(Hiç kimse doğuştan çirkin olanları suçlayamaz, ama herkes idman { düşünce } eksikliği yüzünden vücutları { beyinleri } çirkinleşenleri suçlayabilir... ''Aristoteles'')
Cumhurbaşkanı S.Demirel’in “Devlet zaman zaman rutin dışı davranabilir” sözünü vahim bularak zat-ı ali’leri ile ilgili bir yazı yazmayı düşünüyorken;
(..narananaaaaammm! ..)
..yeni bir siyasal söylemi ile karşılaştım.
-“Türkiye’nin hedefi, dünyada ilk on’a girmektir.” (Güneş Gazetesi-18.02.2000)
Haydi bakalım, şimdi aldı beni bir paradoksal düşünce...
Zaten bu ülke, parasında en çok sıfır bulunan ülkeler sıralamasında dünya birincisi değil miydi ki?
-Hergün yaklaşık yüz trafik kazasının yaşandığı ve bu kazalarda ortalama on-on beş insanın parçalanarak öldüğü,
-Kişi başına 0.25 m2 yeşil alanın düştüğü,
-Cezaevlerinde en çok gazeteci, yazar, sendikacı ve fikir adamlarının bulunduğu,
-Köprülerinden çok karakollarında insanların intihar ettiği(!)
-Gözaltında kayıpların ve yargısız infazların sürgit yaşandığı,
-Yüksek enflasyonun kronikleştiği,
-Milyonlarca insanın fakirlik sınırı ücretinin bile dörtte biri paraya köle gibi çalıştırıldığı,
-Sigortasız çocuk işçilerin it gibi çalıştırıldığı ve insanların çöplüklerden ekmek topladığı,
-Milli gelirin paylaşımında zengin ile yoksulun arasının giderek uçurumlaştığı,
-Sokaklarındaki sahipsiz çocukların kaderlerine terkedildiği ve sahipsiz kedi-köpeklerin acımasızca katledildiği, ve böylesi iç yaralayıcı örnekleri rahatlıkla çoğaltabileceğimiz ülkeler arasında, bu ülke hep “Tapon” değil midir?
..pardon, Top on yani...
(..ben söylenildiği gibi yazdım.)
Bu ülkenin reelpolitiğine ilişkin pratiğe karşın Demirel’in böylesi söylemleri
(ortaya koyduğu tezatları itibarı ile) adeta konu çeşitliliği, yazı zenginliği sunuyor düşünce sistemimize...
..sanki, kurt gibi acıkmışken kendimi envai çeşit yiteceğin sunulduğu bir açık büfenin önünde bulmuşum gibi...
..yani malzeme bol...
İyisi mi ben, bu söylemlerin gündeme gelişlerindeki tarihsel sıralamaya göre
kendimce yaptığım değerlendirmeleri aktarmaya çalışayım.../ Böylesi daha uygun olacak...
♦
Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan sıradışı olaylara binaen O.Hal valisi Şarman bölgede bir birlik kuruyor, yani bayağı bayağı bir örgüt.
(..ve Şarman’ın kurduğu bu birliğin yasal bir dayanağı da yok.)
Yani, bu ülkede bir vali dönemin koşullarını “bahane” ederek yasadışı yollarla ülkeye (dolayısı ile bölgeye) silah sokuyor ve bu silahları kurduğu örgüte dağıtıyor.
Bunun böyle olduğunu da, gümrüklerden sorumlu devlet bakanı Mehmet Keçeciler çıktığı TV. kanallarının canlı yayınlanan programlarında bas bas bağırıyor.
Yüz binlerce silah ülkeye gümrüksüz giriyor ve silahları ülkeye sokan valilikte bile kayıtları yok ve numaraları da belli değil.
Asıl vahimi, önemli bir bölümü sırra kadem basan silahların nereye gittiği de belli değil.
..yani bir karmaşa var ortada! ..
Bunun üzerine bu soru soruluyor Demirel’e.
..ve zat-ı şahaneleri o malum cevabı veriyorlar.
-“ Devlet zaman zaman rutin dışı davranabilir...”
Bu cevabın üzerine kamuoyunda oluşan tepkilere ve infiale karşılık S.Demirel;
-“ O sözün arkası vardır, onu söylemezseniz eksik yaparsınız.”
-“ O sözün arkası (namaz kılmayın) ın arkasındaki (abdestsizken) dir.”
-“ O sözün de arkası, yani devlet zaman zaman rutin dışı davranabilirin arkası (yasa dışına çıkılmaması koşuluyladır.) diyor.
Sayın(!) Demirel; zaten yasanın dışına çıkılmış yahu!
..soru bu zaten! ..
Yahu böyle bir şey olabilir mi ya, soru bu zaten! ..
..oysa mesele net.
Orada hukukun dışına çıkılmış, kabile toplumlarının idare anlayışına tekabül
eden bir mantıkla davranılmış, yani rutinin dışına çıkılmış ve bir karmaşa
yaratılmış.
..bunun adı nedir?
Burada S.Demirel’in “ sözün önüydü, yok ardıydı “ gibi çarketmelerinin hiçbir
kıymeti harbiyesi yoktur.
“ Zira, bu tartışmaların sebebi, zaten yasaların dışına çıkılmış olduğu içindir
Sn.Demirel.” Niye anlamamakta ısrar ediyorsunuz?
Dolayısı ile lafın ardının benim için pek bir önemi yoktur.
Aslında S.Demirel bu ülkenin ipucunu veriyor. Yani diyor ki;
-“Devlet zaman zaman kanunsuz işler yapar, devlet zaman zaman yasadışı işler yapar.”
(...................................................)
Oturuyoruz; burada düşünüyoruz sevgili okurlar...Düşünüyoruz!
Adeta beynimizi iğfal eden bu sözleri devletin başı S.Demirel söylüyor.
Aynı, Anap döneminin savcısı Vural Savaş’ın Susurluk olayında söylediği
“Devlet yasadışı işler yapabilir, ama bunu eline yüzüne bulaştırmadan yapmalıdır.” dediği gibi...
Belleksiksiz toplumlar sıralamasında da dünya birinciliğini kaptırmamamıza karşın, hala hafızalarımızda unutulmazlığını koruyan, Demirel’in yetiştirip Türk siyasetine armağan ettiği Tansu Çiller’in dillendirdiği cümlelerde olduğu gibi.
S.Demirel’in “Tespih çeken eller tetik çekemez” ve “ Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” söylemlerine yakın akraba olan söylemleri adeta sloganlaştıran Tansu Çiller’in Susurluk olayının polis-mafya-siyasetçi (şeytan) üçgenindeki elemanları adeta milli kahraman olarak tanımlayarak “Bu ülke için kurşun sıkanlar, cinayet işleyenler kahramandır.” demesinde olduğu gibi...
(..Nasıl ama? Bunlar böyle işte...)
İşte bu zihniyetler yüzünden ve bu zihniyetin 1946’dan bu yana (istisnai süreçleri saymazsak) devamlı hükümet etmeleri / iktidar olmaları yüzünden ülke hızla çete-mafya ülkesine dönmüştür.
Ama asıl önemlisi Demirel’in “Devlet zaman zaman rutinin dışına çıkabilir.”
açıklaması...
..Bu söylemin altını iyice açmak gerekiyor.
Bu söylem devletin kanun dışı işler yapabileceği, şimdiye kadar yaptığı ve
bundan sonra da yapabileceği anlamına gelir.
Devletin her kademesinin yapacağı işler ve görevleri-sorumlulukları yasada bellidir. Buna rağmen genel prosedürün dışına çıkmanız düpedüz kanunsuzluktur.
..ve devlet burada kanunsuzluk yapmıştır.
Bu noktadan sonra yapılan açıklamaların yalnızca sesten ibaret olduğunu ve hiçbir anlamı da olmadığını düşünüyorum.
..yani ben bu durumu anlamış değilim ve bunu anlamam da mümkün değildir.
(..kusura bakmayın! ..)
Bunun anlamı aslında çok açıktır ve bir o kadar da nettir.
..bu kadar ağırdır, ağır! ..
Ama, elbirlik bu konunun üzeri örtülüyor. Kedinin kakasını toprağa saklamaya çalışması gibi bu konunun da üzeri örtülmeye çalışılıyor.
..ama etrafa yayılan pis kokular burnumuzun direğini kırıyor.
