...YOL ve SONSUZLUK....Düz Yazı

Naime Erlaçin
955

ŞİİR


43

TAKİPÇİ

...YOL ve SONSUZLUK....Düz Yazı

(Şiir ve Resim İlişkisi)

Şair ressamlar, ressam şairler, şiir resimleyenler, resmi şiire dökenler sanat tarihi boyunca karşımıza çıkmışlardır. Oldukça eski bir gelenek olan ve çoğunlukla kutsal kitapların görsel anlatımına dönüşen metin resimleme, özellikle 19.YY’ da doruk noktasına ulaşmış ve 20.YY’da da devam etmiştir. (Örneğin Max Ernst – Paul Eluard ortak çalışmaları.) Bu demektir ki ressamlarla şairler çağlar boyu birlikte çalışmışlar ve ayrıca pek çok şair resimle, ressamlar şiirle ilgilenmiştir. Kısacası bu iki sanat dalının bir tür kan akrabalığı vardır.

Şiir ve resim zıt kutuplar gibi birbirini tamamlar. Öyle iki âşıktır ki bunlar, biri huylu diğeri huysuz; tuhaf bir şekilde aralarında uyum sağlamayı becerip birbirlerinden kopamazlar. Zıtlıktan anlaşılmaz bir büyü doğar. Hayatın sırrı büyük olasılıkla bu şifrede gizlidir, çünkü artı ve eksi kutuplar adeta bütünleşir ve kaynaşırlar. Bu yüzden ressamlarla şair ve hatta müzikçiler hep birbirine yakın durmuş, şairler şiirlerinin resmedilmesinden hoşnut olmuşlardır. Pek çok örnekte ise şair ve ressam aynı kişidir. Onlar, kutuplar arasındaki dengeyi kendi içlerinde kurmayı başarabilmiş kişilerdir. Öyle ki şiir ateşi yükseltirken, resim sağaltıcı olmuştur.

Konuya ilişkin birkaç örnek:

Michelangelo (XVI. YY) , heykeltıraş, ressam, mimar, şair.
William Blake (1757 – 1827) kitap resimleyen bir şair/gravürcü.
Marc Chagall (1887–1985) resimleriyle ünlenmesine rağmen Yiddiş, Rusça ve Fransızca dillerinde şiirler yazmıştır ki ressamı genelde “şair” olarak tanımlar.
Şair Blaise Cendrars (1887 – 1961) , Guillaume Apollinaire (1880 – 1918) ile sıkı dosttur.
Salvador Dali (1904 – 1989) ile yakın arkadaşlığını bildiğimiz Frederico Garcia Lorca (1898 –1936) , aynı zamanda ressam, piyanist ve bestecidir.
Ressam Jack Butler Yeats (1871 – 1957) , şair/yazar William Butler Yeats’in (1865 – 1939) kardeşi ve portre ressamı John Butler’ın (1839 – 1922) oğludur
e.e.Cummings (1894 – 1962) desen ve resim çalışmalarıyla tanınır.
Victor Hugo ve Baudelaire de keza öyle…
Tıpkı Tevfik Fikret, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nâzım Hikmet, İlhan Berk, Oktay Rifat, Burhan Uygur, Metin Altıok, Cihat Burak, Metin Eloğlu, Abidin Dino, Turgay Gönenç, Muzaffer İlhan Erdost, Ömer Serdar, Necmi Zekâ, Komet ve burada sayamadığımız diğerleri gibi… Beyaz perdede adeta resim yapan ve resim eğitimi de almış olan ünlü sinemacı Andrei Tarkovski (1932 – 1986) tanınmış Rus şairi Arseni Tarkovski’nin oğludur. (1907 – 1989) Filmlerinde (örn. Ayna’da) şiirsel metinler yer alır. Ve Andrei şöyle der

'Şiir benim açımdan bir dünya görüşü, hakikatle olan ilişkimin özel bir biçimidir. Bu açıdan bakıldığında, şiir, insanlara bütün hayatı boyunca eşlik eden bir felsefedir'.

