BAYRAMLAR BAYRAM OLA, GÖNÜL HUZURLA DOLA!
M. NİHAT MALKOÇ
Rabbimiz oruç ibadetini lâyıkıyla ifa ettiğimiz için bizi bayramla ödüllendiriyor.
Zaman boşluğunda akıp giden zerreler misaliyiz. Tutunacak bir dalımız da yok bu akışta. Bir koşturmacadır sürüp gidiyor. Nice hakikatleri ıskalayarak gerçeklerden uzak yaşayıp gidiyoruz. Günler günleri, geceler geceleri kovalayıp duruyor peşi sıra. Ne çabuk geçti bir aylık ramazan günleri? Şimdi elveda ya şehr-i ramazan demenin burukluğunu yaşıyoruz. Rahmet ve bağışlanma ayı olan ramazanı geride bıraktığımız için üzülsek de Hakk’a karşı kulluk vazifemizi yerine getirdiğimiz için seviniyoruz. Hüzünle sevinç arasında farklı duygular yaşıyoruz bugünlerde. Rabbimiz oruç ibadetini ifa ettiğimiz için bizi bayramla ödüllendiriyor. Ömrü olanlar için nice ramazanlar gelip geçecektir zaman içerisinde. Fakat gelecek seneki ramazanda ve bayramda bir kısım insanlar ömür sermayesini tamamlayacakları için aramızda ol(a)mayacaklar. Onlar hoş bir seda bırakacaklar geride. Zaman değirmeni bir gün, onlar gibi bizleri de çarklarında un ufak edip öğütecektir. Ahiret saadeti için hayata bu nazarla bakmalı ve kulluk vazifelerimizi ona göre yeniden tanzim etmeliyiz. Altın kâsede bizlere sunulan vakti hayırlı eylemlerimizle sevaba döndürmeliyiz.
Müstesna zaman dilimleri olan bayramlar hayatımızın gülen yüzüdür.
Bir aylık ramazan orucunu gönül huzuru içerisinde tutup ramazana ‘Elveda’ dedik. Geride kaldı yaşadığımız. Fakat bu sayılı günlerin tadına doyamadık. Ramazanı çok özleyeceğiz. Şimdiden on bir ay geriye doğru saymaya başladık bile. Ramazan nasıl hızlı geçtiyse önümüzdeki on bir ay da öyle hızlı geçecek ve ömrü olanlar yeni ramazanlara ‘Merhaba’ diyecektir. Bu akış, ömrün nihayetine dek öylece sürüp gidecektir.
Bayramlar hayatımızın gülen yüzüdür. Bayramlar gönül sürurumuzdur. Fakat son yıllarda her şey gibi bayramlarımızı da yozlaştırdılar. Artık bayram demek tatil demek! İnsanlar bayram gelince (tatil birleştirilip uzatılmışsa) kendilerini tatil beldelerine atıyorlar. Yaşlıları ziyaret etmek, hâl hatır sormak, ellerini öpmek çok eskilerde kaldı. Bayramlar buluşmaların ve hasret gidermenin adresiyken şimdilerde tatil vesilesi oldu.
Geçen zaman birçok şeyi kökten değiştirdi. Nerede o eski sıla-i rahimler? Nerede o mezar ziyaretleri? Nerede o Kur’an okumalar. Ev ev dolaşıp bayramlaşmalar nerede? Şeker ve tatlı ikramları… Bayram namazına gitmenin o doyumsuz tadı ve heyecanı… Bunları doyasıya yaşayamıyoruz artık. Bayramlarımızın içini boşalttılar. Onların da ruhunu çaldılar. Gerçekçi olmak gerekirse bugün de böyle bir bayram yaşıyoruz. İçi boşaltılmış bir bayram…
Ramazan Bayramı'na "Şeker Bayramı" deyip onu itibarsızlaştırmayalım.
Müslümanların iki büyük dinî bayramından biri olan Ramazan Bayramı, İslâm dinine göre Hicrî Kamer yılının dokuzuncu ayı olan ramazan ayının ardından onuncu ay olan şevval ayının ilk üç günü boyunca kutlanan dinî bir bayramdır. Müminlerin manevî şölenidir.
Dinî bayramların vakti "kamerî takvim"e göre hesaplandığı için, bayramlar her yıl aynı tarihe rastlamaz. Her yıl onar günlük gerilemeyle gelen Ramazan ve Kurban Bayramları böylece değişik mevsimlerde kutlanabilmektedir. Bu da hayatımıza ayrı bir renk ve heyecan katar. Bir bakarsınız yazın ortasında, bir bakarsınız güz başında karşılar sizi bayramlar.
Gönüllerimizi hoş eden ve ruhumuzu tazeleyen Ramazan Bayramı'na halk arasında “Şeker Bayramı” da diyoruz. Çünkü bu bayramda herkes birbirine şeker ikram eder; tatlı yenilir, tatlı konuşulur. Bugüne özel akide şekerleri, güllaç tatlıları, demirhindi şerbetleri ve hamur işi poğaçalar, simitler hazırlanır. Biz yine de o güzelim ve kadim "Ramazan Bayramı" ifadesi dururken "Şeker Bayramı" demeyelim. Ramazanı itibarsızlaştırmayalım.
Ramazan Bayramı'na, o gün fıtır sadakası verilmesinden dolayı ‘Fıtır Bayramı’ adı da verilmektedir. Adı ne olursa olsun bu bayram Müslüman-Türk’ün en özel günlerinden biridir. Ümmet kavramının gerçek manada hayata geçirildiği kutlu zaman dilimidir.
Bayramlar dostluklara köprüdür. Kadim değerlerimizin başında gelen dinî bayramlar, birbirinden uzak düşmüş aile fertlerinin buluşup kaynaşması için güzel bir vesiledir. Bu müstesna günde tatlılar, şekerler, çikolatalar ikram edilir. Baklava en çok sevilen ve ikram edilen tatlılardandır. Ayrıca küs olanların bayram sebebiyle barışması da güzel bir gelenektir. Zira bir müminin mümin kardeşiyle üç günden fazla dargın kalması helâl değildir. Bayramlar dargınlıkların ortadan kalkmasına ve dostlukların kurulmasına zemin hazırlarlar.
Gazze'de aylardan beri acılar yaşanırken bayram etmek ne mümkün?
Zaman bir su misali mecrasında akıp gitti yine. Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Yepyeni ve taptaze coşku ve heyecanlarla dolu bir Ramazan Bayramı'nı milletçe idrak ediyoruz. Bu, bizim için bahtiyarlıkların en heyecan vericisi olsa gerek.
Fakat bu yıl, bayramı biraz daha buruk yaşıyoruz. Çünkü Müslüman toprakları kan ve gözyaşıyla sulanmış ne yazık ki. Müslümanların feryadı ve elemi bir türlü dinmiyor. Gazze'de aylardan beri doğrudan İsrail, dolaylı olarak da Amerikan zulmü yaşanıyor.
Bu zor şartlar altında olsa da bayramlar diğer günlere nazaran farklı bir atmosferi hayatımıza taşıyorlar. İçimizin kıpır kıpır olmasını sağlıyorlar. Gönül dünyamızı şenlendiriyorlar. Akrabalarımızı ve cümle dostlarımızı görüyoruz bu mânâda. Bayramlar olmasa sıla-ı rahim mevhumu lügatimizden silinecek maazallah. İyi ki bayramlar var.
Bayramlar merhamet duygularımızın inkişaf ettiği müstesna zaman dilimleridir. Bu mübarek günlerde cömertliğimiz tutar. Barış ve kardeşliğe vesiledir bayramlar. Dostlukların pekiştiği, sevinçlerin çoğaldığı, hayallerin gerçek olduğu, belki durgun, belki yorgun, yine de mutlu, yine de umutlu, sevgi dolu anların hayatımıza aksidir bu güzide ve müstesna günler.
Kâinatın yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun ki ramazan bereketiyle, bolluğuyla geldi, tüm insanlık için hayırlara vesile oldu. Gönüllerimizin pası silindi. Bir ay da olsa hayatımız düzene girdi. Cinayet ve kavgalar önceki zamanlara nazaran kat kat azaldı. İnsanlar hâl ve hareketlerinde vicdanının sesine kulak verdi. Büyük bir imtihanı hayırlısıyla geçtiler. Rabbimiz kullarının bu iyi hallerine karşılık onlara bayramı bahşetti.
Dinî bayramların yeri apayrıdır hayatımızda.
Hayatımızın en güzide zaman dilimidir bayramlar. Hem dinî hem de millî bayramlar diğer günlerden çok farklıdır şüphesiz. Fakat özellikle dinî bayramlarda bambaşka bir hava eser gönül coğrafyamızda. Adeta kanatlanır hissiyatımız. Gönül kuşu enginlerde yol alır.
Gönüllerin İslâm’la aydınlandığı ülkemizde bütün bayramlar bir başka kutlanır. Fakat dinî bayramların yeri apayrıdır hayatımızda. Onlara başka bir değer verir, başka bir gözle bakarız. Halkımız uzun asırlardan beri Ramazan ve Kurban bayramlarını benimsemiş ve sevmiştir. Gerçi millî bayramlar da milliyetçilik duygularımızın zirveye çıktığı zaman dilimleridir. Fakat bunlar dinî bayramlarımız kadar halk katında ön planda değildir.
Dinî ve millî bayramları milletçe kenetlenmeye vesile kılmalıyız. Dört tarafı şer güçlerle çevrili olan ülkemizin birlik ve beraberliğe her zaman çok ihtiyacı vardır.
Ramazan ve kurban bayramlarında herkeste bir telaş ve heyecan gözlenir. Çocuklar ve büyükler sabahın ilk ışıklarıyla yataklarından kalkarak bayram namazını kılmak üzere evden ayrılıp caminin yolunu tutarlar. Herkesin yüreği büyük bir sevgiyle ve heyecanla atar. Bayram sabahlarında hemen herkes erkenden kalkar sımsıcak yatağından. Büyükler bayram namazından döndüğünde bayramlaşma faslı başlar uzun süre. El öpenler bir yandan da bayram harçlığını indirirler ceplerine. Bunu bir karşılık değil, gönülden kopmuş bir hediye olarak düşünmeliyiz. Bu gelenek uzun yılların toplumsal birikiminin bugüne yansımasıdır.
Bayramlar sadece dirilerin değil, ölülerin de hatırlandığı, yâd edildiği müstesna zaman dilimleridir. Sabahleyin camilere koşan müminler bayram namazını huşu ve huzur içerisinde kıldıktan sonra birbirleriyle bayramlaşırlar. Yüreklerden yüreklere dostluk köprüleri kurulur. Bayramlaşmaya gelenlere tatlılar, şekerler, türlü taamlar ikram edilir. Ailece kahvaltı yapılır. Ölüler de unutulmaz. Dirilerden sonra ölüler ziyaret edilir. Mezarlıklar vefalı insanlarla dolup taşar. Kur’an’ın nidası uhrevî bir atmosfer oluşturur mezarlıklarda. Bazılarının gözünden hâlâ oluk oluk gözyaşları süzülür. Onlar şehit aileleridir. Ciğerpareleri olan evlâtları hain kurşunlara hedef olmuştur. Onlar hayatlarını vererek bu güzel toprakları bizlere kazandırmışlardır. Büyük şair Mehmet Akif’in deyimiyle onlara aguşunu açmış peygamber. Aileler hem hüzünlü hem de gururludur bu yüzden. Fakat yaralı yüreğe söz kâr etmez ki!...
Günümüzde bayram coşkusu eskiye nazaran giderek azalmaktadır.
Günümüzde bayram coşkusu eskiye nazaran maalesef yok denecek kadar az. İnsanlar hayatın acımasız çarklarında ezilip büzüldükleri için bayramların hazzını yeterince tadamıyorlar ne yazık ki. Çünkü değerler ve ihtiyaçlar çok değişti zamanımızda. Dün hiç de ihtiyaç olarak görülmeyenler, bugün ihtiyaç sayılıyor. İnsanların gelir düzeyleri arasında korkunç boyutlarda uçurumlar var. Dar gelirliler bayrama buruk giriyor her zamanki gibi. Zira yine elde avuçta yok bir şey. Anne ve babalar çocuklarına karşı mahcup ve boyunları bükük haldeler. Bu durumu vaktiyle kıymetli şair Abdurrahim Karakoç “Bayramlar Bayram Ola” adlı şiirinde ne kadar da güzel dile getirmişti: “Güneş yükselmeden kuşluk yerine/Bir adam camiden döndü evine/Oturdu sessizce yer minderine/Kızı ‘bayram’ dedi, yalınayaklı/ Adam ‘bayram’ dedi tam ağlamaklı//Eli öpüldükçe içi burkuldu/Konuşmak istedi dili tutuldu/Güç bela ağzından bir ‘of’ kurtuldu/Oğlu ‘bayram’ dedi sırtı yamalı/Adam ‘he ya’ dedi gözü kapalı//Düşündü kış yakın, evde odun yok/Tenekede yağ yok, çuvalda un yok/Yok yoka karışmış: tuz yok, sabun yok/Avrat ‘bayram’ dedi eğdi başını/Adam ‘evet’ dedi, sıktı dişini”
Bugün de yukarıdakinin benzeri hazin manzaralar yaşanmıyor mu ülkemizde sanıyorsunuz? Tok olan, aç insanın hâlinden ne anlar ki!... Bencillik almış başını gidiyor. Paylaşmak sözde kalmış. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir Nebi’nin ümmeti olmamıza rağmen bu anlayışın zerresi kalmamış bizde. Oysa bayramlar paylaşmanın ve dostluğun zirveye çıktığı müstesna günlerdir. Fakat bu anlayış mâzide kaldı anlaşılan. Oysa acılar paylaşıldıkça azalır, neşeler paylaşıldıkça artardı İslâm anlayışına göre.
Yüreklere sevgi ve barış tohumları ekmek için birer vesileydi yaşadığımız o güzide bayramlar. Kavga, kin ve nefrete set çekmek için bayramlar iyi bir fırsattı. İçimizi kıpır kıpır oynatan, dostluk, barış ve huzur eken bahçıvandı bayramlar. Hayatımızın öznesi olan çocuklar, gönüllerince eğlenirlerdi bu özel ve güzel günlerde. En çok da onlar yaşardı bayramları doyasıya. Ellerine tutuşturulan harçlıklarla bir kat daha artardı bayram neşeleri. Bunun için de iple çekerlerdi bu müstesna günleri. İçimizdeki heyecan ve şevk, hayatın her zerresine yansırdı bu emsalsiz günlerde. Sanki gökyüzü de gülümserdi bizimle beraber. Güneş daha bir arzuyla ısıtırdı maddenin soğuk ikliminde buzlanan uzak düşlerimizi.
Bayramlar zenginlerden çok, fakirlerin ve garibanların hakkıdır.
Bayramlar zenginlerden çok, fakirlerin ve garibanların hakkıdır. Zenginler için zaten diğer günler de bayram sevinciyle geçer. Çünkü onlar her gün dilediklerini yemekte, dilediklerini giymektedir. Ya garip gurebalar? Onlar ancak bayramlarda sevinebilmektedir.
Bayramlar ekseriyetle neşeli günlerdir. Fakat buna rağmen gizli bir hüzün var bayramlarda. Hele dostlarından uzaklarda bayram geçirenler için bu hüzün ikiye, üçe katlanır. Kaybettiklerimiz geçer gözlerimizin önünden. Boş kalan koltuklar acımızı katmerleştirir. Gözlerimiz birilerini arar da beyhude yorulur. Ufuklarda bir gölge arar dalıp giden ıslak gözlerimiz. Ufuklar da ketum davranır, saçıp dökmez sırlarını. Giden gitmiştir ardına bakma fırsatı bile bulamadan. Şimdi çok uzaklarda Kerem’e dönüşür ayrılığın çarklarında ezilen yürekler. Âh ne zordur gurbette bayramlar… Sahi dünya da bir gurbet değil mi ya! Sözlerimi Alvarlı Muhammed Lütfi Efe Hazretleri’nin bir dizesiyle sürdürmek istiyorum: “Mevlâ bizi affede / Bayram o bayram olur / Cürm-ü hatalar gide / Gör ne güzel ıyd olur...”
