Yaşadığımız sürece en savruk kullandığımız şeylerden biride ne yazık ki zaman … Tıpkı sevgilerimiz, tıpkı mutluluklarımız gibi … Hep bir şeyleri erteler dururuz, oysa zaman ne ertelemeye gelir nede bizi bekleyen bir olgudur.. ve biz hep erteleriz … farkına bile varmadan aslında gecen her saniyenin ne kadar yaşamsal değeri olabileceğini ve sonrasında bir ömür taşıyacağımız acılara kendimizi bile bile prangalı mahkum edişimizi …
Şimdi bu yazıyı okuduktan sonra, çıkın ve sevdiklerinize onları ne kadar çok sevdiğinizi söyleyin hem de bir tek saniye bile beklemeden, çünkü bir tek saniye sonrası bile çok geç olabilir …
Gün gelip de bunu en acısıyla yaşayıncaya kadar.. İşte size belki de bir şeyleri ertelemeden önce hatırlamanız gereken en canlı örneği … Gerçek bir yaşanmışlık.. Hayatımın bugüne değin hiç paylaşmadığım ve uzun yıllar sonra zorla güç bularak dile getirebildiğim bir kesiti …
EN ACI GEÇ KALIŞ …
Saat kaç olmuştu bilmiyordum halada bilmiyorum, oysa bazen deli gibi bilmek istiyorum.. yüreğimin her vuruşuna kazımak istiyorum.. bütün saatler o an’a, bütün zamanlar kaybedilene vuruyor, saatin bile kaç olduğunu bilmeden hem de..
Bu gece iki kuzenimle beraber nöbet sırası bendeydi.. oldukça yoğun geçiyordu hem de her boyutu ile.. fiziksel yoğunluk değildi bu, bütünü ile duygusal ve psikolojik..
Bütün gece hiç ağrıları olmamış ve bütün gece benimle sohbet etmişti.. benden isteklerini sıralamıştı ve bende ondan.. ellerini tutmuş sabaha kadar sohbet etmiştik.. arada sarılıyor, alnını okşuyordum, çok hoşuna gidiyordu..’Ohh bu çok iyi geldi diyordu sürekli …Sanki bambaşkaydı, bu gece çok daha iyi, artık düzeliyor diyordum içimden … sabah herkese söylemeliyim bundan sonra korkmasınlar, aramıza geri dönüyor.. mutluluk artık parmak uçlarımdaydı ve ben dokunabiliyordum.. eli avuçlarımda, konuştuk sabaha kadar …
Sabah gündüz nöbetini alacak olanlara görevi devrettik.. herkese bir önceki gece çok ama çok iyi olduğunu ve artık düzeldiğini söylüyordum.. bu Mayıs sabahında verilecek en muhteşem müjdeyi ben söylüyordum herkese.. herkes uyanmış, mutlulukla odasına doluşmuştu..
Çıkmadan önce ona sarılıp öptüm.. Ben şimdilik gidiyorum, ama birkaç saate dönerim, bir isteğin var mı diye sorduğumda ellerimi avucuna alıp sıktı, gözlerime bakıp yaklaşmamı istedi.. eskisi gibi gür çıkmıyordu sesi..yorgundu, savaşmıştı uzun yıllardır bu lanet olası illetle ve hep direnmişti hayata sımsıkı bağlı yüreği ve gülümseyen gözleriyle.. ama bu son birkaç ay çok yoğun geçmişti ve zayıf düşmüştü..sadece gözleri, evet gözleri hala gülümsüyordu ve hala sevgi dolu bakıyordu..
Yüzüne doğru yaklaştım, kulağıma, sanki hiç kimse duysun istemeden ‘ Seni seviyorum ve unutma seni sana emanet ediyorum ‘ diyerek yorgun dudaklarından kopan belki de hayatımın en muhteşem öpücüğünü kondurdu yanağıma.. Gülerek sarıldım bir daha ve öptüm defalarca, sonra çıktım odasından..
