Yıktım Duvarlarımı, Ama...

Erbil Kutlu
173

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Yıktım Duvarlarımı, Ama...

Bölüm -I-

Çocuklukları birlikte geçmişti. Aynı sokağın içinde, ama farklı apartmanlarda oturuyorlardı. Okulları bile aynıydı, fakat sınıfları ayrıydı; yıllarca…

Sokakta oynar iken, hiç çıkarsızdı gülüşleri. Duvarlara yazı yazarken bile, hep sevgi işliyorlar, “Bir Gün Her Şey Sevgiye Mahkûm Olacak, Üzüntüler Bitecek Ve Ağlamayacağız” diyorlardı. Kan kardeş bile olmak saçmaydı onlar için. Senin kanın, benim kanım yoktu aralarında; kahkahalarımız vardı.

Yıllar geçmişti. Oğuz, üniversiteyi kazanmıştı. Artık İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanmıştı. Bu sevincini, ancak ailesi ile paylaşabilmişti. Öyle fazla arkadaşı olmamıştı, olamamıştı.

Bütün dünyası, o çok sevdiği İstanbul’unun anlatıldığı şiirler ve romanlar olmuştu. Bu anlaşılmaz hislerinden dolayı, kimse ile kolay muhabbet ortamı kuramıyordu. Çünkü içinde olan ve kelimeler ile ifade edemediği duyguları sebebi ile hep kendisi ile alay edilmiş, aşağılandığını hissetmişti. Dünyanın acımasızlığına isyan ediyor, insanlara ne kadar hiç çıkarsız yaklaşmak istese, güvenemiyordu. Korkmuştu artık dünyadan. Bulunduğu yerlerden kaçmak, uzaklaşmak istiyordu. İstanbul sevdası, onu bundan alıkoyuyordu. İstanbul’da kalsa, bu defa hiçbir şeyden kaçamamış, uzaklaşamamış olacağının farkında idi. Sadece araya setler, duvarlar örebilirdi. Gün gelir bunlarda yıkılabilirdi bir sebepten. İzmir’de okumak, bu yüzden onun için bulunmaz bir nimet idi.

Oğuz, başarılı bir öğrenim hayatı geçiriyor, o çok sevgili İstanbul’una üç yıldır gitmiyor ve öğretmenleri ile arasında, sınırları saptanmış bir çerçevede seviyeli bir muhabbete sahipti. Ama farkında idi. Onlarda onun İstanbul sevdasının farkında değillerdi. Zaman zaman onlarında şakalarına maruz kalıyor. Fakat umursamıyordu. Artık öğrenmişti takılıp kalmamayı. Zira hayatına sokmayacağı insanlar ona ne kadar zarar verebilirlerdi. Okuduğu bir kitapta bir cümle, onun bu insanlara soğuk ve güvenmez oluşuna dil olmuştu.
“Sen İstemedikçe, Sana Kimse Zarar Veremez; Sen İzin Vermedikçe, İnsanlar Senden Bir Şeyleri Alıp Götüremez.”

Bölüm -II-

Yaz tatili münasebeti ile, evinde, İstanbul’unda idi. Dile kolay üç koca sene uzak kalmıştı. Orhan Veli’yi, Yahya Kemal’i özünde kavradığını hissetti. Otobüsten iner inmez, yeri öpmek, alnını yere koymak istedi. Düşündü ki, sevgilisi, aşkı İstanbul’a bu şekil yılışık ve gülünç bir şekilde merhaba diyemezdi.

Odasında özlediği her şey ile hasret gideriyordu. Doğduğundan beridir edindiği tüm oyuncakları, yatağı, kitapları, bilgisayarı…

Saat gece iki olmuş hala uyumak istemiyordu. Resimlere bakıyordu. Bir ara, küçükken birlikte oynadığı arkadaşı Ceren’i gördü resimlerde. Onunla olan sırdaşlıklarını anımsadı. İçten bir tebessüm etti elinde olmadan. Bedenindeki tüm kıllarının diken diken ürperdiğini hissetti.

