Z / Yazılar - Futbol Meydan Muharebeleri

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

Z / Yazılar - Futbol Meydan Muharebeleri

(Bizi şekillendiren ve tarz kazandıran, sevdiğimiz şeylerdir... ''Goethe'')

Anadolu’nun Sesi ismiyle yayın yapan bir radyo istasyonu var.
İdeolojik ve içerik olarak son derece anlamlı, son derece doğru bir çizgide yayın yapıyor bu radyo kanalı...
Radyodan her pazartesi günü, saat 21:00/22:00 arasında canlı olarak yayınlanan ve hazırlığı ile sunumunu Av.Ali Rıza Dizdar’ın yaptığı “Spor ve Güncel” başlıklı bir program dinleyiciye enteresan konularla ulaştırılıyor.
Ayrıca, programın yapımcısı Av.Ali Rıza Dizdar Beşiktaş Spor Kulübü’nün yönetim kadrolarında da faaliyet gösteriyor. Yani bir spor adamı. Ve tam bir entelektüel.
Ali Rıza Dizdar’ın 30.Aralık.2002.Pazartesi tarihli programına katıldım. İlginç bir söyleşi oldu.
Bu söyleşide dillendirdiklerim ile (Radyonun ya da programın kapatılması riskini öngörerek, yani radyonun selameti açısından) dillendiremediklerimi programın başlığı çerçevesinde ayrıca kaleme alıp değerlendirmeyi düşündüm.
“Spor ve Güncel”in o akşamki spotu yaklaşık olarak şu idi; spor camiasında yer alan (özellikle futbol) insanların ABD’nin Irak’a yönelik planladığı saldırıya karşın, neden savaşa karşı bir duruş göstermediklerini ve spor medyası mensuplarının bu anlamda gazetelerdeki, TV’lerdeki köşelerinde huşu içinde sus-pus oturuyor olmalarındaki tavrı sorgulamak.
Zira spor barış, dostluk ve kardeşlik demekti...
“..yoksa öyle değil miydi? ..”

Eğer, söylemlerden yola çıkarak bir değerlendirme yapılacaksa, söylemleri; yani “zarf”ı ayrı, eylemleri de; yani “mazruf”u ayrı olarak ele almak gerekir.
Buradaki zarf nedir?
“Spor barış, dostluk ve kardeşliktir.”
Aslında bu hiç de böyle değildir. Ve hatta tam da tersidir...
Bu iddiamı açıklamadan önce, söylemek istediklerimi güçlendirmek ve daha da anlaşılır kılma bakımından birkaç tane daha zarf ve mazruf örneği vermek istiyorum.

1-) Eylem (Mazruf) : Cepheden cepheye geçmiş bir yaşam
Söylem (Zarf) : “Yurtta sulh cihanda sulh”

2-) Eylem (Mazruf) : 1974 Kıbrıs savaşı ve orada ölen binlerce insan
Söylem (Zarf) : “Kıbrıs Barış Harekâtı”

3-) Eylem Mazruf) : 19.Aralık.2000 tarihinde “F Tipi Tabutluklar”ı protesto amacıyla başlatılan, SAG ve Ölüm orucuna yatan insanların tutuldukları hapishanelere yapılan baskınlar ve bunun sonucunda devlete “emanet” edilmiş onlarca tutuklunun vahşice öldürülmesi/yaşamlarının hoyratça ellerinden alınması
Söylem (Zarf) : “Hayata dönüş operasyonları”

