……… Soğuk gecelerde yıldızlara uzanır, ısınırım ve her yıldız sen olursun, gökyüzü ateş topu olur sıcaklığının yayıldığı atmosferde… Ben üzerimdeki her şeyi çıkarır ve deniz kızı özgürlüğü yaşarım, güneş tenimde, başaklar içimde boy verirken…
……… En yakınımdaki yıldız koynuma girer, yeşil akan nehir, okyanusun mavi sularına benzeşir ve her yıldız kıskanırken koynumdakini, ben kulaçlar atarken, her yıldızın mavisini yeşile, yeşilini maviye çeviriyorken her yıldız sen oluyorsun, geceden sabaha dek milyonlarca yıldız yakalıyorum… Yıldızlar biriktiriyorum şimdi uçsuz bucaksız…
……… Vedasına hazırlanmakta olan gecenin geç kalan tüm yıldızlarını, yaprağını çoktan dökmüş, dallarından başka serveti olmayan, baharı bekleyip yeşilliklerini fark edemeyen insanlara sunmaya hazırlanan o devasa ağacın altında topluyorum… Yıldızların bayramı olurmu? Olurmuş, şimdi her biri, kendini sonbahar hüznünü yaşayan ağacın dallarına kızıl, mavi, yeşil, sarı ve her biri bir renk panayırına bürünerek salsa kıvamında, oynak ve ağır kalçalarını oynatan oryantal kıvamda yapıştırırken yıldız yapraklı ağaç üremekte ve geceden sabaha yalancı baharlara inat, yıldız yapraklı ağaçtan ıtırlar yayılmakta…
……… Türdeş ağaçlar kıskanıyor benzerini, dal büküyorlar gün ağarırken yeryüzüne ve direnişindeki işçinin sessiz sloganlarını fısıldıyorlar dallarından dallarına… Her yeni gün doğumunda güneş altında yıldızlar arıyorum beyhude ve senden gelecek en acı sözü bile kabullenmek istiyor, onun tek harfine bile sarılmak, yıldız varsaymak, ucuna tutunmak isteğim yeniden kanatıyor kapanmayan yaramı… Güneş altı yalnızlık ve acılarımı ince bir ipe sarılarak göğe tırmanmak, orada seni bulmak, ışıtan sevginle avunmak ve sende kalmak, yıldız kokmak istiyorum kahreden soğukların yürek yangınlarında…
……… Ayperest düşlerime inat uyumuyor, siyahi gecede görünmeyen yıldızlara ulaşmaya çabalıyorum, olmayan denizin rıhtımına yanaşmaya çalışan şehir hatları vapurunun deniz fenersiz kayalıklara çarpışında… Sarsılıyor, adını sen koyduğum yastığıma sarılıyor, yıldız kokunu arıyorum uykuya daldığımda düşeceğim bir ayağı kırık yatağımdan… Yakalarsan bırakma, bırakırsan yüreğinin boşluklarına çarpar, ışığım söner diyorsun aylarca gelmediğin düşlerimde… Düşlerime nice sonra gelmene kızıyor, gökyüzünden seni nehirlerin olmayan sularına indirmek istiyor, bereket ve su ver istiyor, sonra seninle gecenin mateminde beraber kayboluyor, bilinmezliğe doğru sürükleniyoruz şeytanın yağmur sesli yokluğunda…
..
