Z / Yazılar - Nilüfer (Su Orkidesi)

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

Z / Yazılar - Nilüfer (Su Orkidesi)

-“Ay! .. Bacağı acıyor herhalde, üstüne basamıyor...”
Panikle, telaşlı bir çığlığa sığmıştı bu sözler.
Bir sokak köpeğiydi... İstiklal caddesindeydi... Gecenin rengince kara tüyleriyle ve insanın içini acıtan gözleriyle açlığın, karanlığın, soğuğun ölümcül ürkülerinden korunmak için sığınmaya uzatmıştı başını avuçlarımıza.
Sevgiyle bakan gözlerinin kuşattığı mutluluk dokunuşlarıyla arka bacağındaki derin yarayı ıskalamıştık bir hoyrat miyoplukla... Oysa filozofça bakışlarıyla acısını göstermeye soyunmuştu.
Bizim gözlerimizin kör noktasına takılıp kalan cerahatli topallık, yüreğinin bilgece havuzladığı bir çiçeğin dikkatine takılıyordu...
..öyle bir çiçekti ki bu, gönüllerin durgun sularında yeşeren kökleri sevgiye kadar uzanıyordu...

Röportaj için yaptığımız söyleşinin ardından yaşadığımız bu küçük olay aslında Nilüfer Bıyıklı’nın yaşamı algılamasındaki perspektifi sergilemesi adına çok önemliydi.
Onun hayata bakışını bu eksende değerlendirdim sohbet boyunca.
Akrep burcundan olması, Beşiktaş futbol takımını tutması, insanı kekeme edecek kadar heyecanlandıran bir güzelliğe sahip olması gibi herkesin bildiği yönlerinin aksine şiiri, sanatı, sinemayı, radyoyu konuştuk bolca.

Yaşamı bir karmaşa olarak nitelendirdiğini belirtiyor Nilüfer.
-“ Karmaşa denilince o, adeta edimler manzumesiymiş geliyor usuma. Yani tenakuz...
Zira çelişkilerin karşıtlığı bile ayrışmaların içinde bir buluşmaya yönelebiliyor.
Çelişkilerin sarmalı içinde sinema, tiyatro, müzik, roman ve özellikle şiir detayların hangi yanında duruyor.”
Nilüfer’e göre genelde sanat (veya sanatçı) çelişkileri uzlaştırma eğilimi içinde olmalıdır. Yani uzlaşmaz çelişki ve düşünsel ayrışmaların arasında sanatçı kendine
“sınıflar üstü” bir alan oluşturmalıdır.
-“ Özellikle şiirin alanında ise eşeyliğin yozlaştırılıp deforme edildiği ve satırların/ mısraların içinin boşaltıldığı, şiire özel kavramların karmaşa/ kargaşa alanlarına taşındığı ve bu halin sistematize edilmeye çalışıldığı ve bu tarz girişimlerle “entellik/ sanatçılık” ukalalığında bulunulduğu görülüyor. Elbette ki bu kabul edilemez bir durum. Böylesi kişiler, aslında daha entelektüellik ya da (birikimli-donanımlı) sanatçılık kimliğini edinememişlerdir; edinemezler de...
Böylesi durumları içinde bulunduğumuz postmodernist süreçte sıklıkla görüyoruz maalesef... İşte öncelikle bu çelişkiyi sorgulamalıyız...
Sanat konsepti içinde tanımlanan gerçek sanatçılar ve aydınlar bu sorgulamanın ve hesaplaşmanın mihenk taşlarıdırlar...