Söylem/eylem farklılıklarına ilişkin örnekleri çoğaltmak elbette ki mümkün.
Görüldüğü üzere “Spor barıştır” demek ile sporun ve sporcunun savaşa mutlak karşı çıkmasının gerekliliği/beklenmesi aynı şey değildir.
Eylem son derece sahicidir. Vahşidir, gerçektir. Söylem ise sanaldır. Eylemin içinde barınan canavarı gülen yüzüyle saklayan perdedir söylemler.
Dikkat edin; bir söylemle kendini ifade etmeye çalışan tüm eylemler doğaya ve yaşama dair bütün değerleri öğüten, onlara saldıran, törpüleyen enstrümanlar ile çıkar sahneye.
Ve bu eylemler yalnızca insan beynine özgü, doğanın dilinden ve mantığından uzak semptomatik edimlerdir.
Koşan birisine “koş” diyebilir misiniz? Ya da su içen birine “su içer misin” der misiniz? Elbette ki demesiniz.
Çünkü o insanlar koşuyor veya su içiyorlardır zaten.
Zeki birine de “sen zeki adamsın gibi, zeki ol” gibi hitaplar da kullanmak son derece anlamsızdır diyalektik olarak.
O adam zekidir zaten. Buna rağmen birilerine ya da bir topluma “zekâsı” konusunda olumlu referans veren bir söylemle sesleniyorsanız, bunu farklı bir gerekçe ile yapıyorsunuz demektir.
Mesela; o kişiye ya da topluma moral/motivasyon olarak bir dinamizm kazandırmayı düşünmek, kendine karşı bir özgüven kazanmasını sağlamak vs. gibi... Bu benim optimist bir bakışla yaptığım değerlendirme.
Ama genellikle, pratiğe geçirilecek olan eylemlerin toplumsal destek bulabilmesi ve hatta bu eylemlerin toplum tarafından sorgulanamaması ve hatta hatta toplumun içindeki dinamiklerin eylemi koruyan sigortalar haline dönüştürülmesini sağlayan “güler yüzlü perdeler” olduğunu görüyoruz söylemlerin...
Buradan hareketle, spor alanında (özellikle futbol) faaliyet gösteren insanlara sporun barış demek olduğunu söyleyerek onlardan buna uygun bir davranışı beklemek de yanılgı olur.
Sporun içindeki insanlar dönemsel olarak “Barışa-Kardeşliğe-Dostluğa” ilişkin şeyleri söyleyebilirler.
Bunu sıkça da yapabilirler.
Ama bu, onların bu söylemin anlamsal olarak felsefesini içselleştirerek söyledikleri anlamına gelmez.
Yani sadece dilde söylenir, yani iş olsun adet yerini bulsun tarzında söylenir. Yani sadece söylerler...
Resmi ideolojinin politikalarına uygun düşen bir lisan-ı münasip ile zamanlama ve sınırlarını o ideolojinin belirlediği ölçülerde söyleyebilirler ancak.
Aslında spor ile uğraşan insanların öyle barış, dostluk, kardeşlik gibi bir dertleri de yoktur. Olamaz da zaten! ..
Çünkü sporun öznesinde rekabet vardır... Ve “rakipler” vardır...
Bu bağlamda, spor basınının da “aynı rahle-i tedrisat’tan, yani aynı tornadan geçmeleri sebebiyle, yani aynı alanda bulunmaları nedeniyle mevcut anlayışla çatışabilecek bir tutumu, o anlayışa kontrast bir manşeti sayfalarına taşımaları mümkün değildir.
Zorlayın hafızalarınızı; hiçbir gazetenin spor sayfalarında savaşın aleyhine tek bir satır yazının olmadığını göreceksiniz.
“..yazmazlar, yazamazlar! ..”
Spor sayfalarındaki spotları hatırlamaya çalışın. Hatırlayamazsanız yarın bir gazete alın bakın. Orada üç aşağı-beş yukarı şunları okuyacaksınız.
-“ Kartal (Beşiktaş) ikinci yarı için pençelerini biledi”
-“ Aslan (Galatasaray) avını bekliyor”
-“ Timsahın (Bursaspor) gazabı”
-“ İki takımın falanca futbolcuyu transfer savaşı”
-“ Şişle boğayı aslanım” (İspanya’nın Barcelona takımı ile Galatasaray maçı öncesi)
-“ Terminatör Terim” (G.Saray teknik direktörü Fatih Terim için)
-“ Avrupa’nın fatihi” (G.Saray için)
-“ Avrupa’nın yeni fatihi (Beşiktaş için)
Nasıl; içiniz bir tuhaf oldu mu? Basının barış, dostluk ve kardeşlikle özdeşleştirilen spor ile ilgili kullandığı jargon bu..
“..Peki; nedir şimdi bu, ne demek şimdi bu? ..”
..bunların hiçbir anlamı yok tabii...
Peki; neden ediliyor bu laflar, neden bu manşetler atılıyor?
Çünkü spor savaşın dilini kullanır. Birçok müşterekleri olduğu gibi spor ile savaşın dilleri de ortaktır...
Maçların öncesinde veya hemen sonrasında gazetelere serpiştirilerek topluma sunulan bu dil, o an ki atmosfer içinde okuyucu tarafından gözden kaçar, ıskalanır. Zaten istenilen de budur.
Taraftarların, tuttuğu takımın gücünü vurgulayan ve kendilerinin aidiyet duygularını okşayan bir terminoloji gibi algıladıkları bu dil aslında gerçek kalelerin, topların ve bunu kullanan terminatörlerin toplumun beyninde itiraz görmeden yer bulabilmesinin altyapısıdır.
Şimdi bunu medyanın tiraj kaygıları ile, taraftarların adrenalin katsayısını yükseltmek, biraz da kitleleri egzajere etme adına böyle bir dili kullanıyor olduğunu ve bu tikel kesimin tavrının bütünü bağlamayacağını söyleyenler olabilir.
