DİNİN DÜNYEVİLEŞTİRİLMESİ (SEKÜLARİZİM)
İslam’ın en temel umdesi olan Allah için (lillahi) ve Allah adına (fi sebilihi) iş yapma olgusu dünyevileşme süreciyle kaybetmekte olduğumuz iman’i değerlerimizdir.Salih amel olarak vasıf edilen ve sırf Allah rızası ve Allah adına yapılan her tür iş bu kapsama girer.Allah Resülü iman’ın şubelerini sayarken 72 şubeden bahsetmiş ve en yüksek şubeyi kelimeyi Tevhit en düşük şubeyi ise yoldan geçenlere eza veren bir taşı kaldırmak olarak sınıflandırmıştır.Burada dikkati çeken diğer bil ölçü Allah için sevmek ve Allah için buğuz etmek yine imani bir amel olarak zikredilir.Dolayısıyla bütün işlerde bun temel ölçü esastır.İslam bir işi besmele bilinci ile yapmak bunun zıddı olan dünyevileşme ise besmeleyi ortadan kaldırıp dünyayı ve menfaati onun yerine koymak esasına dayanır.Ameller tarih boyu bu iki niyet çerçevesinde gerçekleşip durmuştur.Besmeleyi kaldırmanın diğer bir ifadesi bu gün laiklik olarak ortaya konulmaktadır.Aşkının kamudan ve hukuktan dışlanması olarak algılayacağımız bu ideoloji dünyevileşme dolayısı ile besmeleyi(Allah adına iş yapma) dışlama faaliyetidir.
Son iki yüz yıldır bu dünyevileşme batı eksenli düşünme ve batının kör hayranlığı neticesinde İslam dünyasında da hakim ideoloji haline gelmiştir.Fakat bu sapmanın temeli kurumsal olarak Emevilere kadar dayanır.Bireysel olarak ise önceden abit bir sahabe olan Salebe örneğinde vücut bulan bu dünyevileşme daha sonra Emevilerle bir yönetim biçimi haline gelmiştir.Devleti ve yönetimi kutsallaştıran hatta Arap ırkını mitleştiren tavrın çözülüşü olarak başlayan dünyevileşme ve bu ifrat duruma karşı terfidin ifadesi olan saltanat zevk,sefa ve zülüm kurulan bir düzen Abbasilerle devam eden ve Allah adına işlenen zülümler,Allah’ın yer yüzündeki gölgesi olarak ünvanlandırılan sultanlar ve bunların güya Allah adına işlediği cürüm ve işkenceler ortaya koymaktadır ki bir işi Allah adına işleniyor diye lanse etmek o işin Allah’ın rızasın uygun olduğunu ispat etmek için yetmemektedir.Burada temel ölçü ‘emredildiğin gibi dost doğru ol.’emri ilahisidir.Bir iş hem Allah adına,hem Allah için hem de Allahın koyduğu temel ilkelere uygun olacak ki orada Salih amelden söz edilebilsin.Amel görünürde kurallara uygun da olsa Allah için değilse ondan Salih amel olarak söz edilemez.bu o işin iyi niyetle yapılsa bile temel kurallara uymaması durumunda da aynı sonucu doğurur.Yahudileşme de diyebileceğimiz bu felsefenin temel argümanı dini besmeleden uzaklaştırıp sırf zahiren hukuka uygunmuş gibi gösterme diğer bir ifade ile muhafazakarlık olgusudur.Politika ile (siyaset kastedilmiyor) hayatımıza ve inancımıza musallat olan –bazan devlet baskısını ve din dışı eğilimler bahane edilerek-muhafazakarlık ve ılımlı İslam söylem ve anlayışı bu dünyevileşme ve raydan çıkışı ifade eden ideolojik kavramlardır.Bu mantığa göre aslı yerine uygun benzerini ve ılımlısını (yılışığını) koyma –Yahudiler gibi Cumartesi balıkların önünü bentle kesip Pazar avlayarak avlanma yasağına uyduğunu zannetme-modern tabiriyle ortanın sağı,merkez sağ,muhafazakar milliyetçi,reel politik gibi tabirler bu dünyevileşmeyi ifade eden kavramlar olarak ortaya atılmakta,Allah katıksız (hanif) bir inanç ve nizam isterken değişik gerekçelerle bazen da kasten İslam ülkelerinde ortaya çıkan İslam Liberalizmi, İslam Sosyalizmi, yeşil Müslümanlık ve ılımlı İslam gibi nazariyeler hep bu dünyevileşme ve aşkını dışlama ve süte su katma hastalığının tezahürleridir.Bazen dünyevileşmeye güya masumane şu gerekçede mazeret olarak sunulabilmekte:İslam karşıtları onun gerçek hali ile yaşanmasına ve savunulmasına müsaade etmiyor o zaman menderes çizelim,saman altından su yürütelim,en azından bir kısmını sulandırıp seyreltelim,ehven,i şer olanı yahut maslahat olanı yaşayalım İslam siyasetini yaşamak mümkün değil,o zaman Müslümanlar olarak mevcut sistemi işletelim v.s gibi argümanlarla kitleyi sistemin içine çekmekte ve dünyevileştirmektedir.bu argümanların ne kadarı ne ölçüde doğrudur bu başlı başına geniş ve problemli bir konudur ama ümmeti taşıdığı nokta maalesef dünyevileşmedir. bu şekilde din karşıtlarının zorbalıkla ve baskıyla beceremediği şeyi Müslüman politikacı becermekte kendisiyle beraber Müslüman kitleyi dünyevileşmenin kucağına sunmaktadır.Bu bir nevi Müslüman siyasetçi eliyle seküler rejimin kutsanmasıdır.Büyük imamların hayatlarını incelediğimiz zaman onların Emevi ve Abbasi yönetimlerinde görev almaktan şiddetle kaçındıkları hatta teklif edilen büyük makamları işkence görmek bahasına reddettikleri hatta büyük imam Ebu Hanife ‘nin bu sebeple zindanda işkence altında şehit olduğu bilinen bir tarihi gerçek olup hep bu sistemi meşrulaştırma endişesinden kaynaklanmaktadır.
