Z / Yazılar - Anneleri, Bazılarını Doğur ...

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

Z / Yazılar - Anneleri, Bazılarını Doğurmaz; Sıçar

(Dünyanın büyük adamları, okullarında en büyük öğrenci değillerdi. Dünyanın en büyük okullarını bitirenler de her zaman büyük adam olmamışlardır... ''Abraham Lincoln'')

Adı: “Herşeyi herkesten iyi bilen adam”
Eğer Kızılderili olsaydı, eminim annesi ona bu ismi koyacaktı.
Zira yaptıklarını, yazdıklarını ve halet-i ruhiye’lerini öngörerek annelerinin “Hıncal”maya, “Öcal”maya çok uygun yapılarına yakışır bu isimleri çocuklarının kimliklerine taşıdığını görmekteyiz.

Mesleği: Spor yazıları da yazan magazin gazetecisi.

Onu çok satan bir gazetenin arka sayfalarında, tuttuğu takımın renklerini taşıyan sarı fistan... (pardon) ceketi ve içine giydiği kırmızı mintanlı, pişmiş kelle misali sırıtan resmiyle her sabah görmekteyiz.
Ve onu, soytarılık hiyerarşisine dahlettiği ve sarı-kırmızı tasma takarak gezdirdiği (artık hayatta olmayan) köpeğine ve yakın dostlarının besledikleri başka başka hayvanlarına ilişkin yazdığı “fast-food” yazılardan da tanıyoruz.
Doğaya ilişkin ve hayvanlara ilişkin böylesi sevgi içerikli yazıları, yüreği sevgiyle atan herkes gibi hayvanseverleri de mutlandırıyordu.
Hatta hatta; keçi gibi inatçı oluşu, keçi sakalı ve keçi melemesini andıran gülüşüyle “Hayvan”severlerin özel sempatisini de kazanıyordu.

Elemanın, 07.Haziran.1999.Pazartesi günü Sabah Gazetesinde yayımlanan “İnsanları Koruma Derneği” başlıklı yazısını okudum. Herşeyi bilen adam, yazısına;
-“ Galiba bu ülkede sonunda “İnsanları Koruma Derneği” kurmamız gerekecek...” diye mugalatasal bir giriş yapmıştı.
Bunun üzerine, üşenmedim TTV’nın yayımladığı ve içinde yaklaşık iki bin sivil toplum kuruluşunun tüzel, hükmi kimliklerinin yer aldığı katalogu inceledim.

Bu coğrafya üzerindeki yaklaşık beş bin sivil toplum kuruluşunun aşağı-yukarı yarısının yer aldığı sözkonusu katalogda yedi örgüt hariç, tümü özünde insanlara yönelik faaliyetler ile iştigal eden dernek ve vakıflardı.
Dernek ve vakıflar kanununa tabii olarak kurulmamış bağımsız platformları ve semt girişimcilerini de sayarsak hayvanlar için uğraşı veren örgüt sayısı elliyi geçmiyor. Bu çok iyi niyetli bir rakamdır.

Ne acıdır ki ve ne yazık ki eleman, insanlar için kurulan binlerce vakıf ve derneğin işlevsizliğinin, basiretsizliğinin, örgütsüzlüğünün, resmi ideolojinin izdüşümü oluşlarının ve kapitalist düzenin icaplarına endekslenişlerinin sorgulanması yerine yine o bildik, yine o tanıdık “işin kolayına kaçma” refleksiyle utanç vesikası diyebileceğimiz yazısında birkaç hayvan koruma derneğine ve onların korumaya çalıştığı zavallı hayvanlara “kuduz” gibi saldırmaktadır...
O utanç vesikasını yazan Hıncal Uluç’a ve bu yazıyı yayımlayan utanç ceridesinin genel yayın yönetmenine sormak lazım; -“ Neden olayın bu yönünde yoksunuz, bu boyutunda yoksunuz? ..”
..yürekleri yetmiyor çünkü, petkaları yetmiyor...

“ tam bir ilkesizlik, tam bir pespayelik...”

İnsanlara yönelik faaliyetlerde bulunan dernek/vakıf sayısının bu kadar yüksek rakamlarda olması da ortaya bir başka gerçeği çıkarmakta.
İnsanların sorunları, problemleri ve acıları kurulan her derneğin esbab-ı mucibe’sidir.../ Durum bu...
İşte bu yüzden, kendilerinin varlık nedeni, varolmalarının devamı nedeni olan problemlerin, sorunların ve acıların ortadan kalkması derneklerin hiçbirinin işine gelmez, gelmemektedir.

Sorunlar ve acılar devam edecek ki, bu dernekler ve vakıflar varlıklarını sürdürecekler ve cukkalarını doldurmaya devam edecekler...
Çünkü kanla beslenen sülük gibiler bunlar... Hiç farkları yok, inanın...
Tam da bize yakışan, Türk tipi, bu coğrafyadaki idare anlayışına yakışan dönel düzen çarklarının bir dişlisi haline gelen bu olguyu/bu yapıyı irdelememek ve okuyucusunun gözlerinden kaçırmaya çalışmak ne kadar sağlıklı bir yaklaşım olabilir?

“Bunun altında başka şeyler arıyorum ben, başka hinoğluhinlikler arıyorum...”

Bu arada, elemanın sözünü ettiği ve insanlara yardım etmesini talep ettiği derneklerden mevcut olanlardan bir-iki tanesini örnek olarak vermek istiyorum. (Kaynak Türk Tarih Vakfı-Sivil Toplum Kuruluşları Katalogu.)

01-) Açık sistem kullanıcıları derneği
02-) İstanbul Fetih cemiyeti
03-) Kayısı araştırma, geliştirme ve tanıtma vakfı
04-) İzmir iner Wheel kulübü derneği
05-) Mağara araştırma derneği
06-) Fukara hayat derneği
07-) Mutfak dostları derneği
08-) Afrodisias’ı sevenler derneği
09-) Hale hanımlar derneği
10-) Türkiye ulusal alerji ve klinik immünoloji derneği
11-) Aktif balıkadamları derneği
12-) Yaşamı paylaşalım Kadıköy kadın gurubu
13-) Uzaktan eğitim vakfı
14-) Zonta iş ve meslek kadınları derneği
15-) Türkiye zeka vakfı
16-) Topkapı fukaraperver cemiyeti
17-) Doğuştan kalça çıkığı araştırma ve tedavi derneği
18-) Çorum kalite derneği
19-) Arzuhalciler ve iş takipçileri derneği
20-) Kesikbaş vakfı
Önemli Not: Adında “savaş” sözcüğü geçen on altı sivil toplum kuruluşuna karşın, adında “barış” sözcüğü geçen yalnızca altı kuruluş. Oranı: Yüzde otuz beş...

Şimdi gelelim elemanın yazdıkları marifetiyle söylediklerine;

-“ İstanbul’da kaç sokak köpeği var biliyor musunuz? .. Bütün bunlar (yani belediyelerin sokak köpeklerini toplaması, kısırlaştırması ve aşılarını yapması) söylenen işlemlerin yapılması kaça patlar hesapladınız mı? ..
Halkın paralarını belediyelerin böyle fütursuzca harcama hakları var mı? ..”
/..gibi bu konuda da dehşetli açıklamalarını yapmış.../

“..bak...bak...bak...zekâya bak...”

Yani, “asmayalım da, besleyelim mi? ” diyor işin Türkçesi...

Ne diyor eleman?
Bir hayvanın aşılanması ve kısırlaştırılması seksen beş milyon lira. İstanbul sokaklarında da şu kadar hayvan var; e, çarp onu onunla, ne çıktı? ../ Otuz beş trilyon lira...
Ondan sonra da, vay efendim “romantik önlemlerin maliyeti otuz beş trilyon lira. Böyle şey olur mu? ” diyerek feryad-ı figan figürlerle süslenmiş; saptırmaya, yani okuyucusunu etkilemeye yönelik, yani manüplasyon amaçlı yazılar yazmış.