Ama bu da doğru değildir. Bunun doğru olmadığını sporun kendi literatürüne baktığımızda da görebilmekteyiz.
1-) Kale
2-) Top
3-) Forma (üni-forma)
4-) Savunma-savunucu (Bek)
5-) Alan savunması
6-) Yenmek-Galibiyet-Yenilgi (Cümle içinde: Savaşta müttefikimiz Almanya yenilince Türkiye’de yenik sayıldı.)
Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkün elbette. Görüldüğü gibi yapılanma olarak da spor savaş ile neredeyse bire bir örtüşüyor.
1-) Akın-Organize ataklar
2-) Strateji
3-) Rakip-Hasım (Rakibi küçümsemek) Rakip, rekabetin köküdür.
4-) Güç-Kuvvet vb.
Anlaşılacağı gibi sporun ve spor medyasının kullandıkları jargon, literatür ve terminoloji toplam olarak savaşın dilini kullanmakta ve buna paralel olarak yapılanmakta.
Savaş yeşil yüzüne sindiği sahaların bütün köşebaşlarında kendini hatırlatarak toplumların beynini burgacına çekip onları mutasyona uğratır.
Savaşı yalnızca topla-tankla-uçaklar ve bombalarla yapılan bir olgu gibi değerlendiren sığ anlayışların üretildiği bu süreç tam da bir kırılma noktasıdır.
Ekonomik alanlarda, sosyal alanlarda, kültürel ve politik alanlarda yaşanan savaşlar konsept içinde yer bulamazken, savaşın tanımı yalnızca askeri alan içinde yapılır.
..aslında trajik olan da budur...
Ekonomik, politik ve kültürel alanlarda savaşı kaybeden ülkelerin kapısına toplu-tanklı bir savaş asla dayanmaz. Çünkü askeri alanda yaşanacak bir savaş mali boyutu çok yüksek bir savaştır.
Eğer siz, ekonomik, siyasi ve kültürel alanlarda emperyallere geçit vermezseniz, direnç gösterirseniz sizi aşmak ve direncinizi kırmak adına son çare olarak tanklara müracaat edilir.
Savaşı, bütün gelişme ve parametreleri değerlendirerek tanımlamak gerekir.
Tanıklığını yaptığımız hayatın savaşa ilişkin tüm yaşanmışlıklarının müsebbibi kapitalizmdir.
Kapitalizmin savaşta kullandığı en güçlü silahlardan biri de emperyalist uygulamalardır. Spora, sanata, kültüre ilişkin tüm olgular, burada toplumları kendilerine yabancılaştıracak/yabancılaştıran silahlar olarak kullanılır.
Futbol da bunlardan biridir. Ve savaşın ruhundan beslenir...
İkisinde de rakibi, yani hasmını yok etmek, yenmek, eli boş/çaresiz bırakmak, güçsüzleştirmek vardır.
Rakibin taktiklerini çözümleyerek onu alt etmek vardır. Bunun için rakibin antrenmanlarını ve başka takımlarla yaptığı maçları (yani stratejilerini) kâh bizzat, kâh videokasetlerden izleyerek açıkları/zaafları tespit etmek gibi metotları vardır.
Bunun için köstebek, ajan(casus) gibi unsurlar da kullanılır.
Görüldüğü gibi insanın kafasını karıştıran bir durumdur bu. Yazının neresi savaşı anlatıyor, neresi sporu anlatıyor diye insanı duraksatan bir durum.
Gerek sahada, gerek salonda, gerekse ringde; nerede yapılırsa yapılsın spor müsabakaları oynanmaya başladığı andan itibaren savaşın ruhunu yansıtır. Kalelere (potalara) hücumlar yapılır. Füze gibi şutlarla kaleler bombalanır. Nümayiş içinde itişip kakışan ve kan-ter içinde kalan insanların bu ölümcül oyunu kâh tekmeler/tokatlar (fauller) ile kâh küfürler içinde sürgit devam eder. Amaç, karşıdaki yenmek, dolayısı ile yok etmektir. Bir savaşta bombalanarak ölen insanlar nasıl ki “cismen” yok olup gidiyorlarsa, sporda yenilen taraf da mücadele ettiği kulvarda (Lig ve Ülke kupası) “anlamsal” olarak yok olur, yok edilir... Yani elenir, yani şampiyon olamaz, yani onu anlamsal olarak var eden gerekçeler bir yenilgiyle/yenilgiler ile ortadan kalkar ve yok edilmiş olur...
Sporcuların karşılaşmadan önce birbirlerine diledikleri bir temennileri vardır; “Rakibime başarılar diliyorum! ? ..”
..inandınız mı?
“..yerseniz...yemezseniz; yani...”
Bu durum biraz da eski Roma’da büyük izleyici topluluğu önünde arenalarda kâh kendileriyle, kâh başka hayvanlarla gladyatörlerin kapışmaları/kapıştırılmaları gibidir.
Spor müsabakaları sırasında tribünleri dolduran izleyici kitleleri gerek attıkları sloganlar itibarı ile gerek yaptıkları tezahüratta açıkça savaşın ölümcül dilini kullanırlar.
-“ Ölmeye ölmeye geldik...”
-“ Ali Sami Yen stadı Fenere mezar olacak...”
-“ Burası Kadıköy, buradan çıkış yok...”
-“ Cehenneme hoş geldiniz...”
-“ Kanaryam (Fenerbahçe için) sana canımız feda...”
-“ Seni sevmeyen ölsün...”
-“ Oraya geliriz, ananızı...eriz...”
Görüldüğü gibi burada da savaşın ve futbolun aynı lisandan konuştuklarının tanıklığını yapıyoruz.
Takımlarının yenilgisi durumunda ya da kabullenemedikleri bir sonuç karşısında taraftarların döner bıçakları, satırlar, baltalar, sopalar ve benzeri yaralayıcı/öldürücü malzemeler ile birbirlerine saldırdıklarını ve oturdukları tribünlerin koltuklarını histeri halinde söküp parçaladıklarını, stadyumun her tarafını ateşe verdiklerini görüyoruz...
