Daha pek yavru, pek küçükken ben,
Büyük annem tutardı alnımdan.
“- Bana bak, böyle dilberim” derdi.
Sonra mâh-ı nev-incilâya bakar,
Leb-i mağmûmunu bir bükâ saklar,
Bir hitâb-î semâyi dinlerdi.
Gece uykusunun en derin yerinde, keskin bir ısırışla fırladım. Elektrik düğmesini çevirdim. Karnı patlayacak kadar taze kanla dolu bir tahtakurusu, odayı bir anda dolduran göz kamaştırıcı ışık içinde, ne yapacağını, nereye gideceğini, nasıl saklana- cağını bilemeyerek, sırtında koca yükle yakalanmış bir hırsız telaşıyla, beyaz örtülerin kıvrımları arasından aptal aptal kaçıyordu.
Küçük böceğe dokunmadım ve çetin talihi, müthiş cesareti hakkında hayretle düşünceye daldım:
Hiç şüphe yok ki, arslan bile, bu bir kahve damlası kadar küçük hayvandan daha fazla cesur değildir. Tırnakları hançerlerden daha kesici, dişleri en müthiş kılıçlardan daha delici, sesi gök gürlemeleri gibi hava tabakalarını dalgalandıran, kuyruğunun her vuruşu yerleri sarsan koca arslan için, boş çöllerde ince ayaklı ceylanlar ve güçsüz öküzler boğazlamak bir iş mi?
Akşam… Sarı bir hasta semâ… Bir gam-ı mechûl…
Sisler gibi tutmuş yine sahilleri eylûl,
Bir hüzn-i müzehheb gibi durgun yine Dicle,
Sessizliği olmuş yine rü’yâlara hacle.
Faslın yeni lerzişleri her sâyede mahsûs,
Bir gün yine biçâre kadın hasta uzanmış
Tüllerde…
Uzaklıkları bir sâye-i müthiş
Bir dul gibi örterdi dumanlarla, elemle,
Hep gölge adımlar bir âheng-i ademle
Vâdileri kaplardı serâpa gece sessiz.
Lâkin yetişir ey kamer, ey hüzn-i leyâlî
Ruhum o kadar oldu ki mehtâb ile mâlî,
Artık yetişir cûşiş-i pür-nûr-ı hayalin…
Yorgun bu dumanlarda duran leyl-i mehâsin,
Enhâr-ı sükût, ufku saran sâye-i rü’yâ;
Her hiss-i hafî, şübheli bir gölgede gûyâ
“Mehmet Sait Bey’e”
Bütün bizimçündür
Nukûş-ı encüm-i vahdetle işlenen bir tül
Gibi üstünde titreyen bu semâ;
Gecenin dallarında şimdi açan
Harp ve zafer, kolay bir iş değildir. Dünya savaşı, bunu bütün kavgacı milletlere öğretti. Şimdi Fransız toprağı üzerinde ölüm hayaletleri gibi dolaşan binlerce siyahlar giymiş matemli kadın; adım başında rast gelinen kör, topal, kulaksız, burunsuz harp malulleri; yarım saat içinde enkaz yığınları haline gelen binalar; bilhassa mütarekeden sonra Fransız servetini küle döndüren o müthiş para buhranı, savaşın bir golf partisi kadar basit veya bir kavgacı şiirin teşbih ve istiareleri gibi parlak bir şey olmadığını, ailesine bağlı ve parasını sever Fransıza iyice öğretti. Gerçi devlere yakışan bir himmetle bütün harabeler az zamanda ayaklandırıldı. Frankın tekerlenmesi durduruldu, banka kasaları ağızlarına kadar altınla dolduruldular; fakat felaketin ne pahaya tamir edilebileceğini tecrübeyle öğrenenler, bu suretle, trajik oyuna tekrar başlamayı arzu ettirmeyen bir olgunluğa ermiş oldular. Bu savaş sonu ruh hali birçok Fransız, Alman edebiyat ve fikir adamını, karşılıklı anlaşma için bir zemin hazırlanmasını düşünmeye sevk etmiştir. Yeni Fransız edebiyatının en güzel çehrelerinden biri olan ve evvelce mensup olduğu aşırı san'at cereyanlarından makul ve yeni bir estetiğe gelen Giraudoux'nun dört beş aydan beri, aralıksız Paris'te Comedie des Champs-Elysees'de ve aynı zamanda Berlin'de oynanan Siegfried isimli nefis piyesi, bu olgunluk edebiyatının en dikkate değer örneklerinden biridir.
Piyesin ruhu şudur: Büyük bir aileye mensup bir Alman hemşiresi, savaş meydanında yaralı, çıplak, baygın bir halde bulduğu bir Fransız askerini kaldırtarak, aylarca devam eden bir anne şefkat ve ihtimamiyle onu hayata döndürür; aldığı yara tesiriyle bütün eski hatıralarından boşalan esir dimağı, Alman sistemleriyle yeniden terbiye ederek, eski Fransız askerinden taptaze, ateşli bir Alman vücuda getirir. Artık ismi Siegfried olan bu yapma Alman, yeni milletinin kaderini eline almış, onu yeni bir hayat idealinin en yüksek zirvelerine çıkarmıştır. Siegfried, şimdi bir Alman değil, Almanya'nın bütün deruni kuvvetlerini ruhunda toplayan bir Germen ırkı timsalidir.
Piyesin esası bu mucizevi değişmedir. Yazara göre bir Fransızla bir Almanı birbirinden ayıran uzviyet ayrılığı değil, sadece zihinlerde biriken hatıraların mahiyet farkıdır. Herhangi bir sebeple, bu hatıralar unutulunca, birbirinden nefret eden iki hüviyet, birbirinin yerini alabilir.
Boğdum, sükûn-ı kahr ile, aşk-ı muhâlimin
Vahdet-güzîn-i kalbim olan yâr-ı lâlini;
Açmış o yerde kîn-i beşer şâh-bâlini
Bekler tulû-i nahsını şems-i mezâlimin.
Kırdım meh ü nucûmunu ufk-ı leyâlimin;
-Yine gülerken
Güldün; şeb-i şi’rimde bütün şi’r ü emeller
Pür-hande, pür-aheng ü pür-âvâz döküldü;
Mehtâb ü ziyâ, fecr ü şafak, nûr döküldü
Reyyân-ı emel, mest-i hafâ... şûh u münevver...
Daha pek yavru, pek küçükken ben,
Büyük annem tutardı alnımdan,
“-Bana bak, böyle güzelim! ” derdi.
Sonra yeni parlayan aya bakar,
Tasalı dudağı bir ağlama saklar,
Göğün seslenişini dinlerdi.
Gölgeler(galip, yunus, akif, nazım, hayyam, haşim ve diğerleri…)
Galib dede vuslata yaslamış başını uyuyordu
Kelebek hala aşinasıydı mumun
Son için doğan her gün mutluluğuydu umudun
Aşkı gördüm
II
Görebilmek meziyettir her görünenin ardında aşkı
Aşk deryas ...
Patron bana msn ni vermen mümkünmü? bende şiir yazıyorum.