Eve gitmeden önce geceye dair bir iki bilgi aktardım orada kalacak olanlara, bir sigara içtim elime tutuşturulan taze demlenmiş bir bardak çay eşliğinde, ayvandan Silvan’a bakan yarım daire balkondan.. Dedelerimizin evleri, Silvan’a yukardan bakan, büyük bir kesime hakim görüşü olan bir yokuşun tepesinde. dört bir tarafı açık ve gözün ulaşabildiği son noktaya kadar Silvan’ı görebiliyor insan. Hava, günlerden beri ilk kez açık, güneşli ve tek kelime ile harikaydı, sabahın ilk güneşi olmasına rağmen sıcacıktı.. yüreğim gibi tenimde ısınıyordu, Silvan’a karşı durduğum sabahın ilk sigarasında.. Şimdi Mayıs’ı daha çok seviyorum diye geçirdim içimden.. bana O’nu geri getirdi.. işte Mayıs bu! Oysa bu yıl bahar sanki geç gelmişti, hava sürekli soğuk ve uzun yıllardan sonra ilk kez Nisan sonunda kar bile yağmıştı..
Off Silvan’da başka bir muhteşem oluyor bahar, insanin kanında harekete geçmeyen tek hücre kalmıyor Silvan baharında.. Ve ben yüreğimde bir gece önceki sıcacık mutluk dolu sohbetle, Mayıs güneşini soluyordum Silvan’a olan aşkımda..
Aşağı gidecek kimse var mı? diye seslendim içeri.. gece benimle kalan kuzenlerden biri gidiyormuş, kahvaltım bitsin gidelim dedi.. Aslında yürümek istiyordum ama çok yorgundum ve hemen gidip, bir duş alıp, biraz dinlenip tekrar en çabuk şekilde geri gelmek istiyordum.. Bekledim..
'Saat kaç? ', diye sordum.. '07:30' dedi şimdi kim olduğunu bile hatırlamadığım biri.
'Neyse fazla geç değilmiş beklerim', diye geçirdim içimden.
Ve az sonra bizim aşağı diye tabir ettiğimiz şehir merkezinde ki bize ait eve doğru yola çıktık. Beş dakika sonra evdeydim.. Hala gecenin güzelliğini yaşıyor ve kendi kendime; 'Geçti artık kabus dolu günler, bize geri geldi' diyordum..
Önce bir kahve yaptım, sonra uzun süren bir duş aldım ve kendimi yatağa attım.. Uyuyamıyordum ama yorgundum.. Belki uyuyakalırım diye de saati kurdum tam 12:30’a …
Ne zaman dalmışım bilmiyorum, saatin sesiyle uyandım.. Tam 12:30 du.. 5 dakika daha zaman tanımak istedim kendime, her şey yolundaydı.. öylece tavana baktım, 5 dakika da bütün bir yaşamı seyrettim tavandan hızla akıp geçen şeritten … çocukluğum, onunla geçen her an … koskoca bir yaşam.. Tekrar uyudum mu yoksa o filmde takılı mı kaldım bilmiyorum, bildiğim tek şey telefonun acı acı çalan sesiyle irkilişim oldu. hemen fırlayıp açtım.. Saate baktım 12:45..
Telefonda ki ses bana çok çabuk yukarı gitmemi söylüyordu, bir şeyler yolunda gitmiyordu ve benim hemen gitmem isteniyordu.Sonra bir başkası kaptı telefonu, 'telaş etme her şey yolunda ama gelsen iyi olur', diye bir şeyler geveledi …...
Sonunu bilmiyorum hiçbir şeye bakmadan ve gerisini dinlemeden sokağa fırlamıştım bile.. deli gibiydim.. ayağımda ayakkabı olmadığını çok sonra fark edecektim..
