1959'da Samsun Ladik'te doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Ankara'da tamamladı. İlk şiiri Mavera Dergisi'nde çıktı (1982) . Yükseköğreniminin ardından bir süre editörlük yaptıktan sonra Şûle Yayınları'nı kurdu. 1989'da Merdiven Sanat isimli aylık bir sanat dergisi çıkardı. 24 sayı çıkan bu derginin yanı sıra Kitaphaber isimli iki aylık bir kitap-kültür dergisi yayınladı. Yayın yönetmenliğini de yaptığı bu dergilerde şiir, öykü ve makalelerini yayınladı. Ural'ın yayınlayıp yönettiği dergiler arasında bir şiir ve poetika dergisi olan Merdivenşiir de bu ...
valizimi hazırlamama yardım et
kollarından çekiyorlar saatin
kollarımdan çekiyorlar
bekçi elini düdüğüne götürüyor
yardım et
şimdi
sandaldır ilgi, yanıltır
sürüklenir koroda dilsiz
yarasalar imrenir körlüğüne
iz bırakmaz okurken parmak uçları
karşıdan arşıya geçmek ne güzel
Çekilen deniz, ıslak kumlar bıraktı karada. Çekilen sürme gözü kararttı. Çekilen koşucuya kara madalya. Çekilen ordular kara saplandı.
Çekilmek, yer açmaktır yeni gelene. Yeni gelen, yeni gelin gibi nazlı değil, hoyrattır. Kaba elleriyle karıştırır çeyiz sandıklarını. Bohçamızdan kan kokan kederler çıkarır. Çünkü çekilmiştir güneşin saltanatı. Sultan çekilip gitmiştir sırtını dönüp şehre. Şimdi yeniden özletmek için kendini, gün akşama bırakmıştır yerini. Akşamsa günden kalan renkleri, bir bir siyaha boyar kara elleriyle. Akşam ki, yalnızlığımızdır.
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
on kuru dal çırpınacak rüzgar kesilse de boşlukta
ezilmiş küçük harfler her taşın altında yorgunluk
bu çiçekler solmuyor kopardın on parmakla halbuki
oyunu başlatana düşer perdeyi çekmek
on kara kış çırpınırken bakmayacaksın ellerine şaşırırsın
Hasırla kaplanmış yeryüzünde çıplak ayaklarıyla yürüyor. Üzerinde yürüdüğü zemin tuhaf bir güven duygusu uyandırıyor onda. Hasır bitse sanki ayağı boşluğa basacak. Çocuk gözlerinin marifetiyle çekip uzatarak şehrin en ücra mahallelerine kadar her yerini hasırla örttüğü İstanbul'da minik ayaklarıyla durmaksızın koşmak istiyor babası selam verene kadar. Babası selam verdiğinde marangoz cetveli gibi camiye doğru hızla geri çekilen hasır çok geçmeden ayaklarıyla ayakkabılarını yeniden bir araya getirip onu Fatih Camii'nin avlusundan mahallesine uğurluyor. Mahalle; ağaçlarına tırmanılan, sokaklarından at arabalarının geçtiği, kahvelerinde nargile içilen, evlerinin camlarından biberden kolyeler sarkan, satıcıların seslerine çocuk seslerinin karıştığı, mevsimine göre çamurla tozun yer değiştirdiği, selamın bakırdan dudakları, gözleri ve elleri, ateşiyle parlatıp gümüşe çevirdiği yer. Çocuğun elinden tutan adam Fatih müderrislerinden Mehmet Tahir Efendi, sofrayı kurmak için babayla oğlun Cuma namazından dönmesini bekleyen, Emine Şerife Hanım, çocuğa gelince Akif'ten başkası değil.Akif'ten başkası değil dört yaşında mektebe başlayıp altmış üç yaşına kadar okuyan. Dört dil edinip dört elle sarılan ilme. Dört kitaptan Kuran'ı ezberleyen. Şiiri sevip dört dönen etrafında. Akif'ten başkası değil, Leyla ve Mecnun'dan mecnunu sıyırıp giyen üstüne. Ve bu elbiseyi hiç çıkartmadan yürüyen gazete sütunlarına, mecmua sayfalarına.