Anahtar olsun: devlet yetkilileri bir konuda, “araştırıyoruz-ilgileniyoruz-soruşturuluyor” diyorsa biliniz ki o konu hasıraltı ediliyordur.
O konu milletin, kamuoyunun beyninde uyutulmaya bırakılıyor demektir.
..ve o konuya ilişkin beyanatlar da birer ninnidir yalnızca...
Ülkeye 510 milyon dolarlık silah kaçak yolla sokulmuş işte.
..bu, bu kadar açık...
Devlet eliyle kurulan ve hiçbir yasal mesnedi olmayan bir birliğe dağıtılmış.
“Bütün bunların sizin için bir anlamı var mı Sn(!) Demirel? ”
..bu konuya ilişkin söyleyecekleriniz benim için palavradan başka bir anlam taşımaz.
Eğer devlet hukuk ile çalıştırılan bir devlet olsaydı, yani rutin işlerin dışına çıkmayan bir devlet olsaydı bu ülkede böylesi manzaralar yaşanmazdı.
Ama görülüyor ki, yasadışılık rutin olmuş ne yazık ki...
Söylem demokrasisi üstadı zat-ı şahaneleri de sanki bu ülkede hiç siyaset yapmamış gibi, sade vatandaş tepkisiyle “toprağın altı da üstü de çürümüştür” diyor.
..evet, ta tepeye kadar çürük. (Tepe de dahil)
..ve bu çürümüşlükle yaşıyoruz maalesef! ...
Bu ülkeyi yönetenler durdukları siyasi platformları o kıytırık siyasi hesaplarına alet ediyorlar.
Et kokarsa tuzlarsınız, peki tuz kokarsa ne yaparsınız?
“..vah benim yurdum vah! ..”
Ha; birşey söyleyeceğim, bunu yapmak durumundayım.
Bunun karşısında, yani yaşanılan bu olaylar bütününün karşısında sessiz kalan herkes bundan sorumludur.
Bu ülkenin cumhurbaşkanı “ Devlet zaman zaman kanunsuzluklar yapar” diyor ve hiç kimse gıkını çıkartmıyor ya hu! ..
Demokratik kitle örgütleri, vatandaşlar gıkını çıkartmıyorlar. Seslerini hiç çıkartmadan evlerinde, köşelerinde huşu içinde bekliyorlar.
“Ruhunda kölelik olanlar, tahta da çıksa yine köledir” demiş ya düşünür;
..bu da aynı böyle...
(..yakın bir duvar arıyorum, kafamı vurmak için bir duvar arıyorum.)
Eğer bu ülkede, yaşanan bunca olaylardan sonra sosyal patlamalar yaşanmıyorsa, bunu sosyologlar araştırıp bulmalılar.
Zira çok önemli verileri içeren ve dünyada eşi benzeri olmayan klinik vaka bir ülke örneği var önlerinde.
(..arasalar bulamazlar.)
Bütün karmaşık problemler basit formüller ile çözülür, karmaşık formüller ile değil.
Tırnak içinde ünlem, kocaman bir ünlem: “Devlet bazen rutin işlerin dışına çıkar” birçok ipucunu içeren söylemdir ve ısrarla bunun üzerine gidilmesi gerekmektedir.
Zira, artık mızrak çuvala sığmıyor. Orasından – burasından cırt / pırt yırtılıp duruyor.
Ne diyor vali Şarman kendisiyle mülakat yapan gazetecilere?
-“Diğer valilere de bakın, niye onlara bakmıyorsunuz? ” diyor.
(..bir iması mı var valinin?)
..ne dersiniz?
..nutkunuz tutuluyor.
Nasıl ilişkiler ya bunlar, nasıl kusturucu-iğrenç ilişkiler bunlar ya böyle? ..
Bataklığın, sürüngenlerin dünyası, öyle bir dünya burası.
Anaları bunları oraya doğurmuş.
“ Aslında, pek doğurduğu da söylenemez ya! ”
Yani, insanı sinirden olduğu yerden zıplatan, kafalarını tavana vurduran bir durum bu ya...
..başka ne söylenebilir ki?
Vali Şarman’ın ithal ettiği silahların önemli bir bölümü Hizbullah örgütünün hücre evlerinden çıkmış. Bu silahlar oralara nasıl gitmiş, kim götürmüş?
'Zuzaylılar mı? '
Devlet eliyle ithal edildiği söylenilen bu silahların içinde “Boğma teli”nin işi nedir?
Devlet boğma telini ne yapar, nasıl ve nerede kullanır?
İthal malı bu boğma tellerinin tümünün Hizbullah’ta çıkması yalnızca bir tesadüf müdür?
Doksanlı yılların başından beri cinayetlerini ve tedhiş hareketlerini sistematik olarak uygulayan Hizbullah’a karşı bu devlet neden bir şey yapmamıştır, adeta görmezden gelmiştir.
Bir hücre evinde, örgütün üst düzey yöneticisi iki arkadaşı ile kıstırılan ve orada ölü olarak ele geçirilen örgütün kurucusu ve lideri Hüseyin Velioğlu’nun adını neden hiç kimse o zamana kadar duymamıştır?
Medyanın da gayretleriyle(!) yediden yetmişe herkesin adını bildiği PKK’nin genel başkanı A.Öcalan’ın aksine, Hizbullah örgütünün başı H.Velioğlu’nun adını Türkiye kamuoyunun bu yaygınlıkta duymamış olması bilinçli olarak kurgulanmış bir senaryonun gereği midir?
1992 yılında, dönemin içişleri bakanı İsmet Sezgin, Hizbullah konusundaki sorularına binaen gazetecilere “siz ne bu soruyu sormuş olun, ne de ben duymuş olayım” (gazetelerde yer aldı bu) dememiş miydi?
Konuyu araştıran devlet görevlileri, valiler merkeze (açığa) alınmamışlar mıydı?
Bu yaşanılan en son olayda, ölü olarak ele geçirilen H.Velioğlu’nun vücudundan otuz mermi çıkmış olmasına karşın diğer iki kişinin o cehennemin ortasından burunları bile kanamadan çıkmaları “hoş bir” rastlantı mıydı?
Yoksa, Devlet-Hizbullah ilişkilerinin deşifrasyonunda önemli bir noktada bulunan Velioğlu’nun susturulması mı söz konusuydu?
Yakalanan iki örgüt elemanı sayesinde Türkiye genelindeki tüm örgüt/hücre evlerinin ve ceset tarlalarının birdenbire ve seri olarak ortaya çıkarılmaları yalnızca bu kişilerin itirafları sayesinde mi olmuştur, yoksa devlet bu yerleri “zaten” biliyor muydu?
Devlet (böylesi) kendi yarattığı canavarların kontrolünü elinden kaçırarak işlenen bu cinayetlerin ortağı durumuna düşmemiş midir?
Bu soruları çoğaltmak elbette ki mümkündür. Ben yalnızca şeytanın “gör” dediğini söylüyorum.
..çok masum, çok samimi sorulardır bunlar.
..bir durum tespitidir bu bizim yaptığımız yalnızca.
Zira, Devlet-i alî’nin işlerini bir türlü anlayamıyorum ve bu soruların cevapları verilirse eğer, belki bir takım şeyleri anlayabilirim diye düşünüyorum.
(..ya ben...ben çok safım, öyle olmalı.)
Sistem içindeki kliklerin birbirleriyle olan sürtüşmeleri, yani tepişirlerken dökülen pislikleri bu bizim görebildiğimiz.
Biz de burada birçok şeyi bildiğimizi zannederek, hiçbir şeyi bilmeden naçizane yaşayıp gidiyoruz.
Toplumun bu olguları sorgulayamaması ve insanın kendine yabancılaştırılması gayretlerine karşın ortaya koymaya çalıştığımız bu tepkilere devletin başı ne diyor?
-“Efendim, devleti töhmet altında bırakmayın. Devlet cinayet işlemez.” Demiyor mu babamız, amcamız, abimiz, kardeşimiz ha...ha...yok,
..halamız değil...
Cevaba bakın! .. Tatmin oldunuz mu?
(Devlet cinayet işlemez ha?)
Bir sözü veciz halde söyleyerek, o söze ve mentalitesine kutsiyet kazandıramazsınız.
Bir mantık oyunu oynanıyor olabilir. Elbette, biz de biliyoruz ki devlet cinayet işlemez.
Sn. Demirel halkı aptal mı sanıyor? Evet; yıllardan beri öyle sanıyor.