Ani bir hareket ile bilgisayarının başına geçti ve pek ona samimi gelmesede üyesi olduğu facebook sitesine girdi. Ve arama bölümüne Ceren Arpacı yazdı, arama komutunu çalıştırdı. Karşısına bir kişi geldi sonuçlarda.

Resimdeki kişi; sarı uzun dalgalı saçlı, ela gözlü, bronz tenli bir kızdı. Düşündü. Bu olabilir miydi? Tereddütler yaşıyordu. Çekindi. Yok yere birilerine eğlence konusu olabilirdi. Elindeki resimler ile ekrandaki resme bakıyordu. Ancak en son lise ikinci sınıfta okurken resimleri vardı Ceren’in. Yüzünün silüeti ve gözlerinin bakışına dikkat etti. Onu andırıyordu. Eski bir cana ulaşma hissi ona cesaret verdi. Hemen ona bir mesaj gönderdi.

“merhaba
sizi rahatsız etmek istemem, ama eski bir arkadaşım ile isim ve sima benzerliğiniz var.
affınıza sığınıyorum.
acaba lise ikinci sınıfa kadar istanbul maltepe atatürk caddesi nergis sokakta yaşadınız mı?
kazım tunç ilköğretim okulunda ve maltepe lisesinde okudunuz mu?
cevap verme zorunda hissetmeyiniz kendinizi, cevabınız gelmez ise, durumu anlayacağımı biliniz.
şimdiden teşekkür ederim.”

Çok geçmeden mesajına cevap geldi:

“nbr ozi :)
bende ne zaman bana ulaşacaksın diye bekliyordum
seni çok özledim arkadaşım.
eğer müsaitsen yarın görüşelim ve maziyi yad edelim.
canım benim :) ”

Oğuz, birden ağlamaklı bir gülüş ile sevindi. Hatırlanmış ve unutulmamıştı. Heyecandan ölüyordu. Hemen titreyen elleri ile karşılık verdi:
“cerencim emrin olur arkadaşım.
nerede ve ne zaman? ”

Heyecandan o kadar bozulmuştu ki, kelimeler bulamıyordu. Sadece ulaşmak azminden gelişi güzel, hiç tarzı olmayan şekilde mesajı yollamıştı. Ceren hemen karşılık vermişti ve üstüne arkadaş listesinede eklemişti onu:

“eski günlerin şerefine maltepede leylim kafede her zamanki saatimizde onbirde”…

Saat üç buçuk olmuştu. Ceren’in arkadaşlık teklifini kabul etti. Uyku adına hiçbirşey kalmamıştı. Ceren’in resimlerine bakmaya başladı.

Bölüm -III-

Birden bir albüm dikkatini çekti. “canım ozi”. Elindeki tüm resimler orada vardı. Hatta onun bilmedikleride!

İnanamamıştı. O kadar farkında olmadan çekilmiş resimlerdi ki, inanamıyordu. Ne zaman, hangi aralıkta çekilmişti bu resimler? Şaşırmıştı.

Hele de resimlerin altına iliştirilmiş olan notlar, ona bu ne demek oluyor diye düşündürmeye başladı:

“kadiköy fenerbahçe pyramid
14 mayıs 2003 – okul çıkışı
şaşkın ördeğim. ah bir baksan adam akıllı görecektin aşkımı…”

Derin bir nefes alırken yüzünü kapadı elleri ile ve başını geriye doğru bıraktı. Göz yaşları, kaşlarının arasından akıyordu. “Neden? Neden? Neden Olsun Hep Seni Seviyorum Diyeceğim Anlarda, İlgini Bir Şeylerin Çekmesine İzin Verdin? ”

Güneşin ilk ışıkları, İstanbul’u aydınlatmaya başlamıştı. Ancak Oğuz’un, gözyaşları da, neden diye haykırışları da bitmemişti hala ve biteceğe benzemez halde idi. Çünkü sessiz sedasız ağlıyor, sessiz sedasız haykırıyordu; lakin gönül dağlarında ağlamaları ve haykırışları, kıyametler koparıyordu.

