Bu sabah çiçeklerimi Mrs. Dalloway gibi kendim aldım.
Temiz ve aydınlık gökkubbenin altında bir bayram sabahını gülümseyerek karşılayan rengârenk çiçeklere baktım bir süre. Kaldırımdaki masalarda oturanlar yüzlerini güneşe çevirmiş ayçiçekleri gibi dingin ve mutlu görünüyorlar. Bir kadın köpeğinin başını şefkatle okşuyor. Bir başkası gözlerini sıkıca yummuş kocasını dinliyormuş taklidi yapıyor. Beyaz, ince, uzun bir yüzü var. Geleneksel bir bayram ziyareti yerine kim bilir nasıl bir günün hayalini kuruyor. Belki o sırada ailesinden, tanıdıklarından uzakta yabancı bir şehirde tek başına bir parkta oturup kitap okuyor ya da onu kışkırtan düşüncelerin heyecanıyla gün ortasında beyaz şarap içiyor. Kristal kadehi buğulanmış. Biraz sonra tanımadığı bir adam gelip masasına oturmak için müsaade isteyecek. Öyle susacaklar. Mesafeli bir suskunluk değil bu. Işıklar kırılıp güneş solduğunda üşüme hissiyle ürperecekler. Birkaç saat içinde neler olacağını hayal edip birbirlerine kaçamak ve biraz mahcup bakışlarla gülümsüyorlar. Ürkütücü bir an...
Yan masada oturan kadını izlerken onun zihninde uçuşan düşünce kırıntılarını tahayyül etmeye çalışıyorum. Gözlerini dünyaya kapatıp, o narin çenesini biraz yukarıya kaldırırken ruhunu şimdiki zamanın bilincinden kopardığında onun hayallerini en çıplak haliyle görebilmeyi istiyorum. Biraz evvel aldığım beyaz zambak demeti tembel bir kedi gibi masamda yatıyor. İçlerindeki tozsu tohumlara dokununca parmaklarım kırmızı oluyor. Onları temizlemeye çalışırken başka bir anı hatırlıyorum. On sene önceki utangaç yüzümü uzun bir vazoya zambakların vanilyamsı kokusunu içime çekebilmek için daldırmışım. Yanımdaki sakallı, kırmızı burnuma bakıp çocuk gibi gülüyor... O sırada garson salep fincanıyla yanıma gelip bayramımı kutluyor. Çapkın bakışlı sempatik bir çocuk. O anda onun zihninde uçuşanları da merak ediyorum. Üstü tarçın tozlarıyla kaplı koyu sütü karıştırırken büyük bir kara parçasından kopup küçük adacıklar gibi dağılan düşüncelerin benliğimizi nasıl oluşturduğunu ve bu kontrolsüz parçalanmaya nasıl tahammül edebildiğimizi düşünüyorum. Ve sabah uyanır uyanmaz aklıma gelen Mrs. Dalloway’in yaratıcısı Virginia Woolf’u hatırlıyorum. Eve dönüp sıradan bir kadının sıradan bir gününde zihninden geçenleri yazmak istiyorum ama onun gibi kurgulamadan, olduğu gibi...
Zihin makineyse, benlik hayalet
Romanlarında bilinç akışını döneminin yazarlarından farklı bir üslup ve teknikle uygulayan Woolf, doğrusu benim en sevdiğim romancılardan biri değildir. Baştan sona kurgulandığı halde hikâyelerin böylesine bilinçli bir ‘savrukluğa’ hapsedilmesi beni biraz yorar. Ama onun insan zihninin ‘müstehcen’ anlarını ayrıntılarıyla yazıya dökme tutkusuna her okuyuşumda yeniden çarpıldığımı da itiraf etmeliyim. Özellikle de duygularını hiç saklamadan anlattığı günlüklerine.
Geçenlerde Nobel ödüllü bilim adamı Jonah Lehrer’in Proust Bir Sinirbilimciydi başlıklı kitabını okurken, Woolf’un edebiyata katkısını bilimle buluşturabilmiş incelikli bir makaleyle karşılaştım. Lehrer o yazıda şu basit soruyu soruyordu: “Neden birbirinden kopuk düşünceler yığınından daha fazlası olduğumuzu hissederiz.” Ona göre Woolf, benliğin bizi bir bütün haline getirdiğini fark etmişti ve benlik kimliğimizin kırılgan kaynağıydı. Lehrer’e göre zihin bir makineyse, benlik onun hayaletiydi. O kendini içtenlikle anlamak isteyenlere Woolf’un sanatını tavsiye ediyordu.
Yaşadığı sürece en çok kendisinin otopsisini yapan Woolf, günlüğüne şöyle yazmış: “Hayatımdaki iniş çıkışları tüm yönleriyle kendim için kâğıda geçirmek niyetindeyim. Bu şekilde nesnelleştirildiğinde acı da utanç da epeyce azalıyor.”
Leonard Woolf 26 cilt defteri taradı...