..ve aslına bakarsanız, pek de yanılmıyor.
..küçük bir istisna hariç, pek de yanılmıyor.
..ve bu ülkenin insanları bunu anlamayacak kadar körlük çekiyorlar.
Demirel, halkı ahmak yerine koymak isteyebilir ama, beni ahmak yerine koyamaz.
İşte “bak” ben bunu burada böyle deşifre ediyorum.
Ben burada başka bir şey söylüyorum. Elbette ki hukuk devleti cinayet işlemez.
..Peki, T.C. cinayet işledi mi?
..bu sorunun şu an da cevabı yok...
..Peki; hala işliyor mu?
..bu soruyu kendinize sorun...
“Devlet cinayet işlemez” ile “T.C. cinayet işlemez “ aynı şeyler değildir.
Bir genel doğruyu, iki farklı kavramı aynılaştırmada kullanarak ortadaki hukuksuzluğu, yasa tanımazlığı ibra edemezsiniz.
Yetkililer de.................................
“..yetkililer de” dedim kaldım.
Bundan sonra yazacağım şeyler sakıncalı olabilir.
..peki ya, bu kadar! ..
-“ Biz bu vatanı sokakta bulmadık”
-“ Önce vatan”
-“ Böyyük Türkiye”
-“ Kendim için birşey istiyorsam namerdim, herşey vatan için”
-“ Şehit kanıyla sulanmış bu topraklar kimsenin oyuncağı olamaz”
-“ Solcuların nefes alışlarını bile dinliyoruz”
-“ Sol’a hayır, sağda hayır”
-“ Eşkıyanın (solcuların) bu gece ne yapacağı belli olmaz”
-“ Dün dündür, bugün bugündür” örneklerindeki hamaset yüklü veciz sözleri gibi
“ Devlet cinayet işlemez” özlü sözünü de hattatlarımıza yazdırıp duvarlarımıza asmalıyız ha? ..
Yani; şimdi biz homurdanınca:
-“ Devleti töhmet altında bırakmayın”larla karşılaşıyoruz.
Belli ki bu konuda da devlet yine yanlış yapmış...
..açık! ..
“bana göre yanlış! ..”
-“Olsun vaasın, siz yine de devleti töhmet altında bırakmayın.”
Hayatımda Demirel gibi; böyle demagog bir insan görmedim.
“..inanılır gibi değil...”
Ne yapalım, babanız böyle istiyor.
“..ha, ben mi? ..”
beni boşverin! ..
Öfff...İnsan durduğu yerde böyle sinir oluyor.
Aslında burada devletin zırvasın..(pardon) zirvesinin topu taca atması olayını müşahede ediyoruz.
..neden mi?
70’li yıllarda ülkücüler “biz polise yardım ediyoruz” diyorlardı.
Ve nerede devrimci, solcu dinamik varsa saldırıyor, öldürüyor, tasfiye etmeye çalışıyorlardı.
Bugün ise polis onlara yardımcı(!) olmaktadır. Yani bu anlamda devlet gönül borcunu, vefa borcunu kendilerine ödemektedir.
Milliyetçiler ile işbirliği içinde olan ve eylem birlikteliklerini pratiğe geçiren bu mentalite bugün farklı bir versiyonla maneviyatçıları yaratmış, onları güçlendirmiş ve onlarla işbirliği yapmıştır.
-“ Siz isterseniz şeriatı bile geri getirebilirsiniz”
-“ Nurlu ufuklar yakındır”
-“ Bu millet (cemaat-i müslim) bizi istiyor”
-“ İç düşmanlarla dış düşmanların ekmeğine yağ sürenler”
-“ Camilerimiz odun deposu yapılmıştır”
-“ Gözlerimin içine bakın ne demek istediğimi anlarsınız”
-“ Tekbiiiir” veciz sözlerinden de anlaşılacağı gibi maneviyatçı potansiyelin aidiyet duyguları ajite edilerek harekete geçirilmiş/tetiklenmiş ve T.C. polisine yapacakları yardımların(!) önü açılmıştır.
Devletin başının konuya ilişkin söyledikleri ise çok nettir;
-“İti ite kırdıracaksın. Biz de öyle yapmışızdır. Fena mı olmuştur? ”
Peki, daha önce ne demişti Demirel?
“ Devlet cinayet işlemez” demiyor muydu?
..hayat insanı böyle savurur atar işte! ..
Kenan Evren yasasını referandumda olumlayan ve sayısal oranı %95’lerin üzerinde olan, gözleri çakmak çakmak bakan ve Aziz Nesin’i yalanlarcasına her tarafından zeka fışkıran benim necip(!) halkımın dillendiremediklerini hayat böyle haykırır işte... “Kral çıplaaak! ..” Ya da Sultan Süleyman anadan üryaaan! ...
..Bu Demirel için bir utançtır!
Peki, bu birbiri ardına yakalanan ülkücüler, İbda-c’liler, Hizbullahçılar, cart’lar-curt’lar şimdi niye tu kaka edilmişlerdir.
..yani, şimdi ne olmuştur böyle durup dururken?
Aslında bu soruların cevapları son derece basittir.
“..son kullanma tarihleri dolmuştur da ondan.”
Böyle olunca, devlet büyüklerimiz ne yaptılar?
“..safra attılar.”
Sağ gösterirken sol vurdular yani...
..öykü bu! ..
Burası Türkiye ve bu ülkede sağlıklı yaşamak mümkün değildir.
Bu ülkede soru soran, merak eden, tepki koymaya çalışan insanların akli dengeleri açısından sağlıklı yaşamaları mümkün değildir.
“..çıldırmak işten değil ya...”
Tamamen kişilere endeksli, pespaye bir sistemin hâkim olduğu devlet yapısının en başındaki kişi, yani yani sn.Demirel yıllardan beri ülke insanının gözünün içine baka baka yalan söylemiştir.
-“ Pırasayı tütün fiyatına alacağız dediler, tütünü pırasa fiyatına aldılar.”
-“ Taban fiyatlarına kim ne verirse, ben beş bin kağıt daha fazla vereceğim.”
-“ Herkese bir ev, bir araba...”
-“ Her mahallede bir milyoner...”
-“ Ne sağ ne sol, Atatürk’ün izinde...”
-“ Çağdaş Türkiye’yi kurmak için...”
-“ Emekli, dul ve yetimleri unutanları millet de unutacaktır.”
-“ Yeşil kart...”
-“ Tüyü bitmedik yetimin hakkını kimseye yedirmeyiz.”
-“ Türkiye’nin sorunlarını çözmek için yüz gün istiyorum.”
-“ Enflasyonu mutlaka indireceğiz.”
-“ Önce demokrasi...”
-“ T.C. bir hukuk devletidir.” gibi, bugün hepsinin de birer martaval olduğunu gördüğümüz / yaşadığımız sözleriyle bu ülke insanına palavralar atmış, adeta onları ahmak yerine koymuştur.
“ Sn.Demirel, T.C. demokratik bir hukuk devleti ha? ”
..hadi ya...demokrasi ha, hukuk devleti ha, hadi ya! ...
Yani şimdi inanalım mı size ve bu söylediklerinize Sn.Demirel?
..bunu niye yapalım ki?
Onca olumsuz referansınız orta yerde duruyorken, size ait tabirle...
Kaygılarımda haklıyım, zira söylem demokrasisi üstadı Demirel ne söylediyse tam tersini yapmıştır, ne söz verdiyse hiçbirini yerine getirmemiştir.
Toplumun hoşuna gidecek olan şeyleri çok iyi bilen “kurt” siyasetçi Demirel, herkesin bildiği gibi benzeri şeyleri daha önce de söylemişti.
O sadece söyler, siz de ancak: “vay be, ne güzel konuştu.” diyebilirsiniz.
..ve bunu dediğiniz an da çuvallıyorsunuz demektir.
“ Aslında güzel de değildir konuşması.”
“Öyle büyük boş laflar vardır ki, içinde tüm bir ulus mahkûm edilebilir” sözündeki gibi, hazretin de tek derdi bu coğrafyanın insanını prangalamak, köleleştirmektir.
T.C.nin hedefinin dünyada ilk ona girmesi olduğunu söylemesi Demirel’i umut dilencisi, beklenti yorgunu durumuna indirgenen toplum gözünde belki bir sempati merkezine koyabilir, zat-ı âli’leri halkın beğenisine, beklentilerine ve ümitlerine hitap edebilir ama kırk yıldır Demirel ve onun politikalarıyla yaşayan biri olarak ve tecrübelerime dayanarak bu söylemin de içinde samimiyet ve gerçeğin barınmadığını biliyorum.