Yanan evi zaruret kollarıyla onu mülkiyeden çekip, fen ve tabiatın kollarına atmasa Baytar Mektebinde olmayacaktı. Ne tuhaf, “Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş” mısrasını daha yazmamıştı. Yazgısı eli ekmek tutup evlenmekti İsmet Hanım'la. Baytar olup dolaşmaktı, Rumeli'de, Anadolu'da, Arabistan'da. Bir kere yürümeye başladı mı insan yürürdü kopana kadar kıyamet. Kıyamet koptu, harpti patlayan! Akif'e düştü yine yollara düşmek; Necid, Medine, Lübnan... Hem bu sefer olan harpten de öte, hilali kazımaktı gökyüzünden niyeti küffarın birleşerek. Yüz binlerce güneşin kopup Anadolu'dan batmaya geleceğini hesap etmeyerek, Çanakkale'de kudurdu düşman.” “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; /O ne müdhiş tipidir:Savrulur enkaz-ı beşer.../Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,/Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak...” İşte böyle bir yağmurda yazdı Akif, Süleyman Nazif'e “Allah'ın şehitleri olduğu gibi şairleri de var! ” dedirten şiirini. Sonra kah kırbaç yaptı dilini uyandırmak için milleti, kah savurdu kılıç gibi göklerde hilal uğruna. Durma vakti değildi, yürümeliydi İnebolu'ya, Ankara'ya, Konya'ya. Kastamonu'da Nasrullah Camisinin tırmanıp minberine bir yıldırım gibi düştü Sevr sözleşmesine. Sonra Ankara'da bir gece fırlayıp yatağından, kağıt bulamayınca duvarına kazıdı Taceddin Dergahı'nın: “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım/Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım...” Akif'in kahraman ordumuza ithaf ettiği şiiri, ateşledi ruhları yanan bir fitil gibi. Ateşten bir taçtı istiklal.
Sonunda milleti için kurban edip şiirini, Akif Nil'in aktığı beldeye gitti. Koca Ragıp Paşa ondan yüzyıllar önce “Yeter şu Kahire'nin kahrı! ” demişti. Ragıb'ın dört yıl geçirip söylediği bu cümleyi Akif tam on yıl sonra söyledi. “Yaşamaktan ne çıkar, günlerim oldukça heder/Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün/Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün/Seneler var ki harab olmadığım gün bilemem.” Akif'i memleket hasreti öyle kavurmuştu ki Hacıbekir'in dükkanındaki şeker kutularını acıyla seyrederek teselli arıyordu ruhuna. Yorgun ve hastaydı. Ölümün yaklaştığını hissediyordu. İstanbul çığlıklar atarak çağırıyordu onu. İstanbul'u görmek! Tam on yıl sonra! Mısır'ı terk etmeden önce şu mısraları yazdı: “Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok/Sen mi kaldın yalnız,kafileden böyle uzak/ Postu sermekse meramın yola, serdirmezler/Hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak.” 1936 yılında yeryüzünün en sahici şairi vatanına dönmüş, ancak daha dünya gözüyle bir kez daha seyredemeden İstanbul'u yatağa düşmüştü. Akif'in memlekete döndüğünü duyan Yedigün muhabiri Kandemir Bey soluğu Taksim'deki Mısır apartmanında almış ve şairle son röportajı yaptığını bilmeden dergisine şu satırları yazmıştı. “...Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze,bu gevşemiş, sarkmış çizgilere, bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini, hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum,sonra yavaşça soruyorum: ‘Özledin mi bizi üstat? '...” Bu nasıl soru! ! ! Ressam olsaydım “Bir Soru üzerine Akif'in Yüzü” isimli bir tablo yapmak isterdim. Buna gücüm yok. Aslında Akif'in gazeteci gence cevabını nakletmekte de güçlük çekiyorum: “ÖZLEMEK Mİ OĞLUM... ÖZLEMEK Mİ? ”
Pencere sen aç beni
Dumanların bacalarını seyret, duvarların bahçelerini, gölgelerin ağaçlarını
asma taşıyıcılara yükle çok eğrili kabuklar topla denizden
ağlarında yıldızlar çırpına çırpına ölsün
kemerler bağla, perdeler çek ne ağır gökyüzü!
