A. Ali Ural Şiirleri - Şair A. Ali Ural

A. Ali Ural

bu adam ölmüş
nefesi kendi nefesi değil
göğsünün dalgalanması
narin bir kayığı yüzdürdüğünden
nabzı mı, böcek sesleri
siz bir çarşaf getirin hemen

Devamını Oku
A. Ali Ural

O ısrarla bir dalı tutuyor. Nehrin coşkun suları yalnız kayıkları değil, masaları, masa lambalarını, telefonları, zil çığlıklarını, kalemleri, çarpık imzaları, cüzdanları, kredi kartlarını, köpekleri, şık tasmaları, bıçakları, çırpınan avları, ipleri, kuduz çamaşırları, saatleri, tehirli dudakları, arabaları, parlak jantları, televizyonları, aptal programları, küllükleri ve külleri yüzdürüyor. O, ısrarla bir dalı tutuyor ve önünden akıp geçen yüzlerce şekli hafızasına, bir fotoğraf makinesi sürati ve bir heykeltraş ağırlığıyla kazıyor. O, yanından geçen binlerce figürün arasına karışıp sürüklenmekten korkuyor. Bu yüzden tutunduğu dalı bir an olsun bırakmaması gerektiğini biliyor ve ince bileklerini dalla bütünleştiren platin bir çivi taşıyor bedeninde.

Bazen tek bir ağaç, bazen bir orman geçiyor yanından. Vahşi hayvanlar nefes alıp veriyor. Dallar da yapraklara sarılıyor korkudan. Her canlı saatine bakıyor. Hepsi emin tam vakti olduğundan. Yalnız şair, o tekrarlıyor kendi kendine. Hafızası kabul etmek istemeyince. Tekrarlıyor durmadan:

Ellerimin önündeki dallar da

Devamını Oku
A. Ali Ural

Arıyor; üzerinde gecenin harmanisi. Arıyor; bulmamak için dualar okuyarak. Arıyor; feneriyle süzülüp pencereden. Arıyor; bulsa ne yapacak ki!

Bulsa ne yapacak kaşıkçı elmasını. Yılın tam başında parlayan elmasını. Vursa ne yapacak düşünce elmasını. Düşünce elmasını kim kaldıracak yerden? Kim kaldıracak yerden ayın haritasını?
Kraterler gibi koyu gözleri. Perdeyi çekebilse; koyu gözleri; dalgakıran yetmez koyu gözleri; pencereyi örten mavi katarakt...

Arıyor; bilseydi ne aradığını. Korkup göle attığı sır sandığını. Çevreleyen balıklar asla anlatmayacak. Asla kırmayacak sır sandığını.

Devamını Oku
A. Ali Ural

Kelimeleri dudaklarından değil, ellerinden dökülüyor. Hayır dilsiz değil, dilini uçsuz bucaksız bir yarımada gibi anlamın ölü denizine uzatmış. Yüzeyde en küçük bir kıpırtı yok, en küçük bir dalga. Heykeltıraş mermere dayamış keskisini. Çekicin ilk dokunuşunda, daha ilk parça kopar kopmaz mermer kütleden, derinlerde başlıyor devinme. Çekicin her inişinde balık sürüleri yosunların içine saklanıyor. Koparılan her parça fırtınanın o muhteşem yapbozunu tamamlıyor. Sonunda resim, üzerinde sandalla gezinilen batık bir şehir gibi çıkıyor ortaya ve ürpertiyor ruhları. Suyun yüzeyinde ise hala bir kıpırtı yok. Heykeltıraş “taştan bir gemi” ve “mermerden balıklar” yontmuş göz açıp kapayıncaya kadar. Her yer sessiz, çıt yok fakat “içimizde balyoz gürültüleri.”