..bunlar savaşın görüntüleridir! ..
Yakın bir zamanda oynandığı ve 6-0’lık sansasyonel bir skorla bittiği için herkesin kolaylıkla anımsayabileceği bir F.Bahçe/G.Saray müsabakasını örnek vermek istiyorum.
Bilindiği gibi; F.Bahçe, G.Saray’ı 6–0 yenmişti. Maçın oynandığı F.Bahçe stadının şeref tribününde FB başkanı A.Yıldırım ile GS başkanı İ.Canaydın yan yana oturuyorlar ve müsabaka 1–0 devam ederken F.Bahçe ikinci golü atıyor. Ama o da ne? .. Herkesin şaşkın bakışları arasında G.Saray’ın başkanı kendi takımının yediği bu golden sonra, rakip takımın güzel oyununu ve golünü önce alkışlıyor, sonra da yanında oturan A.Yıldırım’ı (yani rakibini) tebrik ediyor.
..müthiş bir şey...
Dostluk adına, centilmenlik adına, kardeşlik adına, barış adına ve tüm bu beklentilerin havada kalmaması adına müthiş bir şey! ..
Ama ne oluyor biliyor musunuz? İ.Canaydın bir toplumsal linç hareketi ile karşı karşıya kalıyor, yalnızlaştırılıyor.
Ve spor camiasının/kamuoyunun bu linçi haftalarca sürüyor.
..peki; hani dostluk, barış, vesair...
“..hani? ...”
Olmaz! .. Çünkü sporun ruhunda yok barış. Olması da mümkün değil...
Rakibinizin (düşmanınızın) başarısı (galibiyeti) sizin başarısızlığınız (yenilginiz) dir.
Her halükarda rakibinizin/rakiplerinizin başarısız(yok) olması gerekmektedir. Ve spor bu anlayışın üzerine kurulmuştur...
İ.Canaydın’ın linç edildiği o dönemlerde Beşiktaş kulübünün başkanı Serdar Bilgili’nin çok enteresan ve düşündürücü bir açıklaması olmuştu;
-“ Centilmenlik ve dostluk adına çok yürekli bir davranış ama...”
(..amma...)
Bu “ama”lar çok sinsidir, çok hinoğluhin’dir, çok sıkıntı vericidir. Bilin diye söylüyorum; çok sinsi olmalarına karşın hemen arkalarına kullanıcısının asıl niyetini aldığı için çok da gerçektirler.
S.Bilgili’de “ama”sının ardından şunu söylüyor;
-“..ama ben asla yapmazdım! ..”
Şimdi S.Bilgili kötü bir adam mı?
“..hayır! ..”
Peki, Beşiktaş’ın kulüp başkanlığı dışında birçok kimliği de taşıyan Bilgili; başka başka takımların taraftarı olan eşini, dostunu ve arkadaşlarını başarılarından dolayı kutlamış mıdır ve de kutlayabilir mi?
“..elbette kutlamıştır, kutlayabilir hatta kutlamalıdır.”
Bunu işadamı kimliği ile, sosyal hayatın içindeki bir insan kimliği ile, ailesi içinde bir baba/bir eş kimliği ile, oturduğu binada bir komşu kimliği ile de yapmaya devam edecektir.
Ama spor camiasından biri olarak taşıdığı kimlikle bunu asla yapamayacaktır...
Zira; sporun içinde olmaması gereken şey, barış, dostluk ve kardeşliktir! ..
Dikkat edin; sahada kasıtlı/kasıtsız birbirlerine (tekme-tokat) giren, birbirlerini paspas gibi çiğneyen, yaralayan, kollarını/bacaklarını kıran futbolcular maçtan sonra yaptıkları mülakatlarda şunları söylerler;
-“ Ben filancayla (kapıştığı rakip oyuncu) çok eski arkadaşım. Olanlar sahanın içinde kaldı. Sahanın dışında bizim dostluğumuz devam eder.”
(..dikkat ettiniz mi?)
-“..sahanın dışında dostluğumuz devam eder...”
(Yani sporun dışındaki alanlarda! ..)
Peki, ya sahadaki yaşanan? ..
..işte oradaki, o büyük ruhtur! ..
Yani savaşın ruhu... Ve o ruh, sahaya çıkacak olan ramboların yüreklerine, beyinlerine nefesini üfler...
dayanılmaz, o sıcak, o şehvetli nefesini...
Artık onlar bizim gibi değillerdir. Her birinin ardından esen rüzgâr yok etmeyi emreder onlara. Bilim- kurgu filmlerinden çıkma biyonik adamlara dönüşmüş olan sporcular adeta eski Roma’daki arenalarda seyircilere ölüm oyununu sunan gladyatörlerdir.
Ve sahalar, dostlukların ertelendikleri yerlerdir...
Aynı savaşlar gibi. Cephelerde, dağlarda kardeşin kardeşe kurşun sıkmasına karşın “yahu; bu nasıl bir iştir, nasıl olur böyle bir şey? ..” gibi beynimizi kemirip duran soruların da bir anlamda cevabıdır aslında...
Daha önce birbirlerinin yüzünü bir kere bile görmemiş, aralarından en ufak bir husumet geçmemiş, başka koşullarda karşılaşmış olsalar belki çok iyi dost olabilecek insanların daha ilk karşılaşmalarında birbirlerine sıkacakları kurşunların, yaşatacakları acıların nasıl bir mantık üzerinde yapılandığını açılımlayan bir cümledir o mülakatta söylenenler.
Çünkü sahalar, kortlar, ringler sporun dostlukla/ barışla doku uyuşmazlığının arenalarıdır, er meydanlarıdır, cepheleridir...
..Ve buralarda izlediklerimiz, dostluğun/barışın öğretilmiş düşmanlıklara yenilgisidir...
..herşey sahada kaldı, biz saha dışında çok sıkı dostuz ha! ..
“..peki, öyle olsun...”
Elbette ki, ancak benim gibi duyarlı insanların farkına varabilecekleri ve çok da üzerinde durulmayan, apar-topar, aceleyle geçiştirilen kelimelerdir bunlar o röportajdaki...