Katlanmış plaklarda yarısını çalarken şarkının
Biliyorum bu vakitte
Zorlanıyor göğsün ta derinden
Sormak zorunda olduklarından
Zarfın üstüne ismini yazıp postanedeki memura uzatıyorum. Memurda zarfı geri uzatıyor bana. Bunun üzerine yaşadığın şehrin ismini yazıyorum. Memur başını iki yana sallayıp, geri veriyor zarfı. Bu defa oturduğun semtin ismini ekliyorum. Hayret, zarf yine karşımda.. Cadde ismi de yetmeyince, sokağın adını yazıyorum. Fakat, memur ısrarla kaşlarını havaya kaldırmaya devam ediyor. Bu sefer apartmanın ismini yazmak zorunda kalıyorum. Memur “numarası” diye azarlıyor beni. Apartmanın numarasını da yazıp hışımla veriyorum zarfı. Memur ayağa kalkıyor… Bir adım geri çekiliyorum. “Daire numarasını da yazacaksınız! ” diyor, nazikçe.. Daire numarasını da yazıyor, sonra kendimden emin bir şekilde gülümseyerek uzatıyorum zarfı.. Memur önce cebinden bir mendil çıkartıp alnındaki terleri siliyor. Sonra sesini kalınlaştırarak: “Pul” diyor.”Pul! ”
Demek yazdıklarımı sana ulaştırabilmek için küçük bir bedel ödemem gerekiyor. Elimi cebime atıp bozuk para arıyorum. Bozuğum yok. Cüzdanımdan çıkarttığım kağıt parayı uzatıyorum memura.O, kağıt parayı önce parmaklarıyla yokluyor,sonra ışığa tutuyor. Aman ALLAH’ım! Yüzündeki ifade değişiyor memurun. Bağırmaya başlıyor:
-“Sahte bu, sahte! Bu mektubu gönderemezsin! ”
Şairler, kendilerini nesnelere ad veren Âdem gibi görüyorlar.(1) Ben Ali'yim.
Şehrin Hakimi değilim.(2) Öğretmeni de.
Belki taş ustalarından biriyim, yonttuğu taşların o büyük yapıya bir şey katmasını isteyen. Ve kopmamasını, o kadim estetikten.
“Nasıl şiir yazıyorsunuz? ” sorusunun bir bumerang gibi geri dönüp beni bulacağını, batırdığım iğnenin bir çuvaldız olarak karşıma çıkacağını bilsem de, Enzensberger'in tanımıyla “estetiğin belki de en önemli sorusu”ndan kaçamazdım. Zira bir yapıtın nasıl oluştuğunu bilmek, sadece o yapıta dışardan bakanlar için değil, o yapıtı oluşturanlar için de hayati bir değer taşımakta, başka eserlerin sırlarıyla beraber onlara kendi eserlerinin sırrını keşfetme imkanı tanımaktadır.