Cahit Zarifoğlu'nun şiirinden susarak söz etmek mümkün olsaydı, en yerinde söz bu suskunluk olurdu. Ağzını bıçak açmayan bu heykeltıraşın heykelleri belki o zaman ellerini omuzlarımıza koyardı şiirin sırrının ‘söylemek' değil ‘susmak' olduğunu fark ettiğimiz için. Zulalarındaki anlamı yalnız mahkûmlara saklayan sözcüklerin dışarıdakilere verebilecek bir şeyleri yok. Alınmasınlar. Mahkûm olmadan el sürmek yok mahrumiyetin içinde saklanan varlığa. Çinli şair “Biz şairlerin yoklukla mücadelesi, onu varlığı ortaya çıkartmaya zorlamak içindir. Sessizliği bir müzik yanıtı almak için tıklatırız” diyor da ağzını bıçak açmayan heykeltıraş günlükten bir yontuyla tıklatmıyor mu kapımızı: “Güneşsiz bir gökyüzü kadife ayaklarıyla geziniyor etrafta. Toplanma yerindekilerin eşyalarına kadar inen sessizliği hiç kimse dağıtmak istemiyor, dağların üzerinde asılı duran borazana sahip çıkmıyorlar. Oysa hayat sırtlarında ısırmak üzere arkalarında hazır. İyice beyazlaşan göğün üzerinde soluk bir iki yıldız, hala ufkun altında olan güneşin ağır gövdesini bir parça daha yukarı kaldırmasıyla dağılıp gitti.”(Yaşamak, Cahit Zarifoğlu, s.133)

Dağların üzerindeki borazana sahip çıkmak kolay değil. Kelimelerin arasındaki boşluğa kendini atıp paraşütünü açmayı gerektiriyor. Kulelere bağlı oyuncak paraşütlerle atlamaya alışmış zihin ve kalp tembellerinin işi değil bu. Okumak yazmak kadar cesaret istiyor çünkü.“Yankı”nın saklandığı sarp kayalara tırmanmak gerekiyor kulak verebilmek için. Şairin göze aldığını göze almak! Zira çakılma tehlikesi şairler için de var. “Yonttuğunu bir taş parçası olarak bırakma tehlikesi”nden söz ediyor Max Frisch. Fakat ağzını bıçak açmayan heykeltıraş teriyle mermeri yumuşatarak yontmaya devam ediyor. Yontuyor, yontuyor, yontuyor, içinden bir şey çıkmayacak korkusuyla kırbaçlayarak kendini. Şairin “Yonttum yonttum/taş bitti sen çıkmadın”(Cahit Zarifoğlu,Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başladı) demesine aldanmayın. Mermer kütle yontula yontula bitmiş olsa da kalan “HİÇ”tir. Yani şiir. Hani sufilerin hat sanatıyla ebedileşen “hiç”i. Hani yokluğun omuz omza durarak var olanı çerçeveleyen levhası: HİÇ-HİÇ-HİÇ! Acaba İsmet Özel de bu yüzden mi “Hiç” dedi şiire.

Devamını Oku
A. Ali Ural

En son Mehmet Akif'in fotoğrafıyla nerede karşılaştınız? Bir kitap kapağında mı? Bir ansiklopedi sayfasında mı? Bir devlet dairesinin koridorunda mı? Bir sınıfın duvarında mı? Peki dikkatle bakabildiniz mi yüzüne? Tamam zamanınız yoktu. Aradığınız kitap bu değildi. Ansiklopediden alacağınızı almıştınız. Evrakın yetişmesi gerekiyordu. Zil çalmıştı. Yine Akif'in yüzüne bakamadınız. Bir dahaki sefere mi? Hayır bakamayacaksınız. Zira hiçbir dalganın yaklaşmaya cesaret edemediği bu mayınlı sahil, dingin ama tekin değil. Bir nefeste batabilir tekneler! Kâğıt dağılabilir suda. Kurşun eriyebilir. Hayır, o derin koya böyle demir atamazsınız. Kendi resminizi yanına koyamazsınız o resmin. Kendi resminizi ve başka resimleri. Çünkü yanına hangi resim konsa imitasyon bir tabloya dönüştürüyor. Bir dalgakıran gibi doğruyor hevesleri. Kibri onurla, sahteyi hakikatle çürütüyor. Rahatınızı kaçırıyor bakışlarıyla. Çapayı bıraktığınızda suya, sığlığınızı yüzünüze vuruyor.

