Yontutaş Altında Uçurtma Kuleleri

Muzaffer Koç
45

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Yontutaş Altında Uçurtma Kuleleri

Ey turnalar turnalar!
Semah semaya kanatlarınız
Gagalarınız cırıyor yüreğimin mavisini…
Ağzınız göğsümde kuyuşur fısıltıyla
İçiniz aymanaçık dilsiz ve yara…

Ey turnalar turnalar!
İnsanları taş yaptım, taşları insan
İçlerine engin de birer ruh kattım:
Aşk, sevgi, sevda, sadakat ve umut…
Öfke, kin, nefret, vahşet ve sükut…
Şalgamlarına biraz da turpsuyu sıktım…
Tüm ağaçları ise size ayarttım:
Tüm suları; gölleri çölleri, serapları ışıkları
Pir dudaklarını, kutlulukları; pınarları aşkları
Bir dost selamını bile
Esirgeyecek misiniz…

Küsmedim size turnalar; azıcık kırgınım sadece;
Bakın, gök toprağından terliyor pâre pâre
Çisem çisem göz bulutçukları; içleri yâre yâre
Şu yontutaş kabrine sürdüm asırlık ellerimi
Ve bebeksi kokusundan anladım köleliğimi…
Alnımda akışan bulutî kederi, örselenmeleri
Silmeyecek misiniz…

Kanat kanat katar oldum; öf-öf’lenir ağlarım
Yumuşaktır nasırlarım; ılımandır cıbıl bağrım
Bir suna “(ş) ah”ı ile, size saldım davûdî avudumu
Kaysak diplerinde; unuttum ah, civelek efilo umudumu
Yivsiz gaganızla tutup ucundan
Çiçekleyip deste deste
Bir yas günümde avunu diye
Dermeyecek misiniz…

Şuramın toprağı, mucize gömdüğüm yer
İnanmadınız mı; yırtın kanat mendilinizi
Bağlayın dalıma; işte o ardıçta asılı duran ser
Sallanır durur; pirliğim şeyhliğim hallaciliğim
Bir “elveda”yla atıverin dağbaşına kemliğimi
Yelimi selimi okşayıp; ölümden öteki yolu
Göstermeyecek misiniz….

Ne geldim ne geçtim; dünyanızdan aylağınızdan.
Ne kondum su içtim; yaylanızdan yalağınızdan.
Ne göçtüm çadır kaptım; obanızdan otağınızdan.
Uçtum yanık kanatla; düştüm yangınlarınıza
Kaçtım yalnızlığıma usulca; nalsız ayakla
Gafletlerinizden korkularınızdan uykularınızdan…

Issızlığımdan su içen şu ufacık düşü
Tekkede tek kalmış, ardıç kökündeki nalâyı
Püfür püfür estire estire
Can kaynaşan bulut dallarında
Dindirmeyecek misiniz…

Ey turnalar turnalar!
Bir çift “sus” gömdüydüm, göğüs dibine
Bir de taş diktiydim; hemen ayakucuna
Çelgiş yeri, yerinde okunsun diye
Bir çaput, bir belek örgüsü ip bağladıydım;
Asil bir at gibi uysal mı uysaldı,
Ama “ilklik”inden kutluydu ve kutsaldı
Aklında bir mavimazı kımıldıyordu; kuruydu kozalağı
İçi sırmabedir dert küpü; gözleri yaş içindeydi…
Belki dediydim; ışık öpünce şıppadak uyanacak gönlü…
Yağmursuzdu kökü heyhat; yaprakları yas içindeydi.
Ve dökünce göğünüzün namlusuna kurşunu
Ürktü yemenî yıldızlar; süklümpüklüm tuh içindeydi.
Bassam tetiğe, ha desem parmağa; duracaktı hayat
Toprağın salcağında yaşamı unutmuştu bir hoyrat…
Minniminnacık bir kuştu oysa; doğuştan nazlı
Azraile kardeş kılmışlar çocuğu, tazeliğinde
Koynuna atmışlar, kazanında kaynatmışlar
Ocağında pişirmişler; yoz etmişler aslına nesline
Söküp ruhunu aklın dimağından;
Helhelleyip yelyelleyip toy toya katmışlar…
Şu ölümü tutup kulağından getirin desem
Her bir telekten dalga dalga
Hümkürüp sümkürmeyecek misiniz…