İşte isiyle pasıyla kara şiir kazanım:
Her an yenilenen bir evrende yaşadığımı fark ettiğim günden beri gözlerimle fotoğraflar çekiyorum. Fotoğraf çekmek milyarlarca görüntü içerisinden bazılarını seçip çerçeve içine almaktır ve çektiğimiz her fotoğraf ruhumuzdaki ışık ve gölgelerin yansımasıyla olandan olmayanı çıkartır. Olanı aynen veren vesikalık fotoğraflarla işim olmaz benim. Dahası kadraj, ışık ve gölgenin yetmediği durumlarda fotoğraf çekmeyi bırakıp resim yapmaya başlarım. Hiçbir ressamın bulamayacağı renklere ve çizgilere ancak şairin ulaşabileceğini, sanatın maddeden uzaklaştıkça erişilmez olacağını bilenlerden olmak heyecanlandırır beni. Kömür ocaklarına girip yerin yüzlerce metre altında kısa saplı kazmalarıyla kömür devşiren madencileri şairlere benzetirim. Göçük tehlikesi de vardır grizu patlaması da. Üstelik şiir nadirdir. Bir bütün halinde ulaşmak zordur ona. Bir parçası elinize geçer çoğu kez. Arkeologların bulduğu mermer bir el parçası gibi şair şiirini ateşleyecek fünyeyi ele geçirerek işe başlar çoğu kez. Birçok şairde ilk mısradadır şiir. Beni harekete geçiren ise bir dizeden çok bir kelime, bir tamlama ya da bir fotoğraftır. Kimi zaman yazılmamış şiirin ismidir şiir mayam. Uzun bir zaman işte, evde, yolda, çarşıda benimle yaşar o maya. Şiire dönüşebilir de çürüyebilir de içimde. Şiire dönüşebilecek maya beni masaya oturtabilmek için fırsat kollar. Kırgınlık ve kızgınlık anlarımda gözümün içine bakar. Evde herkes uyuduktan sonra yalnızlığımı başıma kakmak için gelip yanıma oturur. Seslerin kesildiği anlarda kulağıma fısıldamayı bir borç bilir ve yazmaya ihtiyacım olduğunu hissettirir. Bu his beni kuşatacak kadar güçlü olduğunda, kuşatmayı yarıp bir şeyler yemek, içmek ya da uyumak mümkün olmaz. O anın ritmi neyse ayak seslerini duyurur ve peşinden gelmemi ister. İşte ilk mısra adayları hızla zihnimden geçmektedir. Beğenilmezlerse yeni elbiseler giyerek bir daha şanslarını denerler.. Her şeyi stilize eden flu bir zihinde olup biter bu gayri resmi geçit. Yine de akıl uzaktan loş ışığını göndermeyi ihmal etmez. Mutlak sarhoşluğun hezeyanından korurken esrikliğin çakırkeyfine mani olmaz.Tıpkı Brecht'in “Şiirsel bir girişim rast giden bir girişimse, duygu ve us uyum içinde çalışırlar. Birbirlerine mutluluk içinde sevinçle seslenirler: Haydi ver kararını! ” dediği gibi. Kararımı vermişimdir, hem de birkaç sene önce. İşten eve dönerken her akşamüstü dalgakıranın yanından geçer vapurum ve dalgakıranın üstünde karabataklar ıslak kanatlarını güneşe karşı açarak tünerler. Güneş batmaya yüz tutmuştur. Karabataklar ıslak kanatlarıyla dimdik durarak üşüdüklerini belli etmemeye çalışmaktadırlar. Şiirimin ismi Karabatak'tır.. Ve ilk mısra: “ıslak kanatlarını açarak güneşi bekleyen kara kuşa bak” ve ikincisi “kırılmış dalgalara karşı dalgakıranda tüneyen sarhoşa bak.” Zihnimdeki resimde hava kapalıdır. Karabatak ancak bulutun yakasından çekiştirerek güneşe ulaşabilecektir. “kömürden kollarını uzatıp çekiyor bulutun yakasından” dizesini yazdıktan sonra durakladığımı hatırlıyorum. Geceyarısı balkonda yazıyorum şiirimi. Tam o esnada pancurdan bir örümcek sarkıyor incecik ipiyle masamın üstüne. Güneş ışınlarının karabatağa yırtılmış bulutun içinden böyle sarktığını düşünerek heyecanla “tam yırtarken gömleğini bir örümcek iniyor da arkasından/ yükleyip sırtına güneşin küllerini uçuruyor/ bir örümcek/ tüylerinin içinde bir rozet kadar sıcak” dizelerini yazıyorum.
basarili