“Spor ve Güncel” programının saat 21:30’da verilen müzik arasından sonra; Av. Ali Rıza Dizdar, spor yazarı Togay Bayatlı’nın bir yazısını okudu. Savaş karşıtı bir spor yazarı konusuna iyi örnek olarak... Şöyle diyordu yazısında T.Bayatlı;
-“ Burnumuzun dibinde, hemen sınırımızda olası bir ABD-Irak savaşı söz konusuyken doğu ve güneydoğu illerinde, yani savaşa en yakın coğrafyadaki kentlerde müsabakalar nasıl yapılacak? ..”
Aslında, bence tam da (benim tanımladığım) bir spor adamına yakışır bir yaklaşım ve değerlendirmeydi bu.
Tam da beni haklı çıkaran bir yazıydı.
Demek ki T. Bayatlı (atıyorum) İsviçre’de ya da Norveç’te yaşasaydı, yani ülkesinin hemen yanında bir savaş riski bulunmasaydı ve onun ülkesinde maçlar şakır şakır oynansaydı böyle bir derdi de olmayacaktı.
..ve böyle bir yazıyı da yazmayacaktı T. Bayatlı...
Bu anlam çıkmıyor mu şimdi bu yazıdan?
..yani ben mi yanlış anladım? ..
..yani bende mi bir sorun var? .. Ha? ..
T. Bayatlı çok bildik bir anlayışla yazmış yazısını. Merkeze sadece kendisini ilgilendiren bir olguyu koymuş. “Futbol...”
Aslında “Futbol” demek de tam olarak karşılamıyor o tavrı. Zira futbol evrensel bir söylem.
Bayatlı yalnızca kendi ülkesinin futbolunu ve kendi liglerinin oynanamaması riskini taşımış yazısının merkezine.
Tüm derdi bu Bayatlı’nın...
Burada olması gereken doğru tavır; savaşlar nerede yaşanıyorsa yaşansın, ister yakınınızda/ister uzağınızda, ister sizi doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendirsin, ya da zerre kadar ilgilendirmesin hepsine karşı çıkabilmektir.
O yazıda ise böyle bir perspektif yok...
Aksi halde Bayatlı’nın Filistin için, Sudan, Afganistan için de yazılar yazması gerekirdi değil mi?
Yani geçmişte böyle yazılar yazıyordu da, ben mi kaçırdım?
..atladım mı yani ben? ..
“..hiç sanmıyorum! ..”