Ey turnalar turnalar!
Bir uçurtma havalandı doğduğum gün arîfesi
Yontutaşların derin kuyudibine;
Çocukluğum sallanıyordu yılkı ipinde.
İpsiz sapsızdı oysa; prangası zinciri yoktu.
Masum mu masum; sabî mi sabî
İçinde kellik topallık körlük
Kerâmi, harâmi ve hurâfe yoktu.
Tel mel yoktu; zamanın kösnül behrinde
Tellerde asılı kalmamıştı kolu budu…

Ne ah’ı vardı, ne vah’ı; yalın yalım dilinde
Kuyruğu uçardı sadece; rüzgarlarca oynaşa kaynaşa
Bir önceki sınıf defterlerimin ayyaş kırpıklarıydı:
Resimleri vardı; ağzı yeşil yapraktı, burnu turuncu
Elmaları al yanaklıydı tombalak ağaçların…
İnsan gibi elleri vardı, kocaman hamarat karıncaların
Sakalları bıyıkları yapış yapış tozlanmıştı kakalakların.
Ve gıdı gıdı gülüşü; altınışılı saçları yalışırdı güneşin…
Derisi yoktu; ne dokusu, ne iskeleti, ne kokusu
Konuşmayın bunları, n’olur susun!
Göklerinizin gülşen güldibine örünmüş
Okyanuslarınızın saleğnine gömülmüş
Soğanı sarmısağı ve nanesi vardı; içi capcanlı, kıpır kıpır
Şimdiki kabusu, şifasız kuşkusu korkusu yoktu…

Yıldızların elleştiği yerdeydi
Yıldızların dilleştiği yerdeydi
Yıldızların kömleştiği yerdeydi
Ve yıldızların ışık kokularını ayırdetmeye uğraşıyordu
İnc’elekten azad olmuş burun direği…
Müphem akbacakları; mahremi, namahremi
Yaşı başı, tacı tahtı; sütundirekleri yoktu
İki çatalsüsü vardı kakülünün arkasında; çocuksu takıları;
Minik kirazları, şenol kızın kulacıklarında sarkışıyordu…
Bir kasırga kanamasından pırlamıştı kanatları
Bir çam akmasından parlamıştı tüyleri haslıkları
Çıtaydı altı üstü; cicibici kağıt, abajurdu kuyruğu
Lakin yanıktı ciğer köşesi; cız yüreği oyuk oyuktu
Nedense uçurmaya yeltenmişti öksüz çocukluğunu…
Aşk baykuşun civcivleri, çırım çırım çığrışıyordu
Meşalesiz karanlıklarda, zifirî mi zifirî geceleri…
Sevgi kuluçkasında, tık tık yumurta gagalayan
Bir dirhem hale-kızıllıktı oysa bebeklikleri
Bir fındık çeneti kadar ağırlığı ve darası yoktu…
Ah, şu akşam allığınızda
Çeneklerde acı demleyen imbikçi arıların
Son kuyrukuçlarında asılı kalan son oğulu…
Bereketli lale bahçelerinizde, o vızvız dinginliği
Tutup ellerinden yumoş yumoş
Gezdirmeyecek misiniz….

Ey turnalar turnalar!
Girip içime usulca
O güneş kırmızınızdan
Azıcık ballı köz içirin desem
Doldurup zehiri kaseme
Kıtlığımda kıvranan tohum sesini
Ektirip biçtirmeyecek misiniz…

Muzaffer Koç
Kayıt Tarihi : 17.9.2009 13:50:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


“Dilsiz Düşler İsyanı”nın şiiridir. Yolboyunda bir dere kenarına yuvarlanmış taş olarak gözüken, eski bir çocuk mezarı başında Ayaz’ın içgeçirisidir.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Osman Erdoğmuş
    Osman Erdoğmuş

    Doğum gününüz münasebeti ile uğradığım sayfanızda,
    Bu güzel çalışma ile karşılaştım.
    Tebrik ederim

    Yaşayacaklarınız,
    Yaşadıklarınızdan

    daha renkli,
    Daha hareketli,
    daha bereketli
    Geçmesi temennisi ile

    Doğum gününüzü tebrik eder
    Sağlık
    Afiyet
    Başarı dolu bir ömür
    Yüce Rabbimden niyaz ederim

    Osman ERDOĞMUŞ
    SAKARYA

    Cevap Yaz
  • Pınar Atay
    Pınar Atay

    çok güzel düşündürücü....Ve hüzünlü...

    Selamlar...

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (2)

Muzaffer Koç