Dünyevileşmenin en temel karakteri beşeri ideoloji ve sistemlerle ilahi otoriteyi sentezleme çabasıdır bu çaba dinin beşer arzu ve isteklerine kurban edilmesi olarak ta algılanabilir.bunun ismi ister laiklik ister muhafazakarlık isterse de ılımlı İslam olsun netice hep aynı noktaya çıkmaktadır.Katıksız ve halis bir din yerine batıl elbisesi giydirilmiş hak kisvesidir bu.Oysa İlahi otorite dini Allaha tahsis etmeyi emretmektedir.Bu dinin en yetkili temsilcisi olan H.z. peygamberin örnek mücadelesi incelendiği zaman onun bu tip bir sentezi şiddetle reddettiği sağ eline güneş sol eline ay verilse de böyle bir uzlaşı ve tavize yanaşmadığını ve en son aşamada ‘sizin dininiz size benim dinim bana.’Bkz.Kafirun Süresi diyerek bu sentez ve uzlaşmanın mümkün olmayacağını ve de hak ile batılın asla bir noktada buluşup uzlaşamayacağını ortaya koymuştur.Her ne sebeple olursa Olsun bu böyledir.Peygambere dahi maslahat ve reel politik olarak böyle bir uzlaşı hakkı tanınmamıştır.kaldı ki diğer kulların bu konuda hiçbir yetki salahiyetleri yoktur.
Diğer bir dünyevileşme hastalığı beşeri felsefelerle İslam’ı yorumlama yanlışlığıdır.tarihte de sıkça rastlanan Hint ve İran mistizmi yada Bizans ve Yunan felsefesi yada diğer milletlerin efsaneleri ile İslam’ı yorumlama çabası hep aynı sonucu vermiş ve ortaya Kuran ve sünnetten uzak Allah’ın kabul etmeyeceği düşünce biçimleri çıkmıştır.Bu gün de Rasyonalizm,pozitivizm v.s gibi modern düşünce ekseninde Kuran ve sünneti anlama ve yorumlama çabası bu dünyevileşmenin ürünüdür.Bu dini kendi asli bağından ve otoritesinden koparıp dünyevileştirmedir.
Bir değeri hayattan uzaklaştırmanın iki yolu vardır.(bilinçli ya da bilinçsiz) Birincisi yok sayıp inkâr etme ya da dünyevileştirme(kutsaldan koparma) şeklinde tezahür etmekte, ikincisi ise dini mitleştirip (efsaneleştirip) , hayattan kaldırıp, münzevileştirmek suretiyle azınlığın hayatı ve yaşam biçimi haline getirme, insanlar tarafından hayranlık duyulup yaşanılamaz hale getirme şeklinde tezahür etmektedir. Tarih boyu bütün dini değerler bu iki yolla buharlaştırılmış, özelliklede mitleştirme bunu sağlayan en etkin yol olmuştur. Bu bazen iyi niyetle de yapılmış olsa sonuç değişmemiş din insanların arasında buharlaşıp gitmiş geriye ulaşılamaz efsaneler ve efsane kahramanları kalmıştır. Maalesef bu durum metni Allah tarafından güvenceye ve korumaya alınan fakat kafalarda (bilgi düzeyinde) ve hayatlarda(ameli eylem) düzeyinde mitleşen İslam dini içinde aynen geçerlidir, korunan kitap yüksek askılarda arada sırada indirilip mitolojik günlerde okunan ve fakat hayat düzleminde hükümleri ayaklar altına alınan bir kitabe düzeyine indirgenmiştir. Şimdi bunun nasıl ve hangi yöntemlerle gerçekleştirildiğini izah etmeye çalışalım.