-“Şiire ilişkin nitelikler sıradan günlük konuşma biçiminden uzak, öznelliğin/ varsayımsallığın simgelerle anlatıldığı bir terminoloji ile ifade edilmelidir.
Şiirde; düz yazılar, makaleler gibi kalıplar ve sınırlar yoktur.
Dört boyutlu, üç gözlüdür şiir... Sonsuzdur...
Sınıflı toplumların ortadan kalkıp, süreçlerini tamamladıktan sonra, sınıfsız toplum zamanına kavuşuncaya kadar var olan tüm çelişkiler bu uçsuzluk/ bucaksızlık dahlinde irdelenmelidir.
Kalıpların, ölçülerin, kısıtlamaların ortadan kaldırıldığı ve düşünsel özgürlüklerin imgeselliği nazariye ve yaşamın pratiğinde sömürülenlerin lehine kullanmada, öznele ulaşmada fevkalade ve son derece önemli bir argümandır şiir.”
Kendi coğrafyamız özelinde ve günümüzde ise sanat ve sanatçının pratikteki yerini barışçıl bir söylemle mülahazat hanemize yazıyor;
-“ Hiçbir şiirsel metni sanatsal ve duygusal boyutları sebebiyle reddetmiyor; saygı duymasam bile salt bu nedenlerden dolayı saygı gösteriyorum...”

Henüz yayımlamadığı “Yunus’a Çalardı Rengi” isimli şiir kitabının yanı sıra, nicel olarak bir anlamda bu kitabın devamı sayılabilecek yazınsal çalışmaları hala sürmekte. Bu minvalde üretiyor Nilüfer...
Onu sıra dışı yapan sanatsal bir altyapısı var.
Can Gürzap ve Alev Sezer gibi hocalardan eğitim almış.
Seslendirme/ dublaj çalışmalarının yanı sıra; tiyatro, televizyon dizileri ve sinema alanlarında da görüyoruz onu. Şu sıralar “Ayşecik” isimli dizide oynuyor.
Nitelikli olan bütün sinema ve tiyatro tekliflerine/ projelere açık.
Sesinin rengi, diksiyonunun mükemmelliği ve aldığı eğitim onu bir single çıkarma noktasına kadar getirmiş. Henüz piyasaya çıkarmadığı bu çalışmasına ve sesinin güzelliğine güveniyor. 'Daha arkası gelecek' diyor...
Müzikal anlamda ve de yalnızca kendi şiirlerini okuyacağı kasetler ile yeni çıkışlara hazırlanıyor...
İçinde bulunulan konjonktürde, kendisine yönelik eleştirileri eksik bulan Nilüfer “bunca ürettiğiniz şeye rağmen hala anlaşılamıyor olmak kadar hüzünlü bir şey yok” diyor...
Yalnızca fiziksel özellikleri üzerinde odaklanan “seksi sunucu” söylemli mütecaviz kritikleri kabullenemiyor.
Seksiliğin göz rengi kadar yaradılışsal ve doğal bir olgu olduğu gerçeğiyle bakıyor olaya... Gözlerinin kahvesini saran muzip bir gülüşle susuyor...
..(yani) seksi olduğunu ikrar ediyor...
Doğa vergisi bir güzelliği var Nilüfer’in...
Yani yüreğinin güzelliği yüzüne yansıyanlardan...
Yaptığı televizyon ve radyo programlarında optimal yanını güzelliği ile belikleyerek adeta “Kaçamak” tiryakileri/ aboneleri oluşturmuş...
O; düşsel dünyasında, toplumsal barışıksızlığın olmadığı bir cennet yaratmış...
Ve köprüler atmış bulutlar beşiğinden karanlığa doyup taşmış insanlara...
Bir uzun yol gülümsemesinde ulaştırmış sesini...
Bilgiç bir ikiyüzlülükle değil, halk avcılığıyla değil...
Hiç duraksamasız bir paylaşımı onurluca fısıldamış aç kulaklara geceden sabaha...
Bir terapist sabrıyla...
Üstüne sinmiş çağın bütün yalan ve korku giysilerini, sevdası kör kuyularda gıdım gıdım büyümüş, şafağa yükselen öksüz çocuk çığlıklarıyla dağıtıp çırılçıplak hayatı götürmüş insanlara ve kentin sokaklarına...