Yoksullar, kimsesizler ve yaşlılar gözetilirdi geçmişteki doyumsuz bayramlarda. Bayram kavramı ilk onları akla getirirdi. Fakat bugün bayramlar da bireyselleşti her şey gibi. Bayramları da sadece içimizde yaşıyor ve yaşatıyoruz. Paylaşmanın olmadığı yerde bayramlar ne kadar bayram olabilir ki? Hangimiz bu mübarek günlerde, gözü kan yaş dolan bir garibin gözyaşını sildik; kimsesizin derdine derman olduk, yalnızlığını paylaştık. Bu gibi dinî, ahlâkî ve sosyal hassasiyetler çoktan unutuldu. Neden ama neden? İnsanlıktan mı uzaklaştık ne?
‘Nerede o eski bayramlar?’ diye söze başlarız hep. Bu nostalji fırtınası dinecek gibi değil. Resulullah Efendimiz: “İki günü aynı olan zarardadır.” demişti. Bizim iki günümüz aynı değil, aksine her günümüz aynı. Çelişkiler yumağı içerisinde bir önceki günümüz, bir sonrakiyle benzeşiyor. İflasa sürükleniyoruz farkında olmadan. Manevî kayıplarımız artıyor. Her doğan gün zarar bizim için. Bu, maddî iflastan daha beter. Her geçen gün çamura saplanıyoruz. Geçen her dakika, bizi bizden koparıyor. Aynadaki suretimize yabancılaşıyoruz.
Ne güzeldi o eski bayramlarımız. Bu güzelliği anlatmaya kelimeler kâfi değildi. Eş dost, akraba ve mezar ziyaretleri bayramların ayrılmaz bir parçasıydı. Fakat günümüzde bayramlar tatil için birer fırsat olarak görülüyor. Tatilciler kazanıyor, insanlık kaybediyor.
Eskiden bayramlara günler öncesinden hazırlanılırdı.
Eskiden bayramlara günler öncesinden hazırlanılırdı. Nur yüzlü nineler, tatlılar için hamur açardı. Dedeler torunlarına bayramlıklar alırdı. Oysa günümüzde dedeler ve nineler huzurevlerine, Darülaceze’ye yollandı. Evlerde ne dede kaldı ne de nine. Geniş aileden çekirdek aileye dönüş gerçekleşti. Artık elini öpüp hayır duasını alacağımız yaşlı ninelerimiz ve kalbindeki nur, sakalına yansımış dedelerimiz yok hanelerimizde. Onları bayramlarda ya hatırlamıyoruz ya da huzurevlerinde, adet yerini bulsun diye göstermelik ziyaret ediyoruz.
Bayramlarda gidip gelmeler sıkça yaşanırdı eskiden. Buluşma zamanlarıydı. Artık telefonla kutluyoruz eş dost bayramlarını. Hatta kısa bir mesajla geçiştiriyoruz işi. Oysa bir dostunuzun boynuna sarılmak, onu öpüp koklamak ve onunla dertleşmek neye değmez ki?
Bayramlar bayram ola, gönül huzur ve neşeyle dola! Gelin bayramlarımıza eski heyecanını ve manasını iade edelim. Yiğit düştüğü yerden kalkar. Bayramlara bayram neşesi katalım. Komşularımızı, eş, dost ve akrabalarımızı ziyaret edelim. Büyüklerin ellerinden öpüp hayır dualarını alalım. Aramızdan ayrılan yakınlarımızı da unutmayalım; kabirlerine gidip Kur’an-ı Kerim okuyalım onlara. Zira hepimizin gideceği nihai durak değil midir kara toprak?
Lâfta kalmasın bayramlar… Bayramlara kaybolan ruhunu kazandıralım.
İnsanların en mutlu günleri olan bayramlar, edebiyatımıza da konu olmuştur.
İnsanların en mutlu günleri olan bayramlar edebiyatımıza da konu olmuştur. Birçok şairimiz bayram coşkusunu ve heyecanını şiirlerine yansıtmıştır. Edebiyatımızın en büyük isimlerinden biri olan şair Yahya Kemal Beyatlı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinde bayramın manevî cephesini o harikulâde üslûbuyla şöyle yansıtıyordu bizlere: “Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede /Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de /Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, /Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi /Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan, /Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan. /Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,/Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir./Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garip âlem bu!.. /Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu... /Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir; /O seferlerle açılmış nice yerlerdendir. /Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık /Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık; /Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, /Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya. /Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor, /Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.”
Biz Yahya Kemal’in bu şiirindeki asil hissiyatı maalesef tadamıyoruz bugün. Bayramlar bayram tadında geçmiyor ne yazık ki. Zaman pek çok şeyle birlikte bayram coşkumuzu da aldı yüreğimizden. Bayramlar eskisi gibi haz vermiyor inananlara. Çünkü dünyaya ve hayata bakışı değişti insanların. Maddiyat, maneviyata tercih edildi. İnsaf duyguları törpülendi. Böyle de olsa bayramları bayram gibi yaşamalı ve yaşatmalıyız. Biz yaşayamıyorsak bile bu ulvî hisleri geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza yaşatmalıyız.
Sevginin ve merhametin şiarı olan eski bayramları çok arıyoruz.
Geçmişe özlem duymak, insanoğlunun en büyük özeliklerinden biridir. Eski ramazanlara ne kadar özlem duyuyorsak eski bayramlara da o kadar özlem duyuyoruz. Geçen zaman bizleri iyice yozlaştırıyor. Eski bayramları çok arıyoruz. Eski dostlukları bugün bulamıyoruz. Günümüzde her şey paraya ve makama endekslenmiş. Makamlar büyüdükçe insanlar küçülmüş. Üstte olanlar düşmekten korkar olmuş, sırf bu korku yüzünden kendi olabilme onurunu göstermekten uzak kalmışlar. Duygularla vücut dilleri ahenkli değil.
Biz orta yaşlı insanlar o eski ramazanları ve bayramları görme ve yaşama imkânı bulduğumuz için onları bugünkü ramazan ve bayramlarla kıyaslayabiliyoruz. Bugünkü gençler onu bile yapmaktan mahrumdurlar. Onlara acımamak elde değil. Onlar tabir caizse sılada gurbeti yaşıyorlar. Ne kendileri ne de özendikleri olabiliyorlar. Bir çeşit araftalar.
Hayat şartları ne olursa olsun çocuklarımıza bayram neşesini tattıralım. Onları bayram sevincinden mahrum etmeyelim. Çok küçük de olsa onlara bayram hediyesi alalım. Böylelikle bayram, öteki zaman dilimlerinden daha ayrı ve ayrıcalıklı olsun. Bayram harçlığını da ihmal etmeyelim. Bazı şeyler verdikçe bereketlenir. Siz verin ki Allah da size versin Boşluk olmalı ki o boşluğun dolması söz konusu olsun. Mübarek Ramazan Bayramı'nızı içtenlikle kutluyor, İslâm âleminin uyanışına ve kurtuluşuna vesile olmasını yüce Allah’tan niyaz ediyorum.
SÖZDEN ÖZE BİR GÖNÜL SULTANI: SÜNBÜL SİNAN EFENDİ
M. NİHAT MALKOÇ
Konstantinopolis'ten İslâmbol'a, Suriçi'nden metropole...
Bugün "İstanbul" adıyla andığımız ve bağrımıza bastığımız Konstantinopolis, imparator Konstantin (Constantinus) tarafından milâdın dördüncü asrında kurulmuştur. O günden bugüne köprülerin altından ne sular akmış, nice insanlar bu kadim topraklarda yaşayıp göçmüştür. Her gelen İstanbul'da bir iz bırakarak sonsuzluk yolculuğuna çıkmıştır.
Sultan II. Mehmed'i "Fatih" yapan ve Peygamber Efendimizin övgüsüne mazhar kılan aziz İstanbul, dünyanın gıptayla baktığı mümtaz bir şehir olmuştur. O ki Bizans ve Osmanlı olmak üzere iki büyük imparatorluğa ve Latin devletine başkentlik yapmıştır. Avrupa, Asya ve Afrika’nın tarihinde önemli bir yere sahip olan bu kadim şehir, Doğu ve Batı dünyasının tam ortasında yer alması hasebiyle de büyük bir ehemmiyete sahiptir.
İstanbul'un fethinden bugüne (2025-1453) 572 sene geçmiştir. Konstantinopolis veya Doğu dünyasındaki ifadesiyle Konstantiniyye’nin Türkler tarafından 1453’te ele geçirilmesi, dünya tarihini yeniden şekillendirmiş (dizayn etmiş), Orta Çağ'ın kapanıp Yeni Çağ'ın açılmasına vesile olmuştur. Bu büyük (kutlu) hadisenin mimarlığı da gencecik yaşında fetih ümidiyle yatıp fetih rüyaları gören Osmanlı'nın 7. padişahı II. Mehmed'e nasip olmuştur.
Byzantium’dan Fatih’e Suriçi'nde bir deveran...
Dün olduğu gibi bugün de Suriçi denince İstanbul, İstanbul denince de Suriçi akla gelmektedir. Öyle ki İstanbul, bu tarihî yarımadayla adeta özdeşleşmiştir. Bugünkü modern görünümlü metropol İstanbul, Suriçi'nin çok uzaklarına kadar taşsa da, kadim İstanbul bu mahalde bütün haşmetiyle (ihtişamıyla) yaşamakta, gönüllerdeki yerini sağlamlaştırmaktadır.
Suriçi, İstanbul'un tarihî yarımadası olarak da bilinir. Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma tarihî sarayları, camileri, kiliseleri ve diğer önemli yapıları ihtiva eder. Önemli semtleri arasında Süleymaniye, Zeyrek, Cibali, Fener ve Balat bulunur.
İstanbul'u Osmanlı (dolayısıyla İslâm) topraklarına dahil eden Fatih Sultan Mehmed, Fetih'ten hemen sonra İstanbul’da çok kapsamlı imar, iskân ve kültür faaliyetlerine girişmiştir. Fethi takip eden günlerde İstanbul'da ilim faaliyetlerinin başlaması için bazı kiliseler zaman kaybedilmeden medreseye çevrilmiştir. Bununla beraber külliyeler yapılmıştır. Bu kapsamda harabe halindeki Havariyyun kilisesinin temelleri üzerinde 1463 yılında cami, Sekiz Sahn (Sahn-ı Seman) Medresesi, sekiz Tetimme Medresesi, Kütüphane, Tabhane ve İmaret, Darüşşifa, Darüttalim, Kervansaray ahırları, Fatih ve zevcesi Gülbahar Sultan Türbeleri vs. olmak üzere bir çok birimden oluşan Fatih Külliyesi'nin inşasına başlanmış, külliye 1471 senesinde hizmete açılmıştır. Bu külliyede eğitim faaliyetleri hemen başlatılmıştır.
İstanbul'un ilim ve irfan müesseselerinin merkezi konumundadır tarihî ve kadim Suriçi. İlim merkezlerinin başında gelen Fatih Medreselerinden yaklaşık bir asır sonra kurulan ve medrese teşkilatı açısından en yüksek seviyeyi temsil eden Süleymaniye Medreseleri yine bu mahalde inşa edilmiştir. 1550-1557 tarihleri arasında tamamlanan söz konusu külliyede cami, dört medrese, darülhadis, tıp medresesi, darüşşifa (bimarhane), darüzziyafe, tabhane, sıbyan mektebi, hamamlar ve türbeler bulunmaktadır. Bu kapsamlı külliyede dinî, hukukî ve edebî derslere ek olarak hendese ve riyaziye derslerine de yer verilmiştir.
"Bir mücevher gibi Sünbül Sinan'ın rûhu yanar..."
İstanbul'un ruhunu iliklerine kadar hissettiren aziz ve necip coğrafyanın adıdır Suriçi... Onun da ruh merkezi bence Koca Mustafa Paşa'dır. Koca Mustafa Paşa deyip de geçmemek gerek... Koca Mustafa Paşa demek Suriçi demek, Suriçi demek Fatih demek, Fatih demek İstanbul demek... Koca Mustafa Paşa demek Sünbül Sinan demek, Koca Mustafa Paşa demek Merkez Efendi demek... Koca Mustafa Paşa demek ilâhî aşk demek, maneviyat demek...
Kadim Türk şiirinin zirvesindeki şahsiyetlerden biri olan Yahya Kemal Beyatlı, "Kocamustâpaşa" adlı şiirinde bu semtteki hayatı ve manevi atmosferi öyle içten, öyle derin ve öyle içselleştirerek anlatıyor ki kelimeler kanatlanıyor sanki. Bu semtten bahsederken Sünbül Sinan'a ve onun mücevheri andıran ve yanan ruhuna göndermelerde bulunuyor: "Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakîr Istanbul!/Tâ fetihten beri mü'min, mütevekkil, yoksul,/Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada/Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü'yâda/Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyyetimiz/Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz/Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;/Yaşıyanlar değil Allâh'a gidenlerden uzak/Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı/Hisseden kimse hakîkat sanıyor hulyâyı/Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada,/O kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada,/Geçer insan bir adım atsa birinden birine,/Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine//Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor;/Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:/"Gitme! Kal!/Sen bu taraf halkına dost insansın;/Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın/Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,/Avutur gamlıyı, teskîn eder endîşeliyi;/Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,/Bir mücevher gibi Sünbül Sinan'ın rûhu yanar/Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,/Vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak!..."
Büyük bir içtenlikle ve özlemle tarihî Suriçi'ndeki Koca Mustafa Paşa semtini adeta kelimelerle resmeden Yahya Kemal'in dudaklarından sonunda şu mahzun mısralar dökülür: "Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan/Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;/Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;/Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük/Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,/Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı/Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda/Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!"
Halvetiyye tarikatından Sünbüliyye koluna Sünbül Sinan Efendi
Asıl adı Yusuf Sinan olan ve halk arasında "Sünbül Sinan" olarak bilinen kıymetli Hak ve hakikat dostu 1452'de Merzifon'da doğmuş, 1529'da da İstanbul'da vefat etmiştir. "Sünbül" lâkabı ona şeyhi Cemâl-i Halvetî tarafından verilmiştir. Diğer lakapları Zeynüddin ve Sinanüddin'dir. Babasının adı (Kayabeyoğlu) Ali'dir. Ailesi hakkında başka da bilgi yoktur. Hayatına dair bilinenlerin önemli bir kısmı, halifelerinden Yâkub Efendi’nin oğlu Şeyh Yûsuf Sinâneddin’in “Menâkıb-ı Şerîf ve Tarîkatnâme-i Pîrân” adlı eserinde babasından naklen verdiği bilgilere dayanmaktadır. Onun dışında söylenenler pek de güvenilir bilgiler değildir.
Sünbül Sinan ilk tahsilini memeleketi olan Merzifon'da yapmıştır. Daha sonra ilmin en büyük kapısı olan İstanbul'a gelerek medrese tahsiline başlamıştır. İlerleyen zaman içerisinde devrin tanınmış âlimlerinden Efdalzâde Hamîdüddin’in talebesi olmuştur. Medrese yıllarında tasavvufa pek sıcak bakmayan Sünbül Sinan, bir arkadaşının etkisiyle Halvetiyye tarikatının ana kollarından Cemâliyye’nin pîri Cemâl-i Halvetî’ye intisap ederek tasavvuf yoluna girmiştir. Üç yıl talebelik döneminden sonra icazet alarak irşat vazifesiyle Mısır'a gitmiştir.