Bu benim günahım olabilir, ama bunda zat-ı fevkalade’nin hiç mi günahı yok? ..
..demek istediğim şu ki;
“Boş varilin sesinin çok çıkması” misali Demirel’den çıkan bu “sesler” doğrusu bana pek sempatik gelmiyor.
..ve hatta son derece zorlama, ıkınma bir cümle bu diye düşünüyorum.
Yaşam dediğimiz şey son derece pratiktir. Çağa nasıl uyacaksınız?
“..affedersiniz, ayıptır sorması(!) ”
Tüm bu koşullar altında çağa uymak için nasıl bir yapısal değişim öngörüyor acaba Sn. Demirel?
1-) Hadep’li belediye başkanlarının hukuksal mesnedi olmadan, salt önyargıya dayalı kararlar sonucu son derece ilkel, iptidai görüntüler sergilenerek yaka-paça gözaltına alınmaları, sorgulanmaları sürecinde içlerinden birinin işkence görmesi ve kaşla göz arasında kodese tıkılmaları çağdaşlığın hangi kriteri ile bağdaştırılabilir?
2-) Gerek yurt içinden, gerek yurt dışından gelen tepkilere karşın Demirel’in “TC bir hukuk devletidir. Ben yargının üstünde değilim.” demesi böylesi primitif uygulamaları ibra edebilir mi?
Sözü edilen hukuk kişiye özel bir hukuk mudur?
Herkesin alt ve üst kimliklerinin niteliğinin hukuki uygulamaların tecellisi üzerinde farklılıklar sergiliyor olmasına hukuk mu denmelidir, yoksa guguk mu?
Mesela, Demirel’in aile fotoğrafı içinde yer alan elemanlardan Kamuran Çörtük’ün bağlı olduğu ticaret odasından atılmasına bile sebep olan kanunsuzluklarına karşı nasıl bir hukuki yaklaşım gösterilmiştir?
Yine aile fotoğrafı içinde yer alan Cavit Çağlar’ın ve yeğen Murat Yahya Demirel’in sahip oldukları bankalar aracılığıyla halktan topladıkları paraları yine sahip oldukları şirketlere pompalayarak içlerini boşaltmaları karşısında Demirel’in güvendiği hukuk sistemi nasıl işlemiştir, bu kişilere nasıl bir müeyyide getirmiştir?
Bünyelerindeki tüm parasal varlıkları şirketlere akıtılan ve zarar içinde çökertilen bu bankaları devletin “kurtarma operasyonları” düzenleyerek el koyması ve mudilerin alacaklarını “sosyal hukuk devleti” şiarıyla ödemesi ne kadar doğrudur, ne kadar rasyoneldir?
..öyle ya; devlet dediğiniz ne?
..kişi değil ki çalışsın ödesin...
Devlet bir teşkilat. Peki, devletin geliri nereden?
..halktan topladığı vergilerden! ...
E, peki Çörtük’leri, Çağlar’ları, yiyen Demirel’leri palazlandıran bu paraları neden gariban halk ödemektedir o zaman?
Neden bu elemanların bankacılık sektörü dışındaki tüm mal varlıklarına el konulmamaktadır?
Bak, yiyen (pardon) yeğen Murat Yahya Demirel’in bütün işyerleri çalışıyor.
(Bu yeğen ile öteki Yahya Demirel aynı kişi değiller, isim benzerliği var yalnızca)
K.Çörtük’ün inşaat şirketleri, uçak filoları ve televizyon/radyo kanalları ile C.Çağlar’ın holdingleri, gazeteleri, televizyon/radyo kanalları ve uçakları şakır şakır çalışıyor ya hu! ..
..ama hortumlayarak batırdıkları bankaların paralarını bu gariban halk ödüyor.
Demirel’e sorarsanız Çağlar; iflas etmiş, kader mahkûmu talihsiz bir işadamıdır.
“ Böyyük sıkıntılar görmüştür,
..çok sıkıntı çekti çocukcağız binaenaleyh! ”
Sormak istiyorum; “ Sn. Demirel ben çok yufka yürekliyimdir, ne olur söyleyin o kadar da müflis, süfli değildir değil mi?
Eeee...Boru değil, neticede aile fotoğrafı içindesiniz kendiniz! ..
Siz şimdi C.Çağlar’sınız mesela (hemen alınmayın ya, tamamen misal) ve hukuki yaptırımla karşılaşacaksınız ha, öyle mi?
Yahu, herif ifade bile vermiyor. İfadeden muaf tutuluyor, mahkemeye çıkmıyor.
Böyle bir hukuk devleti olur mu? Böyle bir yönetim biçimi, böyle bir anlayış olabilir mi ya?
..ama böyle! ..
Ne tesadüf(!) ki soyadı Demirel olanlar ile aile fotoğrafı içindeki elemanlar kalkındılar tabii bu ülkede...
Aynı, Demirel’in yetiştirip Türk siyasetine armağan ettiği Özal’ın prensleri-papatyaları gibi.
..tabii büyük bir tesadüf olsa gerek bu! ..
“..başka ne söylenebilir ki? ”
Adamlar bayağı bayağı hortumluyorlar, milyarları hüp hüp hüpletiyorlar.
..önce hüpletiyorlar, sonra gümletiyorlar...
“ olay bu yani...”
Sonra da Demirel çıkıp “hukuka güvenin” diyor.
-“ Hangi hukuka Sn. Demirel? ”
Hadep’lilere uygulanan hukuka mı, yoksa “sizin çocuklara uygulanan hukuka mı? ”
..abartıyor muyum? (bana kalırsa az bile söylüyorum)
..onlara göre; “..elbette abartıyorum...”
..ama işin vahametini ortaya koymak için abartmak durumundayım.
♦
Bu ülkenin geri bırakılmış ilkel yapısında sizin de rolünüz var mı Sn. Demirel?
Otuz beş yıldır fiilen yönettiğiniz, on iki yılını başbakanlık, altı-yedi yıldır da cumhurbaşkanı olarak yönettiğiniz bu ülkenin bu çarpık yapısında sizin (çok büyük bir) payınız yok mu?
Kirden, pastan, yüksek haneli enflasyonundan, siyasi çürümüşlüklerden, sosyal adaletsizliklerden; bundan biraz da siz sorumlu değil misiniz Sn. Demirel?
Her ne kadar sorumsuz cumhurbaşkanı bile olsanız, otuz beş yılın içine sığdırdığınız uygulamaların ve popülist politikaların bugünlere sarkan yansımalarından sorumlu değil misiniz?
..yoksa siz, sütten çıkmış ak kaşık mısınız?
-“ Bu ülke daha iyi işletilmelidir” diyor Sn. Demirel...
Peki, bu ülkeyi elli senedir Demirel işletmiyor mu?
Menderes’in (politik zihniyet olarak) devamı niteliğinde olan Demirel bu zihniyetin sürekliliğinin etkin bir dinamiği olarak elli yıldır idare ve komuta merkezlerinde değil midir?
Yani, bu ülkeyi elli yıldır kendisi işletmemiş midir?
..elbette ki işletmiştir...
..ve Demirel hala bu ülkeyi “işletmeye” devam etmektedir...
G.B.Shaw’nun bir sözünü aktarmadan geçemeyeceğim:
“ Akıllı adam aklını kullanır, daha da akıllı adam başkalarının da aklını kullanır”
E, tabii Demirel akıllı adam. Kendisinin bu meziyetine bir sözümüz elbette ki olamaz, hatta takdir makamı olmamamıza rağmen onu takdirle bile karşılayabiliriz.
Ben burada yalnızca (aydınlık içinde yatsın) Aziz Nesin’in kulaklarını çınlatmak istedim, hepsi o kadar...
Ha, aranızdan birileri “ yahu kardeşim, akıl mı bıraktı bunlar bizde” diyebilir...
..e, onlarda haklı tabii...
Bu ülkede, insanlar hala “aptalca” yaşıyor iseler ve hala köle iseler bu, onların kendi hak ve güçlerini bilmemelerinden, kullanmamalarından kaynaklanmaktadır.
Devlet dediğimiz şey öyle ahtapot gibi kolları olan canlı bir organizma değildir.