(gül kokulu yağmurlarda ıslandık / yine de senin kokun gitmedi / Kadınımdan)
…………… Sağanak yağmurlarda yürüyorum günlerdir durmadan, her damlanın saçlarımdan ayaklarıma kadar süzülmesini izliyor, onlarca, yüzlerce damlacığı tek tek takip ediyorum saçak altı ve şemsiye tutan korunaklı, meraklı bakışların izleyişinde… Biliyorum insanların akıllarından neler geçirdiklerini ve ben düşünmek istemiyor ilerliyorum damla damla… Islanmayan tek zerrem kalmasın, yaşamda kirletilmemiş ne kaldı diye anımsamaya çalışırken saf, masum, temiz ve dokunduğu, gezinti yaptığı her dokumda çocukluğumun çizmelerini renklendirip, birikintili yerlere giriyorum su ile dolsun diye ayakkabılarım…
……………En çok Serpili severdim küçüklüğümde, benden deli ve her su birikintisinde adeta vals yapar gibi yürüdüğü ve çamurlu suları yüzüme atıp sonra temizlerken anne şefkati gösterdiğinden, sonra da bize gidelim üstünü kurulayayım dediği için ve ben büyümeyen asla da büyümeyecek olan utangaçlığıma hiçbir kılık giydirmeden utanır koşarak eve kaçardım… Serpilden… Yağmurdan… Utangaçlığımdan… Ve ablamın okuldan gelmesine yakın saatlerde onun havlusunu kullanırdım kızacağını ve beni birkaç mahalle kovalayacağı bildiğimden… Vazgeçmezdim büyüklerimin öfkesini, kızgınlıklarını bana aktarmalarından ve onların bu sayede sinir sistemlerini çalıştırdığımı düşünür her hangi kalp rahatsızlıkları geçirmeyerek uzun soluklu yaşayacaklarına inanırdım çocuk yüreğimle… Ve sevinirdim ölmeyeceklerine dair… Şımartılmama uygun fırsat ve insanlar olmadığından her an mahallelinin tümüne usumdan geçen geçmeyen her muzurluğu onların istemediği benim çok sevdiğim, hala tatlı tatlı gülümsediğim biçimde sunardım…
…………… Veraya yazdığı mektupları okurken büyük ustanın... Kaldığım, daha sonra okunmak üzere açacağım sayfanın aralarına bahçemizden kopardığım güllerin yaprağını koyardım açıldığında koksun, yayılsın diye okuduğum ortama… Sınıftaki kızlardan öğrenmiştim kitap arası kurumuş gül yapraklarını ve önceleri kırışırken sonra ütülenmiş gibi olurlardı sayfa aralarında orta okula giderken ve bedenimde sesimde ergenliğe geçişin izlerini taşımaya başlıyordum usul ve ağır ve delişmen… Değişirken ben tüm fizyonomimle, duygularıma bana ait olmayan romantizmleri eklerken, gülle tanışıyor, renklerini karıştırıp olmayan renkte güller üretiyordum bahçemizin kimsenin göremeyeceği kuytu bir köşesinde… Her gün yeni bir renk ekleniyordu bahçemizin gizli gül köşesindeki güller den yaptığım dünyama ve en güzel gülü senin için yetiştirmeye başlıyordum o zamanlardan bugüne sana ulaştırmak gül kokulu tenine emeğimin güllerini sarmak için… Solan ve yaprakları azalanları kopartıp gökyüzüne serpiştiriyordum gece ve yıldız yıldız düşüyorlardı savurduğum uzaklıktan toprağa…
…………… Taç olarak kalanları koparıp yenilerini ekiyordum bahçeyi gül kokuları kaplarken ve en çok geceleri sever, sular, konuşurdum onlarla ki ağır, dingin büyümesi yılları alacak olan göz kırpardı bana gecenin karanlığında, yıldız yansırdı çenekleri ve taçlarından, her yağmur yağdığında kokusu giderken hepsinin, yıldız gözlü gül adeta raks eder, damlaların sesinde gök yüzüne yansıtırdı rengini, tek renkli gökkuşağı oluşurdu sadece benim gördüğüm ve bana yansıyan… Yağmurlu gecelerde görünmeyen yıldızlara kızar, açık havalarda toplardım yıldızları asılı oldukları lacivert geceden ve ceplerime doldurup yağdığında yağmur, binerdim sen renkli gökkuşağının üzerine yol alırken seninle, semada, birer birer çıkartıp ceplerimden serperdim dünyaya yıldızları… Yıldız yağdırırdım düşlerimden güllerimin üzerine, ebru desenli gül zar oluşturmak, bahçemim çitlerini yıldızlarla çevirmek için…
..