Yukarıda saydığım isimler sanat dallarının buluştuğu ortak bir arenada dans ediyor gibidirler. Çoğunda müzik de vardır.

***

Bu saptamalardan sonra, “şiir ve resim benim için nerede duruyor? ” diye sordum kendime. Onlarla ilişkim, ilintim nasıldı? Her ikisine de ömrümün yaklaşık yarım yüzyılını vermiştim. Aralarında müthiş bir çekim, yadsınamaz bir akrabalık bulunduğunu biliyordum. Resim, birebir olmasa da, şiirimin içine daima girmişti. Müzik ve matematik onları izliyordu. Üstelik hem şiir, hem de resim felsefi bir zorunluluktu. Hayata sıkıca tutunmanın, onu anlamanın, varolmanın nedenleriydi. Bunlardan vazgeçmek, düşünce ve hayal dünyamın soluk alamaması demekti. Yine de böylesine birbirini tamamlayan iki sanat dalı bende farklı ruh halleri yaratıyordu. Şöyle ki, tuvalin başına geçtiğim anlarda daha huzurlu bir insan oluyor, beynimde canlandırdığım resmi önümdeki yüzeye aktarmak suretiyle giderek hafifliyordum. Doğum sancıları çekmiyordum, çünkü resim kafamda zaten başlarken bitmiş oluyordu. Diğer bir deyişle resim doğuma hep hazırdı. Dolayısıyla eskiz bile yapmaksızın hızla çalışıyordum. Resme kendiliğinden koşan bendim. O, sıcak havada sunulan serin ve ferahlatıcı bir içecek gibiydi. Hazırdı, kucaklayıcı ve sevgi doluydu. Mutluluk kaynağıydı… Şiir ise evrenin farklı bir boyutundan geliyordu. Çağıran kendisiydi. Ziyaret ya da programlama beklemiyor; olmadık zamanlarda, uygunlu-uygunsuz ortamlarda, gece gündüz demeden ortaya çıkıyor, kendini zorla yazdırıyor ve üstelik vedalaşmayı bilmiyordu. Bitse de ‘bittim’ demiyordu hiç. Dosyalarda aylarca, hatta bazen bir-iki yıl beklediği oluyordu. Doğması için sanki acı vermesi gerekiyordu, ya da diğer acılarla buluşması… Dip dalgalarını depreştiriyor, böylece kâğıda döktüğüm her dize kendimden bir ayrılığı anlatıyordu.

Bir çalışmamda şöyle demiştim:

aç kulaklarını Nâzım!
iyi dinle
mutsuzluğun resmini yapıyorum giderayak
Abidin’e söylemeyi sakın unutma!

meşum bir sessizlikte sevişen kelimeleri
odun niyetine yaktığım
sükûneti yitirmiş tımarhane aklımda...

(N.Erlaçin - ‘Adak Ağaçları Kızgın’dan – Şubat 2004)

