Yeşille Mavi Öpüşüyordu, Gördüm...

Aynur Uluç
498

ŞİİR


14

TAKİPÇİ

Yeşille Mavi Öpüşüyordu, Gördüm...

tüm rüzgârlar senin olsun...

“Duyduğum yoktu ne vakittir, bir kumru sesi penceremde / İçime yine yolculuk mu düştü nedir” demişti Orhan Veli. Bizse pencerede kumruyu bile görmeden almıştık yolculuğun kokusunu ve sabah erkenden eşyalarımızı arabaya yüklemeye başlamıştık. İçimde Karadeniz’e doğru yola çıkacağını bilmenin heyecanı. Şimdiden gözümde canlanan görüntüler, o hayallerin yerine gerçeklerini bir an önce koymanın sabırsızlığı, kıpır kıpırlığı.

Öte yandan gözünün içine bakarsın sokakların ve “ Ben gidiyorum.” dersin. Hınzırca gülersin; bu çok sevdiğin şehri terk etmenin tadını çıkarırsın için için. O arada yaşanan duyguyu kuvvetlendirmek için mi nedir... Kıraç, eşlik eder radyodan: “Gidiyorum buralardan, tüm rüzgârlar senin olsun, bıktım artık yol almaktan, önüme çıkıp durdursan.” Korkarsın bu cümleden, çünkü durdurulmak filan istemiyorsundur. Böyle bir psikolojiyle çıktım yola; yanımda İmran, Gülnur, Saliha, oğlum Devin ve yeğenim Altar. Sevdiklerimle birlikte geliyorum sana Karadeniz.

İlk durak Safranbolu. Hemen orada semer yapan bir amca ile sohbete başlıyoruz. Hemen yanlarında ben de yerimi alıyorum. Amca var doksan yaşında, ama bu yılların seksenini semer yaparak geçirmiş. Saliha, dükkândaki malzemelere bakınca, amcanın koltuk imâl ettiğini düşünüyor.. “Hayır, koltuk değil semer yapıyor.” dediğimizde de “Haa evet, biliyorum, ata konuluyor ” deyince artık hepten dilimize düşüyor. Yol boyunca rastladığımız her hayvanı kendisine bizzat tanıtmaya başlıyoruz. Özelikle de atları tabii.

Çarşıyı gezerken orada karşılaşıp kendisinden kese satın aldığımız kadın “Ne olur gitmeyin, bu gece konuğum olun.” demez mi... Bu kadar basit mi, orada kalıvermek? “Bir dahaki sefere inşallah..” diyerak gülümsüyoruz. Olur mu olur...

gönderilmemiş mektuplardan düşen harflerin izi...

Artık, çok da oyalanmadan Amasra’ya varmak lazım. “Gönderilmemiş Mektuplar” hâlâ oradalar mı acaba diye bir merak var içimde. Amasra, tam da o filmde görüldüğü gibi büyüleyici. Bir müddet durası geliyor insanın. Bundan sonra ben bu kasabayı seyrederek geçirsem ömrümü, gibi istek cümleleri kurarken buluyorum kendimi. Tadına doyum olmaz görüntüler kadar oradaki tınıyı göğsümde yakaladığıma göre, filmdeki yıllara meydan okuyan aşk beni fazlası ile etkilemiş anlaşılan.