Çok değil, 25–30 yıl önce insanlar tuttukları takımlarını yalnızca nostaljik gerekçelerle, belki de anılarıyla açıklayabilecekleri sebeplerle, renk aşkıyla/kulüp aşkıyla severlerdi. Onların takımları yalnızca bir takım, bir kulüp de değildi aslında. Takımlar taraftarlarının yüreklerinde ve beyinlerinde başka duygularla yer buluyorlardı.
Kimi sevgilisi tutuyor diye, kimi çok sevdiği annesi tutuyor diye, kimi kişiliğini beğendiği bir oyuncunun etkisiyle gönül verirdi takımına. Tamamen romantik, duygusal, arı-duru hislerle...
O zamanlar oyuncular adeta pirinç tarlası görünümündeki sahalarda kâh üç otuz paraya, kâh bedavaya tam bir amatör ruhla oynarlardı. Profesyonel olmalarına karşın...
O zamanlar spesifik örnekler hariç, bugün ki gibi kavgaya/gürültüye ilişkin çok da vahim, kayda değer olaylar yaşanmazdı.
Zaman siyah-beyaz filmlerin oynadığı zamandı. Başroldeki kadınların gözlerini kırpıştırarak konuştukları, bıçkın köy delikanlısını oynayan jönlerin briyantinli saçlarla dolaştıkları filmlerin oynatıldığı sinemalar gibiydi takımlar.
Ve bizler yazlık sinemalarda çekirdek, kışlık sinemalarda frigo/koko yiyerek ve kâh ağlayarak, kâh gülerek bu filmleri izleyen ve bundan mutlu olan ve hayatın o saf yanında gitgide eksilerek biriken taraftarlardık.
Bugün ise farklı bir durum var artık. Kapitalist sistem, paranın gücüyle herşeyi ele geçirdiği gibi, futbola da el atarak bu aktiviteyi spor alanından çekip sektörel alana taşıdı.
Artık yirmi yıl önce yalnızca renk aşkıyla bağlandığımız o takımlar, o kulüpler yok, kendimizi aldatmayalım.
“..isterseniz aldatalım...”
O kulüpler, o takımlar, o sporcular ve o taraftarlar siyah-beyaz filmlerin başrollerindeki gözlerini kırpıştırarak konuşan kadınların hüzünlü bakışlarının içinde yitip gittiler.
Bildiğiniz gibi üç-beş yıl önce başta büyük kulüpler olmak üzere bütün kulüpler birer-ikişer şirket olmaya başladılar.
Kaldı ki bu durum voleybol, basketbol, hentbol gibi diğer sportif alanlarda çok daha eskiye dayanır. Hatta hatta bu takımlar doğrudan bir şirketin/holdingin bünyesinden oluşurlardı.
Şirketleşen kulüplerin kâğıtları borsada alınıp satılmaya başlandı. İsim hakları, forma gelirleri, reklâm kazançları turnuvalar vb. gibi kaynaklar dilimizin zor döndüğü rakamlarla Dolar ya da Euro olarak şirketleşen kulüplerin kasalarına doldular. Kasaların dolması takımların başarılarıyla doğru orantılıydı. Ve bu orantı yıllar içinde, şirketlerin karı adına her yolu mubah kılacak ve sporun literatürüne şike, hakem mafyası, teşvik primi gibi kavramları sokacaktı...
Yani sizin anlayacağınız ortada artık kulüp-mulüp yok; ticarethaneler, karhaneler var. Ve bizler de artık o taraftarlar değiliz. Müşteriyiz... Aynı, bir banka ve o bankanın mudisi gibi.
Şirketleşen kulüplerin başkanlarına, yönetim kurullarına bir bakın. Oradakilerin ya sermayenin dümeninde olan holding sahibi bir patron, ya bir türedi zengin, ya bir karapara aklayıcısı, ya feodal anlayışın içinden gelmiş bir toprak ağası, ya bir belediye başkanı ya da mafya dünyasından bir babanın olduğunu göreceksiniz.
Mao’nun “Kar edeceğini bilsin, kendisini asacağımız ipi bile üretir” dediği sermayenin başında olduğu bir yapı barışı talep edebilir mi?
Ki sermaye doğadan çalar. Doğayı katleder, doğanın içinde barınan tüm canlıları yok eder, emeği ve emekçiyi sömürür. Bütün bunlar onlar için ucuz girdi/maliyet unsurlarıdır.
Buna karşın sermaye yoksulluk üretir. Silah üretir, savaş ve ölüm üretir.
Nasıl ki satın aldığınız buzdolabını, otomobili, parfümü, vesaireyi turşusunu kurun diye satmıyorsa sermaye, silahları da, topu/tankı ve bombaları da turşusunu kursunlar diye satmaz.
“..kullanın” der... “..kul-la-nın...k-u-l-l-a-n-ı-n! ...”
Yazımın başında da değindiğim gibi savaşın tanımını yalnızca askeri konsept içinde yapamayız. Savaşı ekonomik, kültürel ve siyasi alanlarda da yaşanan bir bütünlüklü programın/projenin dışavurumu olarak tanımlamalıyız.
Burada karşılaştırmalı bir örnek üzerinde değerlendirmeler yapabiliriz.
Türkiye, İMF ve Dünya bankasından yüksek faizlerle aldığı kredileri ödeyememesi sonucunda neredeyse dört kuşak sonrası yurttaşını gırtlağa kadar borçlandırmıştır. Bırakın borcu ödeyebilmeyi; ülkenin toplam gelirleri borcun faizini dahi karşılayamaz olmuştur. Bunun sonucunda gelinen noktada ise alacaklı olan para kuruluşları ülkenin kamusal üretim alanlarını, KİT’lerin özelleştirilmelerini dayatıp (konsorsiyumlar aracılığıyla) yabancı sermayeye peşkeş çekilmelerini sağlamıştır. Ülkenin doğal kaynaklarından, tarım ve ziraatinden ürettikleri (şekerpancarı, fındık, tütün, çay vs.) ürünlerin üstüne kotalar koydurarak tarım kesimini ve üreticiyi adeta yok etmiştir. Ve bu ülkeyi tarımsal alanda da dışa bağımlı kılmıştır.
Nafta, Miga, Mai gibi anlaşmalar ve çıkarttırdığı tahkim yasaları ile gücünü ve bu savaştaki galibiyetini mutlaklaştıran düzenlemeleri de hayata geçirmiştir... Yani bu ülke ekonomik alanda yaşanılan savaşı kaybetmiştir...
Kaybedilen savaşlar yalnızca ekonomik alandaki savaşlar değildir. Kültürel ve siyasi alanlardaki savaşları da kaybetmiştir bu ülke. Ve teslim alınmıştır adeta...
Paranın generallerinin savaşı kazanmış olması, askerin generallerine iş bırakmaz... Burada da durum budur...
Irak’ta ise durum çok farklıdır. Çünkü orada Irak yönetiminin, doğal kaynaklarını, petrollerini paranın generallerine teslim etmemesi ve siyasi anlamda, kültürel anlamda bu dayatmacı politikalara koşut direnç göstermesi, yani bu alanda yaşanan savaşta yenilmemesi sonucunda kapısına askerlerin generalleri dayanmıştır.
Savaşları omuzu kalabalıklar çıkarmazlar; onlar sadece savaşırlar... Savaşları çıkaranlar cüzdanı kalabalık olanlardır. Kapitalistlerdir... Yani sistemin sahipleridir... Petrol şirketleridir, silah tüccarlarıdır...
Savaşlardan, kandan ve sömürüden beslenen bir sınıfın içinden gelenlerin başkanlığını yaptığı spor camiasından dostluğa, barışa, kardeşliğe ilişkin talepler gelebilir mi?
..olabilir mi böyle bir şey? ..
Sistemin varlık sebebi ve o varlığın yaşamını sürdürmesini sağlayan, ona can veren olgudur savaşlar. Yani sistemin ana damarlarından, kılcal damarlarından, sinirlerinden, nefes borusundan yalnızca “savaş” akıp gitmektedir... Yani sistem savaşlardan beslenmektedir...
Bırakın “barış”a ilişkin talep ve eylemlerinizi, sizin yalnızca söylemleriniz bile sistemi rahatsız eder. Adına bile tahammülleri yoktur...
Onun içindir ki barış talebiyle sokaklara çıkan İnsan Hakları Dernekleri, Haklar ve Özgürlükler Platformları, Demokratik kitle örgütleri karşılarında polis coplarını görürler.
Yıllar önce birkaç ilkokul öğrencisinin okullarının duvarına “savaşa hayır” diye yazdıkları için aylarca yargılanmış olmalarının altında yatan sebep de budur.
Kulüp başkanlığı yapan belediye başkanları ise bildiğiniz gibi devletin temsilcileridir.
Bilinir ki; savaşlar kişiler arasında olmaz, devletlerarasında olur. Kişilerin yaptığına kavga/dövüş diyebilirsiniz, arbede, itişme/kakışma diyebilirsiniz ama savaş diyemezsiniz... Savaş, kavramsal olarak (iki ya da daha çok) devletin başvurduğu bir yöntemdir...
Yerel ölçekte de olsa resmi ideolojiyi ya da devlet ideolojisini, yani askeri/ordusu olan bir ideolojiyi temsil edenler barıştan yana bir tavır sergileyebilirler mi?
..hiç duydunuz mu böyle birşey, var mı verebileceğiniz bir örnek? ..
Ya mafya babaları? Onlar da kulüp başkanlığı yapıyorlar, biliyorsunuz.
..onlara bir açılım getirmeye gerek var mı? ...
“..bence yok! ..”
“var” diyorsanız, onu da siz yapın o zaman.
Ama tüm bunlara karşın, spor camiası içinden birileri çıkıp da savaşa karşı bir söylemde bulunabilirler.
Bu çok da sürpriz olmasın sizin için
Bu gaz çıkarmak gibi birşeydir; merak etmeyin... Böylece rahatlamak istemiş olabilirler...
“..ha, tabii (görüntüde) böyle diyorlar...”
Bunun tipik bir örneğini de yaşadık, yaşıyoruz. Böylesi marazi durumlarda hep karşımıza çıktığı gibi...
Mesela sivil toplum örgütü denilince ortaya Tüsiad, Müsiad, Ato-mato gibi oluşumlar çıkıyor bu ülkede.
Hele bir oda başkanı var ki; haber bültenlerine çıkmayı marifet sayan ve neredeyse sabah şekeri programlarında taklalar atan...
“..her nasılsa...”
(Neyse, bu başka bir konu...)
Savaştan beslenenler de bir gün çıkıp “savaşa hayır” diyebilirler.
Ama benim içim de, kafam da çok rahat. Çok uyanık ve çok duyarlıdır benim vatandaşım.
..bilirsiniz...
“..kanmaz! ..”
Orada adı geçen savaşın ya filmi beğenilmeyen Savaş Yurttaş veya Perihan Savaş, ya da yaptığı televizyon programı eleştirilen Savaş Ay olduğunu hemencecik anlar.
“..Eee, Türk milleti zekidir! ..”