Yatağında oturuyordu. Dizlerini, göğsüne kadar çekmiş ve sıkı sıkıya sarılmıştı. Çenesini dizlerinin üst arasına koymuştu. Gözyaşları, gözünden yanaklarına, yanaklarından çenesine, oradanda dizleri aracılığı ile bacaklarından ayaklarına kadar dökülmüştü. Ciğerleri, sürekli olarak burnundan daha çok oksijen istercesine ara solumalar yaptırıyordu hıçkırıklarla. Genizi olabildiğine açılmıştı. Burun akıntılarını hissettikçe, çıplak kolları ile siliyor, sonra yeniden aynı pozisyonuna geri dönüyordu.

Saat dokuza geliyordu, baktığında duvarındaki, çocukluğundan kalma ve babasının armağanı olan, ona mutlu zamanlar yaşatan Beşiktaş amblemli saatine. Ani bir hareket ile yatağından atlayarak doğrulmaya çalıştı. Ne var ki tüm gece ağlamaktan bitap düşen vücudunu bacakları, dik tutmakta ilk başta zorlandı. Sendeledi. Gözleri karardı. Tansiyonu düşmüş ve halsizleşmişti.

C eren’in karşısında, böyle halsiz görünemezdi. Hemen banyoya koştu. Önce, fazla uzamamış olsada sakallarını kesti. Sonra, sıkı bir duş aldı. Saçlarını taradı. Görünümünü beğenmedi, bir daha taradı. Beğenmedi, bir daha, bir daha, bir daha… En sonunda lise yıllarında yaptığı gibi, saçlarını taradı ve başını kuvvetlice sağa sola sallayarak dağıttı. Bunu uzun zamandır yapmıyordu. Gülümsedi aynadaki görünümüne. Odasına geçti. En sevdiği buz mavisi renkli kotunu ve siyah rengin hakim olduğu beyazlı tişörtünü giydi. Beyaz renk spor ayakkabılarını giyeceği için, ayak bileklerine kadar olan beyaz spor çoraplarını giydi.

Saat onu çeyrek geçerken evden çıktı. Evi, buluşacakları kafeye yakın olsada, o erkenden gitmek ve onun gelişini seyretmek istiyordu.

Çok geçmeden buluşacakları kafeye geldi. Dışarıda bir masa seçti ve oturdu. Ve anladı ki; asıl her şey şu anda başlıyordu.

Vakit ağırdan sarıyor, sanki dünya hayatı, yavaş seyredimli bir hal almıştı. Heyecandan sürekli cep telefonundaki saate bakıyordu. Ya iki, yada üç dakika geçmiş oluyordu, bir önceki bakışına göre.

Birden beyninde bir kıvılcım çaktı. Gece, Ceren ile görüşmüşler, ancak cep telefonlarını almamışlardı birbirlerinin. Ya gelemezse, ya bana ulaşamazsa diye tedirgin olmuştu ve bu yüzünden anlaşılıyordu.

Başını iki eli arasına almış, dirseklerini masaya dayamış düşünüyordu.

Bölüm -IV-

“Ooooo Ozi beyim! Hiç değişmemişiz. Hala fıstık gibiyiz.”

Kulaklarından içeri giren bu ses ile, kalbi, göğüs kafesinden fırlamak için sanki geri sayarcasına sert ve hızlı çarpmaya başlamıştı. Başını havaya kaldırırken, bacakları da vücudunu havaya kaldırmıştı.

Dünya durmuş, sesler kesilmişti. Karşısında sarı uzun dalgalı saçlı, ela gözlü, bronz tenli bir kız; tatlımı tatlı, içten mi içten gülümsüyordu. Onun silüeti dışında kalan her şey bulutsu bir görünüme bürünmüştü. Gülümserken, dişleri ile dudaklarını ısırıyor, gözlerinden akan yaşlara hasretin bitişi şerefine engel olmuyordu Ceren.

“Ceren, can parem, bir tanem! Nasılsın? Hala edan aynı, hiç değişmemişsin. Saçlarının yeni rengi çok yakışmış.”
“Sağol bir tanem, canımsın benim. Biliyorsun değil mi? ”

Hemen kucaklaştılar, birbirlerini yanaklarından öptüler. Hem kucaklaşıyor, birbirlerinin sırtını sıvazlıyorlar, hem de öpüyorlardı birbirlerini…

Hemen birer fincan çaylarını söylediler ve karşılıklı oturdular. Parmaklarının arasından, birbirlerinin parmaklarını geçirerek, kenetlendiler. Sürekli gözleri ile, birbirlerinin bir o gözüne, bir öbür gözüne bakıyorlardı, hasretle.