Henüz ayağımızı yere basıyoruz ki; bir adam yanımıza gelip kalmamız için uygun bir evi olduğunu söylüyor. Ev sahibinin kendisi orada olmadan yabancı bir evde kalacak olmaktan dolayı ilkin garip hissetsek de, gidip evi görünce, daha ilk andan kendi evimizmiş gibi hissettiren bu ev hakkında hiç düşünmüyoruz bile. Yerleşiyoruz hemen. Çelişkiye bakın ki; kendi evimiz gibi hissettiren evin salonundaki dekoratif eşya, insanın kanını donduracak cinsten. Duvara asılmış makrame bir süs ve içinde iki tane el bombası. O tarafa doğru baktığımızı hissedince kurulan “ Yaaa onların içini sanırım, boşaltmış olmalıyım......” gibi kesinlik içermeyen bir cümle bile bizi tedirgin etmiyor, o mutlu psikoloji içindeyken. Hemen dönüp çocuklara “ Evet çocuklar bunlar gerçek bomba. Yaaani kesinlikle bombayı ellemiyoruz.” şeklinde tembihimizi de yapınca içimiz acayip rahat ediyor. Evet, bomba ile de pek kolay kaynaştığımıza göre kendi evimizmiş gibi hissetmeye devam etmekte sakınca yok.

Duvarda bombaların hemen yanında manifesto mu demeli, düstur mu bilmiyorum, asılı birkaç pano daha var. Ama hemen üstlerinde bu panolarla eğreti bir kaynaşmışlıkla duran Nazım Hikmet Ran imzalı ama Aşık Veysel’in saz çalan bir fotoğrafı ile tamamlanmış öbür çerçeve üzerine şaşkınlığımız birkaç kat artıyor. Karşı duvarda asılı panodaki boğa burcu özelliklerini oğlumun zoru ile kendimle karşılaştırdığımda ise; kendimin bir öz boğa burcu olmadığıma ya da olsa olsa bu burcun yüz karası olduğuma karar veriyorum.

O gün Amasra’da Türkân ve Kadir’in film çekimleri sırasında kaldıkları otelin önündeki koyda denizin içinde uzanıp gökyüzünü seyrediyorum. Bir akşam, bu gökte yakalayacağım yıldızları seyretmeye kararlıyım. Bunun nasıl olacağının hayalini kuruyorum. Şu anda elimde sadece bu hayali görüntüler var, çünkü bunu yapacak bir ortam olamıyor sonradan maalesef. Ama olsun hayallerimiz de bizim hayatımız değil midir?

Ertesi gün Bozköy’e gitmeye karar veriyoruz. Yol yine muhteşem. Doğa burada çok cömert. Neyi varsa size sunmuş gibi. Manzara nerede biraz daha güzelleşse İmran, arabayı durdurup bir iki dakika seyretmemizi sağlıyor. Bu kendiliğinden incelik, manzaranın kendisi kadar etkiliyor beni. Bozköy’de dalgalar var. Onların içinde danset, ritmine bırak kendini. O, zaten kendi içinde insanın sabit kalmasını mümkünsüz kılmaya karar vermiş bir kere.

Şu Çakraz’ ı da görelim mi? Görelim. İyi gördük; on dakika yeter. Çok kalabalık. Sarmıyor. Sözde bu akşam için dolaşma plânı yapmıştık, hani ben yıldızları seyredecektim, kendime söz vermiştim. Öyle yapmıyoruz. Yemeğimizi bitirince, biraz da içip mayışıyoruz. Bu arada nereden çıktıysa ozmoz üzerine bir tartışmadır gidiyor aramızda. Buradan çıkan hesaba göre ise; denizde çok kalırsak ölmemiz işten bile değil. Nasıl demişti Nazım dizelerinde: “Deniz olunmalı oğlum” Kıssadan hisse; deniz değilsen de, içinde çok durmayacaksın.

O gece ve ertesi gün gök delinmiş resmen. İyi ya işte, o deli yağmurunu görmeden Karadeniz’i gördüm diyebilir mi insan... Yavaş yavaş dönüş için yola çıkma vakti. Yol için köfteleri de hazırladık; yani hazırız. Sahilden gideceğiz. Aklımda Zonguldak-Armutcuk var. Orayı tekrar görmeden geçemem. Bizimkiler, bir an önce İstanbul’a varma derdinde, pek niyetli değiller gibi yolda bir yerlere sapmaya. Bense uğramıyoruz derlerse arabadan Zonguldak’ta mı ineyim, Ereğli’ de mi acaba.. diye plân yapıyorum içimden. Kararlıyım, tek de olsam, Armutcuk’a kesin gideceğim.

benzinci var mı bu yolda...