Dedik ya, gariban Hıncal Uluç gidip Etiler’de lüks bir veteriner kliniğinden aldığı kısırlaştırma-aşılama fiyatlarını, sokaklardaki abartarak verdiği hayvan sayısıyla çarparak basit, saçma sapan bir sonuç çıkartarak okuyucusunu yanıltıyor.

Tabii, siz Hıncal Uluç’u biliyorsunuz ya! ..
O derin bir spor yazarıdır, o her zaman beğenisine müracaat edilen tecrübeli bir jüri üyesidir, o engin deneyimleri olan bir şehir planlamacısıdır, o uzmandır, o var ya o; her şeydir, gak’tır – guk’tur...

“..inandınız mı yoksa? ..”

Anlaşılan o inanmış. Bu, yazılarından ve TV’lerde yaptığı konuşmalarından sezilebiliyor.
Self poh poh’a, oto poh poh’a başlıyor.
-“ Ben var ya ben; süperim... Ben var ya ben; müthişim... Ben var ya ben; inanılmazım...”
/..hadi bakalım yeniden cilâla.../

“ Alçak yerde tepecik kendini dağ sanırmış” demiş bir zamanlar feylesofun biri bir yerlerde...

Hıncal’ın gazına gelen Sabah Gazetesi de ilkelilikten uzak, ilkel basın anlayışı ile sokak hayvanlarının katliamlarına adeta çanak tutuyor ve adeta ölümleri kampanyalaştırıyor.
“..Var mı böyle bir şey? ..Böyle bir şey var mı allah aşkına? ..”
..böyle bir şeyin inandırıcılığı var mı? ..

Bilindiği gibi, bu Sabah gazetesinin böylesi ilk tavrı değil.
Daha önce, boğaz köprüsünde nükleer karşıtı eylem yapan çoğunluğu yabancı aktivistlere “ Go home Yankee! .. Evine dön... Ne yani, biz burada mum mu yakalım? Siz sıcacık evlerinizde şıkır şıkır otururken...” şeklinde manşetler atarak olayın vahametini; yani nükleer santrallerin tehlikelerini, nükleer atıkların saklanmasındaki olası riskleri, nükleer santrallerin yapılması düşünülen yerlerin ve üzerinde yaşadığımız coğrafyanın yüzde doksan beşinin deprem tehlikesi ile her an karşılaşabileceğini, olası nükleer kaza rizikolarını, nükleer kullanım kültürümüzün olmayışı gibi birçok önemli ve hayati konuyu gözlerden kaçırarak basit bir formüle indirgemişti...
Ve bunu alçakça, ırkçılık yaparak, yani belden aşağı vurarak yapmıştı...

..ondan sonra da, cesur gazeteymiş bilmem ne...
“..cesaretinizi öpeyim sizin...”
..gene palavra bir haber, o bildiğiniz...
-“ Hadi canım sen de, hadi yürü, uza bakalım derler bizim oralarda... Hadi canım sen de...”

Belediyelerin bu anlamda yapacağı harcamaları “fütursuzluk” olarak algılıyor eleman.
Belediyelerin fütursuzca halkın paralarını harcadığı yerleri yine kaçırıyor, saklıyor Hıncal Uluç.
Yani okuyucuyu dezenforme ediyor, bilgisizleştiriyor Hıncal Uluç.
İSKİ davasını, Akbil davasını, Şişli Belediye Başkanı Gülay Atığ davasını aklının ucuna bile getirmeyen, bu coğrafyada merkezi ve yerel yönetimlerin fütursuzca yaptıkları harcamalar, hortumlamalar ve israflar konusunda bir tek satır bile örnek vermeyen eleman, iş sokaklardaki gariban köpeklere gelince kaplan kesiliyor.
“..Tabii, kağıttan kaplan...”

..Bir başka kemiksizliğin, bir başka duyargasızlığın da göstergesi bu! ..”

..çok güzel, çok güzel, tuttum seni...
“ Adın neydi senin? ”
“Hıncal” çok güzel...
..memleket neresi? ..

Maşallah, eleman cıva gibi... Hangi kaba girerse o kabın şeklini- biçimini alan, jöle gibi kemiksiz.
Bir yazısında belediye parlatmacılığı yapar, bir başka yazısında (Sarıyer ormanları/ Koç üniversitesi, Gökkafes vb.) sermaye uşaklığı yapar. Hayattaki duruşu ikiyüzlülük üzerine kurulmuş zaten...
Değişkeleri bir araya getirirseniz durum aslında çok vahim ve ortada...

/..tablo gerçekten vahim.../

Evine götürecek bir lokma ekmeği bulamamanın ne olduğunu bilir misiniz siz?

Bu ülkede vergilerini veren, vatandaşlık mükellefiyetini maddi-manevi yerine getirmeye çalışan milyonlarca insan bir sonraki günlerini nasıl kotaracaklarının hesabını yaparlarken, bu sene sevgililer gününde durumu iyi olanların sevgililerine hediye etmeleri için ithal edilen ekvador gülüne harcanan para üç trilyon lira olmuştur.
Bu israf değil midir?
İthal çiçeklere ödenen vergi bu ülkenin insanlarının cebinden çıkmamış mıdır?
Ve üç gün sonra solacak olan o çiçekler ile birlikte bu ülkenin milli serveti de çöpe atılmış olmayacak mıdır?

*6.9 katrilyon lira verginin 5.4 katrilyon lirası ülke yönetiminin başında olanlar ve ülke ekonomisini yönlendiren beceriksiz idareciler yüzünden faizlere gitmektedir.
Bu noktada oluşan kara delikler fütursuzca yapılan harcamalar yüzünden oluşmamış mıdır?

*Bu ülkede tam 469 milletvekili duble maaş almaktalar. Yani 71 milletvekili bir milyar üç yüz milyon lira alırken, diğerleri iki milyar liranın üzerinde maaş almaktadırlar.
Sizin bahsettiğiniz o “uygar” ülkelerdeki milletvekilleri yaptıkları bu işi onore bir iş olarak kabul ederler ve adeta bir öğretmen maaşı alırlar.
Ve milletvekilliği görevlerini kısa süreli ve bir defaya mahsus yaparlar ki bu onore işten diğer vatandaşlar da nasibini alsınlar, ülkelerine hizmet etsinler.
“Uygarlık” kriterlerini sokaklardaki biçare hayvanlara endeksleyerek meclisteki kıyak emeklilik, kıyak ve duble maaş rezilliği gibi birçok olguyu gözlerden kaçırmak namuslu bir yaklaşım mıdır?

Halkın parasını ceylan derisi koltuklara, milenyum hediyesi deri çantalara, son model lüks makam arabalarına, özel uçaklara, resmi yurtdışı gezilerine tüm avenesi/ sülalesi ile çıkmaya, şahsi harcamalarını (özel telefon görüşmeleri-yemek faturaları vb.) meclise havale etmeye akıtanlar “uygar” bir ülkenin “füturlu” vekilleri midirler?
Mesela, bir milletvekili eskisinin dişlerini yaptırarak 6.7 milyar liralık faturayı meclise postalaması “füturlu harcamalar” sınıfına girebilir mi?

*Bu ülkede KİT’lerde; mesela köy işlerinde işçi olarak gözüken ama hiç işe gitmeyen ve ayda 300-350 milyon lira maaş alan yaşları seksene merdiven dayamış insanlar,
On yedi gün çalışıp on bir ay çalışmış olarak gözüken insanlar,
Sadece kendi ailelerinin ilâç ihtiyacı değil, çevrelerinin de ilâç ihtiyacını devletten karşılayanlar,
İlâç reçetesi yazdırıp, ilâç yerine güneş yağı-şampuan falan alanlar,

Yolluk başvurularında ikamet edilen il olarak haritanın en uzak yerlerini gösterip 600 / 700 milyon lira harcırah alanlar, devlet sistemi içindeki tüm departmanların çürümüşlüğünün, kokuşmuşluğunun ve fütursuzluğunun parametreleri değil midir?