Hocası, Halvetiyye tarikatının Cemâliyye kolunun kurucusu ve bu tarikatın İstanbul’daki ilk temsilcisi, âlim ve şair Cemâl-i Halvetî hac yolunda vefat edince Sünbül Sinan, hac dönüşü hocasının vasiyeti gereği İstanbul'a gelerek şeyhinin kızı Safiye Hatun'la evlenmiş, Koca Mustafa Paşa Dergâhı’nda postnişin (şeyh) olmuştur. 1494 yılından vefatına kadar (1529), kendi adıyla anılacak olan Koca Mustafa Paşa Dergâhı’nda 35 yıl irşad faaliyetini sürdürmüştür. Bunun yanında Ayasofya ve Fatih camilerinde vaazlar vermiştir. Yavuz Sultan Selim, yaptırdığı caminin açılış merasiminde vaaz etme görevini ona vermiştir.
İstanbul'un büyük velilerinden olan Sünbül Sinan, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman dönemlerini görme ve o dönemlerde irşat vazifesini yerine getirme bahtiyarlığını doyasıya yaşamıştır. Sünbül Efendi, Muharrem 936’da (Eylül 1529) vefat etmiştir. Cenaze namazını Fâtih Camii’nde Osmanlı devleti şeyhulislâmlarından Kemalpaşazâde (İbn-i Kemal) kıldırmıştır. Cenaze namazının akabinde İstanbul Suriçi Kocamustafapaşa’daki Kocamustafapaşa Dergâhı'nın haziresine defnedilmiştir. Şeyhin ölümüne zamanın önemli şairleri tarafından “Eyledi bostân-ı zühdün sünbülü me’vâya azm”; “Cânına Sünbül Sinân’ın Fâtiha”; “Üstâd-ı aşk.” ifadeleriyle tarihler düşürülmüştür.
Sünbül Sinan, şiirle de yakından ilgilenen bir söz ve gönül sultanıdır.
Sünbül Sinan birçok talebe yetiştirmiştir. Başta Merkez Efendi olmak üzere Yâkub Germiyânî, Cem Şah Efendi, Akşehirli Cemal Efendi, Maksud Dede, Kefeli Alâeddin Ali, Çavdarlı Şeyh Ahmed Dede onun halifeleri arasında sayılabilir. Sünbül Efendi'nin vefatından sonra yerine damadı Merkez Efendi postnişin olmuş, Sünbüliyye tarikatını yaygınlaştırmıştır.
Sünbül Sinan, sema ve devrana çok önem vermiş, bu özelliğinden dolayı devrin âlimleri tarafından şiddetli şekilde eleştirilmiştir. Yapılan bir va'zın, okunan âyetlerin veya söylenen ilâhîlerin etkisiyle duygulanan ve coşan bir sûfinin çoğu kez iradesi dışında yerinden fırlayıp dönmeye başlamasına devir, devran, deveran, sema ve benzeri isimler verilmektedir. Sünbül Sinan "Risâletü’t-taḥḳīḳiyye" adlı eserinde devranın kâfir oyununa benzetilmesine, ona raks denilmesine şiddetle karşı çıkmaktadır.
Şeyhliğinin yanında divan şairi de olan Sünbül Sinan'ın "Risâletü’t-tahkikiyye, Risâle Der Hakk-ı Zikr ü Devrâ, Risâletü eṭvâri’s-sebʿa, Tarîkatnâme, Risâle fî deverâni’s-sûfiyye" adlarında kıymetli eserleri mevcuttur. O, bu eserlerinde ve çoğu şiirlerinde tarikat adabını anlatmış, bu konularda yapılan eleştirilere ve hücumlara cevap(lar) vermiştir.
Sünbül Sinan Efendi sanatla ve onun çok mühim bir şubesi olan şiirle (Divan şiiri) ilgilenen bir kalem erbabıdır. Bu yüzdendir ki onun yolundan gidenler (müntesipleri) sanatla, musikiyle ve şiirle ilgilidir. “Gel ey sâlik diyem bir söz ki haktır” dizesiyle başlayan on beyitlik bir ilâhîsi bestelenmiş ve dergâhlardaki ayinlerde okunmuştur. İşte onun birkaç dizesi: "Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır/İşitir Hakkı şol kim hak-kulakdır/Hadîs-i Hak durur hak söz hakîkat/Egerçi söyleyen dildir dudakdır//Şular kim geçmedi cân u cihândan/Ne duydu ‘aşkı ne de duyacakdır/Sorarsa hânkâh-ı ‘aşkı zâhid/Makâm-ı ‘âlîdir ulu ocakdır//Münevver olamaz zühd ile zâhid/Anın yeri karanlık bir bucakdır/Kalanlar zühd ü takvâda mukarrer/Sefer ehli değildir o durakdır"..."Sarây-ı vahdet olmuşken makâmım/Bu kesret âlemin seyrâna geldim/Çü birdir Sümbülî ma'rûf ü ârif/İdüp da'â deme irfâna geldim"
İstanbul'un manevî mekânlarından Sünbül Sinan Efendi Türbesi
Köklü bir tarikat olan Halvetiyye tarikatının Sünbüliyye kolunun kurucusu olan Sünbül Sinan'ın İstanbul'daki türbesi dün olduğu gibi bugün de en çok ziyaret edilen türbelerden biridir. Sünbül Sinan Türbesi, İstanbul'un Fatih ilçesinde bulunan tarihî bir yapıdır. Hak ve hakikat dostları, bu büyük Allah dostunun türbesini görme iştiyakındadır.
Hak ve hakikat dostu Sünbül Sinan'ın türbesinin de yer aldığı Kocamustafapaşa, İstanbul'un Fatih ilçesi sınırlarında yer alan tarihî bir semttir. Burası adını Sadrazam Koca Mustafa Paşa’dan almıştır. II. Bayezid saltanatı sonunda ve I. Selim saltanatı başında 1511-1512 döneminde sadrazamlık yapan Osmanlı devlet adamlarından olan Koca Mustafa Paşa, Bizans döneminden kalan Ayios Andreas Manastırı Kilisesi’ni 1489 yılında camiye çevirmiştir. Fakat Koca Mustafa Paşa demek en çok da Sünbül Sinan demektir. Çünkü bu semtin Müslüman kimliği Sünbül Sinan'ın ve onun talebesi olan Merkez Efendi'nin eseridir.
Sünbül Sinan Türbesi bugünkü görünümünü Sultan II. Mahmud Han (1808-1839) zamanında yapılan onarım ve Serasker Mehmet Rıza Paşa'nın 1920 yılından önce yaptırdığı restorasyonla almıştır. İlk yapıldığı zaman sekizgen planlı olan türbe, bugün yuvarlak planlı ve üzeri kubbelidir. Türbenin güneyine yamuk planlı bir giriş bölümü eklenmiş, bu bölüme Sünbül Efendi ile Serasker Mehmet Rıza Paşa'nın mezarlarının bulunduğu bölümün kapıları açılmıştır. Ayrıca burada Hattat Ömer Efendi'nin mezarı ile bir de kuyu bulunmaktadır.
Osmanlı'nın yetiştirdiği gönül er(en)lerinden Sünbül Sinan Efendi, gönül göğümüzün parlak yıldızlarından biridir, yolumuzu aydınlatandır. O, hakikatin izini kendisine iz edinmiş bir alperendir. Rabbim izini iz etmeyi bizlere nasip ve müyesser eylesin. Ruhu şâd olsun.
100. SAYISINI GERİDE BIRAKAN BİZİM KÜLLİYE DERGİSİ
M. NİHAT MALKOÇ
Derin düşünürümüz Cemil Meriç'in deyimiyle "Hür tefekkürün kalesi" olan dergiler genelde aylık, bazıları iki, bazıları da üç aylık periyotlarda ziyaret ederler gönül hanelerimizi. Sayıları az olsa da altı aylık ve yıllık olarak çıkanları da yok değildir.
Bizlere yitiğimizi hatırlatan kültür, sanat ve edebiyat dergileri en önemli zenginliğimizdir. Bu dergiler şehirlerin bir çeşit alâmet-i farikalarıdır. İçerisinde dergi çıkan ve dergi kültürü üst düzeyde olan şehirler öteki şehirlere nazaran çok daha kıymetlidir. Zaman içerisinde derginin adıyla şehrin adı öyle bir özdeşleşir ki birini söyleyince öbürü akla gelir.
Bazı şehirler kültür, sanat ve edebiyat birikimleriyle hafızalara kazınmıştır. Taşra da bu şehirlerin başında Elazığ gelir. Buna Bursa, Kahramanmaraş, Erzurum, Konya, Sakarya, Antalya, Kayseri, Sivas, Şanlıurfa, Bilecik, Manisa, Mersin, Niğde, Tokat, Çorum, Denizli, Karaman, Eskişehir, Osmaniye, Gaziantep, ve Trabzon gibi şehirleri de eklemek mümkündür. Kadim kültürümüzün mirasçısı olan ve bu kıymetli mirası geleceğe taşımak gibi ulvi bir derdi olan bazı öncü şehirlerde bir kısım kültür, sanat ve edebiyat adamlarının üstün gayretleriyle, onca zorluklara katlanılarak, birbirinden güzel dergiler çıkarılmaktadır. Bu çerçevede Kayseri'de Erciyes, Çıngı, Küçük Dergi, Düşünen Şehir; Bursa'da Akatalpa, Bursa'da Zaman; Kahramanmaraş'ta Dolunay, Yitiksöz, Evvelahir, Mevsimler, Berducesi, Alkış, Yarpuz, Hece Taşları, Açıkkara, Ihlamur, Hamle, Ardıç, Edik, Çetem; Çorum'da Şehir Defteri; Trabzon'da Kıyı, Mortaka, T, Ruhun Gemisi,Yunus; Samsun'da Gergef, Yolcu; Niğde'de Akpınar; Antakya'da Güney'de Kültür; Manisa (Salihli)'da Bizim Ece; Mersin'de Maki; Tokat'ta Kümbet, Kümbet Altında; Osmaniye'de Güneysu; Antalya'da Nevzuhur; Karaman'da Yeni Vezin; Malatya'da (Darende merkezli) Somuncu Baba, Gümüşhane'de Şehrengiz dergisi hafızalarımızdaki yerini koruyor. Bunların bir kısmı hâlâ çıkmaktadır, bir kısmının maalesef başta ekonomik olmak üzere, çeşitli nedenlerle yayın hayatı son bulmuştur.
Dergiler bir çeşit kültür, sanat ve edebiyat tarlalarıdır. Bizleri bir millet hâline getiren, birlik ve bütünlüğümüzü sağlayan dilimizi; tabir caizse bu tarlalarda ekip biçeriz. Neticede farklı şekillerde ve farklı tatlarda birbirinden güzel söz ürünleri ortaya çıkar. Bunlardan zamana direnebilenler kalıcı olur, direnemeyenler de gözlerden ırak yerlerde kalarak unutulur.
Neresinden bakarsan çok meşakkatli bir iş olan dergicilik bir sevda işidir. Bu sevdaya müptelâ olmayanlar bu işe başlasalar da onu uzun vadede devam ettiremezler. Zira dergicilik çok büyük maddi ve manevi fedakârlıklar gerektirir. Dergi çıkarma işine soyunanın, her şeyden evvel çok sabırlı olması gerekir. Çünkü bu iş bir çırpıda netice alınacak bir iş değildir. Dergicilikte bir çiftçi misali tohumu atıp beklemeniz yetmez. Tohumu attığınız toprağı düzenli olarak sulayacaksınız. Bu da yetmez, çapalayacaksınız. Bu da yetmez, düzenli olarak ayrık otlarını temizleyeceksiniz. Bu da yetmez; soğuktan, tipiden, dondan, aşırı yağmurdan koruyacaksınız. Yoksa bütün emekleriniz bir don veya bir fırtına olayından sonra boşa gidebilir. Onun içindir ki taşrada bir dergiyi yerel imkânlarla yaşatmak her türlü övgüye lâyıktır. Taşrada dergi çıkarmak bir iddiadır. Bu iddiasını gerçekleştirenlere selâm olsun.
Dergicilik birkaç gönüllünün gayretleriyle ayakta kalan bir kültür-sanat alandır. Tahmin edersiniz ki bu zorlukların başında maddî (ekonomik) sıkıntılar gelmektedir. Son yıllarda kâğıt fiyatları ve kargo ücretleri akıl almaz şekilde artmıştır. Öyle ki fiyatlar dokunanın elini yakıyor. Bu bağlamda derginin kargo gönderme ücretinin bir derginin basım maliyetinden daha fazla olduğunu söylersek mesele daha iyi anlaşılır. Sakın abarttığımızı ve ironi yaptığımızı sanmayın. Kitap ve dergilerin kargo ücreti, almış başını gidiyor. Bu yüzden bir merak neticesinde dergiciliğe bulaşanlar bir daha da bu işe kolay kolay teşebbüs edemiyorlar. Bir sevda mesleği olan dergicilik de eski ihtişamlı günlerini mumla arıyor.
Gakkoşlar diyarı güzel Elâzığ'ımız henüz bozulmayan, kültürünü, sanatını ve edebiyatını muhafaza ve müdafaa edebilmiş ender şehirlerimizden biridir. Bu aziz ve güzide şehirde, 1999'da yayın hayatına başlayan, çeyrek asrı aşkın bir zamandan beri "Bizim Külliye" namıyla bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi çıkarılmaktadır.
"Bizim Külliye" dergisi geçen seneki "Haziran -Temmuz-Ağustos 2024" sayısıyla yüzüncü anıt sayısına erişmiş bulunmaktaydı. Bu, Elazığ gibi küçük sayılabilecek bir Anadolu şehri için çok büyük bir başarı ve gururdur. Dile kolay 100 (yazıyla yüz) sayı, hem de taşrada.
Bizim Külliye dergisi şahsen abone olmadığım halde uzun yıllar boyunca üç ayda bir düzenli olarak adresime gönderildi. Kimse para pul sormadı bize. Kültür hizmeti dediğin budur. Fakat bir yere kadar. Ta ki kâğıt ve kargo giderleri olağanüstü bir noktaya gelene kadar... Bu nedenledir ki dergi arşivim içinde Bizim Külliye'nin müstesna bir yeri vardır.
100. sayısını geride bırakan Bizim Külliye dergisi bütün zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen yayın yolculuğunu devam ettirmekte ısrarlı görünüyor, devam ettiriyor da. Zira derginin 100. anıt sayısından sonra 102. sayısı da okurlarıyla buluştu. Bizim Külliye'nin "Suç ve Ceza" kapak konulu 102. sayısına (son sayısına) baktığımızda künyesinde şu isimleri görürüz: Derginin sahibi İzzetpaşa Vakfı adına Prof. Dr. Necip İlhan'dır. Derginin Genel Yayın Yönetmenliğini uzun senelerden beri kıymetli şair ve yazar Nazım Payam yapmaktadır. Yazı İşleri Müdürü olarak da Mustafa Yalçın ismi görülüyor. Derginin Danışma Kurulu'nda Yavuz Bülent Bakiler, Yahya Akengin, Prof. Dr. Milay Köktürk, Prof. Dr. Levent Bayraktar, Prof. Dr. Ebru Burcu Yılmaz, Prof. Dr. Vefa Taşdelen, Doç. Dr. Birol Bulut, Dr. M. Naci Onur, Dr. A. Faruk Güler, Necati Kanter ve Ömer Kazazoğlu gibi birbirinden önemli isimler yer alıyor. Derginin şair ve yazarları zamanla değişse de, yaygın olarak eserleri yayınlanan şu isimleri görüyoruz: "Nazım Payam, Seval Koçoğlu, Ömer Kazazoğlu, Levent Bayraktar, Vefa Taşdelen, Mustafa Özçelik, Yusuf Dursun, Yahya Akengin, Muhammet Hüküm, H. Ömer Özden, Yaşar Bedri (Özdemir), Muhsin İlyas Subaşı, Hızır İrfan Önder, Rıfat Araz, Nurettin Durman, Davut Güner, İsmail Bingöl, Misli Baydoğan Teber, Şaban Sağlık, Osman Suroğlu, Taner Namlı, Rabia Dirican, Süleyman Daşdağ, Namık Açıkgöz, Mehmet Baş, Halistin Kukul, Kemal Batmaz, Muhammet Enes Kala, D. Mehmet Doğan, Yunus Emre Vural, Belkıs Altuniş Gürsoy, Mehmet Toygar Özdemir, Maksut Yiğitbaş, Gıyasettin Dağ... vb."