Spor sayfaları genellikle gazetelerin sonlarında yer alırlar.
Gazetelerin ilk sayfaları ise gündemin haber ve (daha çok) fotoğraflarına ayrılır.
Şu içinde bulunduğumuz son döneme dikkat edin. Gazetelerin savaşa ilişkin belirlediği tavrı bir gözden geçirin.
Ki, kartel medyasının/postal medyasının savaşa karşı çıkma adına tek bir satır bile yazmadıklarını göreceksiniz.
Aksine; savaş adeta doğanın varolma biçiminin bir parçasıymış gibi, sanki doğal olan bir durum gibi anlatılıyor sırtlarında güçlü holdingler bulunan boyalı basın tarafından.
Hâlbuki doğada hiçbir hayvan savaşmıyor insanın dışında...
Ama bizlere, savaş hayatın en doğal haliymiş gibi anlatılıyor ve böyle davranılıyor. Bilinçaltımıza bir seslenme var yani... Beyinlerimize psikolojik bir saldırı var, psikolojik bir şırıngalama var... İnsanların beyinlerinin içine, sanki bir bilgisayarda savaş oyunu oynanıyormuşçasına zerkediliyor savaş... Tabii buna savaş demek ne kadar doğruysa;
..saldırı demek daha doğru olur...
Savaşa karşı secdeye durmuş bir anlayışla çıkıyor gazeteler...
Ve medya toplumu gerçeklerden uzak tutarak bu ölümcül sistemi korumaya çalışıyor...
Hiç kimse de çıkıp “ Savaş nedir? ” diye sormuyor...
.. ve insanlar; hiç kimse tedirginlik duymuyor, duymuyorlar...
“..ikna edilmeye çalışılan nokta da bu zaten...”
Oysa biliniyor; savaşlar tamamen insan beynine özgü marazi, semptomatik, hastalıklı eylemler...
Ve bu durum kimsede dehşet duygusu uyandırmıyor! ..
“..inanılır gibi değil! ..”
..ama gerçekten inanılır gibi değil...
Elinizdeki gazetenin ön sayfalarından yola çıkıp da arkadaki spor sayfalarına geldiğinizde, beyniniz savaşa ilişkin size verilmek istenilenlerle doldurulmuş oluyor.
Yani; yoksul, ışıksız izbe evlerde analarının etekleri altında ısınmaya sığınan kararmış yüzleriyle, iri iri gözleriyle bakışlarını suratımızın ortasına çakan Irak’lı çocuklar, iri ve damarlı elleriyle ezilmişliğin bütün izlerini yüzünün çizgilerinde taşıyan yaşlılar, korkunun ve endişenin kuşattığı gözlerindeki mahcubiyetini başörtüsüyle saklamaya çalışan kadınlar- kızlar, ilaçsızlıktan, soğuktan ölen bebekler, yıkılmış kentler, yollar, binalar, yanmış-yakılmış ormanlar, gözün gözü görmediği sokaklar ve acı ve gözyaşı ve çaresizliğin kuşattığı bir ülkenin karartılmış gökyüzünden yağan ağıtlar siliniyor beyninizden...
Savaşlarda generaller ölmezler. Savaşlarda, o savaşın kararını alanlar da ölmezler.
Bir uçak biletiyle/ya da özel uçaklarıyla uzak bir tatil adasına kaçıp popoyu/petka’yı kurtarabilecek olan zenginleri de öldüremez savaşlar.
Savaşlarda yoksullar/garibanlar ölür. Ellerinde sıkı sıkıya sarıldığı ve henüz dişlediği elmasıyla nereden geldiğini bile anlayamadan ölür çocuklar... Kadınlar, yaşlılar, dağlarda geyikler/ceylanlar, sokaklarda kediler/köpekler, bahçelerde güvercinler/serçeler açık gözlerle ölürler.
-“ Neden? ..” diye soran gözlerle ölürler..
..çocuklar, ağızlarında ekşi elma kokusuyla ölürler...
Savaşların en önemli kaybı canlı unsurudur.
“..ölmek...”
Kimse ölümden sözetmiyor. Irak’ta ölecek/ölebilecek olan insanlardan kimse söz etmiyor. Bu gözlerden kaçırılıyor, gözlerden ırak tutuluyor...
Ve bizler okuduğumuz gazetelerde bunları göremiyoruz, okuyamıyoruz...
Çaresizliklerinin getirdiği tevekkül ile savaşın gölgesinde her sabah ölmeye uyanan insanların trajedileri hızla kaçırılıyor medya tarafından...
..ne yazık ki hepsi birer savaş tamtamcısı...