Antik Yunan'ın tanınmış lirik şairi Simonides (MÖ. V. YY) “resim sanatı suskun bir şiir sanatı; şiir ise, konuşan bir resim sanatıdır.” derken pek de haksız değildi. Ayrıca anımsamak istediği nesnelerin imgelerini hayalinde kurmaktan söz ediyordu. Şair de anımsayarak, hayal kurarak ve duyumsayarak yazmaz mıydı zaten? Resmi konuşturan, resmi imgelere dönüştüren kişi değil miydi? Bir anlamda, gerçeği kâğıtta damıtıp yeniden oluşturarak üstü kapalı, örtülü bir resim yapmaktaydı.
***
Şiir bir zorunluluktu ve kafa karıştırsa da ondan uzak durmak gerçekten olanaksızdı. Bununla beraber son dokunuşlarla huzura kavuşmak için sabırla beklemek gerekiyordu. Üstelik ahşaba benzer bir şeydi. Durdukça yaşıyor, yaşlandıkça güzelleşiyor, serpilip gelişiyordu. Belki de sırf bu yüzden, ‘kitaplı’ biri olma kararını ancak yıllar sonra verebildim… Resimde ışığı kullanıyordum, diğeri ise karanlıktan geliyordu. F. H. Dağlarca’nın “benim güvercinim / ancak karanlıkta uçar” dizelerinde de işaret ettiği gibi (Kitap-lık, Ocak 2007, “Mavi Yük” şiirinden) , şiirde karanlık elzemdi. Resimde ruhumu iyimserlik sarıyordu, diğerinde yoruluyordum. Birisi cömert, diğeri kıskançtı. Birinde, ona doğru koşarken yakalanırdım, diğerinde kaçarken… Resim, tüm suskunluğuna rağmen, aydınlık bir yüzle çıkıyordu karşıma. Ruhumun ağırlığını alıp beni gülümsetirken, şiir şaşırtıcı bir biçimde karanlığa çekiyor, ruh diplerindeki tortuyu bulandırıyordu. Tortunun depreşmesi ise yepyeni acılar yüklenmek, kendimle yeniden buluşmak ve yeniden vedalaşmak demekti. Yaşamdaki tüm acıları sağaltmak; hiç değilse onlara tanıklık etmek aşkına yeni acılara gark olmaktı. Böylece karanlıkta dolaşırken sesin görünmez ışıltısına; karanlıkta saklı duran aydınlığa yakalanıyordum. Bir anlamda karanlık benim sesim oluyordu…

Şiir olmasa resim; resim olmasa şiir olur muydu, bilemiyorum. Belki de yaşamımdaki ana öğelerden biri eksik kalırdı, çünkü onlar birbirlerinin izdüşümüydü. Ancak zamansızlığın rolü ikisinde de büyüktü. Kimi zaman kâğıtta ya da tuvalde, kimi zaman bir kalemin veya klavyenin ucunda çıkıverirlerdi karşıma. Çıkmak demeyelim de, taşmak diyelim buna. Aniden gelivermek suretiyle zamanı durduran, zamanı delen ve zamanı belgeleyendi onlar. Ya da zamanın içinden ellerini uzatıp bana özel armağanlar sunan… “Şiirin görüntüsünü mü yapıyorum, yoksa görüntüyü sözcüklere mi döküyorum” diye hiç sorgulamadım kendimi. Düşüncede konaklayan bir ‘gezgin’ in, yerine göre dil, yerine göre renk ve desenlerde mola vermesiydi bu süreç. Ama hepsinden önemlisi yol ve yolculuktu beni çeken.

İki uğraş alanı da somuttan yola çıkıp soyuta varmanın; dağarcıkta birikenleri öznel bir potada eriterek, farklı bir boyuta ulaşmanın yollarıydı. Günlük yaşamın dışına taşarken, onun iç dünyada bıraktığı izlenimlerle bir ‘üst dil’ oluşturuyor; görünen (algılanan) gerçekten hareketle, simgesel nitelikte ‘ikincil’ bir sistem kurup, ‘görünmeyen’ ama yorumlamaya açık başka bir gerçeğe ulaşıyorlardı. ‘Düz’ anlamdan başlayıp derin, farklı ve çoğu kez de yapıtı kurgulayan kişinin kafasındaki ‘asıl’ anlama geçiyorlar ve ayrıca insanın yaratılış gününden beri biriktirmiş olduğu kültürel varlığın vazgeçilmez birer parçası olarak hayatiyetlerini sürdürüyorlardı. Temelde gözlem (bakmayı ve görmeyi bilmek) , okuma ve öğrenme merakı (arayış) , hayal kurma yeteneği, estetik bilinci ve kültürel donanım, ‘yığma’ değil ama ‘süzülmüş’ bilgiden yararlanmak (Ahmet İnam: “Şiir, Şiir, Şiir”) , felsefi düşünce ve tuhaftır ama matematiksel tutkular yatıyordu. Örneğin resim yaparken aynı zamanda müzik dinliyor; notalarla fırçanın hareketleri arasında doğan ritmik ve matematiksel yapıdan yararlanıyor; şiir yazarken ise metin, renkler ve dilsel doku arasında bir bağ kuruyordum. Ana renkler dışında kalan tüm diğer renkleri sezgi gücü ile görebiliyordum. Kişisel kanaatime göre, her şiirin bir ana rengi vardı. Resim varlığını şiire böyle yansıtıyordu. Beynimde bir resme dönüşüp dönüşmemesi pek de önemli değildi. O renk, bazen karşıtlarıyla, bazen de tamamlayıcı renklerle birleşerek bir bütünlüğe, bedene, saydamlığa, saflığa kavuşuyor, böylece bilincin kendi oluşturduğu nesne ile ilişkiye geçmesini sağlayan yapıyı (noema) oluşturuyor, algılama ufkumu genişletiyordu.