1999 senesinde Elâzığ'ımızda çıkmaya başlayan Bizim Külliye dergisi üç ayda bir hem basılı hem de dijital (PDF) olarak okurların istifadesine sunuluyor. Dergi her sayısında belli bir kapak konusunu enine boyuna irdeliyor. Bugüne kadar sinemadan tiyatroya, yenilikten gerçekliğe, mimariden düşe, vefadan vedaya, göçten deliliğe, medyadan hayvanata, fütüvvetten âhiliğe, Kıbrıs'tan Azerbaycan'a, hayattan ölüme kadar pek çok önemli konular kapak konusu olarak, birbirinden kıymetli kalemler tarafından işlenmiştir. Bunlardan bazılarını dikkatlerinize sunmak istiyorum: "Edebiyat ve Kimlik", "Edebiyat ve Hayvanat", "Medyadaki Edebiyat", "Edebiyat ve Toplum",, "Ömrünü Türkçemize Adamış Yabancılar", "Edebiyat ve Gerçeklik", "Edebiyatçı Kadınlarımız", "Edebiyat ve Medeniyet", "Azerbaycan Edebiyatı", "Sinema ve Edebiyat", "Yazı ve Yazarlık", "Ölüm ve Edebiyat", "Edebiyat ve Yenilik", "Edebiyat ve Mimarî", "Kuzey Kıbrıs Türk Edebiyatı", "Edebiyat ve Düş", "Edebiyatımızda Hikâye", "Edebiyat ve Kahraman", "Mehmet Akif Ersoy ve İstiklâl Marşımız", "Saklı Taraflarıyla Edebiyatçılarımız ve Edebiyatımız", "Edebiyatta Göç", "Edebiyatta Ben ve Biz", "Edebiyatta Delilik", "Edebiyatımızda Veda ve Vefa", "Edebiyatımız ve Cumhuriyetimiz", "Sanatla Münasebetimiz", "Edebiyat Mahfilleri", "Edebiyatımızda Hayat ve Ölüm", "Fütüvvet ve Âhilik", "Edebiyatımızda İyilik ve Kötülük."
Dergicilikte esas olan devamlılıktır. Nice dergiler vardır ki birkaç sayı yayımlandıktan sonra çeşitli nedenlerle bir daha okurlarıyla buluşamamış, bir anda ortadan kaybolmuşlardır. O yüzden "Bizim Külliye" dergisinin hiç ara vermeden koskoca 25 seneyi büyük başarılarla ve yüz sayılık kıymetli arşiviyle geride bırakması her halükârda takdire ve tebrike şayandır. Bizim Külliye dergisinin yüzlü sayıları görüp bugünlere ulaşmasını sağlayan dergi yönetimine, onları destekleyen İzzetpaşa Vakfı'na, şair ve yazarlara hassaten teşekkür ediyorum. Bizim Külliye dergisi de onun yaşatanlar da hep yaşasın. Nice güzel sayılara...
ÜSTAD ARİF EREN'DEN "ÂRİFANE SÖZLER VE SEÇİLMİŞ BEYİTLER"
M. NİHAT MALKOÇ
Günümüz yaşayan şairlerinin en önemlilerinden biridir üstad Arif Eren. O, bugüne kadar Türk şiirine birbirinden güzel yüzlerce şiir armağan etmiştir. 20 Kasım 1938'de Kahramanmaraş'ta doğan Arif Eren, ilk ve ortaokulu Maraş'ta okumuştur. İlköğretmen Okulu ve Erzurum Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitirdikten sonra Karaman Lisesi, Bursa Kız Öğretmen Lisesi, Bursa Anadolu Lisesi, Kahramanmaraş Kız Meslek Lisesi, Ticaret Lisesi ve Eğitim Enstitüsünde Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yapmıştır. 1993'te emekli olmuştur. "Bu Kent Sende Kalsın(1965), Yurt Tesbihi(1975), Hayatı Huzura Ayarlamak (1985), Görkemli Denge (1996), Zaman Yerinde Durmaz (2006), Ses İpine Asılan Sözler-Seçilmiş Şiirler (2019), Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" onun kıymetli eserleridir.
İlk şiiri Çağrı dergisinde yayımlanan Arif Eren'in şiirleri bugüne kadar "Hisar, Varlık Yıllığı, Türk Edebiyatı, Milli Kültür, Dolunay, Defne, Ilgaz, Elif, Toprak, Tepe Edebiyatı, Seviye, Kültür ve İnsan, Doğuş Edebiyat, Harman, Yeni Edebiyat Yaprağı, Çınar, Genç, Kardelen, Alkış, Güneysu, Kırağı, Mevsimler" adlı fikir ve sanat dergilerinde yayımlanmıştır. Dergi deyince kendisi tarafından 30 sayı yayımlanan Mevsimler dergisini unutmamak gerekir.
Şairler otağı (veya yatağı) diyebileceğimiz Kahramanmaraş'ımızın yüz akı şairlerinden biri olan Arif Eren, şairliğinin yanında bilge bir insandır. Onun birbirinden güzel vecizeleri (özdeyişleri) mevcuttur. O, bir anlamda "Tiryaki Sözler" adlı çok kıymetli bir kitabı bizlere hediye eden merhum şair Cenap Şahabettin'in günümüzdeki uzantısıdır. Şahabettin'in "Tiryaki Sözleri"ni çoğumuz biliriz de Arif Eren'in "Ârifane Sözler"ini çoğumuz bilmeyiz. Aslında bu bir eksikliktir. Anlam bakımından bu kadar yoğun ve derin olan bu sözler kenarda köşede kalmamalıdır. Sağlaması yapılmış (tecrübe edilmiş) bu sözler kulaklarımıza küpe olmalıdır.
"Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" Öncü Kitap tarafından kitap halinde okurların istifadesine sunulmuştur. 112 sayfadan meydana gelen bu kıymetli kitap adından da anlaşılacağı üzere iki bölümden meydana geliyor. Kitabın ilk bölümü "Ârifane Sözler" adını taşıyor. Kitapta sekiz sayfada 141 tane Arif Eren imzalı vecizeye yer veriliyor. İkinci bölüm ise "Seçilmiş Beyitler" adını taşıyor. Bu bölümde alfabetik sıraya göre (A'dan Z'ye kadar) sıralanmış onlarca özlü ve yoğun beyit okuyucuların ilgisine ve istifadesine sunulmuştur. Yine aynı kitapta 78 sayfada 400'ün üzerinde seçme beyit yer alıyor. Yoğurt var, süzme yoğurt var. Teşbihte hata olmaz, bu beyitler süzme yoğurt kabilinden, yani özün özü...
"Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" kitabı Arif Eren'in Ön Söz"üyle başlıyor. Eren, Ön Söz'ünde "Anahtar bir kapıyı, güzel söz her kapıyı açar. Açılan kapılar insanın yaşamını düzenler. Pişmanlıklar, keşkeler ve bizi üzen hüsran hep sözle olur. Bu bakımdan aklın vize vermediği hiçbir söz dil gümrüğünden geçmemelidir. İnsan diliyle dost olup onun düşmanlığından kurtulmalıdır. Birçok insan bunun farkında olmadan yaşar. Yerli yersiz konuşur. Bu tür konuşmalar hoş karşılanmaz. Dil kendi haline bırakılırsa aklın kontrolünden çıkar, telâfisi mümkün olmayan sonuçların suçlusu olur. Küskünlükler, kavgalar, hatta ölümler bile kötü söz yüzünden gerçekleşir. Bilmeliyiz ki yürek sevgiyle, dil sözle güzelleşir. Şiir meclislerinde, sanat toplantılarında ve aile arasındaki sohbetlerde yeri geldikçe okunan bir beyit ya da bir mısra konuşmayı daha çekici hale getirir. 'Ârifane Sözler' bölümüne seçtiğim beyitlerimi de ekleyince 'Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler' adlı bu kitap gerçekleşti. Kitabın, şairlerin beğenisini kazanacağına genç şairlere yol göstereceğine ve sanat sevenler tarafından zevkle okunacağına inanıyorum. " sözlerine yer veriyor.
Günümüz şiirinin iftihar kaynaklarından biri olan şair Arif Eren Türkçeyi bir kuyumcu titizliğiyle ve anlam yoğunluğuyla işleyerek ona hizmet etmiştir. Onun derin anlamlar içeren birbirinden güzel vecizeleri bunun canlı şahitleri gibidir. Bu vecizelere örnekler vermek istiyorum: "Şiir, ses ipine söz asmak sanatıdır. Şair, ses ipine söz asan sanatçıdır. Şiirin konuştuğu yerde nesir susar. Kitap aynadan daha vefalıdır, her yaşta insanı güzel gösterir. Karar vermekte geç kalma, zaman yerinde durmaz. Dil kendi hâline bırakılırsa aklın kontrolünden çıkar. Şahsiyet saygın yaşamanın bir simgesidir, rozet gibi her yakaya takılmaz. Şahsiyet namuslu insanın şeref madalyasıdır. Erkeğin gücü kadına korku değil güven vermelidir. Kadına şiddet hayvanî bir duygunun belirtisidir. Mutlu evin penceresi sokağa küsmez. Kısmet neredeyse ayaklar oraya götürür. Gideceği yeri bilmeyen, geldiği yeri bulamaz. Yükseklerde makam arama, tapulu yerin mezarındır. Temeli yalan olan konuşma, küçük bir sallantıda yıkılır. Dalkavukluk bir şahsiyet hastalığıdır. Vicdan kirlenirse dil arsızlaşır. Sabah namazı ibadet kapısının anahtarıdır. Ayna bir ömür boyu güzelliği saklayamaz. Hayat güzelliğini yitirmesin diye ölüm bir sır olarak kaldı. Oruç yürekte açan sabır çiçeğidir. Öğretmenin eskitemez öğrettiklerini zaman, silemez imzasını hiçbir silgi. Öğretmen gönlü ve kafası birer gergef yüreklere sevgi, beyinlere ışık dokur. İnsanları ayırsalar da seven gönüller aynı yerdedir. Aşkın şifresi unutuldu mu gözler gözlerde, yürek yürekte kilitli kalır. Göz bahçesinin söz salıncağında fazla sallanılmaz. Sevmeyen yüreklere ayrılık dikeni batmaz. İlkbahar terazisi renk ve koku ile dengelenir. Dikenin ele batması gülü kıskandığı içindir. Umut can evinde açan mutluluk çiçeğidir, onu soldurmayın. Yürümeyi sabır yolunda öğrenenin ahlâkı güzel olur. Yanlış yolda yürüyen, gideceği adreste huzur bulamaz. Bir insana hak etmediği değeri verirsen, o ölçüde değerini yitirirsin. İnsan farkında olmadan konuştuğu sözlerle kendini anlatır. Sanatın dokunulmazlığını hiçbir güç kaldıramaz."
Bugüne kadar Türk edebiyatına yüzlerce şiir kazandıran Arif Eren, üslûp sahibi bir şairimizdir. Onun şiirleri başka şairlerinin şiirlerine benzemez. Bu yönüyle özgün bir şairdir. Onun şiirleri zamanın hoyrat ellerinden kurtularak zamanımıza kadar gelerek rüştünü ispatlamıştır. İlk bakışta kolay gibi görünen mısraları, hakikatte söylenmesi zor ifadelerdir. "Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" kitabında bu düşüncemizi örneklendiren yüzlerce mısra mevcuttur. Bunlardan bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum: "Açılmış bir beyaz nilüferdir içi/Gözlerinin berrak sularında", "Adresi hangi dönülmez yerde/Yoluna mıhlanıp kaldı gözlerim", "Anıları yansıtan bir aynadır zaman/Ay yüzerken ırmakta", "Aldığı nefes, attığı adım sonrası/Ne olacağını bilemez insan", "Anahtarı kayıp kapılar gibi/Bilinmez ne zaman açılır yollar", "Arkasından özlem duyulan günler/Kuşlar gibi uçtu uzak yerlere", "Arkalarında iyi izler bırakarak/Dualarla bu dünyadan gittiler", "Aşk vatan ve din farkı gözetmemiş/Kerem'le Aslı'yı sevda kül etmiş", "Akan sular söndüremezdi/Kalbinde yansaydı aşk ateşi", "Bakmayın şiirde söylenenlere/Mısralara sığmıyor mutluluk", "Bilemezsin ömür takviminin yaprağında/Neler yazılı bugün", "Boş yere yük etme/Söküp at sevgisiz kalbi", Biliyorum bu kentten giderken/Gölgem bile yanımda olmayacak", "Bir salıncakta geçmiş zaman sallanır/Vefalı günler mevsim mevsim hatırlanır", "Bir takvimi yok/Bilinmez/Ne zaman başlar yolculuk", "Böyle olur garibin sevdası/Dumansız ateş gibi içten kanar", "Biliniz ki insanı insan değil/İnsanı vicdanı sorgular", "Bir dokunulmazlığın var/Güzelliğine/Bir şey yapamıyor yıllar", "Boynunda hüznün yağlı sicimi/Sallanırken gecenin darağacında/Bir soran olmaz nedir gerekçe", "Böyle şakşakçı seyirci varken/Telden ne diye insin cambaz", "Bu çıkmazda direnmek niye?/Rızkın mı kesildi insanlıktan?", "Canciğer dostlar vardır/Yanıma gelenler arasında/Gözlerim gelmeyenleri aradı", "Can ateşinde pervane gibi/Kendi canına kıyar bezginlik", "Çekilmez olmuştur artık hayat/Çiçek açmaz bir daha arzular..."
"Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" adlı kitabın sonunda şairin biyografisi yer alıyor. Bu bölümde şairin hayatından, eserlerinden, şiirlerinin yayımlandığı dergilerden, hakkında yazılan kitaplardan , hakkında yapılan lisans tezlerinden, aldığı ödüllerden, şiirlerinin yer aldığı antolojilerden, şiirlerinin bulunduğu ansiklopedilerden, şiir kitaplarına yazılan yazılardan , katıldığı şiir şölenlerinden bahsediliyor. Son olarak da "Arif Eren'in Eserleri Hakkında Yazılmış Yazılardan Seçilmiş Örnekler"e yer veriliyor. Bu kısımda Bahaettin Karakoç, Mustafa Ceylan, Prof. Dr. Kemal Timur, Sevinç Çokum, Hatice Eğilmez Kaya, Prof. Dr. Sabina Almamedova, Doç. Dr. Eşgane Babayeva, Prof. Dr. Latifoğlu Hüseyinzâde, Ramazan Avcı, M. Nihat Malkoç, Sara Gürbüz Özeren, Celâlettin Kurt ve Doç. Dr. Sönmez Abbaslı isimlerini görüyoruz. Bu son bölümde, yukarıda sayılan edebiyatçıların (şair ve yazarların) Arif Eren'in hayatına ve şiirine dair görüş ve çıkarımlarına yer veriliyor.
Örnek kişiliğiyle, ağır başlı duruşuyla ve güçlü karakteriyle gençlerimize rol model olabilecek bir şahsiyet olan şair Arif Eren'in şiir dünyasından nasiplenmeliyiz. Onun şiirlerini okuyup Türkçemizin güzelliğini doyasıya yaşamalıyız. Ayakları yere basan, kanatları göklere değen gerçek şiir arıyorsak adresimiz Arif Eren'dir. Kendisine şiirimize yaptığı bu büyük hizmetlerden dolayı teşekkür ediyor; hayırlı, bereketli ve sağlıklı bir ömür diliyorum.