Ondan sonra da köpeklere şu kadar para harcanırmıymış bilmem ne! ..
..bu kadar absürt bir söylem olabilir mi ya? ..

Tepkilerin nasırlaştığı, daha da vahimi tepkilere karşı duyarsızlıkların faşizan bir şekilde yerleştiği ve adeta lâle devrinin yaşandığı bir ülkede herşeyi yolundaymış gibi göstermek ve yolunda gitmeyen tek şeyin sokaklardaki gariban, çaresiz hayvanlar olduğunu yazmak/ söylemek tek kelime ile riyakârlıktır.

..elbirliği ile bu ülkenin canına okuyorsunuz! ..
“..vah benim yurdum vah...”

İçimiz titriyor, içimiz.
Bunlarda ise hiçbir şey yok, hakikilik yok.
Hıncal Uluç’u hiç ama hiç ilgilendirmiyor bu durum.
Devleti soyan yerel ve merkezi yöneticiler hakkında bir tek satır dahi yazmıyor, yazamıyor. Çünkü buna yüreği yetmiyor.

O; hafta sonları gazetelerin bedava verdikleri şamdan mıdır, gala mıdır (isimlerini doğru hatırlamayabilirim) bir dergide sosyete kadınlarının ve mankenlerin kılık kıyafetleri konusunda belgesel yazılar yazmayı tercih ediyor.
Belki çıkar ilişkilerinin bittiği bir-iki belediye başkanı ya da bir-iki kıytırık yönetici hakkında yazı yazmış olabilir, bilmiyorum... Arada böyle sesler çıkararak rahatlıyordur, // böylelikle (adeta) gaz çıkarıyordur eleman.
Zira Hıncal gibiler öylesine bağlılar ki sisteme göbekten; aynı kaptan yemek yiyorlar, mamalanıyorlar çünkü.
..ve aynı kaba sıçıp/ pisliyorlar çünkü...

“..bunu yadırgadığımızı belirtmeliyiz...”

Herşey o kadar çarpık ki, herşey o kadar ikiyüzlü ki, herşey o kadar sevimsiz ki, herşey o kadar iç karartıcı ki; ondan sonra da çıkıp, uygar ülkenin sokaklarında hayvan olmazmış da, Türkiye’nin imajıymış bilmem ne! ...

-“Pardon, nedir Türkiye’nin imajı? ”
.. pardon; söylemesi ayıp...
“..çok saf, çok samimi bir sorudur bu...”

Vatandaşına, kendi gibi düşünmeyenlere, kendisine benzemeyenlere ölümcül; kendisine ise kayırıcı olmanın adı demokrasi değildir, çağdaşlık değildir, “uygarlık” ise hiç değildir.
Bunun anlamsal olarak çok iyi irdelenmesi gerekmektedir.
Bu, bir beyaz Türk’ün Kürt’leri, Alevi’leri, Süryani’leri, Keldani’leri, Ermeni’leri, hatta üçüncü cins insanları ve hatta hatta zihinsel/ bedensel engellileri ve nihayetinde ise sokak hayvanlarını kategorik olarak değerlendirmesinin izdüşümüdür.
Bu, faşizan ırkçı bir zihniyetin “türcülük” adına sergilediği iğrenç bir yaklaşımdır.

-“Hangi ülkeden bahsediyorum? ”
..bilmem...
hangi ülke olabilir?
Ne bileyim ben... Düşünün işte; düşünün...

Dedik ya, bu konuda söylenecek çok şey var.

Aslında komedi ya da trajedi.
Yöneticileri ve sizleri (İkitelli’nin baronlarını) kahkahalar ile güldüren, biz gariban tebaayı (siz onlara sentel-gentel-dantel gibi sıfatlar yakıştırıyorsunuz) sürekli ağlatan trajikomedi.

Böyle de ilkel oynanıyor oyun...

Aslında, saygın ve onurlu bir meslek olan gazetecilik Hıncal Uluç gibi elemanların “ciguli”lik anlayışıyla yazdıkları yazılar nedeniyle tahrip edilmektedir.
Nasıl ki içinde bulunduğumuz süreç Ciguli’leri önümüze “sanatçı(!) ” olarak çıkardıysa, Hıncal Uluç gibi elemanları da “gazeteci(!) ” olarak sunmuştur. Daha doğrusu kakalamıştır...
Aslında, Hıncal Uluç Türk medyasının gerçek anlamda Ciguli’sidir. Gazeteciliği sulandıran, okuyucusunu düşündürme boyutunu ortadan kaldıran, olumlu düşünme melekelerini (esasen) diyalektik olarak baskılayan, fast-food bir anlayışla kaleme aldığı yazılarıyla tam bir Ciguli’dir.
Burada sağlıksız bir ruh durumundan bahsetmek de olasıdır.

Eee, kendini sağlam bilen hastanın tedavisi olmazmış derler.

Birilerinin bu anlamda elemanla ilgilenmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum...
Neyse, geçiyorum...
Ne diyordu yazısının devamında eleman?

-“Diyelim ki belediyeler bunca parayı sokak köpeklerine harcadı. Köpekleri yeniden sokağa salmak ne demek?
Köpekler sadece kuduz ya da başka hastalık yaydığı için mi tehlikelidir? Sadece kuduz köpekler mi ısırıyor?
Kuduz değil, aç ya da saldırgan köpekler tarafından kovalanan ve ısırılan kaç insan var İstanbul’da biliyor musunuz? ”

...İşte böyle diyor,

Peki bay Hıncal Uluç; iki ayaklı itler tarafından gece yarısı ya da gündüz saatlerinde kovalanan, tecavüze uğrayan, yaralanan ve hatta öldürülen kaç insan olduğunu biliyor musunuz? ..Ha? ..

“..saf bir biçimde soruyorum...”

Bana bir rakam verebilir misiniz iki ayaklı itler tarafından öldürülen insan sayısına ilişkin?
Bakın, devletin açıkladığı resmi rakamlara göre 1999 yılı boyunca kuduzdan öldüğü varsayılan insan sayısı yalnızca dört kişidir. Ben size bir rakam verebiliyorum. Peki siz verebilecek misiniz?

/..elbette veremeyeceksiniz.../

Mesela; belediyelerin açıp da kapatmadıkları çukurlara düşerek ölen insanlar, kanalizasyonlara düşerek boğulan insanlar, basiretsiz yöneticiler yüzünden tekrar hortlatılan verem, kolera, sarılık gibi hastalıklardan ölen insanlar, taşımacılığın %92’sinin yığıldığı karayollarındaki başıbozukluk nedeniyle yaşanan onlarca kaza ve bu kazalarda parçalanarak ölen insanlar bir sayı verebilmeniz konusunda size yol gösterici olabilir mi acaba?

''..efendim? ..''

İnsan kaynaklı insan ölümleri, sizin boyutlandırmaya çalıştığınız köpek ölümleriyle mukayese edilemeyecek kadar orantısızdır...
İnsan kaynaklı ölümler çok çok fazladır ve köpek olayları bunun yanında devede kulak bile değildir.

“ İşte, zurnanın zırt dediği yer de tam burasıdır.”

Bu manada söyledikleriniz komik bile değildir.
Kargalar bile gülmez...
Gerek bile duymazlar, üşenirler böyle bir şeye...

Olayları kendi değerleri, kendi değişimleriyle değerlendirecek yetiye, melekelere sahip değilsiniz.
Hatırlatmakta fayda var, yeniden hatırlatmakta fayda var; o (güya) korumaya çalıştığınız insanlar tarafından mağdur edilen insan sayısına ve bu mağduriyetlerin kaynağına ilişkin istatistiki veriler, argümanlar var mı elinizde ve bu rakamları verebilecek misiniz?
..efendim, duymadım? ..

/“..aslına bakarsanız şaşırmadım...”/

Evet; burası Türkiye diyorsunuz...
Burası çarpıklıklar ülkesi, burası sahtekârlıklar ülkesi, burası Mephisto’ların cirit attığı alçaklıklar/ ikiyüzlülükler ülkesi, burası medya Ciguli’lerinin,
(Panter) Emel Yıldız’ın da söylediği gibi İkitelli’nin Levent Oran’larının siftindiği sistem yalakalarının ülkesi...