Aslında sanat dallarını birbirinden ayırmak veya birini diğeriyle karşılaştırmak sanata genel bakışıma ters düşüyor. Hayata, insana, aşka, karmaşa ve kargaşaya dair söyleyecek sözümüz ve onlarla ilgili bir derdimiz varsa eğer, bunu bir biçimde dile getirirdik zaten. İlgi alanlarımız her ne ise, birbirleriyle etkileşim halinde bulunmaları doğaldı. Bu sayfalarda heykel ile mimarinin, tiyatroyla öykünün, dans ile şiirin, sinema ile resmin etkileşim serüvenini de konuşuyor olabilirdik. Ve sonuçta görürdük ki, insandan kaynaklanan, insanı ilgilendiren tüm sanatsal uğraş alanları birbirini yalnızca tamamlar. Kimi zaman iki eski dost sıcaklığında; kimi zaman sürekli didişmekte olan âşıklar gibi her buluşmadan bir şerare çıkararak… Bu yüzden ilgisiz herhangi bir ortamda karşımda bulduğum bitmemiş bir tuval veya bir masanın üzerinde açık duran herhangi bir şiir kitabı beni hiç şaşırtmamıştır. Çünkü sanat bütün mecralarda akmayı beceriyor ve sonuçta insanın içindekileri – yere, zamana ve diğer koşullara aldırmaksızın - bir biçimde dile getirebiliyordu.

Doğan, fışkıran ve taşan bir şeydi o. Yönlendirilmesi, yontulması, kısacası süzülüp damıtılması, biçimlendirilmesi insanın yeteneğine, donanımına ve beceri gücüne kalmıştı. İnsanoğlu ölümün mutlakıyetini bilirdi elbette. İmbiğinden süzdüğü sanat ise onun ölüme meydan okuyuşuydu. Dışarıdaki dünyanın soğuk gerçeklerince çalınan özgürlükleri yeniden kazanma yoluydu. Havı dökülen yaşam halısını onarma; bu yıpranmış dokuda gizli taze coşkuları keşfetme ve yapılan haksızlıklar karşısında insana düşen borcu geri ödeme yöntemiydi. Yaşam ve ölüm sarmalında, yaraya merhem olan vazgeçilmez otacıydı. Ölürken yaşamayı, son nefeste bile tekrar doğmayı bildirendi… Ama hepsinden önemlisi, her birimizin – şair, ressam, şu bu değil – birer öğrenci ve sürecin gerçek bir yol meselesi olduğunu kavramaktı. Serüvenin temel amacı, öğrendikçe ve yarattıkça henüz bilmediklerimizin ayırdına varmak, Baudelaire’ in de söylediği gibi, yalnızca “gitmek için gitmek”ti. Uzağa, uzağa, daima daha uzağa… Aslolan yola koyulmaktı. Her yolun bir rotası vardı ama sanat söz konusu olduğunda, ‘mesafe’ içeren uzaklıktan farklı olarak, ‘uzak’ kavramı devreye girer ve yolun sonu bilinmezdi. Bir yazısında şöyle diyordu Ayten Mutlu (“Oğuz Özdem Şiirinde ‘Uzak’…”, Ayrıntı, Şubat 2006. Sayı 44) :

“Uzak… sonsuzluk kavramının insan zihnindeki izdüşümüdür ve sanat bu izdüşümün rahminden doğmuştur.”