"HAYATINI ŞİİRE ADAYAN BİR SES: ARİF EREN"
M. NİHAT MALKOÇ
Türk şiirinin tartışmasız yaşayan en büyük ustalarından biridir Arif EREN. Bu büyük söz ustasıyla ilgili bugüne kadar çeşitli araştırma-inceleme çalışmaları yapılmıştır. Fakat bunlara yeni halkalar eklemek kültürel bir ihtiyaçtır. Zira Arif Eren'in şairliği birkaç kitaba sığmaz. Her yeni eser onun hayatına ve şiirine yeni açılımlar ve zenginlikler getirir.
Edebiyatla ve onun en çok rağbet gören meyvesi olan şiirle ilgilenen herkes Arif Eren'i bir yere kadar tanır ve bilir. Yine de biz onunla ilgili birkaç cümlelik tanıtım bilgisi verelim: "1938 yılında Kahramanmaraş'ta doğan Arif Eren, ilk ve ortaokul öğrenimini memleketinde yaptı. Erzurum Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünü bitirdi. Çeşitli liselerde ve eğitim enstitüsünde Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı ve emekli oldu. İlk şiiri 1964 yılında Çağrı dergisinde yayınlanan şairin şiirleri daha sonra Hisar, Varlık Yıllığı, Türk Edebiyatı, Milli Kültür, Defne, Ilgaz, Elif, Seviye, Güneysu, Tepe Edebiyatı, Dolunay, Alkış, Edebiyat Yaprağı gibi edebiyat dergilerinde yayımlandı. 2005 yılında Antalya Şair, Ozan, Yazar ve Ressamlar Kültür Derneği (ANŞO-YAD) tarafından 2. Şairler Buluşması'nda yılın Akdeniz Büyük Şiir Ödülü'ne lâyık görüldü. Arif Eren, şiirlerini Bu Kent Sende Kalsın (1963), Yurt Tesbihi (1975), Hayatı Huzura Ayarlamak (1985), Görkemli Denge (1996), Zaman Yerinde Durmaz (2006) ve Arif Eren Hayatı-Sanatı-Şiirleri (2010) adlı eserlerinde topladı."
Kıyametin provası diyebileceğimiz 6 Şubat Depremi'nin vurduğu şehrin ağır yükünü omuzlarında taşıyan Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi onca sıkıntılara göğüs germenin yanında kültür, sanat ve edebiyat faaliyetlerine de aralıksız devam ediyor. Belli ki kültürel altyapıyı fiziksel altyapı kadar önemsiyorlar. Son olarak bunun ispatı niteliğinde bir çalışmaya imza attılar. Türk edebiyatının yaşayan ustalarının başında gelen kıymetli şair Arif Eren'le ilgili nefis bir biyografi kitabı yayımlayarak okuyucuyla buluşturdular.
Prof. Dr. Kemal Timur ve Bayram Kayabaşı tarafından büyük bir araştırma ve inceleme sonucu kaleme alınan "Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" adlı kitap Arif Eren şiirini sevenlere çok büyük bir armağan oldu. Aldık, okuduk ve şükranlarımızı sunduk.
"Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" adlı bu kıymetli eseri kaleme alan Prof. Dr. Kemal Timur ve Bayram Kayabaşı adlı yazarlar eserlerinin "Takdim" bölümünde kitaplarına konu edindikleri, son dönem şiirimizin büyük ismi Arif Eren'le ilgili şunları söylüyorlar:
"Asırlar boyunca insanı etkileyen en güçlü sanatçı şair, en güçlü sanat ise şiir kabul edilmiştir. Zira insanlığın ruh ikliminin şekillenmesinde ve motivasyonunda şiir önemli bir unsurdur. Dolayısıyla şair olan Arif Eren’in hayatının, sanatının ve eserlerinin incelendiği bu çalışmada onun Türk şiirine ve edebiyatına yapmış olduğu katkılarına yer verilmiştir.
Sanata şiirle başlayan Arif Eren, sonraki dönemlerde aynı sanatla çalışmalarına devam etmiştir. Bu çalışmamızla, Eren’in şiir dünyasının ve sanat anlayışının bütün yönleriyle ortaya çıkarılması şairin sanat anlayışının daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Günümüz şiirinin, özelde de Kahramanmaraş’ın yaşayan önemli şairlerinden biri olan Arif Eren, özellikle 1980 sonrası Türk şiirinde etkili olmuş bir isimdir. 1965 yılında "Bu Kent Sende Kalsın" adı ile yayımlanan ilk şiir kitabı ile tanınan şairin diğer şiir kitapları da yayımlandıkları dönemde büyük ilgi görmüştür. Eren, şiirle, sanatla ve edebiyatla altmış yılı aşkın bir ömür geçirmiştir. Bu altmış yılı aşkın sanat hayatında şiir ile olan bağı derinleşerek devam etmiştir. Bu çalışmada 1964’ten bugüne Türk edebiyatının yarım asrı aşan yolculuğunda rol almış Arif Eren’in hayatı, sanatı ve şiirimizdeki yeri üzerinde durulacaktır."
Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları arasında okuyucuyla buluşturulan 420 sayfalık devasa "Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" kitabı gerçekten de şair Arif Eren'le ilgili merak edilenleri ayrıntılı olarak ortaya koymuştur.
Prof. Dr. Kemal Timur ve Bayram Kayabaşı tarafından kaleme alınan "Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" adlı kitap Kahramanmaraş Büyükşehir Belediye Başkanı Fırat Görgel'in "Şiirin Başkenti Unvanına Bir Katkı Daha" adlı yazısıyla başlıyor. Yazısında Kahramanmaraş'ın değerlerine ve değerlilerine vurgu yapan Belediye Başkanı Fırat Görgel satır aralarında şu görüş ve düşüncelere yer veriyor: "Şair Arif Eren’in bütün eserlerinden seçmelerin yer aldığı bu biyografik çalışma da kültür dünyamıza önemli bir katkı olacaktır. Maraşlı şairlerinin kendini ifade etmedeki her türlü sorunlarını bir alt yapı sorunu gibi ele alıp ilgilenmek mecburiyetindeyiz. Şiirin şehri Kahramanmaraş geçmişte yetiştirdiği sanat insanlarının yolunda, gelecekte de edebiyatın yegâne adresi kalmaya devam edecektir. Bu sebeple, belki de kültür alanında en çok etkinlik ve yayın yapan, kitaplar çıkaran belediye olmaktan memnunuz. Bizim bu kültür meşalesini halkımızın bilgiyle, sanatla, kültürle kaynaşması için sürekli taşımak ve geleceğe ulaştırmak gibi bir sorumluluğumuz var. Bu sorumluğun bilincinde olarak, Arif Eren gibi yaşayan şairlerimizin eserlerini, fikirlerini ve ulusal düzeyde sanat adamlarının çalışmalarını sürekli gündemde tutuyoruz, halkımızla buluşturuyoruz. Şair Arif Eren’in hayatı ve eserleriyle ilgili bu çalışma onun yarım asrı aşan sanat yolculuğunda ortaya koyduklarını sizlerle buluşturmayı amaçlamaktadır. Kitapta şairin hayatı, sanatı ve şiirimizdeki yeri titiz bir çalışmayla incelenmiştir."
"Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" isimli kitap "Takdim, Giriş, Hayatı, Dostlarının Kaleminden Arif Eren, Şairin Sanatını Değerlendiren İsimler, Dergicilik Faaliyetleri, Sanatı, Beslendiği Kaynaklar, Klasik Türk Şiiri ve Kültürü, Arif Eren ve Selimiye, Arifçe Şiirler, Poetikası, Şiirlerinde Öne Çıkan Temalar, Dil ve Üslup, Şiirde Dış Yapı, Nazım Birimi, Vezin, Şiirde İç Yapı, Edebî Sanatlar, Eserleri, Diğer Eserleri Hakkında Yazılan Kitap Çalışmaları, Sonuç" olmak üzere 22 bölümden oluşuyor.
"Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" adlı kitabın bölümlerinin de alt bölümleri var. "Hayatı" adlı bölümde şairin "Doğum Tarihi, Aile ve Yakın Çevresi, Annesi, Eşi, Öğrenim Hayatı, Öğretmenlik Hayatı, Askerlik Yılları ve Evliliği, Şiirlerinin Yer Aldığı Antolojiler, Katıldığı Etkinlikler ve Aldığı Ödüller, Yapılan Röportajlar, Biyografisinin Yer Aldığı İnternet Siteleri" hakkında ilgi çekici, doyurucu ve doğru bilgiler veriliyor. "Şairin Sanatını Değerlendiren İsimler" bölümünde "Bahattin Karakoç, Mustafa Özçelik, Şevket Bulut, Abdülkadir Güler, Nuhuz Olcay Kılıç, Sevinç Çokum, Mustafa Ceylan, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. Talat Sait Halman, Prof. Dr. Kemal Timur" gibi, edebiyat deyince yakından tanıdığımız kişilerin şair Arif Eren'le ilgili görüş ve değerlendirmelerine yer veriliyor. "Dergicilik Faaliyetleri" kısmında "Mevsimler Dergisi, Mevsimler Dergisiyle İlgili Değerlendirmeler, Şair Eren'den Arifçe Sözler" alt başlıklarına değiniliyor. "Sanatı" kısmında "Sanatının Kaynakları, Zaman ve Mekân, Aile Çevresi, Okul Çevresi, Doğup Büyüdüğü ve Yaşadığı Çevre" geniş bir biçimde irdeleniyor.
Arif Eren'le ilgili doyurucu bilgiler içeren "Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" adlı kitapta şairin "Beslendiği Kaynaklar" şöyle sıralanıyor: "Genel Kültür ve Edebî Kaynaklar, Türk Tarihi ve Kültürü, Din ve İnanç, Gönül Coğrafyası Anadolu, Halk Şiiri ve Kültürü, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Âşık Garip, Hurşit ile Mahmihrî, Dede Korkut Hikâyeleri"
Kitaptaki "Klasik Türk Şiiri ve Kültürü" adlı bölümde "Leylâ ile Mecnun, Batı Şiiri ve Kültürü, Romeo ve Juliet" alt başlıkları; "Arifçe Şiirler"de "Göz Bahçesinde Seyran, Umut Kapısı, Çözülür Düğümler, Alevler İçinde Ufuk, Yaralar Sevgiyle Sarılmalı, Havuz, Benlik Çıkmazı, Umduğunu Bulamayan Ağaç, Görkemli Denge" alt başlıkları; "Poetikası" bölümünde "Şiirin Tanımı ve Özellikleri, Şiir ve Gelenek, Şair, Şair ve Otorite, Din ve İnanç Algısı, Şairin Misyonu" alt başlıkları; "Şiirlerinde Öne Çıkan Temalar" bölümünde "Çocuk, Doğa Tabiat, Ölüm, Ayrılık ve Yalnızlık, Aşk, Kadın, Toplumsal Olaylar, Ev ve Aile, Zaman Kavramı, Din ve Tasavvuf, Tarih, Mekânlar, Tarihî Şahsiyetler" alt başlıkları; "Nazım Birimi" bölümünde "Beyit, Dörtlükler, Bent (Üçlük, Beşlik, Altılık, Yedilik)" alt başlıkları; "Vezin" bölümünde "Hece Vezni, Serbest Ölçü, Uyak ve Redif, Uyak Düzeni, Uyak Çeşitleri" alt başlıkları; "Edebî Sanatlar" bölümünde "Teşbih, Mübalağa, Telmih, İstiare, Teşhis ve İntak, Tezat, İstifham" alt başlıkları; "Eserleri" bölümünde ise "Şiir Kitapları, Bu Kent Sende Kalsın, Yurt Tespihi, Hayatı Huzura Ayarlamak, Görkemli Denge, Zaman Yerinde Durmaz, Ses İpine Asılan Sözler (Seçme Şiirler)" alt başlıkları bulunuyor.
Belediyeler sadece fiziksel altyapıyı değil kültürel altyapıyı da düşünmek ve imar etmek zorundadırlar. Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi gerek deprem öncesinde gerekse deprem sonrasında bunu en güzel gerçekleştiren belediyeler arasında bir/incidir. Diğer belediyelerimizin de kültürel altyapıyı düşünme ve geleceğe aktarma sorumlulukları vardır. Bunu ihmal edersek, zihinlerde büyük hasarlara neden olan kültürel depremler nesillerimizin yarınlarını tehdit edecektir. Bu da geçmişle olan köprüleri atılan geleceğimizin çalınması demektir. Tebrikler Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi! Onlar bütün zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen yine kendilerine yakışanı yaptılar. Bu arada kitaba konu olan kıymetli şair Arif Eren Ağabeyimize de, bu medeniyetin bir ferdi olarak Türk şiirine yaptığı katkılardan dolayı teşekkür ediyor; kendisine sağlıklı, uzun ve bereketli bir ömür diliyorum.
NESNELEŞTİRİLEN KADINLAR ASLINDA HAYATIMIZIN ÖZNESİDİR
M. NİHAT MALKOÇ
Her geçen gün feminizme kurban edilen kadınlar hayatımızın öznesidir.
Kadınlar hayatımızın öznesidir. Onların olmadığı bir hayat, nereden bakarsanız bakın eksiktir. Kadın elinin değdiği her iş başa varır. Onlar annedir, abladır, bacıdır, vefalı eştir. Kadınlarına değer vermeyen toplumların ilerlemesi, muasır medeniyet seviyesine yükselmesi mümkün değildir. Bunun canlı örneklerini geçmişteki yaşantılar açıkça göstermiştir.
Toplumların belkemiği olan kadınlarımızın kıymetleri yeterince bilinmiyor. Bazı ülke ve bölgelerde ayrımcılığa tabi tutuluyorlar. Acıları evvela kadınlar çekiyor. Ailenin yükünün en ağırını onlar taşıyor. Aileyi kadınlar ayakta tutuyor, dengeyi sağlıyor, çekip çeviriyor.
Kadınlarımız anne olmaları vasfıyla varlık sebebimizdir aynı zamanda. Kadınlarımız hayatın ağır yükünü omuzlayarak erkeklere yardımcı olan eli öpülesi mübarek varlıklardır. Onlar olmasaydı, erkekler hayat denen bu ağır yükü öyle kolay taşıyamazlardı.
İnsanları ‘kadın-erkek’ diye ayrıma tabi tutup değerlendirmek ne kadar ahlâkî ve samimi bir davranış olur? Bu hususta ciddi endişelerim var. Çünkü kâinatı yaratan Allah, kendisinin halifesi olarak dünyaya gönderdiği insana hitap ederken onun cinsiyetini ön planda tutmuyor. Ayetlere baktığımızda bunların çoğunun “Ey insanlar…” diye başladığını görürüz. Hiçbir ayet “Ey erkekler, ey kadınlar...” diye başlamıyor; Rabbimiz genel hitapta bulunuyor. Çünkü Allah, insanî vasıfları esas alarak kullarına sesleniyor. Kulu bir bütün olarak görüyor.
Dünya kurulduğundan bugüne kadar, şöyle veya böyle, kadınlarla erkekler birbiriyle kıyaslanmış, müspet ve menfi kanaatler ileri sürülmüştür. Fakat birbirini tamamlayan bu iki kesim genelde birbiriyle uzlaştırılacak yerde, aksine "feminizm" adı altında kışkırtılmıştır. Bu tutum, her iki kesime de sevgi ve zaman kaybettirmiştir. Oysa kadınla erkek bir elmanın eş parçaları gibi görülmeliydi. Onları düşmanlaştırmak hiç kimseye bir şey kazandırmamıştır.
Kadınların mağduriyetinin zeminini hazırlayanlar genelde vefa duygusundan bîhaber erkeklerdir. Görünen o ki gelinen noktada erkekler kadınları hakkıyla ve lâyıkıyla taşıyamıyor. Çoğu erkek yaşadığı ortamın tek hâkimi olmak istiyor. Tabii ki bunlar sağlıklı ruh halleri değildir. Hayat paylaşmaktır. Acılar paylaşıldıkça azaldığı gibi, mutluluklar da paylaşıldıkça çoğalır. Paylaşmak için de kadınlar her zamanda ve zeminde yanı başımızdadır.