Devlet, sosyal ve ekonomik olarak idari sorumluluğunu üstlendiği coğrafyada yaşayan tüm insanların (ayırmaksızın) hayatlarını kolaylaştırıcı hizmetlerin üretildiği bir organizasyondur. Kutsiyetini yalnızca buradan alır, yalnızca buradan.
Peki, hizmetlerin böylesine organizasyonsuzluğunda ve devleti bir ahtapot gibi algılayıp sekiz koldan halkı vantuzlayıp iliğini-kemiğini sömürmesinde,
“bunda sizin hiç payınız yok mu Sn. Demirel? ” diye birinin sorması gerekmiyor mu Demirel’e?
Tepeden bakışla, yukarıdan çekilmiş-snoptik bakışla TC’ye baktığınızda bütün bu olumsuzluklardan başka ne görülüyor allah aşkına?
Çifte standarda dayalı sistem içindeki imtiyazlı kişiler ile sistemin öğütmeye çalıştığı kesimlerin fotoğrafı tüm vahametiyle, tüm çıplaklığı ile görülmüyor mu?
Bu, Demirel’in söylediği çağdaş hukuk devletlerinde rastlanır bir şey midir?
“..hiç sanmıyorum...”
Demokrasisi kurumsallaşmış, gelişmiş bütün dünya ülkelerinin tepki koyduğu böylesi iç yakan olaylara karşı Demirel nasıl bir yapısal müdahale düşünmektedir dünyada ilk ona girmek için?
Mesela, Hadep’li başkanları da taciz eden itirafçılık sisteminin iftiracılık sistemine dönüşmesi sonucu abstre, soyut argümanları ölçü olarak alıp suçsuz insanları hapishanelere tıkmak,
TC adalet sisteminin böylesi sübjektif verilerle insanları yargılamasını, onların (iftiralara binaen) suçlanmalarını engellememek ve B.M. işkence sözleşmesinin (3. madde) altında ülke olarak imzamızın olmasına karşın kriterlere riayet etmemek,
Polise delilsiz yakalıyorsunuz, hâkime delilsiz yargılıyorsunuz dememek,
Adana’da bir evde çocuklarının gözü önünde yargısız infaz edilen işçi örneğinde ve daha sonradan devletin “pardon” diyerek geçiştirmeye çalıştığı Metin Göktepe, sendikacı Süleyman Yeter olayları misali gözaltında kaybedilen-katledilen başka mağdur insanların yaratılmaması için TC polisini evcilleştirmemek,
ve bu tip örneklerini zorlanmadan çoğaltabileceğimiz bir çok menfi olguyu adeta kronikleştirmek dünyada uygar, çağdaş on ülke arasına girme iddiasında olduğunu ileri süren bir cumhurbaşkanının uzlaşmaz çelişkisi değil midir?
Bu ülkede asla “Biz kötü yönetiliyoruz” diyemezsiniz, yazamazsınız, söyleyemezsiniz.
..yakalar devlet ve affetmez! ..
Tüm baskılama unsurlarını harekete geçirir ve şairseniz, yazarsanız, çizerseniz, türkücüyseniz ya da siyasetin haşarı çocuğuysanız sizi ortadan kaldırır, sizi tasfiye eder.
Bunu ülkenin bütünlüğü, ülkenin yıkılmaması adına yapar. Yani, böylesi vandalist uygulamalarına meşruiyet kazandırmak için hamaset yüklü özlü / veciz söylemlerle toplumun kafasında illüzyon yaratır.
Ancak baskıcı devletler yıkılmaktan korkarlar. Böyle devletler yönettikleri toplumun özgürlük alanlarına kadar kendilerini korur ve buna yönelik uygulamalarını hayata geçirirler.
Demokratik devletlerde “siyasi suç” diye bir suç yoktur. Böyle bir kavram yoktur...
O, demokrasisi saydamlaşmış çağdaş ülkelerin kodeslerini gazeteciler, yazarlar, aydınlar, siyaset adamları doldurmazlar.
Ve demokratik ülkeler TC’ye bu minvalde inatla “demokratikleşme” diyorlar,
“insan hakları” diyorlar.
“yoksa sizi AB’ye almayız, Helsinki kriterlerine uyun” diyorlar.
..hala adamlar direniyorlar ya! ..
Devletin bütünlüğüydü, vatan-millet-sakarya’ydı gibi kıytırık açıklamalar bu noktada beni tatmin etmiyor.
..bunu bana izah da edemezler.
“problem kimde allah aşkına? ”
..hay allah ya! ..
O, arasına girmeye çalıştığımız ve ilk on adına klasman iddiasında bulunduğumuz ülkelerde toplumsal tepki hareketleri, protest eylemler, toplu yürüyüş ve gösteriler, pankart açmalar-slogan atmalar son derece doğal ve toplumun taleplerini dile getirmedeki haklı eylemler olarak görülür-değerlendirilir.
İşte geçtiğimiz günlerde ABD’nin Seattle şehrindeki ve Avusturya’daki toplumsal eylemler.
Bu eylemlerin hiçbirinde kimsenin burnu bile kanamıyor, canı yanmıyor.
Bütün gelişmiş dünya ülkelerinde ve (kâğıt üzerinde) bizde de sendikalaşma yasal bir hak olarak tanımlanıyorken fiiliyatta bunun böyle olmadığını görüyoruz, yaşıyoruz.
Sendikalar demokratik taleplerini dile getirmek için meydanlara indiğinde karşılarında ya polisi ya da jandarmayı görürler.
Hep böyle olmuştur, tarih boyunca bu hep böyle olmuştur.
..ve bu ülkede güvenlik güçleri her zaman sisteme destek vermiştir.
Biz burada, çağdaş ülkelerle TC’deki uygulamaları karşılaştırdığımızda ise;
-“Efendim yok bizim özel durumumuzda bilmem ne...”
..hadi canım siz de! ..
Tek fark sizin demokrasiyi hazmedememeniz, demokrasiyi içselleştirememeniz;
fark bu...
Bu coğrafyada hukuk size göre işliyor. “Siz” derken sistemi kastediyorum.
Çünkü Türkiye’de, yönetenler yurttaşı sevmiyorlar. Böyle bir dertleri yok.
Bütün sevgileri hep para.
İnsanı temel alarak, yaşamı temel alarak alınmış kararları yoktur.
Hep para ve çıkarlar temel alınır, rant hesapları temel alınır.
♦
3-) Geçtiğimiz aylarda Ankara Ulucanlar tutukevinde devlet eliyle bir katliam yaşandı.
Sol tandanslı on mahkûm hücrelerinde (hiç hareket alanlarının olmadığı ve hiçbir yere kaçamayacakları biline biline) kıstırılarak infaz edildiler, katledildiler.
Katliamın ertesi günü jandarma ve emniyetten birkaç yetkili bir basın toplantısı düzenleyerek içeride ele geçirilen (güya) silahları teşhir ettiler.
Ele geçirildiği söylenen ve silah diye tanıtılan “şeylerin” tümü kartonplak kabzalı, tahta/demir boru namlulu oyuncak tüfekler, ambalajda kullanılan koli kartonlarından yapılma tabancalar (zira koli kartonlarının üzerindeki marka ismi görünüyordu) ve mumdan yapılmış el bombalarıydı.
Yani; değil bir insanı, bir sineği bile öldüremeyecek olan bu oyuncak metalar medya kanalıyla topluma silah diye yutturuldu.
Toplumun yanılsama alanları bu şekilde zaptedildikten sonra, katliamdan kurtulanlar için, içeride öldürülen arkadaşlarının katilidir denilerek mahkeme edildiler, yargılandılar ve toplam 12.000 yıl ceza aldılar...
İçerideki ölümler varsayımsal, sanal ölümler olmadığına göre bu ölümlerin bir de faili olmalıydı.
Ölen insanların haricinde, içeride diğer mahkûmlar ve polis vardı.
Demirel’in de söylediği gibi “devlet cinayet işlemeyeceğine göre” polisler masum kabul edildiler ve yargılanmadan muaf tutularak salıverildiler.
Polis masum(!) olduğuna göre geriye tek şık kalmış ve cinayetlerin failleri kahraman türk polisi tarafından tespit edilmişti.
Öldürülen mahkûmların arkadaşları, davadaşları...
“..ne güzel değil mi, ne inandırıcı değil mi? ”
Ulucanlar katliamından kısa bir süre sonra İstanbul’da bir cezaevinde İslami terör örgütü ibda-c militanlarının başlattığı bir isyan olayı yaşandı...