İlk mitleşme dinin ana kaynaklarının ilki olan kitapta(Kuran) gerçekleşti, evvele kitap(Kuran) herkes tarafından anlaşılamaz onu ancak âlimler ve veliler anlayabilir(âlimliğin ve veliliğin ölçüleri de mitleştirildi) , kitapla ilgili şahsi rey’ini ifade eden cehennemlik olur, kitapla ilgili tefsir ve tevil hakkı sadece mitolojik kahramanlar olan zümreye ait bir haktır, ilim özelliklede teknik konular için gerekliliği tartışılamaz bir araç olsa da bu mitleştirilerek insanların Kuranı öğrenme ve algılamasının önüne engel olarak konulamaz. Hz. Aliye nispet edilen ve daha sonra Batıniler ve Tasavvuf ehli tarafından Kuranın ana maksadının dışına taşınmasına aracı kılınan Kuranın batini manalarının olduğu ve kitabın görünen manaları dışında çok değişik manalarının olduğu B(harfi Arapçada) ’nin noktasının manasının bile yazmakla bitmeyeceği ve derin anlamlarının olduğu mitolojisi ve diğer bu tarz yüzlerce rivayet bir takım insanların kuranın maksadını bırakıp onda manasının dışında ve fevkinde rumuzlar ve şifreler aramaya ve kitabın mitleştirilerek maksatlarının dışında çıkarılmasına zemin oluşturdu, bu şekilde kapanması mümkün olmayan defterler ve ihtilaflar İslam aleminde açılmış oldu. Oysa ümmi bir Arap Hz. Peygamberden kitabı dinliyor ve o hükmü hayatına tatbik ediyor ve bu anlayış medeni, kardeş, ihlaslı ve bilgili bir toplum dahası dünyaya hakim olan bir medeniyet kurmaya yetiyor idi. esasen kitapla ilgili ölçü için bakınız Ali İmran 7 burada kuranın muhkem(açık, anlaşılabilir) hükümlerinin öğrenilip yaşanılması –ki kitabın ana konusunu bu hükümle teşkil eder-Müteşabih(benzeşik, sembolik) ifadelerinin ise sadece inanılıp geçilmesi ve bunların yorumlarına takılıp gidilmemesi idi.-kaldı ki bahsi geçen bu ayet bile bu fikir sahipleri tarafında oluşturacakları fikre zemin teşkil edecek biçimde ayak oyunlarıyla tahrif edilmiştir.-diğer bir husus aslında konsept olarak amacının dışına taşınan ve Leh’fi Mahfuz la mahfuzla alakalı olan ‘yaş ve kuru ne varsa hepsi bir kitaptadır.’ Ayetinin kuranla ilgili gibi gösterilmek suretiyle Kuranda olmayan şeyleri onda arar gibi yapıp kendi kültürlerini ve yabancı unsurları-felsefi mitler ve bilimsel teoremler- Kurana sokma çabasıdır-bunun ilk örneği Hurufilik ve felsefi tasavvufun temeli olan İşrakiliktir.- oysa bahsi geçen ayet Allahın sonsuz bilgisini ifade eden Leh’fi Mahfuz la alakalıdır ve Kuran bu bilgiden cüzi bir kesit alarak Hz. Peygamber vasıtasıyla insanlığa kıyamete kadarki zaman dilimi için gönderilmiş bir hayat nizamı sunmaktadır. Kuran ne felsefi bir nazariye ne çözümlenecek bir denklem ve bulmaca ne de bilimsel bir nazariyeler bütünü değildir, bir mitoloji asla değildir o,inananlar için bir hidayet,rahmet ve hayat nizamıdır,onda insanlığa lazım olan temel hükümler vardır ve o, hayatın genel hükümlerinin bilgisini verir bundan sonrası ona tabi olanların temel hükümlerden yapacağı içtihatlara bırakılmıştır. Diğer bir mitleştirme ise saygı(!) bahanesi ile kitaba (Kuran) dokunmayı belli kural ve litörallere bağlama anlayışıdır. ‘ona temiz olandan başkası dokunamaz’ ayetini hiç mi hiç alakası olmayan bir biçimde maksadının dışına taşıyarak böyle bir mit oluşturulmuş bu gayretkeşlik takva ve saygı(!) istismarıyla-ki bu şeytanın ve dostlarının hayır kapısından yanaşmasıdır- Kuran ve onun bağlılarına olay cazip gösterilmek suretiyle Kurandan insanların uzaklaştırılmasının bir adımı daha atılmıştır. Oysa ayetin öncesi ve sonrası(siyak ve sibak) incelendiğinde konunun bu anlayışla hiç alakalı olmadığı Allahın Kuranı ve onun geldiği membaı (lef’i Mahfuz) şeytanlardan ve cinlerden ve onların kirli emellerinden koruduğuyla alakalı olduğu anlaşılır şu temel espri bilinmelidir ki ‘ mümin her haliyle temizdir.’ Dolayısıyla her haliyle Kuranı okur ve okumalıdır, esasen bunu men edenler anlayışlarını şeytanın İğvasından temizlemeleri şarttır. Üstelik bunu iddia edenler bu ayetin indiği dönemde ayetlerin birçok basit ve ilkel malzemeye yazılıp yatak altlarında saklandığını ve dokunulacak bir Mushafsın ortada olmadığını göz ardı etmektedir atalardan Kuran olan odada ayağını uzatıp uyumadı mitolojileri anlatma yerine sahabenin üstüne yattığı ve oturduğu yazıları nasıl dünyaya hâkim kıldığı kâğıdın değil hükmün kutsal olduğu artık dantelli kılıflarda çok yükseklere asılan ve anlaşılmayan yaldızlı kâğıt yığınının değil hayat nizamı ve kanun kitabı olan Kuranın önemli olduğunu anlamanın zamanı gelmiş ve geçmiştir. Kitabı okumak için abdest almaya ve bağdaş kurmaya gerek yoktur, sahabe onu otururken, yatarken ve yaslanırken hatta devesinin üstünde seyahat ederken kısaca zaman ve imkan ayrımı yapmadan bir mit olarak değil bir hayat reçetesi olarak okumuştur.bkz….bununla ilgili son olarak söylenmesi gereken şey şudur sahih hadis kaynakları Kuranın abdestsiz hatta cünüp kuran okunabileceği ile ilgili rivayetlerle doludur,hatta İmam Buhari’nin bu konuda müstakil bir risalesi bile vardır. Buna rağmen aykırı rivayetler de mevcuttur bu demek oluyor ki dini mitleştirenler anlayışlarını ortaya koymak için Allah Resulünü bile istismar etmişlerdir.Bir de kitabın efsunlaştırılması vardır ki o da kitabı ölüye,hastaya ve deliye okumaktır aslında kitap diriler ve akıllılar için iken onu bu hale getirmek dahası onu muska ve efsun yapıp üflemek ve bu nefesten hayır beklemek birde bunu ticarete dökmek ona yapılacak en büyük zülümdür.