Sanatın yolu demek ki yürüyerek uzuyordu ve biz o yola perçinlenmiştik. Sesimiz, rengimiz, ışığımız, karanlığımız, acı ve sevinçlerimizle sanatın potasında harmanlanıyor, sonunu göremediğimiz bu yolda köpürüyorduk ancak. Velhâsıl ne şairdik, ne ressam. Bir yolun yolcusuyduk, o kadar.
Yol ise sonsuzluk demekti.
Sonsuz gibi içinden çıkılmaz ve sürekliliği olan…
Sonsuz gibi, zamanın akışında herhangi bir kavşakta içine daldığımız, başlangıcı ve sonu olmayan…

(HAYAL Dergisi, Ocak-Şubat-Mart 2009, Sayı 28, “Şair Ressamlar, Ressam Şairler” Dosya Yazısı)

Naime Erlaçin
Kayıt Tarihi : 6.3.2009 12:56:00
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Baki Ceylan
    Baki Ceylan

    Şiir ve resim zıt kutuplar gibi birbirini tamamlar. Öyle iki âşıktır ki bunlar, biri huylu diğeri huysuz; tuhaf bir şekilde aralarında uyum sağlamayı becerip birbirlerinden kopamazlar. Zıtlıktan anlaşılmaz bir büyü doğar. Hayatın sırrı büyük olasılıkla bu şifrede gizlidir, çünkü artı ve eksi kutuplar adeta bütünleşir ve kaynaşırlar. Bu yüzden ressamlarla şair ve hatta müzikçiler hep birbirine yakın durmuş, şairler şiirlerinin resmedilmesinden hoşnut olmuşlardır. Pek çok örnekte ise şair ve ressam aynı kişidir. Onlar, kutuplar arasındaki dengeyi kendi içlerinde kurmayı başarabilmiş kişilerdir. Öyle ki şiir ateşi yükseltirken, resim sağaltıcı olmuştur.
    ............................................................
    ressam ve şair müzisyen;iki yada üç ayrı boyutun birleşip tek boyuta geçmesi bu olsa gerek.o tek çizgideki gücü düşünebiliyormusunuz müthiş..çok güzel bir yazıydı bilgileri tazelemek ve bu kalemle tanışmak adına..tebrikler

    Cevap Yaz
  • Mehtap Altan
    Mehtap Altan

    “Uzak… sonsuzluk kavramının insan zihnindeki izdüşümüdür ve sanat bu izdüşümün rahminden doğmuştur.”

    YAZININ TAMAMI USUMDA GÜZELLİKLER DOĞURUD...

    AMA BU BÖLÜM ÇOK GÜZELDİ ÇOK....

    TEBRİKLER TEŞEKKÜRLER....

    Cevap Yaz
  • Saadet Ün
    Saadet Ün

    Sıkılmadan okudum. Çünkü hem resmi hem de şiiri seviyorum.
    Bir arkadaşım resim yapıyordu ve onun ısrarıyla ilk ve son kez onun sayesinde elime fırçayı almıştım. Yapamam demiştim ama iyi kötü bir çalışmam olmuştu. Öyle güzeldi ki boyalarla uğraşmak ve resmin büyüsüne kapılmak.
    Resim yapmanın terapi etkisi var ve hep tavsiye edilir...
    Resim ve şiir.
    Öylesini güzel adlandırmışsınız ki; birinin susma birininse konuşma olduğunu söylerken...

    İkisi de hayata tutunduruyor insanı...

    Sanatın her dalı güzeldir...

    YOL ve SONSUZLUK...

    Beğeniyle okudum.

    Sevgi ile

    Cevap Yaz
  • Rüstem Ahmet Gözübüyük
    Rüstem Ahmet Gözübüyük

    tebrikler bilgilendirmeniz için efendim

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (4)

Naime Erlaçin