Bu isyanda teröristler, aralarında subayların da bulunduğu 150 kadar askeri rehin aldılar, içlerinden birçoğunu yaraladılar.
Koğuşları, ranzaları yaktılar, etrafı yıktılar-tahrip ettiler.
Ama hiçbirinin de burnu bile kanamadan bu isyandan çıktılar.
Bu iki olay arasındaki ekstrem, devletin ideolojik tercihlerinin ne şekilde pratiğe geçtiğinin göstergeleridir.
DP döneminin Ankara valisi Nevzat Tandoğan’ın “Bu memlekete komünizm gerekiyorsa, onu da biz getiririz. Merak etmeyin! ...” sözü düzenin işleyişi hakkında çok net, çok belirgin bir argümandır.
Burada, iki benzer olaydaki iki farklı uygulama, çifte standart ve Ulucanlar davasındaki mağdur mahkûmları toplam 12.000 yılla cezalandırmalarındaki
inatçılık devletin “Kötü hukuk belgeleri” arasındaki yerini alacaktır.
Yani, katledilenleri gömüp, yaralanan ve sağ kalan mahkûmları cinayet sanığı olarak gösteren bu savcılık iddianamesi hukuk fakültelerinde okutulacak kadar “Böyle bir iddianame nasıl hazırlanmamalıdır” şeklinde bir garabettir.
“..böyle bir şey olabilir mi ya? ..”
“Bu hangi mantıkla açıklanabilir ki? ”
..ben bunu anlamam, bana bunu anlatamazsınız! ..
İşte bu ülkede yönetimin standartı...
Bu ülkenin genel siyasi anlayışının bütünü olarak yorumlamak gerekir.
Büyük bir oyundur gidiyor.
Bizim görevimiz de bu oyunda bu; figüranlık...
..bizim rolümüz de bu! ..
“ Gerisi laf-ı güzaf, gerisi palavra...”
Ondan sonra da ortaya çıkıp;
-“ Türkiye’yi töhmet altında bırakmayın da, yok Türkiye laik hukuk devletidir de falan-filan...”
Sosyal devlet kavramının içini babanızın keyfi gibi dolduramazsınız.
Üstüne basa basa söylüyorum:
“ TC sosyal, laik hukuk devleti değildir...”
Laik devlet imama maaş ödemez. Eğer imama maaş ödüyorsa papaza da, hahama da ödemesi gerekir.
Diyanet işleri (din işleri) başkanlığı, içinde tüm dinlerin temsil yeteneğinin ve haklarının oluşturulmasıyla ancak bir nebze kabul edilebilir.
Laik olduğunu iddia eden bir ülkede, yalnızca Sünni/ Hanefi öğretilerini temel alan ve temsil eden diyanet işleri başkanlığına ayrılan bütçe beş yatırımcı bakanlığın bütçesinden fazla.
Ve MİT’e ayrılan para da aşağı-yukarı diyanet işleri başkanlığı ile aynı.
“Breh...breh...breh...”
İşte laiklik anlayışı budur devletin.
Siz, yıllarca imam hatipleri temel eğitim kurumları niteliğine dönüştüreceksiniz, mantar gibi kuran kursları açacaksınız, siyasi hesaplarınız için tarikatlar ile işbirliği yapacaksınız, düşünsel anlamda bu ülkede şeriat düzenini ikame etmeye yönelik elemanları devlette kadrolandıracaksınız, irticayı besleyeceksiniz ve ondan sonra da ortaya çıkıp laik devlet geyiği yapacaksınız, laik olduğunuzu iddia edeceksiniz.
..komik, çok komik...
Bu ülkeden (Kelaynak kuşları gibi nesillerini özellikle tehlikeye soktuğunuz)
bir avuç devrimci, uygar insanı ve Alevi’leri çıkarın geriye İran kaldığını göreceksiniz.
..Bu mu sizin iddiasında bulunduğunuz çağdaşlık?
Laik cumhuriyeti sola kapatıp sağa açarak yaratılan çifte standartı aslında “uzlaşabilir çelişki”dir diye gören başka bir çağdaş ülke var mıdır allah aşkına?
Gazetelere ve TV’lere PKK ile ilgili haber verecekleri takdirde kullanmaları gereken dili ve terminolojiyi bile belirleyerek bir genelge halinde basın kuruluşlarına gönderen devlet:
Örnekler – 1-) Gerilla............................. Terörist
2-) Kirli savaş...................... Çatışma
3-) PKK Genel Başkanı....... Terörist Başı
4-) Kurtuluş Hareketi.......... Ayrılıkçı terör hareketi vs.
gibi tanımlamalara aynen uyan medyanın, İslami terör örgütlerine karşı kullandığı sofistik söylemleri görmezden-duymazdan gelmektedir.
Mesela Yeni Şafak gazetesinin ibda-c terör örgütü militanları için “ibda-c mensupları” diye söz etmesinde biraz koruma, biraz mahcubiyet yok mu?
..siz hissetmediniz mi? ..
Gerçi, Yeni Şafak gazetesinin dili haber dili olarak doğru ama burada devletin
uyguladığı ikili standart rahatsız edici değil mi?
4-) Sn. Demirel, sırf bir kişiyi cumhurbaşkanı seçebilmek için anayasayı değiştirmek çağa uygun bir davranış değildir.
..siz istediğiniz kadar “benim ilgim yok” deyin.
Sizin yetiştirip, Türk siyasetine armağan ettiğiniz Özal’ın söylediğince “Anayasa bir kere delinmeyle bir şey olmaz” diyerek anayasayı kevgire çevirmesi ve hukuku ayaklar altına almasıyla hiçbir farkı yoktur bu girişimin.
Siz istediğiniz kadar “Hayır, benim bu konuda bir ısrarım yok” deyin.
Yan cebinizi açtığınız “aççık-seççik” görülmektedir.
Benim görebildiğim bir başka şey de, Demirel’in cumhurbaşkanı seçilebilmek için meclisteki elemanların kendileri için hazırladıkları ve daha önce sekiz kez iptal edilmiş olan “kıyak emeklilik” yasasını imzalayarak ilk rüşvetini verdiğidir.
Alan razı – veren razı bir durum yani...
..herkes mutlu sizin anlayacağınız...
Ben kendi adıma siyasilerin hiçbir öneminin olmadığını gayet iyi biliyorum.
..siz nasıl düşünürseniz düşünün...
Siyasiler kendi kulaklarına fısıldanan dünyanın dışında da bir dünya olduğunun farkında değiller.
Bu anlamda yalnızca görüntüsel olduklarını düşünüyorum.
Yani; yalnızca bir sayı, yani bir parmak...
Genel başkanlarının emir ve görüşlerinin dışında inisiyatif koyamayan, kişiliksiz (siyasi kişilikten söz ediyorum) bir dolgu maddesi gibi dolanıyorlar oralarda...
İnanılmaz, mide bulandırıcı kirlerini/pasaklarını dilleriyle “şlap şlap” yalayarak aklıyorlar.
Yani; TC’yi geniş ve verimli bir otlak, genel otlak olarak gören bu siyasiler hoyratça “hatur hutur” besleniyorlar.
Biz bunu burada böyle söylediğimiz zaman da “Yok efendim, yüce meclisin kişilik haklarıymış da, meclise hakaretmiş de, gak’mış guk’muş...” Aslında kendi kişilik hakları derdine düştükleri...
Yahu, meclise ve onun özündeki mentalitesine, işlevine kimsenin bir şey dediği yok ki zaten.
Bizim sözümüz, halkın oylarıyla o binaya girip de halka rağmen politikalar üreten elemanlara.
Meclisin kutsiyeti, vekaletini aldığı toplumun taleplerini değerlendirerek temsil etmesinde temellenmektedir.
Esas olan budur. Yani, coğrafya üzerinde yaşayan yurttaşların etnik-kültürel ve siyasi kimliklerine bakılmaksızın onlardan gelen talepleri, istekleri bir ortalamada buluşturup eşitlikli uygulanmasını meclisin yaşama geçirmesinde temellenmektedir meclisin kutsiyeti.
Bütün bunlara karşın meclisi dolduran vekillerin “halka rağmen” politikalar üretmesi ve bunları dayatmaya çalışması, yani halkı ipine takmaması meclisi kutsiyetinden arındırarak yalnızca “bina”laştırır.../ Bizim söylediğimiz bu! ..