………Soğuk, sessiz, karanlık ve yılın son ayı idi gece, gökyüzünden pencereye kümelenmişti yıldızlar, yirmi beş bitmiş yirmi altısıydı şimdi, gece bir sularıydı… Melekler yıldızların arasından sıyrılıp gökteki gezegenler gibi kayarak içeriye süzülüyorlardı… Yolculuktu, kısa ya da uzunu olmazdı, saatler ikiye yaklaşırken ulaştılar ‘’anne’’meleğin yanına… Ellerini, yüzünü, saygı ve sevgiyle defalarca öptüler, ‘’o’’da gülümsedi onlara eksilmeyen tebessümüyle, kol kola girdiler, ‘’bir saniye lütfen’’ dedi…
……… Evvela küçük kızının oğluna el salladı ve ‘’delikanlım ne zaman sosis yersen beni hatırla olur mu? ’’ dedi gözyaşlarını saklarken… Onayladı penceredeki bir yıldız… Her yıldız bir evladıydı, ne çok yıldız yetiştirmişti yaşamı boyunca ve tanrılar bile onu kıskanıyordu… Mehtap vaktinin en güzeliydi büyük kızı ‘’Onur ‘’ duyduğum ‘’Can’’ çağdaş ve aydın bir bürokrat olsun’’ dedi… Onayladı penceredeki son yıldız… Şimdi doktor olan eski öğrencisiyle küçük kızı ile ilgili bir sırrı paylaşmış ama o sır onunla gitmeyecekti maalesef… ‘’Allahaısmarladık’’ dedi her zaman ki gibi gözyaşlarını yüreğinde sallayarak… Dünya dönse ne gam, zaman sonsuzluktu şimdi, SEVilip TAPılan kadın, EKİN verilen SU, MEHTAPlı gece, ONUR dolu CAN, LÜTFÜne ermişti ÇETİN geçen gecede…
……… Ve yollar, kentler ötesine ‘’Canım gitti’’ mesajı ulaştığında saklandı güneş, griye boyandı zaman, yollar, her şey… Geceden kaybolan yıldızlara aydınlatan, ısıtan güneşte eklenmişti… ‘’Canım gitti’’…Her an beklediği ama gelmesin diye sabah akşam dua ettiği o mesaj bir bankamatik önünde iken geldi… ‘’Canım gitti’’… Dünya tersine mi dönmeye başlamıştı? Bilemedi, neredeydi, bu yollar nereye çıkıyordu, annesinin gözlerine bakarken buldu kendini, ‘’Neler oluyor, iyi misin sen? ’’ dediğinde irkildi… Yanıt veremedi boş gözlerle bakarken, annesinin geçen ay kaybettiği otuz yıllık dostu ‘’Nurten hanımı çok arıyorum’’ sözlerini işitti bir ara… Oysa artık ne çok aradığımız insanlar oluyordu anne, ne çok özlem duyduğumuz, duyacağımız insanlar biriktiriyorduk, acılarını, anılarını daima içimizde saklayarak… Elinde cep telefonu, ‘’gelen mesaj’’ kısmı açık hep aynı söze bakıyor ve tekrar tekrar okuyordu ‘’Canım gitti’’…
……… Ta uzaklara, çok eskilere gittim bir an, Sivas’ta dört beş yaşlarındaki o küçük kızı hatırladım, lâpa lâpa kar yağarken evdeki kedi, mecmualar ve okuma yazmayı kendiliğinden söken, bugün çocukluğuna sahip çıktığı gülüşü gamzeli o küçük kıza uzanan zamana… Ne çok sevinmişti ve sevinç gözyaşlarını bile saklamıştı melek anne ‘’kuzum, hayat baklavam’’ dediği gamzeli kızından… Öylesi içten gülümser severdi ki hiçbir hesap, koşul yoktu sevgide, çünkü; yalnızca anneler severdi evladını koşulsuz ve her çocuk annesine aşık olarak gelirdi dünyaya… Üzüntüler, sevinçler, ilk aşklar hep anneyle paylaşılır, bu yüzden bir el kavrar, sever geceleri karyolasında yatan küçük kızın saçlarını… Elini avuçlarının içine alır, yüreğinin sıcaklığı koku olur yayılır küçük kızın tenine, anne kokusudur, kutsaldır, bu yüzden ömür boyu çıkmaz o dünyanın en güzel, kutsal kokusu…
……… Annesi gibi kokan bir kadına insan ömründe ancak bir kez rastlar ve işte o andır ‘’annem gibi kokuyorsun’’ diyerek kolları öpülür… Başka hangi varlık vardır dünyada anne gibi kokan ve kutsal? Ne haftanın günleri, ne de yılın ayları benzemez annelere, onların yüreği tüm ayları örter… ‘’Mayıs ayı hayatımız gibiydi, Mayıs öfke ve direniş ayı, hüzün ve yenilgidir, Mayıs ayı bitmez, tam bitecekken yine gelir ve kendisini hatırlatır’’ demişti bir yazısında Cezmi Ersöz… Şimdi öfke ve direniş ayına, acılarıyla yüreğimizi öksüz bırakan, hüzünden öte içimizi yangın yerine çeviren ‘’Aralık’’eklendi… Ne çok insanımız, ne çok sevdiğimizi yolculadık, hüznümüzü savurduğumuz bir deli nehir oldu ‘’Aralık’’… İnsanların umut çoğaltmaya hazırlandığı Aralık, umutlarımızın yıldızsız, karanlık geceye çevrildiği sancılı bir gökyüzüne dönüştü…
..