Yani bu kadar kötü, bu kadar ölümcül, bu kadar vahşi bir yörüngede olmak zorunda mısınız?
“İnsan yirmi yaşında çevresine karşı sertse (kötüyse) kalbinde, elli yaşına geldiği halde hala sertse (kötüyse) kafasında bir eksiklik vardır.” demiş filozof.
..ne de güzel demiş...
Biz Türkiye’yiz; biz bizi/kendimizi biliyoruz.
“E, burası Türkiye...”
..eleman da Türkiye’nin gastecisi! ..

Neyse; bay Hıncal Uluç’un yazdıklarına kaldığımız yerden devam edelim bakalım, başka neler yumurtlamış.
..Ne diyor Cig...(pardon) Hıncal Uluç;

-“on-on beş köpekten oluşan bir sürü, apartman kapısı etrafına çöreklendiği ve yaklaşana hırladığı için gece yarısı geldiği evine giremeyenleri biliyor musunuz? ..
Köpek tarafından ısırılan, ya da kovalanan insan küçük bir çocuksa eğer, bu saldırının izlerini ruhsal dünyasında ölene dek nasıl taşıyacağını hiç düşündünüz mü? ..”

-Düşündük bay Hıncal Uluç,
..elbette düşündük...

Peki siz, polisin sırtında sigara söndürdüğü iki yaşındaki kız çocuğunu düşündünüz mü?
Peki siz, polisin karakollarda taciz ettiği 8-10 yaşlarındaki kız çocuklarını düşündünüz mü?
Peki siz, polisin gözaltına aldığı ve götürdükleri karakolda tecavüz ettiği 15-20 yaşlarındaki kızları düşündünüz mü?
Peki siz, götürüldüğü karakolda polislerce işkence edilen ve cinsel organına cop sokulan Kutup Yıldızı müzik gurubunun elemanı Şenay’ı düşündünüz mü? ../ Çok taze, çok yenidir bu olay; onun için örnek veriyorum...

Fakir çocuklara yardım etmek amacıyla sokaklarda dans eden ve bu yüzden terörist muamelesi gösterilerek karakol karakol, adliye adliye dolaştırılan kız çocuklarını düşündünüz mü?
Peki siz, boş geçen derslerine öğretmen talepleri nedeniyle yürüyen ve pankart açan ve bu yüzden mahkemelerde süründürülen çocukları düşündünüz mü?
Kaldı ki, demokratik taleplerin pankart açılarak yapılabileceği de altına ülke olarak imza koyduğumuz Paris sözleşmesinde mevcut iken.
Aynı Ankara’da, mecliste pankart açan üniversite öğrencilerinin yaptıkları gibi... Ve o gençler hâlâ yargılanıyorlar...
..Ha; sahi, mecliste pankart açan çocukları düşündünüz mü?

Peki ya Manisa’lı gençleri, oğlu katledilen Fadime Göktepe’yi düşündünüz mü?

Çete mensuplarının elini kolunu sallayarak dolaştığı, ölenlerinin bayrağa sarılı tabutlarla devlet ricaliyle gömüldüğü bir ülkede cezaevlerini baklava çetesi, gofret çetesi, tişört çetesi, güvercin çetesi kod adlarıyla dolduran çocukları hiç düşündünüz mü?

Şiddeti yasaların iznine/ özüne kaydıran, yani beyinlerdeki izne göre davranan zehir hafiyelerden müteşekkil kahraman TC polisi hakkında ne düşünüyorsunuz bay bilen mesela? ...
Harikalar değil mi? Siz seversiniz böyle şeyleri...Bravo, gerçekten bravo(!) Bu TC polisinin zaferidir çünkü...
Bu çeteleri yakalayarak Türkiye’yi büyük bir dertten kurtardınız.
Bravo size kahramanlar(!) ...
Bunu kutlamalısınız...
Bu kutlamayı yapın bence, müthiş bir başarı(!) bu...
..sarayı da ihmal etmeyiniz...
Bay köşe yazarı, yerli robocoplarımız için şöyle süslü bir şeyler de yazar artık...
Hatta birer ay sırayla başarı iznine ayırırlar bu adamları, hatta hatta birer maaş da ikramiye ha? ..
E, boru değil bu. Baklava çetesi, gofret çetesi... Az-buz iş değildi hani...

//..ya, bu ne ya... Ufff; sıkıldım ya...//
..ya, böyle bir devlet olur mu?

“Giderek sinirim bozuluyor.../ Sakin başladık ama giderek kontrolden çıkıyorum.”

Bu konuda ne söylerseniz, ne kadar söylerseniz yine de az söylemiş olursunuz. Çünkü olay o kadar vahim ki...
TC medenice yönetilmiyor ki, barbarca yönetiliyor. Sokaktaki ilişkiler bile medenice değil.
Kapalı toplumların, ilkel toplumların, son derece az gelişmiş ülkelerin klâsik tavrıdır bu, ceberut polis devletlerinin idare şeklidir bu.
Devletin özü böylesine şiddete dayanırsa eğer, Hıncal gibilerinin aklına bile gelmeyen ama bizlerin yüreklerini dağlayan olaylar ve bu olayların masum mağdurları yaratılır.
Ve bu düzenin bekçisi durumundaki polis de görevini mania derecesinde sahiplenir. Buna görev sapıklığı denir, görev manyaklığı denir.

Bay Hıncal Uluç; büyük-küçük demeden, genç-yaşlı demeden, kız-oğlan demeden her an insan dövmeye, taciz/ tecavüz etmeye ve insanları öldürmeye alışmış ve hatta şartlandırılmış polisi, yerli malı robocoplarımız, kahraman Türk polisini hiç düşündünüz mü?
Ve onların, arkalarında bıraktığı kan çiçeği tarlalarında yeşermeye çalışan masum çocukların psikolojilerini hiç düşündünüz mü?
Zat-ı ali’niz gibi bir jurnalcinin kıytırık bir ihbarı üzerine Adana’daki evinde yargısız infaz edilen suçsuz insanları ve onun çocuklarının ruh durumunu hiç düşündünüz mü?

İşkencehanelerde her türlü olumsuzluğu yaşayan insan küçük bir çocuksa eğer, bu saldırının izlerini ruhsal dünyasında ölene dek nasıl taşıyacağını hiç düşündünüz mü?

Sorular kazık mı geldi hocam? . Hem de hiç çalışmadığın yerden, ha? .. Soruyu tekrarlayayım; “o çocukları Düşündünüz mü?

“..Hiç sanmıyorum! .. Elbette düşünmediniz...”

Eğer bunu yapmıyorsanız, yani düşünmüyorsanız (ki ben düşünmediğinizi bal gibi biliyorum) bu konudaki samimiyetinizi sorgulamanız gerekiyor.
Siz ve sizin gibiler, yani İkitelli’nin baronları biliyorum ki bu konulara zerre kadar ilgi göstermiyorsunuz.
Hep bir kaypak zeminde hareket ediyorsunuz.
Aslında sizin, insanlar-çocuklar gibi bir derdiniz de yok.
Derdiniz bir kamu önyargısı, çoğunluk kanaati oluşturup sokaklardaki çaresiz hayvanları katletmek yalnızca...
Histeri halinde sizi baskılayan öldürme içgüdülerinizin tatmini için kurduğunuz bir tezgâhtan başka birşey değil bu yaptığınız.
Bir tek itlaf elbiselerinizi giyinip kuşanıp sokaklardaki hayvanlara saldırmadığınız kaldı...

Adaletin olmadığı bir yerde hiçbir şey onurlu olamaz, “uygar” olamaz.

Önce beyninizi “uygarlaştırmak” zorundasınız.
Başkalarının özgürlüklerini ve yaşam haklarını tanımayanların kendileri de buna lâyık değillerdir.