Diğer bir mitleştirme peygamberlik misyonu ile ilgilidir. Tarih boyunca bu misyon ya Yahudilerin yaptığı gibi hafife alınmış peygamberler katledilmiş ve onlara yakışmayacak yakıştırılmalarda bulunulmuş –ki Yahudiler bu yakışıksız fikirleri Allaha dahi yapabilmiştir-yada Hıristiyanların yaptığı gibi mitleştirilmiş ve peygamberler ilahi vasıflarla vasfedilmiş hatta Hz. İsa örneğinde olduğu üzere ilah sayılmıştır bu vasıf adına ilah denmese dahi mitleştirme anlamında bu ümmette de rastlanabilecek aşırılıklar şeklinde anlayışlar şeklinde ortaya çıkabilmektedir, peygamberi postacı mesabesine indirgemeye çalışanlar olduğu gibi onu insan üstü görmek isteyen ona mitolojik bir varlık gibi bakmayı onu yüceltmek olarak algılayanlarda vardır. Bu iki tavrı da Kuranda şiddetle kınanmaktadır. Hz. peygamberle ilgili bir takım anlayışların mitleştirmekten kaynaklandığı ve sağlıklı bir inanca yol açmadığı ortadadır, bu konuda peygamberimizin çocuklukta peygamberliğine bir dizi mitoloji atfedilmiş, peygamber yarıştırma sevdasıyla peygamberliğinden vefatına bir dizi mucize kendisine yakıştırılmıştır. Oysa onun bunları yapmaya gücü olmadığı gibi risaleti için böyle şeylere ihtiyacı da yoktur onun en büyük mucizesi Kurandır.bkzAraf188
Ayrıca o bir mitoloji kahramanı değil örnek alınması gereken (üsvey’i hasene) bkz.Ahzab 21 bir kul ve resüldür.bkz Fussilet6 doğumundan peygamberliğine peygamberliğiyle ilgili bir çok mitoloji uydurulmuştur(Kalbinin çocukken yarılması, amcasıyla bir seyahatte iken bir rahibin kendisini görmesi ve gelecekte peygamber olacağını söylemesi, çölde giderken başında bulut gezip gölge etmesi, doğumundan önce ve sonra zuhur eden olaylar gibi) eğer bu tip olaylar doğru olsa idi peygamber kendisine gelen risalete hayret eder ve şoka girer mi idi, peki o kendisine gelen vahye niçin şaşırdı,ve Kuran ondan niçin peygamberlikle ilgili bir fikrin yoktu diye bahsediyor bkz Kasas 86 yine onun risaletinden sonra Kuranda zikredilmeyen bir çok mitoloji anlatılmakta bu rivayetler onu mitleştirme çabasının bir ürünüdür.O bu şekilde insanların hayatından çıkarılmış, mevlit ve naatlara malzeme edilmiştir. Suyuti gibi bir alim Peygamberin idrar ve dışkısının necis olmadığından, onun kokusun doğal misk olduğunu, elbisesine sinek konmadığını ve burada zikretmekten haya ettiğimiz ve insan değil adeta melek bir peygamber tarifi yapmaktadır bkz.El Hasais oysa peygamber normal bir insandır ve kuran buna vurgu yapmaktadır, onu örnek almak onun sahih sünnetini –ki bu sünnet Kuran ekseninde koruma altına alınmıştır-taklitle mümkündür, sünnet ise onun İslamı biçimidir yoksa bir meleği hayranlıkla kutsama yada bir Arap adetleri ve kıyafetleri takip değil şekil değil özdür sünnet 1400 sene önce yaşamış bir mitoloji kahramanının mitlerini anlatmak değil onu bu gün bir iman ilkesi olarak hayata taşıma çabasıdır onda güzel örnekler vardır demek budur Kitap örnek değil resul örnektir onun için Hz Ayşe ‘o yürüyen kurandı’ demiş resulsüz kuran olamayacağını ima etmiştir evet peygamber kitapsız olabilir ama kitap peygambersiz olmaz kitabı yaşatan uygulayan ve öğreten peygamber dolayısıyla sünnettir.
Bu anlamda önemli mitlerden biride sahabe topluluğudur. Çünkü bu topluluk H.z peygamber gibi bir örnekten beslenmiş ilk nümü ney’i timsallerdir. Fakat mitleştirilip hata yapmaz günah işlemez gökteki yıldızlar haline4 getirildiklerinden efsaneleşen bu varlıklar ümmetin hayatından sökülüp alınmıştır. Oysa sahabenin yaşantısı oldukça gözetlenebilir ve örnek alınabilir tablolardan oluşur, yaptıkları fedakârlıklar, çektikleri açlık sefalet ve işkenceler, sabır ve sebatları ve Islama sadakatleri hicretleri, mallarını paylaşımları cihatları güzel ahlakları örnek alınabileceği gibi bir birini iktidar uğruna öldürmeleri de ibret alınabilecek bunu da rahmet sayanların bu ibreti algılama şansı yoktur çünkü bu fikir sahiplerine göre sahabenin bir birini öldürmesi içtihat farklılığıdır ve bunu anlamayan Filistin’i ve Afganistan’ı dahası İslam dünyasını anlayamaz, daha doğrusu insanı anlayamaz.