Eski günleri konuştular. Komik olaylara öyle bir gülüyorlardı ki, ortamda bulunan diğer insanlar ne oluyor dercesine onlara bakıyordu. Acı olaylara da, acı bir tebessüm ile baş sallıyorlardı.

Ve Oğuz sordu:

“Siz nereye taşındınız? Senden çok haber bekledim, ama hiçbir şey gelmedi senden! ”
“Gebze’ye taşındık. Çok ani oldu. Ama ben hep geldim sokağımıza, seni sordum. Hatta Lütuf teyzeye seni sordum. Söylemedi mi? ”
“Hayır annem bir şey söylemedi.”
“Sen, benim canımsın, ben seni unutur muyum? Unutabilir miyim? Bende düşündüm ki, aniden taşındığımız için bana kızdın, bu yüzden beni hiç aramadın.”
“Herneyse ya! Geçmişte kaldı her şey. Unutalım şimdi bunları. Kaç erkeğin canını yaktın? Hadi anlat bakalım.” Dedi gülerek.

“Saymadım ki! ” diye esprili ve masumca bir ifade ile cevap verdi Ceren ve devam etti:

“Hiç birisi senin kadar mert ve beni güldürecek kadar esprili değildi. En önemlisi Beşiktaşlı değillerdi.”
“E yani. Bir sevgilim olsa, saçları sarı olsa” diye şiirane bir söyleve başlamışken Oğuz, Ceren hemen araya girdi. Boşta duran ve çay içmek için kullandığı sağ elini, esprili bir sinirlenmişlik gösterisi ile havaya kaldırarak:

“Hop oğlum! Ağır ol bakalım. Saçlarımız sarı olabilir, ama kanımız siyah beyaz. Dişi kartalız len! ” dedi ve bastılar kahkahayı.

Ceren, bir ara saatine baktı, saat üçe geliyordu. Anlamamışlardı vaktin nasıl geçtiğini eski günlerde olduğu gibi.

“Canım, bir tanem ya! Benim erkek arkadaşım ile buluşmam lazım. Artık benden kurtuluşun yok. Yakandayım ona göre” dedi.

Oğuz, yıkılmıştı. Sevdiği insan, şimdi bir başkasının kollarına gidiyordu. Ölüm gibiydi. Ölse bundan daha iyi olurdu. Ona soracağı çok soru vardı. En önemlisi haberi olmadan çekilmiş resimlerin anlamını ve altında yazanları soracaktı. Soramamıştı. Ona, yeniden kavuşmuşken, bu yeni hayatının daha başında sıkmak istememişti.

Sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine, öpüştüler, koklaştılar.

Oğuz, ona minibüse kadar eşlik etti. Hiç bitmesin istiyordu bu yol. Ama korna sesleri ölüm meleği gibi kulaklarında ayrılık şarkılarını söylemeye başlamıştı.

“Len Ozi! Bak beni artık ihmal edersen, vallahada billahada seni gebertirim oğlum. Ona göre dikkat et kendine.” Derken Ceren, Oğuz, gülmekten bayılacaktı. Ama içi kan ağlıyordu; o, başkasına gidiyordu…

“Sen şimdi git, beni unut. Çünkü ben seni hatırlamayacağım” dediğinde Oğuz, Ceren şok bir bakışla açtı gözlerini.
“Çünkü Cerenim, seni yaşayacağım! ” dedi.

Ceren, bu söz üzerine gözlerini kapattı ve dudaklarını kapalı halde dişleri ile ezerek güldü ve başını eğdi önüne doğru. Sıkıca sarıldı ona. “Lütfen! ” dedi.