Yaşama karşı duyarsızsınız.../ Aslında çevrenize, sokağınıza ve ülkenize de duyarsızsınız.
“..utanç vericidir işte bu durum...”

Puzzle’ı birleştirirseniz bu ülkedeki genel siyasi, idari ve sosyal yapıyı tüm çıplaklığı ve çarpıklığı ile görebilirsiniz. Bay Hıncal Uluç, sözünü ettiğiniz o “uygar” toplumlarda böylesi iç burkan öyküler yaşanmıyor.

/..öfff...dedik ya, bir oyundur oynanıyor.../
..ama kötü bir oyun oynanıyor...
...Ve ikiyüzlülük, iğrençlik paçalarından akıyor. Elinizi attığınız elinizde kalıyor.

''..ne söylenebilir ki? ..''

Aslında bu, Hıncal’ın söylediği gibi “önce insan-önce vatan/ millet/ Sakarya” edebiyatından anlaşıldığınca iyi niyetli bir söylem de değil.
Bunun altında yatan ve “uygarlıkla” kesinkes bağdaşmayan tehlikeli bir durum var.
Yani bu Hıncal’ın beyninde doğal bir seleksiyona tabii tutup sizlere aktardığı gibi çok da masum bir söylem değil.
Kuduzdan ölenleri örnekleyerek, ısırılma ve saldırılma olaylarını meselleyerek, adeta dişe-diş, göze-göz, kana-kan naraları atarak ve ağzından salyalar/ köpükler saçarak kısas müessesesini dayatmaya çalışıyor.
İntikam senaryoları yazıyor.
Bu coğrafyada yaşanan yargısız infazların, ölümlerin katliamların, yaşanılan tüm hukuksuzlukların ve ilkelliklerin bu alanda, yani sokaklarda da yaşanabileceğini optimist, iyimser bir noktaya çekerek deklâre ediyor. Bilinçaltımıza çalışıyor yani...
Zira dönel düzenin bu şekilde sistematize edilmesinden memnun, çarkların, dişlilerin ölüm üretmesinden memnun Hıncal Uluç...
Ondan sonra da, yok hukuk devletiymiş de, yok “uygar” ülkeymiş de bilmem ne...

“..hadi canım, hadi canım...inandık biz de...”

Oysa “uygar” devletler ve “uygar” insanlar öcal’maz, hıncal’maz...
Öç almaya yönelik uygulamalarda bulunmaz.
Ve idari, siyasi, sosyal yapılarını öç almaya değil, insani-vicdani-medeni ve hukuksal düzenlemeler ile oluştururlar.

Bu Hıncalın söylediği olsa olsa kabile toplumlarında ve onların yönetme biçimlerinde olur.

“Yeri gelmişken şu klasik soruyu soralım bakalım...”
/-“Ne olacak bizim şu halimiz ya? ..”
''Ne olacak bu memleketin hali? ..''/

Peki; elemanın yazısına kaldığımız yerden devam ediyoruz.

-“Sokak köpeklerinin sokak ortalarında vurulmaları vahşettir. Böyle olaylara çok şahit oldum. Hatta olayı benimle izleyen ilkokul öğrencisi bir kızın düşüp bayıldığına da şahit oldum. Sokak köpeklerinin etrafa atılan zehirli etle öldürülmeleri de vahşettir. Bu etler yüzünden (buraya dikkat edin) pek çok masum hayvan, kuşlar, sahipli kediler ve köpekler ölmektedir..”
buyurmuşlar Hıncal hazretleri...

Dikkat ettiniz mi? Köpek sahipliyse masum, sahipsiz/ bakanı-edeni yoksa, garibansa suçlu...
..bak...bak...bak...eee?
“Tepki ve eleştiri hudutları içinde kalmaya kendimi zorluyorum... Ama...”
..neyse...

Sokak hayvanları sokaklarda ölürler bay Hıncal Uluç. Onlar pofuduk yataklı evlerin ve villaların, köşklerin rengarenk çiçekler içindeki bahçelerini bilmezler ve oralarda ölmezler bay Hıncal Uluç. Onlar, sokaklarda kahpece öldürülürler bay Hıncal Uluç.
Onlar, sokağın çocuklarıdırlar. Sokakların kuytularında doğarlar, oralarda yaşarlar ve sokaklarda ecelsiz ölümlere yenilirler. Bir çöp konteynerini, uçsuz bucaksız sokakları, caddeleri bile onlara çok gören şerefsizlerce öldürülürler...
-“..sizin önerdiğiniz başka bir model var mı efendim? ..”
Mesela, insanların gözaltına alınmaları gibi onlar da toparlanıp (adına barınak dediğiniz temerküz kamplarına) götürülmeli, yani gözaltına alınmalı... Ve götürüldükleri yerlerde bir süre sonra da öldürülmeliler, öyle değil mi? ..
“..aynı, insanlara olduğu gibi...”
..Eee, çünkü sokak köpekleri de toplu yürüyüş ve gösteri kanununa muhalefet ediyorlar değil mi? Zira sürü halinde gezer onlar, bilirsiniz...
Sonra toplu olarak havlamaları da onların slogan attıkları anlamını taşıyor zaten...
Bize de bu işin gereğini yapmak düşüyor o zaman değil mi bay Hıncal Uluç.
Şaşırdınız mı?
Hayır, şaşırmış olamazsınız. Eğer gerçekten şaşırdıysanız bu ülkeyi tanımıyorsunuz demektir.
..e, burası Türkiye! ..
Hıncal’da Türkiye’nin gastecisi.
Konuşmalı mı üzerinde, ne demeli?

Bu yazılarınızı dalga geçmek için mi böyle yazdınız, hı? ..
“..şşş! hoca! .. çok iyiydi bee...”

Bir algılama problemi, bir algılama zafiyeti var zaten elemanın.
“Hadi be, hadi...yürü bakalım, sayın şey? ..”
..Hıncal Uluç...

-“Vay anasını be” demekten başka üzerinde konuşmaya gerek var mı?

Böylesi adamların (adam demekte bir sakınca yok herhalde, herif demekte var ya) yazdıkları yazıları okudukça sakın kafanızı yemeyiniz sevgili okurlar, ben sizin yerinize kafayı yiyorum zaten. Onun için siz şey yapmayın, dert etmeyin.
Ben sizin için yeterince kafayı yiyorum zaten bu Hıncalgiller yüzünden.

Bir olgunun özünü yakalayabileceğiniz en önemli yerlerden biridir satır araları. Bir paragraf yazının içeriğini anlatır.
Onu yazanın mantığını, felsefesini ve hayatı ciddiye almak konusundaki düşüncesinin sistemini anlatır.
“ Sahipli; parfümlü, sıcacık yataklı “masum” hayvanlar ha,
sahipsiz; aç, hasta, gariban potansiyel suçlu hayvanlar ha.”

/..yahu nasıl bir iştir bu? ../
Böylesine basiretsizlik, kalitesizlik olur mu ya? ..


Ya demokrasi, hukuk, insan hakları, uygarlık falan Hıncal’amı kaldı artık bu ülkede?
..vah benim gariban ülkem vahhh! ..
aman be...öff, ne sıkıcı! ..
Peki; tamam, geçiyorum...

Tavuk verimli. Hıncal’ın yumurtladıklarını toplamaya devam ediyorum.

-“Peki ne yapılması gerekir? Her uygar ülke ne yapıyorsa o.. Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. Bir köpek toplama çiftliği kurulur. Buyurun hayvanları koruma dernekleri. Bu sizin işiniz işte. Bu çiftliği kurmak ve yaşatmak. Elini cebine atmadan “hayvan hakları” diye bağırmak, insan haklarını tehlikeye atmak kolay. Hadi koyun elinizi taşın altına görelim. Belediyenin işi, sokakta gördüğü bütün köpekleri toplayıp bu çiftliğe getirmek ve hayvanları koruma derneklerine teslim etmektir. Peki bu çiftlik toplanan bütün köpeklere ölene dek bakacak mı? Buna para mı dayanır? . Dayanmaz tabii.” demiş.