Aynı mitleştirme Mezhep imamları ve Hadis imamları hakkında da geçerlidir. 40 yıl gece abdestiyle sabah namazı kılan, keçiyi yemle kandırdı diye hadisi alınmayan, bir dinlemede binlerce hadisi ravisiyle ezberleyebilen fikirleri sahih hadise terste olsa bir hikmeti bulunan ve de içtihatları aşılmayan –ki gerçek imamların hiç biri bu nu iddia etmediği halde- mitler haline getirildiler bu içtihadı dondurdu ve insanlar fikirlerini söylemeye korkar oldular.+
İTAAT KÜLTÜRÜ VE SİVİL İSYAN (İTEATSİZLİK)
Toplumlar düzenlerini devam ettirmek ve adaleti sağlamak üzere yazılı veya şifa-i bir takım kurallar oluştururlar bazen da bu kurallar orijinini ilahi yasalardan alır. bu kurallar uyulduğu zaman bir düzen oluşturur. kurallara uyma biçimi ve alışkanlığı itaat kültürü olarak tanımlanabilir bu kuralların muhafazası da aynı tanım çerçevesinde değerlendirilmelidir.Bu kurallara uymak ile karşı çıkmak ya belli kural ve biçimlere bağlanmış(demokratik tepki,müşavere) yada bu konuda yönetenlerle yönetilenlerin arasındaki güç dengesine bırakılmıştır her tür toplumda kurallara usulsüz uymamak anarşi kapsamında değerlendirilir,ancak kurallara uymama işi totaliter toplumlarda mutlak itaat bağlamında her halükarda anarşi olarak nitelendirilirken demokratik ve özgürlükçü toplumlarda bu meşruiyetine göre ve biçimine göre nitelik kazanır. bu meşruiyet ise değerlendirildiğinde kuralların uygulayıcılar tarafından yanlış uygulanması yahut uygulama biçiminin toplumun elde etmek istediği temel değerleri ve menfaatleri gerçekleştirmekten yoksun olması yahut yetersiz kalması ile ölçülür.neticesinde toplumun verdiği meşru tepkinin tanımı sivil isyan yahut sivil itaatsizlik olarak nitelendirilir bu toplumun kendi bütünsel menfaatini sağlama noktasındaki duyarlılık ve tepkisinin niteliğini ve toplumsal iradesini de tanımlayan bir kavramdır. Kapalı ve totaliter toplumlarda bu irade toplum ile yönetenler arasındaki iktidar ve kuvvet mücadelesi şeklinde devam edip durur bu toplumlarda değişim çoğu zaman kanlı ve zorba yöntemlerle gerçekleşir ve toplum bu değişim ve direniş kültürünü ya mutlak itaat yada anarşi üzerine bina etmiştir. bazen bu zorbalığı ortadan kaldıranların temel mantaliteleri ve kültür kodları el vermediğinden gelen gideni aratır,toplum bir nevi mazoşist bir karaktere bürünmüştür toplumun söz sahipleri ve onlara iktidar gücü sağlayanlar halkı değil statükoyu ayakta tutma çabası içerisindedirler halk ise zulümlerden zülüm beğenir fakat asla baş kaldırmayı düşünmez.Potansiyel olarak bunu düşünme eğiliminde olanlar ise beşinci kol faaliyetleri ve derin devlet organizasyonlarıyla bertaraf edilir güya güvenlik amaçlı örgütler ve çeteler oluşturulur ve bu çeteler çoğu zaman kuranların haberi dahi olmayan ek faaliyetlere girişir türlü cürümler ve faili meçhul cinayetler işlenir bu tip rejimlerde en geçer faaliyet vatan kurtarma adı altında işlenen cürümlerdir. Bu tip rejimlerde devlet suni hizipler ve bir birine düşman örgütler üreterek toplumsal çatışmalar var eder sonra kavga eden tarafları güya cezalandırarak kurtarıcı rolüne bürünür ve bu kavgalardan kendi meşruiyetini ve itibarını temin eder bu rejimleri toplumu tek tip yapmaya çalışan topum mühendisleri şekillendirir.Asker,bürokrasi,sermaye, basın yayın ve diğer resmi gayri resmi kurumlar hep bu fasit yapıyı korumaya çalışır güç hep bu taife arasında paylaşılır halka ise hep şüpheyle yaklaşılır.Halkın kaderi bu çabalar içerisinde kullanılmak ve ezilmektir. Ezilenler bir şekilde statü değiştirdiği zaman aynı zulmü kendileri de tatbik eder artık bu toplumda adalet değil zulüm geçer akçe olmuştur.Bu tip toplumlarda önemli ve baki olan rejim ve statükodur onun uğruna her türlü kurban meşrudur ve bu statüko kendine karşı itaatsizlik yapacaklara karşı anarşi uygular yasalar rejimi ve güvenliği sağlama üzerine bina edilmiştir.Her tür nimet rejim yanlıları içindir.Şahsa ve ırka dayalı bazen bir soy ve aşirete dayalı ilkel yönetim biçimleri bu tip rejimlerin yönetim biçimidir ve rejimin kendi özel muhafızları ve kendini koruyan özel yasaları vardır halk ise bu rejimleri korumak ve kollamak için vardır. açık ve özgür rejimlerde ise esas olan toplumun mutluluk ve huzuru olduğundan değişim toplum- yöneten uyumu ve ahengi çerçevesinde ve verilen tepki de sivil itaatsizlik şeklinde cereyan eder yani toplum tepkisini verir yönetenler bu tepkiye uygun düzeltmeleri yapar genelde çağdaş batı toplumlarında rastladığımız bu model uzun ve kanlı mücadeleler sonucunda varılmış toplumsal bir alışkanlık ve itaat isyan kültürüyle ilgili oluşmuş bir bilinç biçimidir.Demokrasi ve insan hakları batıda bedeli milyonlarca insanı kanı ve etiyle beslenmiş ve karşılığı fazlasıyla ödenmiş kavramlardır ve henüz tam anlamda kendi içerisinde mutlak olgunluğa