Yol Bartın çayı ile başladı ki; mükemmel bir yer. İmran rastladığımız bir adama “Benzinci var mı bu yolda? ” diye soruyor. Adam pek bir keyif alıyor bu sorudan. Hafif açık olan göbeğini ahenkle şöyle bir hoplatarak “ ehee ” diye biraz bilmiş, biraz gülmesini tutan bir ifade ile “var ” diyor. Cevabın tınısı bizi çok eğlendiriyor. Ve onu bû denli keyiflendiren şeyi merak ediyoruz hâliyle. Biraz sonra anlıyoruz ki; adım başı benzinci kaynıyormuş buralar. Yani bu diyalog Türkiye’de bir tek bu coğrafyada bu kadar anlamlı ve esprili olabilirdi. Koca haritada bu noktayı eliyle koymuş gibi bularak, yerinde ve zamanında sorulan bu sorudan dolayı İmran’ı tebrik etmemek mümkün değil.

Biraz sonra sözü edilen benzincilerden birisinde durduğumuzda arkadaki doğal hayvanat bahçesi gezinin sürprizlerinden doğrusu. Orada tavuğun üstüne binmiş horoz görüntüsü karşısında şaşıran çocukları da “ korkmayın çocuklar, hayvanlar seks yapıyor. şeklinde
bilgilendirme fırsatı buluyoruz, göstermeli. Benzinci, sayıları kırktan on beşe düşen köpekleri için üzülüyor; her birisine ayrı kulübe yapmış; kimi domuz avlamak için, kimi çulluk. Benzinci deyip geçmeyin; adam ava meraklı aslında, tekneyi hazırlamış balığa çıkacak ama yağmurdan muzdarip. Ne diyelim, boş zamanlarında hobi olarak benzincilik yapıyor.

Zonguldak’a on km kala bir başka sürpriz; hiç duymadığımız bir mağaranın varlığı: “ Gökgöl Mağarası ”. Hazırlanma çalışmaları altı yıl sürmüş. İçinde sekiz yüz yetmiş beş metre yürüyoruz. Yolun ötesinde henüz açılmamış olan iki buçuk kilometre daha varmış öğrendiğimize göre. İnanılmaz bir yer. Ve ürkütücü. Buz gibi de soğuk. İçerde yol aldıkça yaklaşan su sesini başka mağaralardan da biliriz, ama karşımıza dere çıkmaz hiçbirinde. Bunda çıkıyor. Derenin ve her biri bir heykel heybetinde duran sarkıtların arasında ilerlerken olabilecek bir deprem ihtimali insanı şöyle bir ürpertmiyor dersem yalan olur.

Evet; Zonguldak’ı da geçtik. Kozludan sonra bir dere kenarında önceden hazırladığımız köfteleri de mangal yapıp mideye nakledince artık açıklıyorum.

- Ben Armutcuk’a gitmek istiyorum. Orayı yeniden görmek ve sevdiklerimle de paylaşmak istiyorum.

Kesin söylem ne kadar da etkili bir şeymiş, kaç saattir nasıl söyleyeceğim diye boşa kramp çekiyormuşum. Kıvrımların içinde Armutcuk’a doğru yaklaşırken heyecandan ölüyorum. Bizimkilere oradaki madeni dıştan da olsa göstereceğim. Oraları önceden biliyor olmanın edası ile anlatıp duruyorum. İlk olarak evvelce kaldığım yer olan TTK (Türkiye Taş Kömürleri) misafirhanesine doğru tırmanıyoruz. Kısacık bir selamlaşma, çay içecek bile vakit yok. Ertesi gün işbaşı yapacaklar var aramızda. Yol uzun daha. Ayrıca deniz kenarına da ineceğiz. Misafirhaneden telefon ediliyor anında aşağıya, müdür beyin misafirleri oluyoruz biz de böylelikle; torpilimiz büyük yerden. Beş yüz metreyi vagonla ineceğiz deniz kenarına ulaşmak için. Ben önceki gelmemden biliyorum ama bizimkilere göstereceğim için heyecanlıyım. Aşağıda köpüren dalgaları seyrederken bir yandan yeşilin koynunda yol alıyoruz; insanın adrenalinini yükselten bu ortamın bir parçası olmanın keyfine vara vara.

