gibi, iklim, mevsim, yer ve zaman dışında meyl ve hevesin arzu edebileceği her türlü renkte otlar, yapraklar ve çiçeklerle dolu olan bu âdeta sihirli dükkânda sessiz bir hayat ile nefes aldığı hissedilen karanlık yapraklı, bodur bir hurma ağacından başka hiç bir şeyle meşgul olmadım. Hayâlim, sanki âciz bir sinekti ve nebatî örümcek onu birden ağlarında avlamıştı. Hareketsiz duran haşin ağaca baktım ve düşündüm: Bir limonlukta hapsedildiği için, uzaklarda kalan diğer hemcinsleri gibi, öğle güneşlerinde sıcak toprağa gölge salamayan, yağmurlarda ıslanamayan, fırtınalarda sarsılmayan, semayı, yıldızları, ayı görmeye görmeye unutan şu ağaç, bulunduğu köşede acaba mes`ut muydu? En hakîr ottan, en muhteşem çınara kadar her nebatın muhtaç olduğu hava ve ışıktan, kuş ve böcek ziyaretinden mahrum olarak, bu ağacın soba harareti ve insan nefesiyle yaşamaktan mes`ut olabileceğine hükmetmek için kendimce makul bir sebep bulamadım.
Nebatların zekâsı hakkında büyük Maeterlinck`in anlattığı akıllara hayret verici müşahedelerden sonra, bir ağacı mes`ut veya muztarip tasavvur etmekte hiç bir garabet kalmıyor. Varlıkların sükûtuna aldanmamalı! Muztaripler yalnız ‘‘muztaribim’’ diye bağırabilenler değildir. Bilinmez niçin, acıya hayat katan kudret, insandan başka hiç bir mahlûka acının sırrını açıklamak imkânı vermemiştir. Her mahlûk, hayatın kanlı yollarında, boynuna geçirilen ve sesini boğan bir ağır ‘‘sükût’’ zincirini sürükleyip yürüyor. Hiç bir beygir, hiç bir arı, hiç bir sinek, başının ağrıdığını veya midesinin bulandığını bize söyleyememiştir. Fakat bu cinsten bir ıztırabın gözü, başı, ağzı olan bir mahlûka yabancı olabileceğini sanmak ne merhametsizliktir. Rüzgârlı, karanlık gecede, bahçenin ağaçları, vahşi gürültülerle hışırdıyor; bu ağaçların niceleri kırılan bir dalın yarasiyle kanıyor, niceleri gizli bir böceğin zehiriyle için için ölüyor, niceleri can çekişmekte, niceleri anlaşılmaz acıların kıskacına yakalanmış, kıvranmaktadır. Fakat bunu hiç kimse bilmiyor, çünkü rüzgârlı, karanlık gecede hepsi aynı gürültü ile sallanıp hışırdıyor. Çöllerin serbest bir ağacı iken, ırsîbir terbiye ile, yavaş yavaş ateş kenarında yaşamaya mahkûm uyuşuk bir kedi zilletine indirilmiş, bu şimdi çiçeksiz, meyvesiz, aşksız ağacın her dokusu, duyulmak için ağız ve sesten başka bir şey istemeyen bin karanlık feryat ile dolu olduğunu pek muhtemel gördüm.
Dar saksıya gömülen kısa kütükten çelik süngüler gibi fışkıran yapraklar, korkunç bir ıztırap ile gerilmiş büyük bir elin bana doğru uzanan sert parmakları gibi göründü ve demir kafes arkasında yatan hasta arslanın sıtmalı, büyük, sarı gözlerini andıran nebatî gözlerle, mahbus ağacın bana bakmakta olduğunu, tüylerim ürpererek düşündüm.

Gurebâhâne-i Laklakan

Devamını Oku
Ahmet Haşim

Ba'zan sarı bir çehre-i ru'yâ gibi hissiz.
Tenhâ bir ufuktan görünürsün bize sessiz...

Çehrenden akan hüzn-i ziyâ, hüzn-i müebbed.
Her rûha döker giryeli bir hasret ü gurbet,
Bir hasret ü gurbet ki bütün geçmişe âid:

Devamını Oku
Ahmet Haşim

Bu bir hayâl idi evvelce, fikr-i hâtiimin,
Firâz-ı ufk-ı serabında dâimâ uçuşur:
O handedir, o tebessüm, o nağmedir ki şiir,
Uçar bahâr-ı ezelden... nüvîdidir ebedin.

Bütün o aşk ü melâlimle ben semâlardan,

Devamını Oku
Ahmet Haşim

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek ölmek istiyorum
Cevf-i ye's âşinâ-yı hüsrâna...

Titrek

Devamını Oku
Ahmet Haşim

Suda yorgun, muzî tecelliler
Ediyor bir takarrübü ifşâ:

Kuğular, leyl içinde, sîne-küşâ
Geliyor, gözlerinde mestîler;
Sanki mahmul-ihande keştîler

Devamını Oku