ulaşabilmiş değildir,daha düne kadar hakir görülen zenci ırkı ve diğer ayrımcı unsurlar bunun somut kanıtlarıdır batı diğer toplumlara ise kendi hizmetinde olan köleler olarak bakmaya devam etmektedir yani batının sağladığı hürriyet ve eşitlik kendi içinde çifte standartlıdır.Buna rağmen batı kendi içerisinde uzun ve kanlı sınıfsal mücadelesini vermiş ve İnsan merkezli toplum anlayışını ve nısfi özgürlüğünü sağlamıştır.bu toplumlarda birey devlet ilişkisi karşılıklı denetim ve ortak yönetim kültürü ve sivil itaat üzerine bina edilmiştir toplum sivil kurumları yoluyla devletten her tür hakkını alabilmekte tepkisini de aynı kurumlar vasıtasıyla sivil isyan şeklinde verebilmektedir bu şekilde sivil kurumlar vasıtasıyla birey yönetime bizzat ortak olabilmektedir.Bu batının Yüzyıllardır etkisinden olduğu totaliter Aristokrasi,kilise ve diğer sınıfsal hegomanyaya karşı verdiği toplu ve kanlı mücadelenin bir sonucudur batının aydınlanma ve Renösansla elde ettiği ve Fransız devrimiyle perçinlediği bu değerler haçlı seferleri sırasında İslam coğrafyasından elde ettiği değerleri ve bilgiyi yorumlaması neticesinde kendi aydınlanmasını ve toplumsal bilgilenmesini bunun neticesinde toplumsal ve yönetsel dönüşümün gerçekleştirmesiyle mümkün olmuştur.İslam dünyası ise kendinde var olan bu dinamikleri henüz hayata ve topluma tatbik edebilmiş değildir bu İslam dünyasının temel değerlerini algılayamayıp bölgesel olumsuz geleneklerini koyu bir muhafazakarlık içerisinde skolastik bir vazgeçilmezlik ve inanç haline getirmesi ve halen aşiret ve soy sop mantığının toplum, insan mantığının üstündeki hegomanyasının devam etmesi ve toplumsal aydınlanma ve inancında var olan değerlere ulaşamayışından kaynaklanmaktadır.Hz. peygamberle gelen nurun sınıf ve kula kulluğu ortadan kaldıran, bir köleyle efendiyi bir kralla dilenciyi eşit ve kardeş yapan değerleri cahiliyye zulmeti içerisindeki Arapları çok kısa sürede dünyanın en medeni ve en özgür toplumu yaparken bir kölenin oğlunu da bu toplumda önder,komutan konumuna taşıyabilmiştir.Toplumun işlerini müşavere(istişare ve danışma) ve ehliyet liyakat ölçüleri üzerine oturtturan ve bütün bireyleri iyiliği emretme ve kötülüğe karşı çıkma(sivil itaatsizlik) konusunda eşit düzeyde vazifeli kılan bu inanç ve toplum düzeninin sağladığı itaat ve isyan kültürü kendinden sonraki bütün toplumlara model teşkil etmişken maalesef İslam dünyasına Emevilerle birlikte hakim olan saltanat alışkanlığı toplumda olmasa da yönetim düzeyinde bu dengeyi bozmuştur İmamlar ve evladı-ı Resülle sürdürülmeye çalışılan sivil itaatsizliğin Kerbela da kanlı bir biçimde bastırılması ve değişik hile ve katliamlarla toplumun inancından kaynaklanan kötülüğü ve adaletsizliği def etme ve eşitliği sağlama kültürü yok edilmeye çalışılmıştır daha sonraki kitap ve eserlere(siyaset nameler ve kelam kitapları) ve de ilim adamlarına hakim olan maslahatçı ve devleti her ne pahasına olursa olsun ayakta tutma(ehveni şer) mantığı ve zalimde olsa imama itaat ve bu itaatin ortadan kalkmasının fitne ve anarşi olarak telakki edilmesi ve maalesef bunun itikad-i bir mezhep haline getirilişi bu anlayış ve felsefenin resmi medrese kuruluşları ve mezhepsel görüş olarak halkada kabul ettirilmesi neticesinde sivil isyan kültürü İslam dünyasında yok edilmiştir.Artık din zalim sultanın elinde bir kılıç ve onun meşruiyetine alet ettiği bir emniyet sıbabıdır.İslam’ın kaldırmaya çalıştığı kölelik ve ırkçılık ve erkekle eşitlemeye çalıştığı kadının cariyeliği artık din adına yeniden geri getirilmiştir İslam’ın bütün bireyleriyle yönetime dahil ve müdahil ettiği halka ise her halükarda düşen ise devletin bekasını sağlamak ve bu uğurda ölmektir.artık sembolize edilen zülüm formülüyle Allah adına devleti yönetenlere itaatsizlik Allah’a itaatsizlik sayılacaktır Raşit halifeye ‘sen hata yaparsan seni kılıcımla düzeltirim’ ‘Nil de bir kurt kapsa koyunu Adli İlahi Ömer den sorar onu’ mantığı ortadan kalkmıştır. Artık iyi Müslüman kayıtsız itaat eden ve yöneticisin zulmüne sabredip devletin bekası için dua edendir.