“Spor ve Güncel” programının sonunda Av. Ali Rıza Dizdar’ın her şeye rağmen bir beklentisi/temennisi vardı.
Yaşanılan tüm bu olumsuzluklara karşın (bir spor adamı olarak) medya guruplarının içinde yer alan insanlardan yine de “insancıl” bir tavır... Gerçekten çok samimi, çok iyi niyetli bir istek, amma...
“Ama”sı var bu işin bir de...
Aslında onlar tam da bir “insancıl”lık örneği sergiliyorlardı bana kalırsa... “Nasıl mı? ..”
..işte böyle...
* Balıkçıl: Balıkla beslenen, balık yiyenler
* Böcekçil: Böcekle beslenen, böcek yiyenler (hayvan ve bitkiler)
* Etçil: Etle beslenen, et yiyenler
* Yılancıl: Yılanla beslenen, yılan yiyenler
* İnsancıl:? ? ? (Bu açılımlardan sonra buraya ne yazacağımı anlamışsınızdır umarım.)

Siz anladıklarınızla yetinin şimdilik. Zira bunun altını doldurmak başlı başına bir yazıyı gerektiriyor.
Sözün sonu: “İçinde milliyetçilik anlayışı barındıran bütün olgular savaşın ezan sesleridir...”

Gürkal Gençay
31.Aralık.2002.Pazartesi / S- 23:00
DenizKöşkleri - İstanbul

İşbu Makale Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 495360125703
***********************************************************************************

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 10.7.2006 19:14:00
Gürkal Gençay