Ceren, minibüse bindi ve Kadiköy’e doğru yol almaya başladı. Minibüsün boş olmasından istifade ederek, doyumsuzca el sallıyordu. Oğuz da, deli gibi minibüsün ardından koşuyor ve el sallıyordu ona aynı şekilde. Minibüs hızlandı ve kayboldu.

Oğuz, yıkılmıştı. Ellerini kotunun cebine soktu ve içten bir mutluluk gülüşleri ile yere, çevreye, havaya bakarak yürümeye başladı, sahile doğru.

Maltepe meydanı, aniden bir uzun ve uzun olduğu kadar acı bir korna ve fren sesiyle yankılandı.

Oğuz, kanlar içinde yere yığıldı. Yüzünde mutluluk gülümsemesi bozulmamış, gözleri havayı seyreder gibiydi.
Aklından, her şey bitiyor mu yoksa diye korku ile geçirmeye başladı. O çok sevdiği, biricik aşkı İstanbul’u, onu en mutlu olduğu gün, belki de sonunda aşkı bulabileceği bir döneme hazırlanırken, ona ihanet etmişti…
Gözlerin önünden, Ceren ile olan tüm anları geçiyordu. Mutluydular, gülüşüyor, elim sende oynuyorlar, şakalaşıyorlar, misketlerle oynuyorlardı.
En son gördüğü, Ceren ile o son ayrılışları oldu. İkisi de birbirine çılgınca el sallıyorlardı.

Ambulans geldi. Her şey için çok geçti. Artık Oğuz, o çok sevdiği İstanbul’una yükseklerden bakıyordu.

Bölüm -V-

Ceren, Kadiköy’de mutluluktan uçuyordu. Sorunlar yaşadığı erkek arkadaşı ile son noktayı koyacak cesareti bulmuştu. Oğuz, ona bu cesaretin oluşmasında, eskiden her konuda olduğu gibi yine yardım etmişti.

Buluştular. Ceren’in mutlu hali, Erhan’ı rahatsız etmişti.

“Hayırdır. Nedir seni böylesine mutlu eden? ” diye sordu.

Ceren, gözlerini kısarak ona baktı ve:

“Erhan, ben artık devam edemeyeceğim. Sorunlarımızı aşamıyoruz, üstüne daha çok sorun yaşıyoruz. Lütfen beni anla.” Dedi.

“Ama Ceren, neden? Bir başkası mı var? Sorun dediğin şeyler hep kafanda kurdukların. Senin için yapıklarımdan mutlu olamayışın.”
“Erhan, lütfen. Ben mutlu değilim. Buraya gelmeden evvel, çocukluğumu birlikte geçirdiğim arkadaşım ile birlikte idim. Yine o günlere döndüm onunla. Ben, onu istiyorum. O, bana açılmazsa, ben açılacağım. Sonunda beni, aşkı olarak istemezse bile, o benimle ömrümün sonuna dek arkadaş kalır. Buda yeter bana” dedi.

Erhan, çok sinirlenmiş ve içine ateşler düşmüştü. Bir erkek olarak, terk edilmeyi hazmedemiyordu.

“İyi o halde. Size mutluluklar diliyorum. İyi bak kendine” dedi ve ayrıldılar.

Ertesi sabah saat onda, Ceren, Oğuzların evine gitmek için yola çıktı. Heyecanlıydı. Yıllar sonra yeniden, Ozisi ile oyunlar oynadığı sokağa gidecekti. Ama içini kemiren bir huzursuzluk vardı, dünden beri. Anlam veremiyordu. Lakin içinden de söküp atamıyordu. Heyecanına vermeye çalışıyor, Oğuz’un annesinin önceki gelişlerinden bahsetmemesinden, onunla yüz yüze gelecek olmasından kaynaklandığını düşünüyordu.

Bölüm -VI-

Eski sokağına girdi. Sokağında bir ıssızlık vardı, alışık olmadığı bir boşluk. Sanki buradan bir cenaze geçmişti. Küçükken, Ozi ile caddeden bir cenaze geçtiğinde, birlikte üzüldükleri gibi bir his saklanmıştı sanki sokağın asfalt zeminine. Hep böyle olduklarında Oğuz’un söylediği söz aklına geldi.