Mehmet Akif'in yüzü dalgalanıyordu. Vapurdaydım. Yirmi dakika geçmek bilmiyordu. Kara görünmüyordu. Deniz kaynıyordu. Vapurdan çatırtılar, iniltiler geliyordu. Ayaktaydım. O ise alt güverteye inen merdivenlerin yanında. Gözlerimi kaçıramadım bu kez. Kızgındı. Hayır kırgın. Hayır hüzünlüydü. Hayır yalnızdı. Hayır isyankârdı. Hayır mütevekkil. Hepsiydi. Hiçbiri. Bir şairden çok sürgüne gönderilmiş bir hükümdarı andırıyordu. Bir şairden çok oyun arkadaşlarına küsmüş bir çocuğu andırıyordu. Bir şairden çok hayal kırıklığına uğramış bir babayı andırıyordu. Bir şairden çok öğretmeye kararlı bir muallimi andırıyordu. Bir şairden çok isyan çıkarmaya hazırlanan bir mahkûmu andırıyordu. Bir şairden çok hiçbir şeyi andırmıyordu. Uçsuz bucaksız alnı, yerinden fırlamaya hazır kaşları, kıyıları hüzünle sürmelenmiş gözleri, yerli yersiz kıpırdamayan, kendisinden doğacak her kelimeyi aziz kılacak sıkılıkta dudaklarıyla bir şairdi o!

Bir şairdi o caddelerden kaçan. Şiiri beğenildiğinde utanan son şair. Sefiller'i okurken gözyaşlarını görmesin diye halk, vapurun alt kamarasında gizleyen kendini. Thais'i orijinalinden okuyacak kadar Fransızca, tercüme edecek kadar Arapça bilen bir münevver. Fakat yalnız şiirini değil, ilmini de örtmeyi seviyor. Hayır saklamıyor öğrenmek isteyenden, öğretiyor da. Fakat tezgâhta değil malları. Çığırtkanlık yapmıyor. Dostu Mithat Cemal'in ifadesiyle, “Sahne değil, samimiyet” peşinde. “Canım Akif, insan üşümez mi? Bari hatırım için üşü! ” diyor Cemal, karlı bir gün Recaizade Mahmut Ekrem'in evinde ceketinin karlarını silkerken şair. Paltosu yok Akif'in. Kıyafetiyle de okuduklarıyla da şaşırtıyor herkesi. “Quo vadis'i okuyorsunuz! Fransızcasını! Siz? ” deyince Cenap Şahabeddin susuyor Akif. Sonra mırıldanıyor, “Ne adamlar! Fransızca bir roman okumak gözlerinde bir hadise! ” Halbuki Akif, o romanı okuduktan sonra “ Peygamberi ve dört yârını bu türlü yazacak bir sanat adamı bizde niçin çıkmıyor! ” diye hayıflanıyor yalnız. Her ne okursa, “Oku! ” çağrısıyla yoğuruyor Melek'in. “İnsanlığa hizmet” ölçüsü onun. Bu yüzden Sâdî'nin sekiz beyitli bir hikayeciğini, Firdevsî'nin altmış bin beytinden üstün tutuyor.

Devamını Oku
A. Ali Ural

Her oyunun bir eşref saati vardır akrep ve yelkovanın kaskatı kesildiği, aklın gizli düğmesine dokunup, film bitmeden salonun ışıklarını yakan.