Öyle bir takım şeyleri, yok kutsalmış da, yok bilmem neymiş de diyerek bir psikolojik dokunulmazlık içine sokamazsınız, sokmamalısınız da... Neyse o! ..
Halkı temsil edemeyen, etmeyen ya da kendi siyasi çıkarlarını koruma adına özellikle etmek istemeyen bir meclis, halkın meclisi değildir. Bu, olsa olsa bir avuç vekilin meclisindir...
Aslında bunun tam da böyle olduğunu 1980 sonrası, Özalizm ile başlayan ve günümüze sarkan sürecin tamamında görmekteyiz.
Kendini “sol” tandanslı bir parti olarak topluma yutturan ve bu anlamda kendisini “sol” bir parti olarak kabul eden insanların oylarını alarak meclise giren DSP’nin meclis başkanlığı yapan milletvekili Uluç Gürkan’ın, örneğini vereceğim bir yaklaşımı siyasal etiğin çürümüşlüğünün çarpıcı bir göstergesidir.
Hatırlayacaksınız; meclisin, Uluç Gürkan’ın başkanlığını yaptığı bir oturumunda üniversite öğrencisi gençlerin pankart açarak “parasız eğitim istiyoruz” ve “eğitimde fırsat eşitliği” söylemlerini zat-ı harikuladeleri:
-“Susturun şu densizleri! .. La Hakkı, Hasan, atın onları dışarı! ..” nidalarıyla karşılamıştı. (biraz da Of’lu hocadan ilave yaptım, aramızda kalsın...)
Aynı; genel başkanları Ecevit’in, Merve Kavakçı olayındaki “Bu kadına haddini bildiriniz! ..” avazında olduğu gibi.
Altına ülke olarak imza koyduğunuz Paris sözleşmesince, pankart açarak, slogan atarak demokratik taleplerin
dile dile getirilmesi son derece masum eylemler olarak öngörülüyorken...
İşte buna şizofrenik, ikiyüzlü çelişki denir.
Postmodern, yani asla bir araya gelmemesi gereken unsurların bir araya getirilmeye çalışılmasının vahim mesellerini gördüğümüz meclisi bu haliyle ve bu görüntüsüyle halkın meclisi olarak kabul edebilir miyiz?
Halktan ve toplumdan kopuk, güvensiz bir meclis demokratik bir meclis olmadığı gibi, çağdaş da değildir.
Demirel hazretleri istediği kadar çağdaşlık iddialarında bulunsun, istediği kadar demagoji yapsın bunu değiştiremez.
Siz istediğiniz kadar elinizde tuttuğunuz buz parçasına “sıcak” değin... Bu onun soğukluğunu değiştirmez...
..bu böyledir! ...
Cumbabalarından kıyak emeklilik rüşv...(pardon) harçlıklarını alan milletvekilleri cumhurbaşkanlığı seçimleri 5+5 yasasının oylanması sürecinin kendilerine getirdiği bu avantajı çok iyi kullandılar doğrusu.
Aslında daha bir çok şeyi de yapabilirlerdi, hatta memleketi parselleyip tapusunu üstlerine geçirebilirlerdi...
“..bu konudaki yasal engeller de hazır ortadan kalkmışken...”
(..babaları sağolsun...)
“Tuhaf; ben... ben galiba dinozorlaştım.
..baksanıza, çağdaşlığın yorumunda Demirel bile beni sollayıp geçtiğine göre...”
Benim çağdaşlık anlayışım elbette ki Demirel’den farklı olacaktır...
1-) Devletin “iti ite kırdırma” anlayışıyla tezgahladığı ve günün birinde karşımıza “Susurluk” kod adıyla çıkan “derin devlet” skandalı, rezaleti...
2-) Temel haklar ve özgürlüklerin gaspedilmesi, apriori kararlar ile insanların gözaltına alınmaları ve buralarda o kara bıyıklarıyla işkencelere tabi tutan elemanlara teslim edilmeleri...
3-) İnsanların karakollarda, sokaklarda ve evlerinde yargısız infazlarla katledilmeleri ve bu minvalde Helsinki kararlarına uyulmaması...
4-) Yaşama hakkının kutsallığınca tüm uygar ülkelerin bırakın yasalarından, hafızalarından bile sildiği “idam cezaları”nın hala bu ülkede “uygulanabilir” alestalığında tutulması...
5-) Bütün yatırımların batıya yapılarak, Anadolu’nun doğusu ile batısı arasındaki uçurumun giderek daha da derinleştirilmesi ve doğulu, güneydoğulu insanlara ikinci sınıf muamelesi yapılması...
6-) Bu ülkede yaşayan her altı kişiden ikisi açlık sınırında yaşıyor. “Millenium” geyiklerinin yapıldığı bu süreçte, atmış milyon nüfuslu bu ülkenin elli beş milyon insanı da fakirlik sınırının altında yaşamakta.
Ve bütün bunlara rağmen yılda on-on beş milyon dolar savaş ekonomisine gidiyor.
Bunlar çok ciddi rakamlar.
Hükümet edenlerin bu rakamları sayısal lotonun şanslı rakamları gibi algılaması...
7-) Devalüasyonların, kapitülasyonların ekonominin direklerinden dönmesi, enflasyonun kronikleşmesi...
8-) KİT’lerin arpalık haline getirilmesi ve seçim dönemlerinde oy yalakalığı adına önüne geleni adeta buralara tıkıştırarak kadroların şişirilmesi sonucu çalışanına maaş bile veremeyecek duruma düşürülmesi ve giderek KİT’lerin fakirleştirilmesi...
9-) KİT’lerin adeta def-i bela niyetine gözden çıkartılarak, özelleştirme adıyla peşkeş çekilmeleri ve özelleştirmelerin “Özal”leştirme, “Özer”leştirme tipi özelleştirmeler olmasından dolayı ortalığın ve bazı elemanların “soğan gibi” kokması...
10-) Parasal ekonomiye bağlanarak, yani paradan para kazanma ekonomisine zemin oluşturarak rantiye sınıflarının yaratılması, yatırımların ve istihdam alanlarının oluşturulmaması yüzünden işsizliğin çığ gibi büyümesi...
11-) Demiryolları projelerini rafa kaldırıp raylı sistemlere yatırım yapmayarak otomotiv, otomobil yedek parçası, petrol ve lastik kartellerinin, tröstlerin ekmeklerine yağ sürülmesi...
12-) Köprüler tuzağına düşerek; kentleri, özellikle İstanbul’u bir cehenneme dönüştürme çabalarına adeta destek verilmesi, “araba, tüketimi körükler” gerçeğinin göz ardı edilmesi.
(Birgün; son araba fabrikadan trafiğe çıkacak ve “dank” orada kalacaktır. Yani trafik kilitlenecektir. Bu gidişin sonu budur.)
13-) Leyla Zana, Mahmut Alınak ve arkadaşlarını örneğinde olduğu gibi, halkın oylarıyla seçilerek meclise giren ve statü olarak diğer milletvekillerinden hiçbir farkı olmayan insanları “bizler” gibi düşünmüyorlar diye yaka paça kürsülerden indirerek halkın bu anlamda ortaya koyduğu iradenin reddedilmesi.
Bu milletvekillerinin polislerce tartaklanması, karakollarda, işkencehanelerde işkence görmesi ver peşin hükümlere, önyargılı karalara binaen zındanlara atılmaları.
(buna benzer olayların mecliste ilk kez yaşanmadığını bilmekteyiz. Daha önce de, İşçi Partisi milletvekili olduğu dönemde yazar Çetin Altan “Hamido” lakaplı AP Malatya milletvekili Hamit Fendoğlu’nun “Pis gomonist, Moskova’ya...” naralarıyla yaptığı saldırısına uğramış ve bir gözü de kör olmuştu.)
14-) Hazine arazilerinin ve ormanların bir takım mafya kılıklı elemanlara ve müteahhitlere yağmalandırılması.
Orman yangınları için hiçbir önlem alınmaması...
15-) Kentlerin sokaklarında, yaşamlarını bizlerle paylaşmaya çalışan ve insanoğlundan yalnızca şefkat isteyen hayvanları adeta bir düşman olarak algılayarak onları hala yok etmenin hesaplarını yapma alçaklığının inatla sürdürülmesi, gösteriyor ki; bu ülkenin bırakın çağdaş olmasını, adam bile olamayacağının çok önemli ve çok gözönünde olan parametreleridir.