Nerden biliyorsun dayanmayacağını bay “bir bilen”, gene sallıyorsunuz işkembe-î kübra’dan...
Bu konuda bir araştırmanız mı var?
..bu konuda bir araştırma yaptınız mı?
“..hiç sanmıyorum...”

Pragmatik, çıkarcı bir yaklaşım ile okuyucunuzun yerine düşünüyorsunuz adeta. Yani okuyucunuzun düşünme ameliyelerini prangalıyorsunuz.
Ahmaklık kategorisine indirgenmiş bir kamuoyu oluşturup, onların “..he ya, nereye kadar bakacaklar bunca ite/köpeğe bunlar. Hem baksalar bile yazık değil mi onca paraya/ pula. Onca insan çocuğu aç- bîilâç dururken” diye düşünmelerini adeta organize ediyorsunuz, kanalize ediyorsunuz. Alternatif düşünme sistemlerinin önünü tıkıyorsunuz.
Yani okuyucunuzu aptal, mendebur, algılayamaz, bir aşağıdan/bir yukarıdan delinip gönderilmiş bir boka yaramayan herifler yerine koyuyorsunuz...
“Okuyucunuzu bir biçimde uyarmak gerek, onun için bu uyarıyı yapmak zorundayım...”

Yerel yönetimlerin ve hayvan koruma derneklerinin iyi bir organizasyon çalışması yaparak sokak hayvanlarını ilânihaye ve onları mutlu bir şekilde yaşatmaları mümkün. Nasıl mı?

1-) “İnsan nasıl düşünürse öyledir ve her iyi düşünce namuslu insanlarda bulunur” şiarı ile hareket edip öncelikle iyi niyetle olaya girmek lazım.

2-) Belediyeler hayvanlar için rahatlıkla arazi oluşturup, bu arazilerin alt ve üst yapı çalışmalarını dünya standartlarına uygun bir biçimde meydana getirebilirler.
Bu konuya ilişkin, belediyelerin kendi iç kaynakları bu projelerin maliyetini üçüncü şahıslara göre daha da aşağıya çekecektir.

3-) Barınaklara hayvan toplanması için gereken personel, ekipman araç vs. gibi konularda da belediyelerin bir sıkıntısı olmayacaktır. Zira her belediyenin hayvanları “itlaf” etmeleri için kurduğu birimler ve ekipmanlar var.
Burada yapılacak tek şey, belediyelerin veteriner müdürlükleri bünyesinde çalışan söz konusu departmanların şimdiye kadar kullandıkları bu mantığı değiştirmeleridir. Yani hayvanları öldürmek için değil, onları yaşatmak, onlara yardım etmek için var olduklarının “bana kalırsa” eğitiminin verilmesi gerekmektedir.
Başlarında bir veteriner hekim nezaretinde, yaptıkları işin eğitimini almış ekipler oluşturmak belediyeler için artı bir parasal külfet getirmeyecektir.

4-) Barınaklara getirilen hayvanlar, burada görevli olarak çalışan belediye personeline, derneklerdeki gönüllü hayvan severlere teslim edilirler. Ayrıca, bilinir ki her sokakta, her mahallede bir ya da birden fazla hayvansever var. Belediyeler bu hayvanseverlere yönelik bir organizasyonu yapabilir ve bu konuya gönül veren kişileri örgütleyerek semt gönüllüleri oluşturabilirler.
Zaten, hayvanseverler yaz-kış, kar-boran, yağmur-çamur demeden sokaklardaki hayvanlara su/yiyecek taşımakta ve hasta olanları da veterinerlere taşımaktalar. Böylesi bir potansiyeli harekete geçirmek, barınaklardaki personel sorununu, bakıcı sorununu, temizlik sorununu büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır. Bunun bir maliyeti de yoktur. Zira bu insanlar bu anlamdaki koşuşturmacalarının masraflarını kendi ceplerinden karşılamaktaydılar şimdiye kadar.
Belediyeler ise burada, içinde gerçekten hayvan sevgisi olan profesyonellerden oluşan ekipler oluşturarak istikrarlı bir işleyişin kurumsallaşmasını sağlayabilir. Bu maaşlı ekibin oluşturulması da fütursuzca yapılan harcamalar sınıfına girmez.
Zira devlet dairelerinde bir kişinin yapacağı işi beş kişinin yapması gibi, işe göre adam değil de adama göre iş bulunması gibi, politikacıların “ver oyu kap işi” sloganları/yaklaşımları ile insanları KİT’lere yığınlaması gibi fütursuzluklar belediyelerin bu anlamda harcayacağı parayı masum ve gerekli kılmaktadır.

5-) Dün sokaklardaki hayvanlara yiyecek taşıyan insanlar, barınaklara alınan hayvanlara (bu standartlara uygun yapılmış yeni mekânlarına) yiyecek ve ilaç taşıyabilirler.
Yemek fabrikalarından çıkan kazan artığı yiyecekler, küçük/büyük otellerden çıkan tencere artığı yemekler, kamu dairelerinin, hastanelerin yemekhanelerinden artan yiyecekler, kuru mama üreticilerinin/ithalatçılarının ve toptancılarının ellerindeki son kullanma tarihlere sınıra gelen mamalar belediyelerin ilgili taraflarca yapacağı protokoller çerçevesinde toplanabilir. Ve hatta hatta mama ithalatçıları ve toptancıları ile yapılacak anlaşmalar ile mamalar maliyetine yakın bir fiyata alınabilir. Bütün bu girişimler manzumesi, en büyük maddi sorunlardan birini oluşturan olan beslenme harcamaları problemini minimalize edecektir.

6-) İlaç fabrikalarının, üreticilerinin ve ithalatçılarının eşantiyon olarak ayırdıkları bölüm, son kullanma tarihleri yaklaşan ilaçlar (serum - ağrı kesici - antibiyotik - kanser ilaçları vs.) ve semt gönüllüleri ile dayanışmalı yapılacak kampanyalar ile evlerde atıl vaziyette duran ilaçlar toplanabilir.
Veterinerlik fakülteleri ve özel veteriner klinikleri ile yapılacak protokoller ile büyük ameliyatlar, aciliyet gerektiren müdahaleler konusunda yardımlar alınabilir.
Bütün bu organizasyon çalışmaları, ucuza maledilebilir nitelikli sağlık hizmetlerini rasyonel ve sürdürülebilir bir biçimde sağlayacaktır. Ayrıca, sağlık bakanlığının aşılar konusunda desteği de sağlanabilir. “Bildiğim kadarıyla Sağlık Bakanlığı kuduz başta olmak üzere bir takım ilaçları bila ücret vermekte zaten.”
Bütün bunlar; hem maliyetleri çok düşük, hem fazla bir enerji harcanmasını gerektirmeyen, hem de çok iyi bir örgütlenme ile hemen pratiğe geçirebilecek şeylerdir.

7-) Pet Shop’lar, Pet magazinciler, büyük hayvan hastaneleri/klinikleri, hayvan yemi/malzemeleri ithalatçıları ve konuya duyarlı işadamları ile sponsorluk anlaşmaları yapılabilir.
Yardım ve bağışların vergilerden düşürülüyor olması bu anlamda bir problemin pek de yaşanmayacağını göstermektedir. Anti parantez belirtmiş olalım bunuda...
Ayrıca, barınaklara insan gücü sağlayacak olan dernekler de yardım kampanyaları, kermesler, defileler ve farklı etkinlikler düzenleyerek oluşuma maddi katkılar sağlayabilirler. Ve böylece, merkezi ve yerel yönetimlere (o sizin bahsettiğiniz) çok ağır maddi külfetler getiren sorunlar ortadan kalkar.
Belediyeler, hayvan koruma örgütleri ve semt girişimcileriyle birlikte oluşturulan böylesi organizasyonlar kendi içindeki otokontrolü de oluşturacağından bugün yaşanılan problemler olmayacaktır. Olsa bile sistemin diğer dinamikleri tarafından deşifre edilebilecektir.
Bu barınaklar halka ve medyaya açık olacak ve onlar tarafından da denetlenebilir, gözlemlenebilir olacaktır.
Buradaki hayvanlar küçük bağışlar (ayni – maddi) karşılığında sahiplendirilecek, ayrıca sahiplendirilen hayvanlara verilecek klinik hizmetleri, kuaför hizmetleri vb. cüz-i meblağlar karşılığında yapılabilecektir. Buradan elde edilen gelirler yine barınaklardaki hayvanların ihtiyaçları için harcanacaktır.