Sokağa fırlayışımdan herkes, bütün çevre, esnaf ve sokaktaki halk anlamıştı.. herkes beni yukarı yetiştirme yarışına girmiş gibi arabaları hazırlıyordu.. birileri yukarı götürdü … 2 dakikalık yol 2 asır gibiydi, beni götüren kişi sürekli bana bir şeyler diyor rahatlatmaya çalışıyordu sanırım.. oysa ben donmuş sadece bir an önce sabah en güzel haliyle bıraktığım O’na gitmek yetişmek istiyordum. her şey yok olmuş, etrafımda ki bütün görüntüler silinmişti.. sesler, renkler, hareketler …
Kapıya vardığımızda araban uçarak indim.. oysa dizlerim taşımıyordu beni, kaç kez tökezledim kaç kez düştüm hatırlamıyorum..Şimdi bile hala kaç basamak olduğunu bilmediğim dış (taş) merdivenleri tek solukta çıktım… attığım her adımda basamaklar ayaklarımın altından kayıyordu...ve her bir basamak çıktıkça sanki yüz fazlası ekleniyordu …
Sonunda içerdeki merdivenlere ulaşmıştım.. o merdivenleri de çıksam hemen solda odasında olacaktım.. karşıda mutfak onun hemen yanında odası..
Sesler uğultular gözlerim kararıyor, nefes alamıyorum artık..
İmdat! ellerin nerde? ! çıkamıyorum.. yardım et ne olur sana ulaşmam için.. 25 yıl boyunca bana uzanan ellerini ver ne olur …
Son basamaktayım ve karşımda hiçlik.. odasına daldım büyük bir hızla. birileri çekiştiriyor beni, bir çokları hatta.. önümde duruyordu koskoca kapı ve arkasında beni bekleyen bilinmezlik.. son gücümle kurtuldum ellerinden yüklendim kapıya …
İçerde beynimi işgal eden, uğuldayan bir sessizlik ve ağabeyimin şaşkın ne yaptığını bilmeyen yüzü duruyordu karşımda.. donmuştu ve ilk aklına geleni yaptı, koşup bana sarıldı.. bana bir şeyler diyordu ama ben duymuyor pencereye yakın olan yatağa gidiyordum.. hala ağlamamış hala zavallı bedenimden tek ses çıkmamıştı.. yatağa ulaştığımda bana bakan sevgi dolu gözler yoktu, sadece gülümseyen huzurlu bir yüz.. sarıldım. seslenmek istedim boğazımdan boğuk bir ses çıkıyordu sadece.. sakin ol diyen bir sese irkildim..
'Ama hala sıcacıkkkkkkkkkkkkkkk! ! ! ' diyen çığlık benimdi.. kendi çaresiz çığlığımda boğuluyordum.. 'Yanılıyorsunuz hala sıcacıkkkk.. yalvarırım birilerini bulun kalbi hala çalışıyor olmalı! '
…….' artık çok geç, yapılacak bir şey yok' diyen sesten nefret etmiştim o anda …
Ve sürüklenerek annemlerin olduğu odaya alındım.. işte o zaman duymaya başladım bütün çığlıkları.. feryatları, ağlayıp ağıt yakanları, kaybolup yiten kendi hıçkırıklarımda......
' 15 dakika '…….. hani hayatımızda çoğu zaman hiç de önemsemediğimiz nice 15 dakikalardan biriydi işte bu da.. oysa 15 dakika önce orda olsaydım belkide bugün bu yazdıklarım çok daha bambaşka olacaktı.
Ve ben son kez sevgi dolu, gülen gözlerine bakıp ona onu ne kadar çok sevdiğimi söyleyebilecektim, son kez alnına dokunup, yüzünü avuçlarımın arasına alıp öpebilecektim..
O günün sonunda yine ayni Mayıs sıcağı güneşinde, ben yine o yarım daire balkondaydım, bu kez canımdan can gidiyordu ve ben yalvarıyordum.. çaresiz, çökmüş, hıçkırıklarla yalvarıyordum..
'Ne olur götürmeyin onu benden' Ne olurrrrr … Giden.... yüreğimden sökülüp götürülen BABAM’DI …
Mayıs 1987'de bizi çok erken bırakan canımdan çok sevdiğim babam’a ….
Evina BerfinKayıt Tarihi : 17.7.2006 00:39:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Hiç yaşanmasın diye ömrümün yarısını vereceğim, hayatımdan bir kesit. Sevgilerinizi hiç ama ne olur hiç ertelemeyin.. Bir saniye sonrası bile çok geç olabiliyor.. İste hikayesi bu... __________ sevgimle Evina...