Eski Türklerde kadın çok kıymetli ve muhterem bir varlıktı.
Eski Türklerde kadın çok kıymetli bir varlıktı. Kadına duyulan saygı ve sevgi üst düzeydeydi. Öyle ki "ana hakkı" ile "Tanrı hakkı" bir tutulmuştur. Türk dillerindeki kelimelerde cinsiyet ayrımının (müennes/müzekker, erkeklik/dişilik) olmaması da kadınla erkek arasında fark gözetilmediğini gösterir. Aksine kadın bazı yerlerde daha ön plandadır.
Eski Türklerde aileye çok büyük bir kıymet verilmiş, ailenin ayrılmaz bir parçası olan kadın, adeta baş tacı edilmiştir. Kadın her şeyden evvel eş ve anne olarak görülmüştür. Ailenin, dolayısıyla da toplumun mutluluğu ona endekslenmiştir. O ki çocuk doğurmakla kalmaz, onu besler, büyütür, ona kol kanat gerer, ilk eğitimini de kendisi verir.
Eski Türklerde kadın, anneliğinin yanında daima kocasının yanında ve yakınında yer alan asil bir kahramandı. Kadın ata biner, silah kullanır, yeri geldiğinde düşmana karşı kahramanca savaşır. Orta Asya Türk devletlerinden İskitlerde, Hunlarda, Göktürklerde ve Uygurlarda kadınlar çok mühim konumdaydı. Hakları ve yetkileri çoktu. Özellikle İskitlerde kadınlar asker olarak yetiştirilir, erkeklerle birlikte savaşırlardı. Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Mete’nin hanımının imzalamış olması eski Türklerde kadının hangi konumda olduğunu göstermesi açısından önemlidir.Oysa Batılı devletlerde kadın estetik bir unsur olmanın ötesinde bu gibi özelliklere sahip bir varlık olarak görülmez.
Eski Türk devletlerinde kadınlar cemiyet hayatında olduğu gibi, siyasî hayatta da önemli roller üstlenmiştir. Hun Türklerinde kadın, erkeğin eksiklerini tamamlayan bir unsur olarak görülürdü. Türklerde devlet işleri de dahil olmak üzere, kadının dahil olmadığı iş yok gibiydi. Yabancı devlet elçileri hakanın huzuruna çıkarken eşleri de yanlarında bulunurdu. Hatta hakanların eşleri tek başlarına bile elçileri kabul etme hakkına sahiptiler. Kabul törenlerinde, ziyafetlerde, şölenlerde hatunlar hakanın solunda otururdu. Siyasî ve idarî meselelerde görüş beyan ederlerdi. Bunların ötesinde kadınlar harp meclislerine bile katılırdı.
İslâmiyet'in kadınlara bakışı sağlam temellere dayanmaktadır.
Yüce Allah biz insanları bir erkekle bir dişiden yaratmıştır. Bu, kadınla erkeğin birbirini tamamlamaları içindir.O isteseydi tek cinsten de ibaret olabilirdik. Fakat hikmeti icabı bizleri iki ayrı cins olarak yaratmayı tercih etmiştir. Bunda da şüphesiz ki sayısız hikmetler vardır. Allah’ın yaratış hikmetinden sual edilmez. Her şeye hikmet nazariyle bakmalı ve varlığın içinde saklı olan hikmeti görmeliyiz. Yüce Rabbimiz kadının yaratılışıyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Onda sükûn bulup durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır." (Rum Suresi 21. Ayet)
İslâmiyet'in kadınlara bakışı sağlam temellere dayanmaktadır. Bunu Kur'an ayetlerinde ve hadislerde açıkça görürüz. Bilindiği gibi İslâmiyet gelmeden evvel, Arap Yarımadasında kadınlar hor ve hakir görülüyordu. Gerçi geçmişteki Avrupa’ya baktığımızda orada da kadının ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü, hatta insan yerine konulmadığı, uğursuz sayıldığı bilinen bir gerçektir. Dünyada kadının onuru ayaklar altındayken İslâmiyet insanlığın üzerine bir güneş gibi doğarak kadının üzerindeki buzları eritmiştir. Bu yüce din sayesinde anamız, bacımız, eşimiz olan kadınlar gerçek kimliğine kavuşmuştur.
Günümüz Müslümanları arasında kadına değer vermeyen kişiler varsa, bu yüce dinimizin meselesi değildir. Bu, kişilerin şahsî tasarruflarının vahim bir sonucudur. Avrupa’daki ahlâksızlıkları Hıristiyanlığa bağlayamayacağımız gibi Türkiye’deki ve diğer İslâm ülkelerindeki menfî hareketleri de Müslümanlığa bağlayamayız. Aksine kişi Müslümanlığa ne kadar sarılırsa ahlâksızlıklardan, maddî ve manevî ziyandan o ölçüde uzak olur. Müslümanlık manevî temizliğin özüdür. Bu inancın gereğini yerine getirenler pak bir ruha sahiptir. Bunu içtimai hayatta görmek mümkündür.
Dinimiz emir ve yasaklar konusunda kadın erkek diye bir ayrıma gitmiyor. Malum olduğu üzere Kur’an’ın hitabı “Ey kadınlar, ey erkekler” şeklinde değil, “Ey iman edenler!” şeklindedir. Temel hak ve sorumluluklar hususunda da muhatap insandır. Bunun erkeği, dişisi diye bir ayrım söz konusu değildir. Allah katında üstünlük ancak takvadadır. Öyle kadınlar vardır ki Allah’a yakınlık ve kulluk bakımından erkeklerden fersah fersah ilerdedir.
İslâm, insanı bir bütün olarak muhatap alır. Kadın olsun, erkek olsun; kişi Kur’an ahlâkıyla ahlâklandıkça yücelir. Ondan uzaklaştıkça da zelil ve rezil olur. Şereflerin en büyüğü Müslüman olarak yaşamak ve iman üzere emaneti teslim etmektir. İmtihan sırrına vakıf olduğumuz sürece kâmil mümin vasfını kazanacağız; ondan koptukça sıradanlaşacağız.
Kadına karşı şiddet, en sık rastlanan insan hakları ihlâllerindendir.
Dünyada kadınların elinin değmediği yenilik yok gibidir. Gerçekten de dünyadaki her eserde kadının hüneri apaçık görülmektedir. Onlar erkeklerin yaptığı işlerin pek çoğunu yapmakla kalmamış, evin kadını, çocukların annesi olması rolüyle asıl ağır yükü omuzlamışlardır. Geleceğin nesli onların maharetli ve mübarek ellerinden geçmiştir.
Kadın her alanda erkeğinin yanında yer almıştır. Onun ağır yükünü paylaşarak hafifletmiştir. Analık ve eşlik vazifelerini şikâyete mahal vermeden büyük bir görev aşkıyla, zevkle ve hakkıyla yerine getirmiştir. Onlar kurdukları mutlu yuvaların temellerinin sağlam olması için her türlü fedakârlığı ve feragati göstermişlerdir. Bu yolda ezilmeyi bile göze almışlar, hatta ezilmişlerdir. Fakat hiçbir zaman zalimlerden ve ezenlerden olmamışlardır.
Erkeklerin adeta eli, ayağı ve dili olan kadınlarımız bunca fedakârlıklarına yeterince karşılık bulamamaktadırlar. Maalesef günümüzde kadınlarımız onca yararlılıklarına rağmen şiddete maruz kalmaktadırlar. Bu, çağdaş Türkiye’nin ağlayan yüzüdür. Bu çirkin suret bizi gelişmiş dünya devletlerine karşı küçük düşürüyor. Ülkemiz bu ilkelliği asla hak etmiyor.
Kadına karşı şiddet dünyanın genel sorunlarından biridir. Fakat geri kalmış ülkelerde diğerlerine nazaran daha yaygındır. Birleşmiş Milletler Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi kadınlara yönelik şiddeti; “ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma” (1. madde) şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanımın son yorumlamalarına “kadını ekonomik ihtiyaçlardan yoksun bırakmak” da dâhil edilmiştir.
Toplumların belkemiği olan kadınlarımızın kıymetleri yeterince bilinmiyor. Bazı ülke ve bölgelerde ayrımcılığa tabi tutuluyorlar. Acıları evvelâ kadınlar çekiyor. Ailenin yükünün en ağırını onlar taşıyor. Aileyi kadınlar ayakta tutuyor, dengeyi sağlıyor, çekip toparlıyor.
Kadına karşı şiddet, en sık rastlanan insan hakları ihlâllerindendir. Üstelik bu sadece Türkiye’nin meselesi de değildir. Gelişmişler de dâhil olmak üzere pek çok dünya ülkesinde hayatın yükünü sırtlarında taşıyan kadınlara şiddet uygulanmaktadır. Bu, insanlık dışı çirkin bir eylemdir, bizimle her şeyini paylaşan kadına vefasızlığın en vahimidir.
Millet olarak İslâm dinini hakkıyla ve lâyıkıyla anlasak ve yaşasak aile içi şiddet diye bir meselemiz olmaz. Çünkü gerçek Müslüman hiç kimseye zulmetmez; herkese adil davranır. İslâmiyet'in yegâne kutsal kitabı olan Kur'an-ı Kerim ve hadisler var oldukça bizim Batı'dan akıl ve kanun almamıza gerek yok. Onların kanunları bizim toplumumuzu ifsat eder.
Dünya Kadınlar Günü'nün başlangıcının yürek burkan hikâyesi
Kadının olmadığı bir hayat düşünülebilir mi? Kadınlar her zaman hayatın içindedir, öyle de olmalıdır. Çünkü hem nüfus olarak, hem de tesir olarak hayatın öbür yarısını teşkil ederler. Fakat nedense Mart ayı geldi mi, özellikle 8 Mart’ı içine alan hafta içerisinde, iletişim araçlarının çoğu, kadını sömüren yayınlar yaparlar. Feminizm adı altında kadınlarla erkekleri düşmanmış gibi gösterme yarışına girerler. Bundan bile fayda (rant) elde etmeye kalkışırlar.
Aslında kadınla erkek birbirini tamamlayan iki parçadır. Birinin yokluğu hayatı eksik kılar. 8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanması, uluslararası düzeyde kabul gören bir hâl alması 1970’lere rastlasa da, bu tarihe kaynaklık eden olay ve dünya kadınlarının ortak bir gün kutlama isteğinin gündeme gelişi 1800’lerin ortasını bulur. ABD’nin New York kentindeki Cotton tekstil fabrikasında çalışan işçi kadınlar, 1800’lü yılların ortalarından beri daha iyi çalışma şartları, emeklerinin karşılığında hak ettikleri ücret ve daha iyi yaşam için mücadele vermektedir. Ama bunca yıllık mücadeleye rağmen elde edebildikleri pek bir şey yoktur. En sonunda, 8 Mart 1908 günü, haklarını alabilmek için son çare olarak greve giderler. Ancak patronlar bu greve zalim bir şekilde müdahale ederler. Greve giden kadınlar fabrika binasına kilitlenirler. Patronlar bu yolla grevin başka fabrikalara sıçramasını engellemek isterler. Ancak beklenmedik bir şey olur ve fabrika yanmaya başlar. Ne yazık ki yangından fabrikada bulunan kadın işçilerden çok azı kaçarak kurtulmayı başarır Yanan fabrikadan kaçmayı ve fabrikanın çevresine kurulmuş olan barikatları aşmayı başaramayan 129 kadın işçi yanarak ölür. O günden beri 8 Mart, Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanıyor.
Nereden bakarsanız bakın, dünyanın en zor zanaatıdır kadın olmak…
Kadın, dünyamızın ışığıdır. O hem ışıtır hem de yürekleri ısıtır. Kadın hayatın her sahasında varlığını hissettirmektedir. Onlar erkeklerin gözbebeğidir; başlarımızın tacıdır. Fakat bu kutsal varlığı suistimal eden erkekler de az değildir. Bukalemun misali renkten renge girerek kadının şahsiyetini, istekleri doğrulduğunda yönlendirenler hep olagelmiştir. Art niyetli kişiler dünyadan silinmedikçe bundan sonra da kadınlar kötü emellere alet edilecektir.
Nereden bakarsanız bakın, dünyanın en zor zanaatıdır kadın olmak. İş kadını, ev kadını, anne ve eş olmak. Bunlar kolay mı sanıyorsunuz? Töre cinayetlerine kurban giden, dövülen, hakarete ve cinsel tacize uğrayan, yaşamın dışına itilmeye çalışılan kadınlar gördükleri kötü muameleye rağmen yine vazifelerinin başındadır. Alınları ak, başları diktir.
Ülkemizde her yıl, dünyada olduğu gibi 8 Mart’ta Dünya Kadınlar Günü kutlanıyor. Bazı kesimler bu anlamlı günü, kadınların gövde gösterisi hâline dönüştürmeye çalışıyor. 8 Mart’ı kadınların erkeklerle mücadele günü hâline dönüştürmek isteyenler her iki kesime de zarar verdiklerinin farkında mıdırlar? Erkeksiz bir kadın eksik olduğu gibi, kadınsız bir erkek de aynı ölçüde eksiktir. Gaye üzüm yemek değil de bağcıyı dövmekse bu, kimseye bir şey kazandırmadığı gibi, meselelerin çözümü hususunda topluma zaman kaybettirir.
Tarihimizde 93 Harbi olarak anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Erzurum’daki Aziziye Tabyası’nın savunulmasında kahramanca savaşan, mermileri sırtlayan Nene Hatun, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın avukat Süreyya Ağaoğlu, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın tiyatro sanatçısı Afife Jale, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın heykeltıraş Sabiha Bengütaş, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın doktor Safiye Ali, dünyanın ilk bayan savaş pilotu Sabiha Gökçen, fırsat tanındığında kadınların neler yapabileceğini, nelere kadir olduklarını gösteren sembol isimlerdir. Bu şahsiyetler milletin gönlünde yaşamaktadır. ‘Feminizm’ adı altında kadın erkek düşmanlığını körükleyenlerin bu öncü kadınları örnek alarak kadın konusuna yapıcı bir tutumla yaklaşmaları herkesin yararınadır.
21. yüzyılda Türkiye’de hâlâ ‘kadının adı yok’ diyenler hatayı biraz da kendilerinde aramalıdır. Türkiye’de kendilerini yetiştiren, eğitim alan kadınlar her yerde erkeklerle boy ölçüşebiliyorlar. Kadınların üst kademelerde görev almasını engelleyen kanun mu var? Aksine ülkemizde bazı alanlarda kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık bile yapılıyor.
Günümüzde ülkemizdeki kadınlar pek çok kilit noktada görev yapıyor; işlerinde çok da başarılı oluyorlar. Fakat bu demek değildir ki kadın toplumda istenilen düzeyde temsil ediliyor. Bu konuda yine de ciddi meselelerimiz vardır. Bunları da elbirliğiyle, gürültü patırdı çıkarmadan halledebiliriz. Her işte olduğu gibi bu konuda da samimiyet esastır.
Filistinli kadının her günü acı ve keder içerisinde geçer.
Kadınlar sıkıntıların merkezinde bulunuyor. Hayatî tehlikeler ve savaşlar bakımından dünyanın en sıcak bölgelerinden biri olan Filistin’de ölümle yaşam arasında sıkışıp kalan kadınların yaşadıklarını duyunca insanın merhamet duyguları gözyaşlarına karışarak akıyor. İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında kadınlar kocalarının yanı başında kurtuluş mücadelesi veriyorlar. Bu kutsal davada eşlerini hiçbir zaman yalnız bırakmıyorlar. Bu kahraman kadınlar şahadet mertebesine erişmek için kendilerini silahların önüne atabiliyorlar.