Ama bütün bunların yapılabilmesi için öncelikle olaya insani, vicdani boyutuyla ve akılcı bir yaklaşımla devinmek gerekmektedir. Sizin yaptığınız gibi irrasyonel yaklaşımlar ile değil, ölümleri tercih ederek değil; yaşatmayı ve yaşamı paylaşmayı temel alarak olayı değerlendirmek gerekmektedir.
Ha, eğer iyilik yapmaya gücünüz yetmiyorsa, bari kötülük yapmayın; bu bile birşeydir...
Dedik ya, iyi bir organizasyon çalışmasıyla tüm bu söylediklerimiz ufak tefek aksamalar ile (ki başlangıçta bunların yaşanması son derece doğal, yeter ki içinde ardniyet olmasın) pratiğe geçirilebilir.
Zira bunun müspet örnekleri de mevcuttur.
..yani denklem basittir...
Suyun yüzündeki görüntünüze taş atan çocukları korkutmayınız bay Hıncal Uluç...
O aynalaşan suda korkutmaya çalıştığınız yaramaz çocukların da görüntüleri var...
..anlatabildim mi?
“ya da anlayabildiniz mi? ..”

Hıncal Uluç yazısının finalini şöyle yapıyor;

-“Dünyada uygulama şöyle.. Toplanıp getirilen her köpeğin cinsi ne olursa olsun, bu çiftlikte belli bir kalma süresi vardır. Bu çiftlik halka açıktır. Köpek sahibi olmak isteyenler buraya gelirler, beğendikleri köpeği ücretsiz alır götürürler. Bekleme süresi içinde sahip bulamayan köpek uyutulur. Uygar yöntem budur ve daha mükemmeli henüz keşfedilmemiştir. İstanbul’un sokak köpeklerinden temizlenmesi gerekiyor. Hayvanları koruma derneği bu çiftliği kurarsa ne ala...
Kurmazsa, belediyelerin yapacağı, hergün toplamak ve topladığı gün uyutmaktır...” diyerek sonlandırıyor yazısını...

..Sizin de tüyleriniz diken diken oldu mu? ...

/..sen kimsin ya, zat-ı ali’niz kim olurlar? ../
Böyle bir yetkiyi, bunu bu şekilde ahmakça söyleyebilme yetkisini nereden alıyorsunuz?
Ehl-i vukuf musunuz eski deyimle?
..bu nedir böyle ya! ..

Bir de utanmadan sıkılmadan oturmuş köşenizde sevgi içerikli yazılar yazıyorsunuz...
Hani bazı ülkeler vardır ya, o ülkelerde yayımlanan gazetelerde, dergilerde hep demokrasi yazıları okursunuz. Düzenlenen panellerde, açık oturumlarda demokrasi konulu tartışmalar izlersiniz. Halk arasındaki muhabbetlerde bile demokrasi söyler, demokrasi dinlersiniz... Çünkü o ülkede demokrasi yoktur! ..
Ya da bazı ülkelerde demokratik kitle örgütleri insan hakları konusunu sık sık dile getirirler. Sosyologlar, üniversiteler, antropologlar insan hakları konusuna açılım getirirler. Ve (özellikle) siyasetin muhalif kanadından olanlar, insan hakları konusunda demeçler verir, öneriler sunarlar. Çünkü o ülkede insan hakları de yoktur! ..
Bu tip örnekleri artırmak mümkündür.
Pahalılık, enflasyon, yargısız infazlar, gözaltı kayıpları, işkenceler, adalet sistemindeki çürümüşlük, gelir dağılımındaki adaletsizlik, vergi sistemindeki ceberutluk, kayırmacılık, ihalelerdeki peşkeşler ve yolsuzluklar vb. olduğu gibi...
Sevginin kırıntısının bile olmadığını adım gibi bildiğim o itici beyninizden sevgiye dayalı yazıların çıkmasının sebebi yukarda örneklerle açıkladığım bir mantıkla yazdığınız pragmatist sebeplerdir. Züğürt tesellisi yani...
Yazılarınız sevgisizliğinizin, iğrençliğinizin, vampirliğinizin taşeronluğunu yapmakta adeta...
Başkalarının (diğer canlıların) kederini (acılarını) duymayan kimse nasıl insan sayılabilir?

“Rüzgar eken fırtına biçermiş”
..birilerinin Hıncal’a bunu hatırlatması lazım...

Hıncal Uluç’un ne kadar yaşamaya hakkı varsa, o sokak köpeğinin de o kadar hakkı var.
Hatta hatta çok da zorlanırsa, o sokaktaki köpeğin yaşama gerekçeleri Hıncal Uluç’unkinden çok daha önemli...

Hıncal Uluç Türk medyasının kamburudur, bir habis urudur, kuluncudur...

Bu konudaki ahmakça ve amiyane söylemlerine bakılırsa gariban Hıncal Uluç Türkiye’yi Etiler, Ulus, Ortaköy’den ibaret sanıyor herhalde...
Çünkü gariban Hıncal Uluç’un Türkiye ve Avrupa konusunda görecelendirmesinde gördüğü tek örnek, tek argüman sokak köpekleri...

Adına ne kadar çağdaş, ne kadar uygar denilirse denilsin, vahşete, ölüme, kıyıma prim veren ülkeler benim ülkeme model olamaz! ..

Bu ülke; her yeni fikrin, başlangıçta diğerler düşünce ve uygulamalar arasında azınlık kalabilmesi handikabına karşın, kendi modelini yaratmalıdır.
Tabii bunu Hıncal gibi dili kahverengileşmiş, kuyrukçu zihniyetten kurtulamamış zavallılarla değil; gerçek anlamda uygar, namuslu, canlı hakkını kategorize etmeyen, alt ve üst kimlik hesapları yapmayan, türcülüğe karşı çıkan iç dinamikleri ile yapmalıdır.
..yapacaktır da! ..
G.B.Shaw’nun şu sözünde olduğu gibi “Değişimsiz gelişim olamaz, kafalarını değiştirmeyenler hiçbir şeyi değiştiremezler.”
Hıncal’ın bu söz üzerinde biraz kafa patlatması gerekiyor.
E, ne de olsa bilgi sakalla ölçülmezmiş...

Hıncal’a kalsa bu coğrafyada herşey güllük gülistanlık. Adamın ipi Kuşağına denk...
Bir yazısında Duygu Asena’ya, Seda Kaya Güler’e bacak arası yazıları yazar, kadınları öfkelendirir.
Bir başka yazısında Bekir Coşkun’a kedi/ köpek yazıları yazar, hayvanseverleri öfkelendirir.
Bir yazısında rantiye yalakalığı yapıp Zeynep Göğüş’e 3.Köprü yazıları yazar, Gökkafes yazıları yazar, çevrecileri öfkelendirir.
Bir diğer yazısında sermaye yağcılığı yapıp, Koç’un Sarıyer/Mavromoloz ormanlarını katlederek yaptığı üniversiteyi savunan yazılar yazıp neredeyse herkesi öfkelendirir.

“..yani adam tam bir mikser...”
..küçük işlerin büyük soytarısı...