Teşrifatçıların kaçışan kirpilere göz kovuklarınızı gösterdiği, rüyaya devam etmeyesiniz diye gözbebeklerinizi incittiği, perdenin hayallerinizin hamaklığından vazgeçip beyaz bir gulyabaniye dönüştüğü an… Oyunda olduğunuzu fark ettiğiniz ürpertici bir kesittir bu. Filmin içinde sıcak şekerler gibi eriyip akarken yanan ışıklarla beraber sinemada olduğunuzu fark edip koltuğunuzda buz kestiğiniz o an, bir cümle ruhunuzda yanıp sönerek işaret vermeye başlar: “ Artık bu oyunun tadı kaçtı! ” Bu öyle bir sinyaldir ki hakikatin sınırlarına girene kadar peşinizi bırakmaz. Bahçede oynayan çocuklar nasıl güneşin gitmesiyle beraber evlerinin cılız ışıklarına kelebekler gibi üşüşür ve yorgunluklarını tam o anda hissederlerse, siz de hakikatin evi dışında bir hayat alanınızın bulunmadığını anlar ve derin bir yorgunluğun sürüklediği derin bir sükûnetin eşiğinde bulursunuz kendinizi.

Dede Efendi, yüzlerce besteyle ruhlara bal şerbeti döktükten sonra bir gün öğrencisi Dellalzâde İsmail Efendi’ ye “ Artık bu oyunun tadı kaçtı! ” dediğinde devir Sultan Abdülmecid devriydi. Yenikapı Mevlevîhânesi’ nde 1001 günlük çilesini doldururken bestelediği “ Zülfündendir benim baht-ı siyahım” şarkısıyla dostluğuna mazhar olduğu III. Selim tahttan indirilip şehit edilmiş, IV. Mustafa’ nın tahta geçmesinin akabinde Kabakçı Mustafa ve Alemdar Mustafa Paşa vakaları yaşanmış, II. Mahmud’ un tahta geçişiyle durulmayan siyasi olaylar Dede Efendi’ nin ruh ikliminde soğuk rüzgarlar estirmişti. Fakat bütün bunlardan öte bir durum vardı ki, “ Yine bir Gülnihal aldı bu gönlümü” diye nazire yapsa da gönlünü razı edemiyordu bu yeni duruma. III. Selim zamanında sarayın pencerelerini tıkırdatan yabancı notalar, II. Mahmud zamanında tavanlarda çınlamaya başlamış, Sultan Abdülmecid döneminde ise yerli notalara nefes aldırmaz olmuş, yani oyunun tadı kaçmıştı.

Devamını Oku
A. Ali Ural

Avının izlerine değil kendi izlerine ram olan bir avcının vay haline! Nişan almayı öğrendikten sonra da poligonlardan çıkmayan, ateş etmek için iç içe geçmiş dairelere ihtiyacı olanlara da! Haritamı çizip elinize vermemi istiyorsunuz demek.Hazinemi hangi ağacın altına gömdüğümü bilmek...İsterseniz altında gömü bulunan ağacın ait olduğu ormanı da işaretleyim haritamda, kolaylık olsun.Ağacımın hangi ağaçlarla akraba olduğunu gösteren kütüğü de iliştireyim eke. Ormanda kaybolduğunuzda yönünüzü nasıl tayin edeceğinizi fen ve tabiat dersinde öğrenmiştiniz, hatırlayın; ağaçların gövdelerindeki yosunlu taraf kuzeyi işaret eder.Yoksa siz kutup yıldızına bakarak mı yönünüzü tayin ediyorsunuz! İyi de bu kadar kutup yıldızından hangisini izliyorsunuz? Her gece yeni bir kutup yıldızı çıkmıyor mu gökyüzüne, yanlış mı duyuyorum, mikrofonu eline alıp “ bir-ki”hatta sadece “bir”diye üflemiyor mu! ! Fazla kutup yıldızı göz çıkarmaz, diye de düşünebilirsiniz tabii ama bir şartla; kolunuza üç noktalı bir pazubent takarak...

