Dört kat elbise değiştirdin Bombiks Mori
Ne tığ gibiydin, ne tığın vardı
Dokunmadan anlamak halis ipeği
Dokununca herkes anlardı
Fakat yalnızdın Bombiks Mori
sıkıntı basıyor yolcuları
yanaşamıyor gemi
kıyı az ötede
yanaşamıyor
azapların en elimi
tavan aralarında
yağmurun sesini dinleyen
şemsiyelere
hep yanlış tuşa basıyor, yırtıldı kâğıt
arsız bitkiler gibi duvar diplerinden fışkırıyor hep
ayaklarını göğe değdirdikçe yeşerecek yer
bir ayakkabı güneş bu sabah doğdu
kim kurduysa sıkı bağlamış iplerini
kim yaşamış böyle tepetaklak
benim kumlarım akrepli kumlar
Tanrılığa soyunmaya kalktıklarına bakmayın, şairler de insandır ve çıplaklıklarıyla kalırlar. Her insan gibi evrenin küçük bir örneği olduklarını bilseler de numuneyi bütünün tamamıymış gibi göstererek işgal ettikleri yeri zihinlerde büyütmeye çalışırlar. Halbuki evrenin küçük bir örneği olmak onlara yapay sınırları fark ettirmeli, sonsuzluk yanında buharlaşan cılız çizgilerini tutamak yapmaktan alıkoymalıydı onları. Sırf üzerinde yürüdüğü için makine halısının dokuma halıya dönüşebileceğini sanmak ya da üzerinde yürüdüğü dokuma halının sıkı ilmeklerinin şiirlerinin sıkılığına, kök boyalarla canlanan renklerinin dizelerinin solmazlığına delalet ettiğini düşünmek bir cinnet değilse nedir?
Aynı zaman parçası farklı iklimleri doğurabileceği gibi, aynı iklimler farklı meyvelere annelik yapabilir. Bir şehre aynı gün iki mevsimin yolu düşer, belki daha fazlasının. Ve her mevsimden rengi, kokusu, tadı birbirinden farklı yüzlerce meyve fışkırır. Ancak ne kadar çabalarsa çabalasınlar elmalarla armutların toplanamayacağına inandıramaz öğretmenler. İşte bir kamyonun kasasında buluşmuştur armutlar ve elmalar; on yılda bir taşıt değiştirerek yol almışlar, her uğradıkları beldeye kucak kucak, düzeltiyorum; kuşak kuşak şiir dağıtmışlardır.
Bu nasıl bir kuşaktır ki hangi niyetle sarılırsa sarılsın beli sıkmaktadır. Yetmişli yılların mı, seksenli yılların mı, doksanlı yılların mı, yoksa iki binli yılların mı kuşağı ibrişimdir? Gelin de çıkın işin içinden. Ya da işin içine girerek terleyin. Her vadide şaşkın şaşkın dolaşarak, kâh “biçem+imge” olarak tanımlayın zamanınızı, kâh “biçem+mecaz”. Kâh yetmişle sekseni toplayıp ikiye bölün, kâh “vefa kuşağı”nı gökkuşağı gibi gerin göğünüze. Kâh siyasetten yana saf tutun, kâh özgürlükten. Kâh travmanızdan doğurun şiirinizi, kâh zevklerinizden. Kâh bir idealiniz olsun şiir idealinizi besleyen, kâh şiirinizi idealin memesinden kesin.
Gece, iyice koyulaşmayı bekledi şairin kapısını vurmak için. O koyu kara zifti, kararmış bakır bir cezveden göz kapaklarının üstüne ağır ağır boşaltmaya başladığında, şair kitaplarının içinde sırt üstü yüzüyordu. Hayır, kulaç atmıyor, ayaklarını ileri geri oynatmıyordu. Kendini emin sulara bırakmış, unutulmuş eski bilgiler üzerinde düşünüyordu. Bir süre sonra, düşünceleri de gece gibi koyulaşmaya, flu bir rüyanın anaforuna kapılmaya başladı. Tam kapanıyordu gözleri ki, gecenin kapıyı çalma vakti gelmişti küçük bir tıkırtı düştü kulağına. Bir tıkırtı; azarlanmaktan korkan.
Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
O acaip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
Sorabilir miyim kitabıma
Ben mi yazdım onu gerçekten?
Pablo Neruda
“Sizden biri…”
Toplum ve birey. Toplum oluşturabilen bireyler. Toplumun bir parçası olan birey. “Siz” denilerek hitap edilen bir topluluk ve o bütünün her “bir” parçası.
“ Bir kötülük gördüğünde…” Görmek ve kötülük. Görmek ve gördüğünü ayırt edebilme yetisi. Görmekle başlıyor her şey. Eylem ancak göz penceresinden içeri girebiliyor. Kelimeler önce göz kazanında pişiyor. Resimlerin ilk eskizleri göz tuvalinde şekilleniyor. “Görenle görmeyen bir olur mu? ” Olmaz. Peki neden görenle görmeyen aynı vagonda seyahat ediyor!