Zira, adam olacak çocuk bokundan belli olurmuş. Biz de ise “bi'bok” yok...
Ben de oturmuş burada boku bokuna yazılar yazıyorum.
Demirel’e, milletvekillerine, ona-buna laf yetiştirmeye çalışıyorum.
..bu ne boktan bir iş böyle yahu! ..
Aslında zamanıma yazık, ama hiç olmazsa kendimi rahatlatıyorum. Tabii buna rahatlama denilebilirse.
Baksanıza, TC’yi yöneten sömürgenler ilkelliklerini hala sürdürmekteler. İnatla...
..biz de burada vıdı... vıdı... vıdı...
“Davulcu osuruğu gibi...”
Ha, “osuruk” dedim de aklıma geldi.
Bu ülkede egemen olan siyasi iradenin acizliği sebebiyle politik, ekonomik ve sosyal alanların tümünde tam bir dibe vurmuşluğu yaşamaktayız.
Şimdi; biz bunu burada böyle söylüyoruz ya, biçimsel/şekilsel demokrat Demirel başta olmak üzere bütün milletvekilleri, bakanlar hemen itiraz ederler kuşkunuz olmasın.
“..onlar çok feci demokrattırlar çünkü...”
-“ Bre densiz, bre mel-un; bağımsız bir ülkenin demokrasi neferleri milletvekilleri hakkında nasıl böyle konuşabilirsin? Tiz kellesi vurula... Nöbetçileeer! ...”
Bağımsız TC ha? ...
Bağımsızlığın tarifini yapar mısınız bana?
Ekonomik bağımsızlığı olmayan bir ülke, asla bağımsız bir ülke değildir sn. milletvekilleri.
Tahkim yasalarını çıkararak, NAFTA, MİGA, MAİ anlaşmalarının altına imza koyarak, halkın malı olan KİT’leri özelleştirerek konsorsiyumlar kanalıyla yabancı yatırımcılara, uluslar arası finans kuruluşlarına yani uluslararası
tefecilere peşkeşleyerek bu ülkenin özgürlüğünü, bağımsızlığını ve geleceğini bir takım lobilere ipotek ettiniz sayın milletvekilleri.
Onlar (lobiler) her zaman galiptir. Çünkü, sayenizde TC onlara ekonomik olarak göbeğinden bağımlı hale getirilmiştir.
Asal bir laftır... Eğer, ekonomik bağımsızlığınız yoksa bağımsız/ özgür bir ülke değilsinizdir, olamazsınız...
.. bu, bu kadar nettir! ..
Böyyük Türkiye ha? Bağımsız, demokratik, laik Türkiye ha?
..yok ya? ..
..yahu yok böyle bir şey ya! ..
İşte böyle gelir İMF’nin kara gözlüklü adamları; ülkenin tüm ekonomik alanlarına müdahale ederler, istedikleri politikaları dikte ederler, siz de; eliniz böğrünüzde “tamam efendim, peki efendim, olur efendim” der durursunuz.
Dünya bankasının kardeş kuruluşu İMF dayatmalarını utanmadan, sıkılmadan “el mahkum” uygular durursunuz.
Bizler de bu ülkenin cumhurbaşkanını Demirel, başbakanını da Ecevit zannedip duruyoruz.
Bu ülkenin cumhurbaşkanı da, başbakanı da İMF’nin TC masası şefi Cottarelli’dir aslında...
Bir toplum kendi kaderine hakim olduğu zaman özgür ulus olur ancak.
“..bunun önemle üzerinde durulması gerekiyor! ..”
Aksi halde çağdaş, uygar, laik, bağımsız, özgür ve demokratik bir ülke olmaktan söz edemezsiniz.
Hele hele Demirel hiç söz edemez.
..buna hakkı yok zira! ..
Diktatörlükler hariç, dünyanın hiçbir yerinde birinin ülkeyi kırk sene idare ettiği demokratik bir ülke yok.
Fiilen bu oluşumun içinde olan Demirel’in demokrasiden hala bahsediyor olması sizin için de “tuhaf” değil mi?
Demokrasinin selameti ve istikrarın devamı yutturmacalarıyla yeniden cumhurbaşkanı seçtirilmek istenen Demirel aksine demokrasinin önünde bir tıkaç gibi görünüyor.
..ben öyle görüyorum,
sizi bilemem...
Yok hayır, bir de üstüne üstlük su-i misal/ kötü örnek oluyor.
“Yavru vatan” KKTC’de de cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak birbirine yakın tarihlerde.
Tip olarak, fizik olarak Demirel’e çok benzeyen Denktaş düşünsel olarak da benzerliğini ortaya koymaktadır.
Ne diyor Denktaş?
-“Kıbrıs’taki istikrarın devamı için bir beş yıl daha istiyorum.” Kakalamacadaki söylemlere dikkat ettiniz mi?
“yahu; ben bu sözleri daha önce de duydum gibi, sanki bir yerlerden hatırlıyor gibiyim.” dediniz mi?
Bulamadınız mı? Hatırlayamadınız mı?
..size bir ipucu vereyim o zaman:
“baş harfleri; Süleyman Demirel”
..şimdi hatırladınız mı?
Adeta tek yumurta ikizi söylemler gibi değil mi?
Sn. Denktaş; “su-i misal emsal olmaz” derler.
..bu hırsınızın sebebi nedir?
Umarım, Demirel ve Denktaş yaşadıkları toplumun antipati merkezlerinde olduklarının farkına varırlar da bu girişimlerinden dönerler ve bu minvalde söylediklerini de tevil ederler, düzeltirler.
Aksi halde, ben başta olmak üzere bu toplum cumhurbaşkanlığı sendromu ile yatıp kalkacağız.
..aynı deprem sendromu gibi.
..bunu yapmaya hakkınızın olmadığını düşünüyorum...
♦
Cumhurbaşkanlığı sürecinin arifesinde, Demirel çok kötü bir Clinton taklidi olarak ortalara çıktı ve gittiği her yerde kucağına tutuşturulan bebekleri, çocukları sevmeye “çalıştı”
(Çalıştı) diyorum, zira çocukları severken yüzünün aldığı şekil ve ifade kendisinin pek de samimi olmadığını gösteriyordu.
Zaten Clinton öncesi Demirel başta olmak üzere hiçbir siyasetçinin çocuk sevme gibi bir “alışkanlıkları” yoktu.
Hatırlayacaksınız, Demirel’in bir yurtiçi seyahati sırasında konvoyundaki araçlardan birisi kaza yapmış ve bu kazada bir çocuk ölmüştü.
Peki, kanlar içinde yere serilen ve can çekişen bu küçük bedene Demirel’in o sevecen(!) eli nasıl uzanmıştı?
..hiç uzanmamıştı...
Hazretin makam aracı, hiçbir şey olmamışçasına gazlayıp gitmişti.
“Çünkü böyle ölmeler, sürünmeler, geberip gitmeler zerre kadar Demirel’in umurunda değildir.”
O, Kanuni Sultan Süleyman’ın kırk altı yıllık iktidarlık rekorunu egale etmenin ince hesapları peşindedir.
Resmi görüşün hakim olduğu medyanın topluma yutturmaya çalıştığı Demirel’i de sizler sanırsınız ki evliya! ..
..Söylem demokrasisi üstadı Demirel, sanır mısınız ki evliya?
Sanırsınız ki Demirel ve arkadaşlarının hepsi pir-u pak, tertemizler...
..Eee, tabii ki bunun kararını sizler vereceksiniz.
Benim burada dillendirmeye çalıştığım şeyler, benim perspektifimden görülen bir Demirel ve onun Türkiye’siydi...
♦
Her zaman ki yaptığım şeyi yapacağım gene... Yazılarımda son sözü genelde G.B.Shaw’ya bırakırım...
Pir-u pak’lık üzerine son söz üstadın...
“Tertemiz olmaya çalışın, çünkü dünyaya bakacak pencere kendinizsiniz.”
Gürkal GENÇAY
26.Şubat.2000.Cumartesi
DenizKöşkleri - İstanbul
* İşbu Makale Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 488299125953
************************************************************************************
Kayıt Tarihi : 30.6.2006 12:11:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Yasama, yürütme ve yargı içiçe geçmişse, özgürlükler garantide değilse, anayasa yok demektir. Kuvvet kimdeyse o hâkimdir... ''Jean Jacques Rousseau''