......... Sarı yapraklı papatyaydın, doğmamıştın, fışkırmak için yeryüzüne günden öte saatleri, dakikaları sayarken, başka bir coğrafyanın ikliminde toprağı delen yaban dikeniydim ve sana o doğmadığımız zamanlarda vurulmuştum... Doğmadan önceki düşüm, öldükten sonra dahi sevdamın rakım yükselteceği gerçeğimsin... Tek, sarsılmaz, değişmez...
......... Elverişli ortamlardan hoşlanmayan farklı, tek kökten iki dal olan uzantısıydık ve güneşe dönerken yapraklarını sen, dikenlerim toprakla beslenir, asi rüzgarların esintisinde ısınır, kavuran güneşin altında üşürdük, biz bilirdik, kimse bilmez, duymaz, görmez ve anlamazdı ve bizim bizi anlamamızdı aslolan, diğerleri yabangülüydü bir başınalıklarında... Savrulurken boranlarda, köklerimizdi bağıtlayan bizi bize ve sadece dışsallığımızdı ayrılan, o kökler ki bu cumhuriyetten daha sağlam ve sarsılmazdı...
......... Varsıllığımız düşlerimizdi, gerçeğimizi yoksul yüreklere taşırken ve sana her gelişim de varsıllığımı taşır, yüreğindeki bitip tükenmeyen melek kokunla birleştirip gökyüzüne salardık barış güvercinleri kanatlarına taksın, yoksul ülke halklarının yüreklerine su serpsin, açlıktan esmer, siyah, beyaz renkli çocuklar ölmesin diye... Yarınları çalınan, ellerinden alınmak istenen ülkelerin umutlarına serperdik düşsel zenginliklerimizi ve her kayan yıldıza başka anlamlar yükler, gemicileri öldürmezdik yıldızsız gecelerde... Her yıldız sen olurdun...
......... Tahrip gücü yüksek havai fişekler sessiz kalırdı sen yıldız yağmuru olup yüreğime akarken ve gerçeğin düşlere karışıp ayrımına varamadığımız gecelerde gökyüzünü kandırırdık düşlerimiz rengarenk hatlar çizerdi, ay bile bizi izler gülümserdi... Her hattın yolcusu da biz, taşıtları da bizdik ve kaybolan yıldızların boşluğuna düşsel renkler eklerdik, yıldızlar arası sonsuz yolculuğumuzda... Luna parktaki en tehlikeli ve hızlı binekler az kalırdı gökyüzü yolculuğumuzun düşselinde ve ben çok korkar, belli etmez, sana sıkıca sarılırdım, aslında deli cesaretindi sarıldığım, gökyüzüne ipek dokulu, ıtır kokuların yayılırken...
......... Arındığımız yalnızlıklarımızdan çıkarsız, yalın, çırılçıplak gerçeklerimize dönüşür her vuslat ve her soluğumuzda içine gömülür, soluklandıkça batardık içinde asla çıkmak istemeden, kurtulmayı yok sayarak... Çırpındıkça gerçeklerimize sarılır, sarıldıkça orman yüklü özlemler doğardı yüzlerimize, gözlerimizin ormanlarında kaybolurken dünyanın tüm yağmurları iliklerimize dek yağar, yağmur sonrası o doyumsuz ve serin havayı solurduk soluduklarımız yağmur kokulu aşka dönüşürdü... Her yağmur damlası sen, yanağıma düşen her damla sen olurken...
..