Tamam Eliot haklı, bütün eserler organik bir bütün oluştururlar ve diri ozanlar ancak ölü ozanlar arasında kendilerine bir yer açabilirler. “İçinde yaşadığımız çağa kadar yaratılmış bütün sanat abideleri, kendi aralarında ideal bir düzen ve bütün oluştururlar.”Aldım, kabul ettim. Ama siz de kabul edin ki, futbolcuların soyunma odaları, mağazaların elbise kabinleri, doktorların paravanları vardır. Ama bir şey veremesem de, eli boş göndermemem gerekiyorsa sizi Robert Frost gibi “Ormanda karşıma iki yol çıktı.Ben az kullanılmış olanını seçtim.”diyebilirim.Ve hatırlayabilirim Behçet Necatigil'i:

“ Nerden niçin mi geldim

Devamını Oku
A. Ali Ural

Sabah, atını çatlatırcasına koşuyor gece içinde. Siyahın dalgalanmasından anlıyoruz hızını. Kan ter içinde gece; sabahı taşıyor çünkü. Gece bitmiyor; sabahın ağırlığı. “Çabuk! ” sözünü duymamak için kara eliyle, kara eliyle sıkı sıkı ağzını, kapatıyor, ışık sızacak açılsa kapı, kapatıyor ve camda beliriyor: “KAPALI.” Bekliyor, dükkan açılmadan alamaz; bekliyor, dükkan açıldığında alamaz; beklemese yükselmezdi eşyanın fiyatı.

Gözlerden kaçan ışık pencerelerde. Hastalar tutuşmuşlar elele, aydınlatmaya çalışıyorlar zifiri karanlığı. Tutuşmuşlar, suları çekilince dünyanın. Bozulmuş med-cezirin saati. Şimdi fısıldıyorlar birbirlerine, kulaktan kulağa korkunç bir sırrı. Dökülüyor ses kulaktan kulağa, yüzden yüze sıçrıyor sarartı. Kimse yüksek sesle söyleyemiyor. Fısıltılar ürpertiyor koridorları. Hastanenin duvarları terliyor. Serum şişelerinde bitiyor sıvı.

Bu haber yarın manşetlere çıkacak. Bu haber, dokuz sütuna basarak ayağını. Kendinden emin ufku süzecek. Ucu yumruklu simsiyah kollarını, kaldırarak bağıracak korkunç bir sesle:

Devamını Oku
A. Ali Ural

Parlak turuncu üzerine siyah şeritlerle bezeli kıyafetiyle bütün gün uyuduktan sonra, gece davetten davete koşan, gözalıcı kostümüyle dikkatleri üzerine çekmek şöyle dursun, her seferinde gözleri uyuşturup fark edilmemeyi başaran, uzun boylu ve cüsseli; ama çok iyi koşan, yüzen ve tırmanan, uzun otlar arasında ve mağaralarda gölgelenip, kayalık dağlarda güneşlenen, suların ve ormanların sofrasında “buyurun” denilmesini beklemeyen kaplanlar var aramızda.

Hala aramızdalar, yüz binden yedi bine düşse de sayıları. Bir yüzyıl sonra hâlâ aramızdalar; çünkü; iki aylık bir bebek annesinin memesini ancak bulurken, onlar iki aylıkken anneleriyle avlanmaya çıkar, altı aylık bir bebek ancak hecelerken, onlar altı aylıkken öldürmeyi öğrenir, on altı aylık bir bebek henüz yürürken onlar on altı ayda usta bir avcı olurlar. Artık karanlıkta gördüğünüz, rüzgârda salınan bitkiler değil, avlanmaya çıkmış bir kaplandır sadece. Hangi hırsızdan öğrenmiştir yürümeyi bilinmez ama iyi öğrenmiştir ve ayak seslerini, nefes alıp verişini ve yüreğinin gümbürtüsünü duyurmadan ağır ağır yaklaşır avına; atılır, kavrar ve dişlerini boğazına geçirir.

“Tiger, tiger, burning bright

Devamını Oku
A. Ali Ural

bir göl nasıl uyandırılır bilmem
neresine dokunulur
bir taş atsam korkup sıçrar mı
bilmem bir göl nasıl uyandırılır

düş mü görür kâbus mu

Devamını Oku