Neredeyim Ben
Ovaya inip, çiçekli bayırlara tırmandım
Salkım söğüt dalları yüzüme değerken
Yönümü bahar yüklü dallara kaldırdım
Binlerce çiçek yemişini vermeye hazırlanıyordu
Görülmeyen sayısız tomurcuklardan
Akan sıvının dallara yürüdüğünü duyumsadım
Yaprakların uğultusundan, hışırtısından sarhoş oldum
İki elimle elma ağacının dallarını tuttum
Dalların renksiz, gri tonundaki suyunu damarlarımda hissetim
Ağrı ve acı duymadan ağaç gibi açmak
Ve çiçeklerimin solmasını bekledim
Ormanın içinden nabız atışları ve nefes alış-verişleri duyumsadım
Kısa bir sessizlik oldu ve yanımdan bir tavşan geçti
Bir kuş ötüyordu ötede ve sesi bir kadının ağıdını andırıyordu
Kadın saçını-başını yoluyordu sanki kendisini paralıyordu
Acı beynimin damarlarını zonklatırken, ağzımda çiçek tozları
Bu dağ yamacında üç ses vardı içimi acıtan
Kuşun ağıdını andıran kadının sesi, ağacın gövdesine inen
Ve vurulan her darbenin bedenimde derin yaralar açan sesi
Bir de ormanın yüreğimi depreştiren uğultusu
Neredeydim ben böyle, henüz altı yaşındayken
Tüyleri altın sarısında güneşle parlayan atın sırtında
Geçtiğim dağın yamacında patika yolundaydım
Ben şaşkın ve bir o kadar içim içime sığmaz bir halde
Heyacanla babama sarılırıp “bu at neden gitmiyor” dedim
Oysa rahvan yürüyüşünde ağaçların arasından hızla geçiyoruz
O huzur veren ve sonsuz güven veren ses çınladı kulağımda
Başını çevir yandaki ağaçlara bak dedi, hızla geçiyoruz
İnsanı yormadan ve sanki hiç yerinden oynamayan bir yürüyüş
Bu doru atların hünerli sekişidir dedi babam mavi gözlerinin içi gülüyordu
Bu yolculuk hiç bitmesin diye geçirdim içimden çocukça ve huzurla
O dağ ve o orman yolda, en sevdiğim ve kokusunu unutmadığım
Başımı sırtına yaslayıp, doğanın dirilişini ve atın yürüyüşünü
Defalarca, sonsuz bir istekle yaşamaktı tek dileğim o an..
Sanki çok uzaklardan gelmiş ve yol yorgunluğunu atmış ve hafiflemiştim
Gözlerimi dikip bir noktaya dünyanın bu kadar güzel olmasına şaşırırdım
Bu cıvıltı ve uyanış ve uğultulu huzur içinde
Ağlamak ağlamak geldi içimden, göz yaşlarım kuruyuncaya kadar
Haykırmak geldi içimden ey ormanın içindeki patika yol
Ey kuşun dertli ağıdı ve ey ağaçların gövdesindeki karıncalar
Ben geldim işte yıllar sonra, işte yine dallarınız elimde
Hissediyorum damarlarımdaki sıvının dalınızdaki nabız atışlarını
Yaprağınızın düşüşü gibi bedenimden bir parça düşer gibi akıyor yaşlarım,
Hani o mavi gözlü, atın sırtında bana huzur veren pala bıyıklı, kasketli adam
Nerede o güven ve huzur veren dağ kokusu, gözlerinin pınarındaki şefkatli gülüş
Yok oldu o da sizin şu an kuruyan dallarınızın boynu büküklüğü gibi
Ama nedir bu içimi acıtan ve yüreğimi sızlatan
Söyleyin ne olur dağın yüce varlıklı ve kadim dostları
Ben neredeyim hangi sonsuz yolun, ahenkli güzelliklerinin ortasındayım
Ve başladım bir türkü ile “Dersim ağıdını” haykırarak döndüm durdum..
İzmit-Plajyolu 28.06.2008 Saat: 05:23
Cafer Taşkın
kendimi hikayende yanında görünmeyen biri olarak gördüm.hüznüm görünmese de...bu baba...hüzünlemez mi insan...mekanı cennet olsun heval...
saygılarımla...
TÜM YORUMLAR (7)