Filistin’de erkek nüfus hızla azalıyor. İsrailliler, Müslüman erkeklerin kökünü kurutmak için planlı bir çaba içerisindeler. Filistinlilerin ailelerindeki erkeklerin çoğu ya şehit olmuş, ya da gazi… Bu ailelerde yük kadınların omzuna yüklenmiş durumdadır. Kocasını savaşta yitiren kadınlar, çocuklarını sahiplenip yaşama mücadelesi veriyorlar. Yemiyorlar; çocuklarına yediriyorlar, içmiyorlar onları içiriyorlar, giymiyorlar yavrularını giydiriyorlar. Evlâdına kol kanat germe duygusu yüksek olan analar, Filistin’de vatanları ve çocukları için yaşıyorlar. İşgalcilerin ölüm yağdırdığı bu topraklarda kadın olmak çok ama çok zor…
Filistinli kadınlar vatanları için ölmeyi ve hapse girmeyi göze alabilen sıra dışı insanlardır. Yaşadıkları zorlu hayat onları dirençli kılmıştır. Günümüzde İsrail zindanlarında kurtuluşu bekleyen mücadeleci Filistinli kadınlar vardır. Buradaki kadınlar açlığa ve susuzluğa mahkûm ediliyor. Bilerek zorlaştırılmış, gayri insanî şartlarda yaşamaya mecbur bırakılıyorlar. Zindanlarda hasta düşen kadınların tedavilerine müsaade edilmiyor. Bu kör olası hapishanelerde doğuran kadınlar bile var. Yeni doğan çocuklar anneleriyle beraber mahkûm hayatı yaşamaya zorlanıyorlar. Böylelikle Filistinli bebekler gözlerini hayata açar açmaz hapishaneyi tanıyorlar. Sorarım size: Ne günahı var bu kadınların, ne günahı var bu bebeklerin? Cevabını da vereyim isterseniz: Bu kadınların günahı; ülkelerinin işgaline direnmeleri, bebelerin günahı da haysiyetiyle yaşama mücadelesi veren, özgürlük isteyen annelerin çocukları olmaları… Gerçek bundan ibarettir, öbürler yalan yanlıştan ibaret… Saldırganlıkta sınır tanımayan, insaf fakiri siyonistlerden başka ne bekliyordunuz?
Filistinli kadının her günü acı ve keder içerisinde geçer. Çünkü ya eşini ya çocuğunu bu topraklar için şehit vermiştir. Eşi ya da çocuğu İsrail zindanlarında ömür çürütmektedir. Şanslı olanların çocukları ve eşleri sağ olsa da onlar da ya bir baskında ya da adi bir saldırıda şehit olmaya namzettir. Onun için Filistinli kadının geceleri gözüne uyku girmez. Hayat arkadaşını ve çocuğunu uyurken doya doya seyreder. Çünkü yarının neler getireceği, neler götüreceği hiç belli değildir. Bu topraklar acı gelecekleri bağrında uyutmaktadır.
Filistinli kadınlar teslimiyetin veya mücadelenin kaçınılmaz olduğu bir hayata doğuyorlar. Onlar onurlarını ve vatanlarını baş tacı ettikleri için teslimiyeti değil, mücadeleyi tercih ediyorlar. Bunun bedelini de çilelerle ödüyorlar. Filistinli kadınlar silahların gölgesinde yaşamaya mecburlar. Filistin’de kadınlar ateşten gömlek giyiyorlar üzerlerine. O gömlek onları yakıyor ama onu çıkarıp da atamıyorlar. Dünyanın sözde kadın teşkilatları Filistinli kadınların bu dramını görmüyorlar mı acaba? Yoksa Filistin’de yaşayan hemcinslerini kadından ve insandan saymıyorlar mı? Asıl mağdur, asıl ezilen Filistinli kadınlar olduğuna göre niçin bu eziyetleri, acıları, trajedileri görmezlikten geliyorlar? Avrupa’daki kadının korunmaya ihtiyacı yok. Asıl korunması gereken Filistinli kadınlar. Fakat korunmuyorlar işte.
ÖDÜLLE TAÇLANDIRILAN KİTAP: "KAR RENKLİ ÇOCUKLUĞUM"
M. NİHAT MALKOÇ
Oldum olası anı (hatıra) kitaplarını severim. Çünkü onlar kurgu değil hayatın ta kendisidir. Fakat istisnalar dışında hemen herkes anılarını yazmak için yaşlanmayı bekler. Bu hem siyasîler hem de edebiyatçılar için geçerli genel bir eğilimdir. Bunun temelinde anılarda geçen kişileri deşifre etme endişesi de yatar. Onun için de anılarını yazmak için yaşlanmayı bekler siyasîler ve edebiyatçılar. Çoğu kere de ömrü vefa etmez; yazmaya imkân bulamadan anılarla mezara gömülürler. Bu kültür ve edebiyat için çok büyük bir kayıptır.
Bugüne kadar binlerce öğrenci yetiştiren Termeli Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Ahmet Sezgin Hocam böyle düşünmedi ve anılarını yazmak ve yayımlamak için hemen eyleme geçti. Neticede çok kıymetli bir hatırat çıktı ortaya. Bu belki de anılarını yazmayı bekleyenlere de bir mesaj ve çağrı oldu. Bunların da ötesinde birçok kişiye örnek oldu.
Bugüne kadar yazdığı birbirinden kıymetli kitaplarla gönül dünyamızı aydınlatan eğitimci-yazar Ahmet Sezgin Hocam, son olarak "KAR RENKLİ ÇOCUKLUĞUM" adıyla çok güzel bir anı kitabı kaleme aldı. Çocukluk anılarını zamanın hoyrat elinden kurtardı.
Eğitimci-yazar Ahmet Sezgin'in "Kar Renkli Çocukluğum" anı kitabı iki bölümden meydana geliyor. Bu bölümler "Kar Renkli Çocukluğum(1966-1977)", Terme ve Ortaokul Yıllarım (1977-1980) diye adlandırılıyor. Bu da gösteriyor ki Ahmet Sezgin Hocam söz konusu bu kıymetli kitabında ömrünün ilk 14 yılını (1966-1980) anlatmış. Anlaşılan o ki 1980 sonrasını (ki bu bugün itibariyle 44 yıla tekabül ediyor.) müstakbel bir kitaba bırakmış.
Güçlü bir hafızası olduğu kadar güçlü de bir kalemi olan Ahmet Sezgin, kitapla aynı adı taşıyan "Kar Renkli Çocukluğum (1966-1977)" bölümünde şu ara başlıklara yer vermiş: "Sülâlemiz ve Sevgili Ailemiz, Huzurlu Mahalle Hayatımız, İlginç Bir Kaçırılma Olayı, Miliç'teki Hoca Mektebimiz, Okuma Aşkım ve Naile Öğretmenimiz, Canım Babama Derin Hasret, Fedakâr ve Sevgili Babam, Gül Yürekli Annem ve Güllerimiz, İlkokulum ve Mazhar Öğretmenimiz, Kar Renkli Çocukluğumun Oyunları, Çocukluğumuzun Doğal Oyuncakları, Çocukluğumuzun Sevimli Hayvanları, , Sevimli Kedimiz ve Köpeğimiz, Silah Merakımızın Bize Yaşattıkları, Okulumuzdaki Kutlama Sevinçleri, Takım Tutma ve Futbol Sevgimiz, Heyecanlı Yüzme Hatıralarımız, Arımdere Irmağında Balık Tutmamız, Efsane Muhammed Ali ve Biz, Meyve ve Sebze Toplayıp Yeme Zevki, "Bir Sene Ütü Garantili Kumaş", "Eyvah Okula Geç Kaldım Ya Anne!", Kar Renkli Çocukluğum, Dayak Acısı mı Gönül Yarası mı?, "Camdan İki Büyük Göz Bakıyor", Helâl-Haram Hassasiyetimiz, Sarıyazı'da Hayvanlarımızın Peşinde, Duru Çocukluğumun Su Kuyusu, Gül Çocukluğumuzun Ramazanı, Köyümüzdeki Çalışma Hayatımız, Bereketli Fındığın Çilesi ve Sabrımız, Şen Çocukluğumun Samsun Fuarı, Yüreklerimizi Yakan Vefat Haberi, Çocuklukta Bir Yangın Tehlikesi, Çıktım Erik Dalına, Saf Çocukluğumuzun Bayramları, Çocukluğumun Yanık Türküleri, Kahramanımız Cüneyt Arkın, İmam-Hatip Ortaokuluna Gidişim, Köy ve Çocukluğumuzdan Ayrılış"
Aziz dost Ahmet Sezgin'in 192 sayfadan meydana gelen "Kar Renkli Çocukluğum" adlı anı kitabının "Terme ve Ortaokul Yıllarım (1977-1980)" adını taşıyan son bölümünde ise şu alt başlıklara rastlıyoruz: "Eski Terme'deki Hayatımız, Bir Düğün ve Yol Maceramız, İmam-Hatip Ortaokulumuz, Sevgili Havagül Bebeğe Bakmak, Ortaokul Yıllarındaki Oyunlarımız, Televizyonla Sinema Arasında, Bizim Çocukluğumuzdaki Terme, Yağ Kuyruğu ve Kuyruk Acılarımız, Gül Çocukluğumuza mı Darbe?, Çocukluk Fotoğrafları"
"Kar Renkli Çocukluğum" adlı hatıra kitabının arka kapağında bu kıymetli anı kitabına dair şu önemli tanıtıcı ifadelere yer veriliyor: "Dostoyevski: 'Bir insanın ilk çocukluk yıllarından itibaren baba evinde sahip olduğu anılardan daha değerli hiçbir şey yoktur.' diyor "Karamazov Kardeşler" isimli romanında. Eğitimci- Şair-Yazar Ahmet Sezgin de "Kar Renkli Çocukluğum" isimli anı kitabında "ömrümün cenneti" dediği çocukluk hatıralarını çok samimi, akıcı, duru, etkileyici ve edebî bir üslûpla kaleme alarak bizleri iyilik, güzellik, edep, sevgi, merak, zevk, sevinç, huzur, tebessüm, hüzün, çile, özlem, sabır, umut, tabiat, hayal ve şiir dolu heyecanlı ve anlamlı bir yolculuğa çıkarıyor.
Ahmet Sezgin, "Kar Renkli Çocukluğum" hatıratıyla 1970'li yıllarda ağırlıklı olarak Samsun / Terme'nin bir köyünde geçirdiği saf çocukluk yıllarını anlatarak hayatına ve yüreğine dokunan ailesiyle sevdiklerine, hayvanlarına, evine ve mahallesine karşı vefa borcunu ödemek istiyor öncelikle. Yazar; bu anı kitabıyla 45-50 yıl önceki Terme ile Türkiye'nin sosyo-ekonomik, kültürel durumunu; "masum Anadolu'nun saf çocukları"nın hak, hakikat, ilim ve irfan yolunda ibretlik çile, inanç, azim, sabır ve başarı hikâyesini; bir şair-yazarın yetişmesine de kaynaklık eden zengin halk kültürüyle anonim halk edebiyatımızı eğitimci-yazar bakışı ve çocuk duyarlılığıyla yansıtmaktadır ayrıca.
Ahmet Sezgin'in 14 yıllık çocukluk dönemini (özellikle de ilkokul ve ortaokul yıllarını) "içindeki çocuğu" yaşatarak anlattığı "Kar Renkli Çocukluğum" isimli anı kitabını 7'den 77'ye her yaştaki okurun zevkle okuyacağına, gül kokulu hatıralarda çocukluğundan bir şeyler bulup yüreğine dokunacağına inanıyoruz. Kitabın çocuk edebiyatı özelinde halk kültürüyle edebiyatına da katkı sunacağını umuyoruz."
"Kar Renkli Çocukluğum" kitabında Ahmet Sezgin Bey'e dair birçok ilginç anekdota rastlıyoruz. Bu bağlamda kitaptan Ahmet Sezgin Hoca'nın çocukken kaçırıldığını, tanıdıklarla karşılaşılınca da bırakıldığını öğreniyoruz. Yine kitapta 12 Eylül askerî darbesinin toplum üzerindeki olumsuz yansımalarını görüyoruz. Ahmet Hoca gördüğü ve bizzat yaşadığı yağ kuyruklarından hüzünle bahsediyor. Çünkü o kuyruklardan birinde yağ alamadan evine dönmüştür. Bu durum onun ruhunda ve çocuk yüreğinde travmalar oluşturmuştur.
Termeli olan yazar Sezgin, çocukluğundaki Terme'yi ayrıntılı olarak anılarında gözler önüne seriyor. Babası Hollanda'da işçi olan Ahmet Sezgin Bey'in evlerinde siyah-beyazlı dönemi yansıtan tek kanallı bir de televizyonları vardır. İmam-Hatip Ortaokulunda okuyan yazarımız, kitapta ortaokul yıllarındaki oyunlara ve okul anılarına değinerek nostaljik duygular yaşıyor ve de yaşatıyor. Onun çocukluk yıllarında Cüneyt Arkın'ı rol model aldığını ve çok sevdiğini yine bu kitaptan öğreniyoruz. Türkülere olan sevgisini, eski bayramları, eskiden geçirdiği yangın tehlikesini, Samsun Fuarını, hemen her Karadenizlide var olan silah merakını, sevimli kedi ve köpeklerini, fındık toplama eğlencelerini, çocukluğunun ramazanlarını, helâl haram hassasiyetlerini, Arımdere Irmağı'nda balık tutma ve yüzme maceralarını, futbola olan ilgisini ve onun tezahürü olan Fenerbahçe sevgisini, çocukluğunun oyunlarını ve doğal oyuncaklarını, annesini ve gurbette yaşamak zorunda kalan babasını ne kadar çok sevdiğini ve ona ne kadar hasret duyduğunu bu kitabın satır aralarından öğreniyoruz. Bu hatıralar bizleri de çocukluğumuza götürüyor ve bize o günleri yaşatıyor.
Eğitimci-yazar Ahmet Sezgin'in "Kar Renkli Çocukluğum" anı kitabında sadece kendisinin hayatına değil yaşadığı zamana da ışık tutuyor. Bu durum söz konusu kitabı bir aile ve bir şahıs kitabı olmaktan çıkarıp bir dönem kitabı şekline dönüştürüyor.
Türkiye'nin köklü yazar kuruluşlarından biri ve bence en donanımlısı olan Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) her sene yılın edebiyatçılarını ve kültür adamlarını yazmaya teşvik etmek ve vefa duygusunu yaşatmak amacıyla yılın en önemli kültür, sanat ve edebiyat eserlerini seçer, sahiplerini de bu şekilde onurlandırır. Her sene sonunda olduğu gibi bu sene de Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) "2024 Yılı Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödülleri"ni kazanan isim ve eserleri açıkladı. 2024 yılında "Hatıra(t)" dalında eğitimci-yazar Ahmet Sezgin'in "KAR RENKLİ ÇOCUKLUĞUM" adlı anı (hatıra) kitabı ödüle lâyık görüldü. Çok da isabetli oldu bence. Zira büyük bir keyifle ve heyecanla okuduğum bu hatıra kitabı, bu ödülü fazlasıyla hak etti ve okuyucusuyla buluştuktan çok kısa bir süre sonra hak ettiği ödülünü aldı. Yani başka bir deyişle hak yerini buldu. Eğitimci-yazar Ahmet Sezgin Hocamı bu gayretinden ve bu gayretin semeresi olan "Hatıra" dalında yılın yazarı ödülüne layık görülmesinden dolayı yürekten kutluyorum. Rabbim kalemini ve kelâmını daim ve kaim eylesin. Hayırlı uğurlu olsun. Bu arada kendisinden hatıratının devamını merakla bekliyoruz.
ŞAM'DAN GÖYNÜK'E AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİ
M. NİHAT MALKOÇ
XV. yüzyılda yaşayan Akşemseddin, ülkelerin ve gönüllerin fâtihidir.
Dün olduğu gibi bugün de dünyanın en muhteşem şehirlerinden biri olan İstanbul deyince hepimizin aklına, bu şehri Bizans'tan kurtararak İslâm toprağı yapan II. Mehmed, nam-ı diğer Fatih gelir. Fakat her nedense II. Mehmed'i "Fatih" yapan "Akşemseddin" pek de bilinmez. Daha doğrusu birçok mühim kişi tarafından fethedilmeye kalkışılan bu güzide şehrin fatihinin nasıl bir eğitimden ve terbiyeden geçirildiğini nedense çok da merak etmeyiz.