Kömür ocaklarının havalandırmalarını buradan yaptıklarını anlatıyor bize görevli işçiler. Ondokuz sene önce kâğıt üstünde yıkılmış görünen kırık dökük binanın içinde nasıl çalıştıklarından, ama buradan yıldızları ve dalgaları seyrederek akşamüstleri içtikleri çaydan da söz ederek bizi de davet ediyorlar. Tam da akşamüstü saatindeyiz o anlarda ama bir an önce yola çıkmak için sabırsızlananları düşününce bu ince davete hayır diyoruz. Ben en çok burada içemediğim çaya yanacağımı biliyorum ileriki tarihlerde. Ama buraya tekrar gelebildiğim için öyle mutluyum ki, yapamadıklarıma üzülmemeliyim.

İçimde ukte kalacak o çay Akçakoca’ya kısmet olacak gibi görünüyor. Akçakoca ise yığın yığın insan. Orada bir çay bahçesinde kabaran dalgalara tepeden bakarak (konumsal olarak tabii) çayımızı içerken İstanbul’dan gelen telefonlarla şimdiden varlığını gösteren sorunları konuşmadan edemiyoruz. Artık yolun yorgunluk verecek bölümü başladığına göre “katlanmak gerek” düşüncelerini devreye sokma zamanı.

Gece yarısı İstanbul. İşte yine biz. Ve nerde kalmıştı burada hayat?

Aynur Uluç
Temmuz 2003

Laminart Dekorasyon, Kültür ve Sanat Dergisi
Ekim -Kasım 2004

Aynur Uluç
Kayıt Tarihi : 23.4.2006 18:15:00
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Ramazan Topoğlu
    Ramazan Topoğlu

    Geziye çıkacak olmanın heyecanı ne güzel.
    Devin ve Altar isimleri de öyle.
    Vitrini sarı sarı ışıyan dükkan önlerinde değil de, bir semerci ustasının yanında gözlemde bulunmak da öyle.

    En asil iki hayvan at ve kuş. Masallara da çok yakışır, her yerde de.

    Türkan Şoray efsane. Kadir İnanır o az bulunur dikkat çeken müthiş fiziğinin kolaycığında ortalarda dolaşarak bile yetiyor. Ayşegül Aldinç'in bir yazısında değindiği gibi çoğu zaman karşıya dışkıya bakar gibi bakıyor. Amasra iki kişi olarak gidilmek için hedeflenip gidilemediği için büyük bir yaradır içimde.

    Bir bayanın 'Nazım Hikmet Ran imzalı ama Aşık Veysel’in saz çalan bir fotoğrafı ile tamamlanmış öbür çerçeve üzerine' şaşkınlığı gözlerine ışık katar. Koyda denizin içine uzanıp gökyüzüne bakmak da. Yeşille mavi öpüşürken ortasında kalmak yer çekiminin gücünü yokedip kanat takar insana. Yıldız izlemek için insanın kendisine söz vermesi ruhu ikilileştirir herhalde.

    Hafif açık olan göbeğini ahenkle hoplatan bir adama raslamak bir yerlerde... .yıldızları ve dalgaları seyrederek akşamları içtikleri çaydan bahsedip sizi de davet edenler...

    Işık günü terkedip giderken bu gezi yazısı bana çok iyi geldi.

    Takdir edilesi bir gözlem, gözlemlenenlerden mutlanma ve abartısız harika bir anlatım.

    Paylaştırıldığı için teşekkürler Sn. Uluç.

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Aynur Uluç