Kâh faks iletileri, kâh telefonlar ile kendisine ulaşabilen insanlara karşın; mektup yazabilmenin dışında böyle bir şansı bulunmayan “Kader Mahkûmları” ndan gelen mektupları Salı geceleri radyodan okuyarak mavi gökyüzünü ve onları süsleyen işveli yıldızları gönderiyor yüksek taş duvarların ardındaki koğuşlara...
Onun bu yanı, kemikleşmiş bir mahkûm/ tutuklu dinleyici kitlesi oluşturmuş...
Yani mahkûmların dünyasına hiç de yabancı değil Nilüfer...
Buradan yola çıkarak hapishaneleri, af yasasını, F Tipi tabutlukları ve Ölüm oruçlarını konuştuk...
Yüzünde hüznün sarı rengi dolandı birden... Ölümü kabullenemiyordu...
-“ Ne olursa olsun ölümü kabullenemiyorum! ..” diyordu.
O, her şeyin yolunda gittiği, acılardan derslerin çıkarılabildiği mutlu bir dünya düşlüyordu... Hüzünlüydü...
Yeryüzünün kaynaşmış insan güzelliği olmalıydı yürüyen, zafer meydanlarında...
Bir çocuğun dayayıp başını kana kana ağlamasına açtığı göğsünü, bir anaç fedakârlıkla siper etmek istiyordu gözyaşlarına ve bütün acılara...
Hiçbir şeyin yolunda gitmediğini biliyordu aslında yaşama dair...
Sorunların çok boyutlu aynasından bakıyordu görüngülere...
Yoksulluğun, çaresizliğin, sevgisizliğin sarmaladığı kentleri hazmedemiyordu...
Maddeciliğin tüm tanrısal kitabelerini/ yazıtlarını, gözbebeklerinin kucakladığı bütün acıları, tuzun tadıyla mayhoş dudaklarıyla zamanın ümidi besleyen hasretine/ özlemine, sarhoş; yaşama silahsız/ duldasız koşulan taptaze hayatlara çıkarılmış faturaları reddediyordu...
Gözlerinde işkenceler ve tabutluklar besleyen ürkülerin sırmasına ve her yerde, her şeye anlaşılmaz trajedi tohumları serpen apoletli gölgelere, güvercin soluğu buğusuyla karşı koymaya çalışan isimsiz şehirlerin ırmaklara karışan nasırlı avuçları karartma gecelerinin yoksul ve üşüyen damlarına konuyordu bıkmadan/ erinmeden...
Hayalleri, gerçeğin buza kesmiş kalkanlarıyla buluşup, kaybolup çoğalan doğurgan öfkesini gezdiriyordu yüreğinin...
Gecenin bir yarısı, radyoların “click” sesiyle bilmediği hanelere konuk oluyordu...
Yürekten yüreğe attığı köprülerden geçiyordu...
Yaşanılan yanılsamaların simülasyon mutluluklarıyla hipnotize edilmiş kalabalıkların ömürlerini eskittikleri köprülerden...
O köprülerin taşıdığı yükü kaldıramadığı zamanlar olmuştur hep...
İşte; Nilüfer Bıyıklı, yaşamı kucaklayıp sevmeyi fısıldarken henüz taşa kesmemiş yüreklere, üzerinde kanat yoran yusufçuktan ayrı bir gökyüzü mavisinde bir heykelin ıssızlığında sakladığı öfkesiyle köprünün yaralı bacağına asıyordu bakışlarını;
-“ Ayy! .. Bacağı acıyor herhalde, üstüne basamıyor...”
Panikle, telaşlı çığlığına bu haykırıyı sığdırıyordu...

avuçlarımı çukurlaştırıp,
su doldurdum içine.
küçük bir su birikintisi yani...
..Nilüfer’ler için,
beyaz, sarı, pembe, mavi
“sığmaz” deme sakın;
yüreğimiz de avuçlarımız kadar değil mi?


Gürkal Gençay
13.Aralık.2000-İstanbul
(The Marmara Oteli)

* Haberde Ekspres Gazetesi - Şubat. 2001 / Yıl: 11 - Sayı: 133

* İşbu Röportaj Yazısı, Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 505150121288
*******************************************************************************************

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 25.7.2006 17:59:00
Hikayesi:


NİLÜFER 'Su Orkidesi' avuçlarımı çukurlaştırıp, su doldurdum içine. küçük bir su birikintisi yani... ..Nilüfer’ler için, beyaz, sarı, pembe, mavi “sığmaz” deme sakın; yüreğimiz de avuçlarımız kadar değil mi?

Gürkal Gençay