……… Saat başı uyanırdın sobalı bir evin isli puslu ağırlığında ve üstü açıldı mı diye merak ederdin, futbol topuyla uyuyan küçücük delikanlını… Onunla uyur, onunla üşür, onunla ısınır, onunla kurardın bütün hayatını, düşünce ve geleceğe dair hayallerini geceden sabaha ve YAL’nız bir OVa’da…
……… Ezgi de ‘’sevgi kuşun kanadında der, ama hangi anne sevgiyi sadece kanadında taşır, sarıldığında elleri, yaslandığında göğsü, öptüğünde dudakları değil midir sevgi bir annenin? O hastalandığında parçalanan yüreğindedir, sesindedir, öyle aralar öyle açar ki tüm kapıları sevgi sesiyle, kışı bahar olur çocuğun, ama tanımlayamaz çocuk kalbiyle… İşte o an sarılır çocuk ve bir daha asla unutamayacağı o en kutsal anne kokusunu içine çeker, komşu bir kadının kokusunu benzetip ‘’annem gibi kokuyorsun’’ diye onun kollarını öper… Her anne çocuğunun ilk aşkıdır ve bu yüzden ‘’her kadın aşık olduğu erkeği doğurur’’ sevgili… Ve o koşar, oynarken düştüğünde dizi acıyan, kanayan annedir aslında aşktır o an içini acıtan annenin…O aşkla öptüğünde acılar sıfırlanır, her dokunuşu, her öpüşü aşkla, sevgiyle ve de kutsal olduğundan….
……… Ve bozkırın ayazında atkısını, eldivenini giydirmek değildir onu ısıtan, gözlerinin yakıcı deltasına hapsetmek ve her bakışında üşümesin diye sarıp sarmalamaktır anne gözleriyle… Gamzelerinde biriktirdiği onlarca yıldız, sevgi sağanağına döner sarmalarken ve yıldız yıldız dokunur yanağından yanağına, aşk olur o onlarca yıldız ve gökyüzüne kayar anne kokusuyla… Fenerbahçe futbol seçmelerinde ‘’oğlum kazandı, oğlum kazandı’’ sesine sevinç gözyaşlarını eklemek ve uzaklardan telefonla paylaşmanın sesidir aşk bir oğula… İnsanların özel arabalarıyla çocuklarını taşıdığı antrenmana, karda, kışta elini tutarak belediye otobüsü, minibüsle götürmek ve sahada yaptığı hareketleri izlemek, o anda göz göze gelmektir aşk bir anneden oğla…
……… Tren istasyonu raylarının üzerinden geçerek, sabahın erken saatlerinde, gireceği üniversite sınavına onu yetiştirmek, sabırla beklemek ve güzel geçtiğini duyunca kına gecesi mutluluğunu gözleriyle yaşamaktır aşk… İşte o mutluluğun geleceği için kendisine ait olmayan, kendi seçmediği hayatlarda rol almak ve sırf onun için o hayata katlanmak ve yaşamaktır aşk… Kazanılan okul yakın bir kentte dahi olsa ilk gidişin ardından günlerce ağlamak, köşe bucak gözyaşlarını silmek ve o geleceğinde en sevdiği yemekleri yapmaktır aşk… Üstelik lisenin bir bölümünü annenin de okuduğu o kentte günlerce dolaşıp, tabanlar şişene kadar kalacak yer aramak, sonunda mütevazı bir yurt bulmak, gözü arkada kalmamak ama hüzün gözlerine gözyaşlarını eklemek, beni de 1977 yılı Ekim’ine Sirkeci Alemdar otele götürecekti sevgili… Ağladığını hiç söylemeyen annem de ağlamış mıydı acaba diye?
……… Akıp geçen, yiten günlerin ardında en çok siyah beyaz resimler özlenir, renkler kirletmemiştir henüz o resimleri, o yüzdendir elli yıldır çocukluğun sahip çıkman… Sahip çıktığın çocukluğunda bir annenin çocuğuna duyduğu aşkın ayak izlerini arar ve bulur musun sevgili. Oysa sana doğru öyle güzel izler uzanmaktadır ki… Hayatında ilk kez çalışıp alın teri para ile alınan bulaşık makinesi, o kutsal aşkın pekişmesidir sana uzanan yolda… Mevsimler değişir ama bahar sonrası yaz sıcağı, yağmur sonrası güneşte gökkuşağı sevgindir hiç değişmeyen delikanlına ve belki her kadın sana biraz ama hiçbir anne, hiçbir aşk benzemez sana bu nedenle…
..