Bir kapı açıldığında kapanmıyorsa bir kapı, açılan kapıdan kovulmuş olarak girer insan. Susmaya talip olan akıl anahtarıyla kilitlemiyorsa dilini, düşünce penceresinde ışık ne arar! Yolcu atını bağlasın o halde, alınacak çok mesafe var. Dinlenen bir atın yol almadığını kim söylemiş! Kim söylemiş elinde fenerle bir gece vakti yürüyen körün hikâyesini? Değerli bir malı alacak kadar paran varsa kulak kesil. Zira pahalı malı ucuza satmaz Molla Câmî: “ Körün biri simsiyah bir gecede elinde fener ve omzunda testi yürürken, boşboğazın biri yanına yaklaştı ve şöyle dedi: ‘ Ey nâdân! Senin için geceyle gündüz birdir. Karanlıkla aydınlık arasında bir fark yoktur gözünde. Fenerin ne faydası olur sana o halde! ’ Bu söz üzerine güldü kör ve sonra: ‘ Bu fener kendim için değildir! Senin gibi kör kalpli sersemler içindir ki, bana çarpıp da testimi kırmasınlar’ dedi.”
Peki sonra? Sonra şiirini üç cam testiye koydu Câmî. Üç dîvan kurdu da yargıladı şiiri: “ Fâtihât eş-Şebâb”, “ Vâsitât el-İkd”, “ Hâtimât el-Hayat” adını verdi onlara. Boncuk değil inci avcısıydı! Fars şiirinin fârisiydi. Hint üslubunun dâhisi… Kölesi değil şiirin, efendisi! Köleler zincirlerini sürüklerken vadilerde o bir yanardağ gibi açıp ağzını lav tükürüyordu üzerlerine: “ Mücevherden anlamayan, umut ve korku ipine boncuk dizenler! ”, “ Açgözlülük ipliği ve laf iğnesiyle her alçağa giysi dikenler! ”, “ Kedi hırlayınca deliğine kaçan farelere ‘ Sen aslansın! ’ diyenler! ”, “ Kalbi kararmış ve dar eski hokkalar! ”, “ Çuvaldızla delsen bir damla kanı akmayanlar! ”, “ Kafiye gibi kendini daraltanlar! ”, “ Herze söyleyip latife zannedenler! ”, “ Her davete seyirten, ayrana üşüşen sinekler! ”, “ Devranın dükkanında pahalı malı ucuza satanlar! ”, “ Şiiri murada erme vasıtası yapanlar! ” İşte onlardı şairliği ayağa düşüren, geçim aracı yapan. Onlardı Câmî’ nin sözlerinden deliler gibi kaçan.
Zıtların çocuğuysa denge, Câmî’ nin ayaklarının farklı istikametlere doğru gidip gelmesini anlayabiliriz. Cambaz elindeki sırığı bir sağa bir sola doğru eğiyor, adımını kâh ileri kâh geri atıyorsa da herkes bilir ki onun sapmayan bir yolu vardır. Bu yüzden ancak cahiller cambazın yalpaladığını sanır, sabırsızlıkla onun ipten yuvarlanmasını beklerler. Câmî bir yandan sanatının yüksek mertebesinden söz edip, “ Şiirin karşılığını vermek Allah’ a mahsustur! ” derken, öte yandan “ Güzelliği yalana borçlu olan bir sanatın basiret ehli nazarında ne değeri olabilir! ” demektedir. Bir yandan “ Şiirin değerini gör ki, kâfirler onunla Peygamber’ in elçilik şerefini inkâr etmek istediler. Kur’ ân’ ın ona indirilmediğini ispat etmek için, Peygamberi şairlikle itham ettiler! ” derken, öte yandan “ Şair, kısa bir kelime olsa da yüz binlerce şer ve fesadı içinde toplamıştır.” sözünü sarf edebilmektedir. Doğrusu bu sözler birbirini yalanlamaz, olsa olsa tamamlar. Câmî yükselmeye vasıta olabilecek bir şeyin alçalışın da aracı olabileceğini söylemektedir aslında. Yükseklerde gezinmek isteyen şaire yıldırımları hatırlatmaktadır. Bir şemsiye önermektedir ona, kül olmasını engelleyecek bir paratoner. Belki de bu yüzden “ Kemal Hucendî’ nin, Hafız’ ın dîvanlarına ve Hz. Ali’ nin yüz sözüne cevap verdim! ” diye övünen bir şaire “ Peki ama Allah’ a ne cevap vereceksin! ” diye gürlemiş, kelamını tartamayan bir başka şairin “ Kâbe’ ye gittiğim zaman kutlu olsun diye şiir dîvanımı Hacerü’ l-Esved’ e sürdüm! ” sözünü şu cevapla silkelemiştir: “ Zemzem kuyusunda yıkasaydın daha iyi olurdu! ”
I
tual yaşlanır, müze sır verir, düşerdi çivi
ellerimi ezdim boyalarla, su kattım
kireç söndü, duvar yandı, sen geldin
kimse çalmasın diye
tavana yaptım resmini
basarili