İtaatsizliği ve sivil isyanı önerenlerin adı artık ya Harici ya Şii yada Mutezili olacaktır haktan ve adaletten yana olmak artık İslam’ın emri olmaktan çıkacak fitne olarak isimlendirilecektir.Müslümanların Kuranla gelen kendi yöneticilerini seçebilme(Beyat) ve kendi lehindeki koşullara dair fikir serdetme (Meşveret ve İstişare) haklarının ellerinden zorba saltanat rejimleri tarafından alınmasıyla başlayan ve kanla dolu bu tarihi süreç İslam dünyasında bünyesine uymayan ve yine yönetici elit tarafından ona dayatılan ithal seküler rejimler ve batılı ülkelere uydu ve manda olma zilleti içerisindeki kutsal rejim serüveni ve kurtarıcı rejim önderleri ve bekçileri kültürü çerçevesinde devam etmektedir.Artı kralların unvanları değişmiş fakat zihniyet değişmemiştir ulus kavramına dayalı diktatörya rejimler kendi bekaları uğruna kurban almaya devam etmektedir aslında mesele rejim meselesinden çok itaat ve isyan kültürüyle alakalıdır çünkü her millet laik olduğu ve bedelini ödeyebildiği hayatı yaşayabilmektedir özgürlük ve hürriyet ise uğruna feda edecek değerleri olanlar içindir. Bu değerleri gerçekleştirecek olanlar maalesef Kerbelada yenilmiş ve ümmet hedeflerini ve özgürlüğünü gerçekleştirememiştir.Oysa İslam bu değerleri ve özgürlüğü bünyesinde en mükemmel ilkeleriyle barındıran ve bütün dünyayı hem batının sadece kendi insanına özgürlük ve refah sağlayan çifte standartçı anlayışından uzak hem de zulmü kendi halkına reva gören doğu toplumlarının totaliter ve baskıcı rejimlerinde kurtaracak evrensek değerlere sahiptir,İslam canın,malın,aklın,neslin ve fikrin(inancın ve ideolojinin) kutsal sayılıp güvence ve teminat altına alındığı bir inanç ve hayat nizamı olarak asrı saadette sağladığı ve dünyanın karanlıkta olduğu orta çağda kendisine tabi olan toplumları taşıdığı medeni ve adil atmosfere bütün insanlığı taşımak için beklemektedir.İnsanı ve onun huzurunun her şeyin önüne ve merkezine koyan bu din bu saadeti sağlayacak dinamiklere dün sahip olduğu kadar bu gün de sahiptir mesele onu temsil edenlerin sivil itaatsizlik ve isyan çerçevesinde bu alternatifi yeniden insanlığa sunabilmeleriyle alakalı ve orantılıdır.bu bir terör hareketi değil bütün kurumlarıyla küfre ve zulme karşı hakkı ve adaleti arama çabasıdır bu çaba tamamen sivil ve merhamet hareketidir,bir medeniyet ve özgürlük mücadelesidir,kaynağında barış,sevgi,merhamet,ilim ve hikmet vardır ve başarıya ulaşması uğruna fedakarlık yapacak özgürlük ve hürriyet aşıklarının çalışmalarına bağlıdır.
Son olarak bu husustaki Kuranın evrensel hükümlerini içeren ayetleri sunmayı yeterli görmekteyiz bunlar sadece birkaç dikkat çekici örnek olması için sunulmuştur,Kuran her alanda bu evrensel kaidelerle doludur.Veda hutbesi ise İslam’ın bütün insanlığa manifestosudur İnsan hakları evrensel beyannamesi kaynağını veda hutbesinden almaktadır.Bizde ise bu değerler Batıda aranmakta kendi değerlerimize ise saldırılmaktadır.
Şura: Ali İmran 159,Şura:36-38,Duhan:38 bu ayetler danışma ve demokratik toplumun en ideal numuneleridir.
Adaleti sağlama: Sad:26,Nahl:126,Mümtehine: 8,Nisa: 58,105,135, Maide:8
Yaradılışından günümüze bedensel gücünün azlığı nedeniyle olsa gerektir ki hep ezilen, horlanan, istismar edilen, hakkında karar verilen, hatta tanrılara kurban olarak sunulan bir varlık olmuştur kadın. Bu durum değişik zamanlarda özellikle vahiy merkezli dinlerin gelmesiyle değişmişse de bu dinlerde daha sonra erkekler tarafından ya tahrif edilmiş ya da erkek merkezli bir şekilde yorumlanarak kadın eski kötü durumuna mahkûm edilmiştir.
Burada kadının yaradılışından bu yana tarihi seyir içindeki bu durumunu irdelemek gerekirse; eski medeniyetlere kısa bir göz atmak yeterli olacaktır.
Eski Yunan’da: Köleyle birdi. Alınıp satılırdı. Miras hakkı yoktu. Aristo’ya göre kadın özgür ve serbest olmamalıdır. Ispartalıların çöküş sebebi kadını özgür bırakmaları ve ona bir takım haklar vermeleridir. Ona göre kadın yaradılışta yarı kalmış bir erkektir. Eflatun’a göre kadın elden ele orta malı olarak gezmelidir.
Romalılarda: Kadın babasından kocasına aktarılan bir maldır. Kız çocuğunun mülk edinme hakkı yoktur.
Yahudilikte: Yahudilerin en çok tekrarladıkları şu dua: Ezeli ilahımız kâinatın kralı, beni kadın olarak yaratmadığın için sana hamd olsun. Kadın hakkındaki temel görüşlerini ortaya koyar. Yahudilere göre kadın müstakil olarak yaratılmayıp erkeğin kaburga kemiğinden o cennette sıkılmasın diye yaratılmıştır. Fakat o şeytanla işbirliği yapıp Âdem’e ihanet etmiştir. Bu sebeple o fıtrat olarak lanetli bir varlıktır.
Hıristiyanlıkta: Bir zamanlar kadını insan saymıyorlardı. Onlara göre kadın bütün kötülüklerin temel sebebi idi. Hıristiyanlara göre bekârlık evlilikten daha iyi bir davranıştır. Kadın şeytanın kapısıdır.
AFFLA İLİGLİ AYETLER
a) Affedici Olmak ve Öfkesini Yenmek.
O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. (Ali İmran 134)
İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir. (Nur 22)
Peygamberler vahye muhatap olma anlamında bir ayrıcalığa sahip değildir. Onların her hareketini Allah vahiyle kontrol altına almıştır. Hz. peygamberde tevhit mücadelesinin her adımını vahyin ışığı altında Allahın tevhit mücadelesinde koyduğu yoldaki işaretlere uymak zorundadır. Aşağıda peygamberin tebliğinin temel ilkelerini bu esas kaynak ışığında belirtmeye çalıştık. Şunu ifade etmek gerekir ki peygamberin varisi olan davetçilerde başarılı olmak ve Allahın rızasını kazanmak için aynı ilkelere muhataptır.