Kendisine ailesinden miras kalan zihinsel hastalıkların pençesinde sık sık sinir krizleriyle boğuşan yazar için bakışlarını ruhunun karanlık dehlizlerine doğru çevirmekten ve yazmaktan başka çare var mıydı bilmiyorum ama yazının bir biçimde onu iyileştirdiği ve acısını azalttığı kesin.
Lehrer’in makalesindeki alıntılar sayesinde Woolf’un –bütün ‘bilinçli’ yazarın yaptığı gibi- ilerde yayımlansın diye yıllar boyu özenle yazdığı günlüklerini hatırladım ve sessiz bir tatil günü çalışma odamdaki kırmızı yumuşak kanepeye uzanıp 27 yıl boyunca hayatının kaydını tutuğu defterlerin özeti olan kitabı karıştırdım. Daha evvel işaretlediğim sayfalar genellikle yazarları epeyce küstah bir kıskançlıkla çekiştirdiği bölümler olmuş. O zamanlar eğlenceli yazar dedikodularını, yaratım sürecinde hastalanan bir yazarın çaresiz ruh halinden daha fazla önemsemişim belli ki. Kocası Leonard Woolf, 26 cilt defteri tarayıp yayına hazırlarken, yazarlığının hammaddesinin Woolf’un zihninde yarattığı etkilerden bahseden bölümleri özellikle seçtiğini söylüyor. Bu defa daha çok onlara takıldım.
“Demodeyim, eskiyim, kafasızım...”
Onlardan bazıları: 8 Nisan 1918: Saat 11’e 10 var. Ve benim Jacob’s Room’u yazıyor olmam gerekiyor; yazamıyorum. Bunun yerine neden yazamadığımı yazacağım... Evet, işte yazar olarak bir hiçim. Demodeyim; eskiyim, elimden daha iyisi gelmeyecek; kafasızım; bahar her yerde, kitabım çıktı (zamansız) ve dalında soldu, ıslanmış bir havai fişek gibi...16 Şubat Pazar 1928... İnsan bedeninin fazlasıyla farkında ve gidip yazının başına geçmek için hayatın rutininden sarsılarak çıkması gerekiyor... Bir ya da iki kez zihnimde o garip kanat hışırtısını hissettim, hani hastalandığımda sıkça olan... 23 Haziran 1929: Nasıl da doğuştan melankoliğim! Kendimi su üstünde tutabilmemin tek yolu çalışmak... Çalışmayı kestiğim an daha da, daha da dibe vurduğumu hissediyorum. Tek hafifletici yanı bu: Bir tür soyluluk, ağırbaşlılık. Bizim için hiçbir çıkar yol olmadığı gerçeğiyle yüzleşeceğim... Çalışma, okuma, yazma hepsi büründüğümüz kılıklar ve insan ilişkileri... 8 Mart 1941: Hayır içe kapanmaya hiç niyetim yok. Henry James’in dediğini hatırlıyorum: Durmadan seyret. Yaşlılığın gelişini seyret. Aç gözlülüğü seyret. Kendi kederini seyret. Bu yolla onu işine yaratabilirsin... Sanıyorum içe kapanmanın sınırlarında gezinmek oluyor, ama tam da öyle değil. Diyelim, Müze’ye bir bilet alsam, her gün bisikletle gidip tarih okusam. Diyelim her çağda baskın bir kişilik seçsem ve onun yanında yöresinde dolanıp yazsam...
“Hiç kimse bizden daha mutlu olmamıştır”
Virginia Woolf, “İçe kapanmaya hiç niyetim yok” diye yazdıktan yirmi gün sonra 28 Mart 1941 günü Ouse nehrinde kendini sulara bıraktı. Kocası Leonard onun bastonunu Southease köprüsü yakınlarındaki sahil şeridinde rastladı. Virginia’yı üç hafta sonra ırmağın karşı kıyısının biraz yukarısında buldular.
Ben masmavi bir bayram günü sıradan insanları ve hayatı bir seyirci gibi izlerken romanlarında akıtıp durduğu ‘dağınık’ bilinciyle kendini hayatın dışına savuran güçlü ve özel bir yazarı hatırladım. O hayata veda ederken aslında en iyi dostu olan kocasına “hiç kimse bizden daha mutlu olmamıştır” diyen bir mektup bırakmıştı. Çalışma masamın üzerindeki masum zambaklar henüz açmamış diri tomurcuklarıyla boyunlarını eğmiş beni seyrediyorlar. Zihnimde birbirinden kopuk düşünce parçacıkları uçuşuyor. Onları yazıya dönüştürerek duygularımdan başka bir ‘ben’ yapmaya ve bu sayede kendimi anlamaya çalışıyorum. Ve aslında Lehrer’in sorusuna basit bir cevap arıyorum: “Madem zihin bu denli uçucudur, o zaman benlik nasıl ortaya çıkar? ”
Eğer benlik, Woolf’un romanlarında anlatmaya çalıştığı gibi gerçek muamelesi yapılamayacak bir ‘kurmacaysa’ dönüp cesaretle içimizdeki derin uçuruma bakmamamız gerekir diye düşünüyorum. Her kırılmadan sonra insanın kendisini yeniden yaratabilmesindeki mucizevî sır, o mahrem bölgede saklı çünkü.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:50:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!