“Dünya Hali İşte! Doğuyorsun, Yaşıyorsun Ve Ölüyorsun. Hayat Boş, Onu, Sen, Yaşadıklarınla Dolduracak Ve Mutlu Olmanın Yolunu Bulacaksın”…

Ceren, mutluydu. Artık boş hayatı, onunla dolacaktı. Kavuşmuştu ona, nice süreden sonra. Şu anda ölüm gelse karşısına umursamazdı. Ama buna hiç gerek yoktu. Oğuz ile mutlu olacaktı çünkü.

Biraz daha ilerledikten sonra, Oğuzların apartmanının önüne gelmişti. Küçükken oynadıkları arsada, artık bir apartman yükselmişti. İçi çok acıdı; onca hatıranın üzerinde yükselen apartmanı görünce.

Birden başını, Oğuzların apartmanına doğru çevirince, oradaki kalabalık dikkatini çekti. Biraz yaklaşıp, kulak kabarttı konuşulanlara.
“Yazık! Çocuk daha yirmi iki yaşındaymış. Vah vah! Allah taksiratlarını affetsin. Ailesine sabır versin. Mekanını cennet eylesin…”

Ceren, ürperdi birden. Şok olmuştu. Kulaklarında çınlamalardan artık hiçbir şey duymuyordu. Hızlı ve koşar adımlarla apartmandan içeri girdi. Aynı hızla merdivenleri çıktı. Oğuzların evinin kapısı açıktı ve içerisi çok kalabalıktı. Girdi içeri. Lütuf teyzesini gördü. Göz yaşları sel oldu birden, yüzünün rengi kalmamıştı iyice. Gözleri kızarmış, ateşlerde yanıyordu ciğerleri. Bir hışımla Oğuz’un annesine sarıldı.

“Neden? Neden? Neden? ” diye haykırdı.
“Daha dün birlikteydik. Neden? Nasıl olur bu? Ne oldu? ”
“Maltepe’de, karşıdan karşıya geçerken, minibüs çarpmış.” Dedi Oğuz’un annesi.
“Ne zaman? Saat üçte beni yolcu etmişti ama! ”
“İşte o saatte.”…

Birden haykırarak ağlamaya başladı.

Oğuz’un annesi, görüşmesini hiç istemediği Ceren’e öyle bir şekilde sımsıkı sarılmıştı ki, yaptıklarından pişmandı. Ama artık bunun bir fayda sağlamayacağını biliyor ve acısı an be an daha da artıyordu.

Ceren, tabuta sarılmıştı. Sanki Oğuz karşısındaydı ve ona sarılıyordu. Ağlayışı, hıçkırıkları yankılanıyor, herkesin ciğeri dağlanıyordu. Hele de onların küçüklüklerini bilen eski komşuları ve Lütuf teyzesinin.

“Neden? Neden? Neden? Bunca yıldan sonra bunun için mi karşılaştık? Bu kadar acı yetmedi, bu acıyı yaşamak için mi karşılaştık? Hani unutacaktın beni? Hani yaşayacaktın beni? Yalancı! Yalancı! Canım Ozim! Yalancısın! Bana ilk kez yalan söyledin? Bir tanem…”

Ailelerinin, inançları yüzünden engel olmaya çalıştıkları birliktelikleri, artık sonsuza dek son bulmuştu…

F. Erbil KUTLU
14.09.2008.Pazar – 19.30
Kadiköy – Güğüm Bar
(13.09.2008.Cumartesi gününden itibaren, her satırı burada yazıldı)

Erbil Kutlu
Kayıt Tarihi : 16.9.2008 15:54:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Fahrettin Erbil Kutlu
    Fahrettin Erbil Kutlu

    tesekkur ederim...

    selaminiz basim ustune...

    Cevap Yaz
  • Cevat Varlı
    Cevat Varlı

    DAHA DETAYLI OKUYACAĞIM İÇİN BİR SELAM VERİP GEÇMEK İSTİYORUM.
    ..............EMEĞİNİZE VE YÜREĞİNİZE SEVGİYLE YOĞRULMUŞ SELAMLARIN EN HASINDAN......GÖNDERİYORUM........

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (2)

Erbil Kutlu