• Peygamber affedici bir insandı.
‘Sen affetme yolunu tut. Uygun olanı emret, bilgisizlere aldırış etme.’Araf–199
• Peygamber yumuşak sözlü idi.
‘ ona yumuşak söz söyleyin ki, öğüt alsın ve ya korksun.’Ta-ha 44
• Peygamber başkaldıranlara aldırmaz.
TENKİDİN TENKİDİ VE TASSUBUN KOMİKLİĞİ
Taassup yanlış algılama ve anlayamama dahası önyargı hastalığı bu gün ümmeti bölüp parçalayan ve de emperyalizme yumuşak lokma yapan en önemli hastalıklardır.Birleştirici olan unsurlar yerine; mezhep meşrep siyaset ve tarikat taassubunu İslami algılama biçimi hatta bundan öte itikat edinenlerin düşeceği nihai durum maalesef bu olmuştur ve de bu durum uzun süre böyle devam edecek gibi görünmektedir.Esasen Müslümanlar için Kuran ve sahih Sünnet dışında bağlayıcı mutlak ittifak edilecek bir kaynak yok iken tarihi süreç içerisinde ihdas edilen bağlılıklar ve bağımlılıklar dün olduğu gibi bu günde ümmetin vahdetinin önünde en büyük engel olmaya devam etmektedir. İman edenlerin yeniden iman etmeye çağrılışlarının beklide en elzem olduğu bu nokta daha önceki ümmetlerinde vahiy atmosferinden kopmalarını sağlayan virüstür. Yahudi Hıristiyan ve diğer milletlerin sapmaları hep bu hastalık sebebiyle olmuştur.Geçmiş uluları Salih insanları ve hatta peygamberleri kul ve tebliğci olma konumundan çıkarıp değer verme ve saygı bahanesiyle olduklarının dışında birer mitoloji kahramanı haline getiren ve kutsayan zihniyet güya bu sadakatlerini onları anıtlaştırma (putlaştırma) ya kadar taşımış tabiri caizse Şeyh uçmamış Mürit onu uçurmuştur.Hz İsa’nın bile bir peygamber olarak başına gelen bu durum bağlılarını sevgide aşırıya gitme neticesinde onu ilahlaştırmaya kadar taşımıştır.Bu gün Hıristiyanlar Hz İsa’yı peygamber olarak görenleri onun gerçek kıymetini taktir edememekle suçlamaktalar.Hz peygamberden sonra Müslümanların yaşadığı süreçte budur.Peygamber ve sahabeye daha sonra büyük alim ve Salih zevata maalesef bu olumsuz misyon yüklenmeye çalışılmıştır.İnsan nefsinde bulunan bu putlaştırma virüsü bu saydığımız zevatı Kitap ve Sünnetin emrettiği ölçü dışına taşıma ile neticelenmiştir.Sonuçta ortaya atalar dini diye tabir edebileceğimiz hurafe ve mitolojinin yoğunlaştığı bir anlayış çıkmıştır.Daha sonraki dönemlerde itikadi ve siyasi mezheplerin hadis dahi uydurarak kendi mezheplerini Fırka’i Naciye (Kurtulan Gurup) ilan etme çabasının ürünü olarak bu anlayış daha da kemikleşmiş ve içinden çıkılmaz bir ayrılığın temeli haline gelmiştir.Bunu tarikat tasavvuf anlayış ve algılama biçimleri takip etmiş ve kendi içerisinde farklı birer disiplin olan bu meşrepler çerçevesinde yeni hizipler oluşmuştur.Son dönem itibariyle İslam’i değerleri ön plana çıkaran devlet olgusunun yerini laik devlete bırakması insanları daha da başı boş bırakmış bu disiplinler dışında müstakil yapılar oluşmuş her birey kendine uygun bir fikir ve ya alimin istimdadını medet eder hale gelmiştir.Bu zevat içerisinde mutlaka büyük hizmetleri olanlar olduğu halde kitlenin cehaleti daha sonraki dönemlerde bu alimlerin fikirlerini kemikleştirip Kuran ve Sünnetin yerine koyma ve en iyi alim benimkidir anlayışı içerisinde yeni hizipleşmelerin kaynağı haline getirmiştir.Bazen aynı alimin talebeleri kendi içinde 40 50 hizbe ayrılabilmektedir veya aynı şeyhin aynı şehirde bağımsız birkaç halifesi bulunabilmektedir.
İlim dergisinde büyük alim ve müceddit Sait Nursi ille ilgili yazdığım yazıya maksadını aşan bir niyet okuma ve söylemediğimi bana söyletme dahası söylediğim bir çok şeyi kendisinin Risaleleri dikkatli okumaması sebebiyle benim uydurduğum fikirler gibi algılaması ve de mesleği olan avukatlık psikolojisi ile karşı tarafı haklı da olsa haksız çıkarma ve davayı kazanma mantığı ile tenkit eden zatın yazısına istinaden tekrar yanlış algılanan şeyleri tasih ve bu zatın hem İslami kavramları hem de risaleyi iyice bilmemesi sebebiyle indi kanaatlerinden doğan hamasi söylemine cevap olarak yazma gereği duydum.Genel olarak yukarıda bahsettiğim hastalıktan kaynaklanan mantık dışında olayı spesifik olarak ortaya koymam hakikat adına gereklidir diye düşünmekteyim.Şimdi hem bu ata hem de bu anlayışı paylaşanlara düşünmeleri ve Kuran ve Sünneti ve Klasik kaynakları ve de ellerindeki Risal’i Nurları araştırarak cevaplamaları gereken bir dizi soru soracağım
1-Müceddit nedir olumsuz bir mana içerir mi?
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!