Bu ülkede çok daha önemli, çok daha büyük, çok daha yaşamsal şeyler var.
İzmir emniyet müdürlüğünce gözaltına alınan Alpaslan Yelden isimli bir vatandaş koma halinde serbest bırakılıyor ve 12 gün sonra bir hastanede ölüyor.
“Sebep: İşkence...”
..eleman bunu yazmıyor, yazamıyor...
Altına ülke olarak imza koyduğumuz Paris sözleşmesinde yer alan işkenceye ilişkin hükümlere ne kadar uyulup uyulmadığı konusuna dair herhangi birşey de yazmıyor...
..böylesi yakıcı problemleri göz ardı ediyor...
O; oley-oley cimbom yazıları, manken falancanın kırmızı donu, 34.zort.bilmem ne plakalı trafik canavarı yazıları falan yazıyor.

Radikal Gazetesini 30.Aralık.1999.Pazartesi tarihli nüshasında bir manşet vardı. “Türkiye’nin dengi Tanzanya” diye...
Bulsun o gazeteyi okusun, bunu ben uydurmuyorum.
Hıncal’ın “uygar” Türkiye’sini Tanzanya ile denk tutmuş Avrupa’daki bir komisyon.

Bu konuya niye el koymuyor her konuya maydanoz Hıncal? ..
Bu konuya ilişkin tek satır birşey yazmıyor, maydanoz olmuyor? ..
..dedik ya, olamaz...

Çünkü Ortaköy’deki gelişmelerin dışındaki gelişmelerden bihaber gariban...
Böylesi gelişmeler olurken, bütün bunlar yaşanıp dururken, eleman şovenist bir yaklaşımla, Hitler’i bile kıskandıracak bir tavırla ortaya çıkıyor...
“Yırtık don gibi...”
“Beyaz Türk’ler” anlayışıyla ve ari ırkı bozuyor gerekçesiyle, salt beyaz bir Türk oluşturma kaygısının, kafatasçılığının reflekslerini sergiliyor... “Bu Hitler’leşmedir! ..”
..özünde hiçbir fark yoktur...

-“Yahu; insan mı önemli, hayvan mı? ..” yaklaşımının özüdür bu. Bir üstün adam böbürlenmesi var burada...
“..yahu sen...siz kim oluyorsunuz ya? ..”

Bu ne hastalıklı tavır böyle, ne şizofren bir yaklaşım böyle? .. Ondan sonra da size yapılan eleştirileri kabullenemiyorsunuz.
Geçtiğimiz günlerde sizi eleştiren ve bu eleştirisini faks yoluyla gönderen (Panter) Emel Yıldız ile güya alay ederek, sizi eleştirdiği noktalara değinmeyerek, yani yine olayın özünü okuyucunuzdan kaçırarak “aman tanrım o ne bozuk bir Türkçe öyle” diyerek adeta mastürbasyon yaptınız.
Köşenizde yer vermiş olmanız Emel hanımın Türkçesinin hala işe yaradığını gösteriyor ki, onun ne söylemek istediğini o nohut kadar beyninizle anlayabilmişsiniz... “Peki, ya size ne demeli? ..”
Bir gazete sayfası yazı yazıp da hiçbir şey söyleyememenin çarpıcı bir örneğisiniz... Bir gazete sayfasının yarısından fazlasına yazılar yazacaksınız, ama ipe sapa gelmez şeylerin dışında hiçbir şey anlatamayacaksınız.
..enteresan bir prototipsiniz...
Ondan sonra da çıkıp, yok bozuk Türkçeymiş de, yok imlaymış, gramermiş falan...

İnsanları yanıtları ile değil, soruları ile değerlendirmeniz gerekiyor. Size gönderilen o eleştirel yazılar özünde kocaman bir soru işaretidir. Siz asıl onu değerlendirin...
“Kısa boyluların çoğu, kapıdan geçerken başlarını vurmamak için eğilirlermiş”..Bu sözü değerlendirmelisiniz...
Zira megalomania’nızı sorgulamanızda size yardımcı olabilir.
Bunu şey için söyledim, aklıma geldi de; hani bir ara sizin Sean Connory’ye benzediğiniz geyiği vardı. Ben pek benzetememiştim... Ama, dikkatli bakınca... Aslında benzemiyor da değilmişsiniz ya...
Onun da iki kulağı var, sizinde... Onun da iki kaşı var, sizinde... Onun da bir burnu var, sizinde...
Geçi; siz biraz onun Leman dergisine çizilmiş haline benziyorsunuz ama, olsun... O kadarcık fark olur...

Ha, bu arada aklıma gelmişken sormak istiyorum. TC’nin adalet sistemi hakkında ne düşünüyorsunuz? ..
Hani Alaaddin Çakıcı işlediği tüm suçlardan idam ile yargılanacak iken yapılan anlaşmalar yüzünden yargılanamıyor ya; yalnızca sizin vurulmanız olayı hariç. O davadan beraat edecekmiş galiba... Yoksa sizi adam yerine falan mı koymuyorlar? .. Ahmet’i vurana idam, Mehmet’i vurana idam, Hıncal’ı vuran serbest? ..
“Hayır, yani insanın zoruna gidiyor hani...”
Hani siz yazılarınızda üzeri kapalı ima ediyordunuz ya, vurulma olayınıza binaen; “eğer ölseydim arkamdan Hıncal’lar ölmez” diye bağıracaklar falan diye...
Yani kendinizi Mumcu’ların, Üçok’ların, Turan Dursun’ların, Anter’lerin, Kutlar’ların, İpekçi’lerin kategorisine çekme çabanız vardı orada,
..ayıptır söylemesi...
Mesajınızı alamadılar herhalde. Tarih onları mahcup edecektir merak etmeyin. Bu memleketin sizin gibi kahraman gastecilere ihtiyacı var...
Ama; hak vak-i olur da, göçer giderseniz bu dünyadan... İki elim kanda olsa geleceğim cenazenize... İki elim kanda olsa da...

-“ Kötü bilirdiiiiiiiiik! ..” diye bağırabilmek için...

Büyük dostluklar kavgalar ile başlarmış. Önce kavga ettik, şimdi barışalım...
Bunun için sizse bir armağanım olsun isterim. Bana adresinizi verirseniz size ulaştıracağım...
Armağanım: PRİAPOS Parfüm...
Hani, siz bir yazınızda ballandıra ballandıra anlatmıştınız... Şişesine ise bayıldığınızı söylemiştiniz,
hah, işte o...
Şimdiden iyi günlerde kullanmanızı diliyorum;
“..ama parfümünü değil...”

Gürkal Gençay
13.Aralık.1999-İstanbul

Notlar:

1-) Okuduğunuz yazı, yazıldığı tarihin haftası içinde iki kez olmak üzere muhatabı kişiye tarafımdan faks yoluyla iletilmiştir.
2-) Priapos Parfümünün şişesi, erkeklik organı neredeyse kendi boyu kadar olan Bereket tanrısının tasarımıdır.

İşbu Makale Yazarı Gürkal gençay'ın Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 492854124642 / Tarih - Saat: 12.12.2006 / 12:46:00
*********************************************************************************

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 6.7.2006 20:18:00
Hikayesi:


*İsterdim ki; tüm insanlığın bir tek gırtlağı olsun/ o da benim elimde olsun! .. Sevgili Aysun Canıtez'in sayfasında verdiği link'i açtığımda, bu ülkenin yetiştirdiği denyo gazetecilerden biri olan, yazdığı yazıya bile hâkim olamayan bir garabet adamın köşeyazısını okudum... / Ki, yazısında, insanlar için 'tane' ifadesini kullanıyor, yazınına özne olarak seçtiği Kadıköy Belediye başkanını Selâmi Şahin sanıyor ve saire ve saire... uzun yıllardır bu heriflerle mücadele eden biri olarak; vakti zamanında bu familyadan biri olan Hıncal'la cebelleşmiş ve ona bir mektup yollamıştım... Şimdi o mektubu burada yayınlayacağım.../ Aynen, noktasını bile değiştirmeden.../ Görün diye; bu ülkede, onca geçen zamana karşın bi arpa boyu yol alamadığımızı... Ne yazık... http://www.bugun.com.tr/kose-yazisi/72429-hayvanlar-ve-insanlar-makalesi.aspx

Gürkal Gençay