İstanbul'un maddeden fâtihi II. Mehmed olsa da, bu şehrin manevî fâtihi Sultan II. Mehmed'in kıymetli hocası Akşemseddin Hazretleri'dir. Çünkü o, İstanbul'u fetheden başkomutanın ruhunun hamurunu gönül teknesinde abdestle, ihlâsla ve imanla yoğurmuştur. O, fetih ruhunu ve düşüncesini, çağ açıp çağ kapayan II. Mehmed'in gönlüne yerleştirmiştir. Bunun ötesinde fetihle ilgili olarak onu cesaretlendirmiştir. Bu nedenledir ki Fatih Sultan Mehmed'in manevî komutanı olan Akşemseddin, İstanbul'un fethinde çok önemli bir rol oynamıştır. Onun Anadolu'nun İslâmlaşmasındaki rolü de fevkalâde büyüktür.
Akşemseddin deyip de geçmemek lâzım. Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza olan Akşemseddin hem mutasavvıftı hem büyük bir âlimdi hem tabipti hem de şairdi. Akşemseddin, büyük İslâm âlimi Sühreverdî’nin torunlarındandır. Nesebi Hz. Ebû Bekir’e kadar uzanır. Onun asıl adı Muhammed, lakabı ise Şemseddin’dir. "Akşemseddin" olarak meşhur olmuştur. Bir diğer lakabı da Akşeyh’tir. Zira o bembeyaz elbiseler giymekten hoşlandığı için, hocası Hacı Bayram Veli onu bu sıfatla nitelendirmişti, onun için de çevresinde "Akşeyh" olarak tanınmış, geniş kitlelerce böyle bilinir olmuştu.
Akşemseddin Hazretleri, 792 (1390) yılında Şam'da doğmuştu. Babası Şeyh Hamza'nın soyu ta Hz. Ebu Bekir'e kadar uzanmaktadır. Babasının Şeyh Şehabeddin Sühreverdî'nin torunlarından biri olduğu söylenir. Rivayetlere göre yedi yaşlarında babasıyla birlikte Anadolu'ya, o zamanlar Amasya'ya bağlı olan Kavak'a gelmişlerdir.
Son yıllarını Göynük’te geçiren gönüller sultanı Akşemseddin'in yedi oğlu ve beş kızı dünyaya gelmiş, bunlardan Fazlullah babasının postuna oturarak tarikatı devam ettirmiştir.
Etrafına ışık saçan Akşemseddin Hazretleri, İstanbul'umuza manevî mührünü vuran bir abide şahsiyettir. Fetihten sonra Ayasofya'da kılınan cuma namazında ilk hutbeyi o okumuştur. Uzun yıllar Osmanlı Medreselerinde çalışarak yüzlerce talebe yetiştirmiştir.
Halk arasında "Akşeyh" olarak meşhur olan Akşemseddin Hazretleri, ilk öğrenimini ilim ehlinden biri olan babasından almıştır. Öte yandan çocuk yaşta Kur'an-ı Kerim'i ezberleyerek hafız olmuştur. İyi bir dinî eğitim gördükten sonra da Osmancık Medresesi'nde müderris(bugünkü anlamda profesör) olarak görevlendirilmiştir. O, dinî eğitimle yetinmemiş, aynı zamanda iyi de bir tıp tahsili görmüştür. Araştırmaya ve öğrenmeye daima ilgi duymuştur. Akşemseddin dinî ve tasavvufî yönüyle tanınsa da mikrobu Pasteur’den dört yüzyıl yıl evvel bulmuştur. Bu konuda en önemli eseri Maddet’ül Hayat’tır.
15. yüzyılda yaşayan Akşemseddin, ülkelerin ve gönüllerin fâtihidir. Akşemseddin'in en büyük eseri İstanbul'u fethederek bu şehri İsyanbol'dan İslâmbol'a dönüştüren Fatih Sultan Mehmed'dir. Bunun yanında onun göz nuru sayılan ilmî eserleri arasında şunları da sayabiliriz: "Risalet-ün-Nuriyye, Def’ü Metain, Risale-i Zikrullah, Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli, Malumat-ı Evliya, Maddet-ül-Hayat, Nasihatname-i Akşemseddin"
Hayata gönül gözüyle bakan Akşemseddin'in, talebesi Fatih Sultan Mehmet'e mektubu
Hayata gönül gözüyle bakan Akşemseddin Hazretleri, Fatih'in hocası olmasaydı belki de İstanbul'un fethi gerçekleşmeyecekti. Bilge bir insan olan Akşemseddin'in, talebesi Fatih Sultan Mehmet'e yazmış olduğu mektubu, bugün de okunması ve ibret alınması gereken tarihî bir vesikadır. Zira o sıkıntılı zamanlarda Fatih'in yanındakilerden bazıları, o zamanki adıyla Konstantinopolis'in fethinin zamanlamasının doğru olmadığını, bunun büyük hezimetlere yol açacağını, kuşatmanın derhal kaldırılması gerektiğini yüksek sesle dile getiriyorlar ve genç Mehmed'in aklını çelmeye çalışıyorlardı. Akşemseddin bu çetin zamanlarda talebesine gönderdiği bir mektupta II. Mehmed'e hitaben şöyle söylüyordu:
"Şimdi yumuşaklık ve merhamet gerekmez. Bu hususta kusuru görülenler, fethe muhalif olanlar tespit edilip, bunlar görevden azil dâhil, gereken en şiddetli ceza ile cezalandırılmalıdır. Eğer bunlar yapılmazsa kaleye yeni bir hücuma kalkışıldığında, hendeklerin doldurulmasına karar verildiğinde gevşeklik gösterilecektir. Bilirsiniz, bunlar yasaktan (zordan) anlayan Müslüman'dır. Allah için canını, başını ortaya koyan azdır. Meğer bir ganimet göreler, canlarını dünya için ateşe atarlar.
Şimdi sizin yapmanız gereken bütün gücünüzle, fiilen, emirle, hükümlerinizle, sözünüzle işe sarılmanız, gayret göstermenizdir. Bu tür görevler, gerektiğinde merhameti ve yumuşaklığı az, şiddet kullanabilecek, zora başvurabilecek kimselere verilmelidir. Bu, hem geçmişteki uygulamalara, hem de dine uygundur. Allah şöyle buyuruyor: "Ey şanlı Peygamber! Kâfirlerle, münafıklarla sonuna kadar savaş ve onlara karşı sert ol, yumuşak davranma. Onların varacakları yer cehennemdir ki, orası varılacak ne kötü yerdir"
Ankara'nın manevî güneşi Hacı Bayram Veli'nin sadık mürididir Akşemseddin
Akşemseddin Hazretleri, Hak ve hakikat yolunda yalpalamadan dosdoğru yürüyebilmek için bir rehbere ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Onun içindir ki kâmil bir mürşit arayışı içerisindeydi. Bu yüzden o zamanlar Halep'te büyük bir şöhreti olan Zeynüddin-i Hâfi'ye intisap etmek üzere Halep'e gitmiştir. Fakat gördüğü bir rüya üzerine geri dönmüş ve Ankara'ya gelerek zamanın büyük mürşidi Hacı Bayram-ı Veli'ye intisap etmiştir. Ankara'daki manevî eğitimini ve nefis terbiyesini tamamlayan Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Velî'nin halifesi mertebesine kadar yükselmiştir. Bir süre Beypazarı ve İskilip'te bulunan Akşemseddin, daha sonra bugünkü Göynük ilçesine yerleşerek irşat ve tedris faaliyetlerine burada devam etmiştir. Milâdî 1429'da şeyhi ve piri Hacı Bayram'ın vefatından sonra halife olarak irşat postuna oturmuş ve tarikatın Bayramiye kolunu sürdürmüştür.
Aynı zamanda çok kıymetli bir Divan şairidir Akşemseddin Hazretleri
Divan şiiri Osmanlı Devleti zamanında padişahlardan vezirlere, paşalardan münevverlere kadar hemen herkesin ilgi duyduğu bir sanat dalıydı. Osmanlı padişahlarının da şiir yazdıkları, o dönemler hakkında bilgisi olanların malumudur. Fatih Sultan Mehmed'in "Avnî" mahlasıyla bir divan teşkil edecek kadar şiir yazdığı bilinen bir gerçektir. İşte öyle de Fatih'in hocası Akşemseddin Hazretleri de şiire gönül veren Hak ve hakikat dostlarından biridir. Akşemseddin, tasavvuf yoluna girdikten sonra şiire ilgi duymuş, dinî ve tasavvufî muhtevalı şiirler yazmıştır. Tasavvuf içerikli şiirlerinde Şems, Şemsî ve Şemseddin mahlaslarını kullanmıştır. Onun dinî ve tasavvufî şiirleri geniş kitleler tarafından bilinmese de okunmaya ve üzerinde düşünülmeye değerdir. Akşemseddin'e ait 38 şiir Prof. Dr. Kemal Eraslan tarafından mecmualardan bulunup çıkarılarak ilgililerin dikkatine sunulmuştur.
Kâinata gönül nazarıyla bakan Akşemseddin, dünyaya geliş gayesini bilen ve bu minvalde şuurla yaşayan mütekâmil bir insandı. O, mürşidi Hacı Bayram-ı Veli'yi çok sever ve ona derin bir saygı ve muhabbet duyardı. Hocasına hitaben yazdığı şu anlamlı şiir, vefanın kıymetini bilenler için okunmaya değerdir: "Âşık oldum sana candan/Pirim Hacı Bayram Velî/Farıg oldum bu cihandan/Pîrim Hacı Bayram Velî//Irak mıdır yollarımız/Taze midir güllerimiz/Hub söyler bülbüllerimiz/Pirim Hacı Bayram Veli//Al yeşil zeyn olmuş üstü/Server Muhammed’in nesli/Yaratan Allah’ın dostu/Pirim Hacı Bayram Velî//Akşemseddin der varılır/Azim tevhidler sürülür/Yılda bir çağı bulunur/Pirim Hacı Bayram Veli//Sensin Allah’ın Velîsi/ İki Cihanın dolusu/Evliyaların ulusu/Pirim Hacı Bayram Velî"
Eyüp Sultan Hazretleri'nin kabrinin manevî kâşifi Akşemseddin'dir.
Dünyevî ilimlerle uhrevî ilimleri birleştiren Akşemseddin Hazretleri, Osmanlı’nın yükselme döneminde yaşamış, İstanbul’un manevî fâtihi unvanını kazanmış ve Peygamber Efendimizin müjdesine nail olmuş bir Allah dostudur. Akşemseddin Hazretleri, Peygamber Efendimizi yedi ay boyunca misafir eden Eyüp Sultan Hazretleri'nin kabrini keşfeden büyük bir Allah dostudur. Eğer o bu büyük Allah dostu Eyüp Sultan'ın mezarını tespit etmeseydi bugünkü Eyüp semti bu adla anılmayacaktı. En önemlisi de İstanbul büyük bir değerinin farkında olmadan yaşayacaktı. Bu bile İstanbul'a büyük bir manevî hizmettir.
Akşemseddin'in Göynük'teki türbesi, talebesi Sultan Fatih tarafından yaptırılmıştır.
Akşemseddin Hazretleri, talebesi Fatih Sultan Mehmed'in çağrısıyla, çağ açıp çağ kapayan İstanbul'un fethine bizzat katılmıştı. Askerlerin ve Fatih'in moralinin diri tutulmasında çok faydaları olmuştur. Fetihten sonra Göynük'e dönen Akşemseddin Hazretleri, Hicrî 863(Milâdî 1459) yılında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Kabri Göynük'tedir.
Fatih Sultan Mehmed in hocası Akşemseddin Hazretlerinin Türbesi Fatih Sultan Mehmed tarafından 1464 yılında Bolu'nun Göynük ilçesinde yaptırılmıştır. II. Mehmed'in hocası Akşemseddin Hazretleri'nin Türbesi'yle ilgili olarak TDV İslâm Ansiklopedisi'nde şu bilgiler verilir: "İstanbul'un manevî fatihi kabul edilen ve Fatih Sultan Mehmed'in hocası olan Akşemseddin'in türbesi Süleyman Paşa Camii yanındadır. Kapı kemeri aynasındaki Arapça kitabesine göre 792'de (1390) dünyaya gelip 863 Rebiülâhir sonlarında (Şubat 1459) vefat eden Şeyh Akşemseddin için 868(1463-64) yılında yaptırılmıştır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin matbu nüshasındaki bir notta türbenin harap olması üzerine hazine-i hassadan masrafı karşılanarak yeni ve güzel bir türbe yapıldığı belirtilmiştir. 1952 yılından itibaren türbenin dış mimarisi tamir görmüş, bu sırada içindeki sandukaların yerleri değiştirildiği gibi, bir tanesi de anlaşılmayan bir sebepten kaldırılarak yok edilmiştir.
Akşemseddin Türbesi, çapı 4.80 m. kadar olan bir altıgen biçimindedir ve kesme taştan yapılmıştır. Üstünü kurşun kaplı bir kubbe örter. Her cephesinde altlı üstlü ikişer pencere vardır. Kapı çerçevesi basit, sade ve Osmanlı devri Türk türbe mimarisinin klasik çağının mütevazı bir örneğidir. Son tamirde sandukaların yanlara yerleştirilmesi gibi yanlış bir işin niçin yapıldığının izahı mümkün değildir. Türbede Akşemseddin'den başka iki oğlu da yatmaktadır. Evliya Çelebi, Akşemseddin'in pek çok sayıdaki oğul ve torunlarının adlarını vererek bunların çoğunun onun yanında yattıklarını bildirir. Şeyhin sandukası Anadolu'da Selçuklu devrinde çok görülen ceviz ağacından işlenmiş sandukaların bir benzeridir. İki yan cephesinde kabartma harflerle bir hikmet ile bir hadis-i şerif yazılmıştır. Baş taraftaki aynasında rûmîlerle bezenmiş yine bir hadis-i şerif, diğer aynada ise bir hakim sözü görülür. Akşemseddin'in sandukası. Osmanlı devrinde yapılan ağaç sandukaların sonuncusu olarak özel bir değere sahiptir."( TDV İslâm Ansiklopedisi Akşemseddin Türbesi-Semavi Eyice)
Akşemseddin Hazretleri'nin hayat tecrübelerinin yansıması olan kıymetli sözler
Ömrü ilim, irfan ve güzellikler peşinde koşmakla geçen Akşemseddin Hazretleri'nin birbirinden güzel, özlü söz ve nasihatleri mevcuttur. Bu sözler onun hayat tecrübelerinin birer yansıması hükmündedir. Bunlara örnek olarak şu güzel ve anlamlı sözleri verebiliriz: “Her işe besmele ile başla. Temiz ol, daim iyiliği adet edin. Tembel olma, namaza önem ver. Nimete şükret, belâya sabret. Dünyanın mutluluğuna mağrur olma. Kimseye kızma, etme cefa. Kimsenin nimetine haset etme. Kimseyi kötüleyip kaht etme (atıp tutma). Senden üstün olan kimsenin önünden yürüme. Çok uyumak kazancın azalmasına sebep olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti Kur’an-ı Kerim oku. Daima Allahü Tealaya hamd et. Hem Cehennem azabından endişeli ol, kork. Gücün yeterse haset kapısını kapat, hasedi terk et. Kendini başkalarına methetme. Namahreme bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırıp, viran eyleme. Edepli, mütevazı ve cömert ol."
BULGARİSTAN'IN AYDOS ŞEHRİNDEN 0SMANLI'NIN İLK PAYİTAHTI BURSA’YA : İSMAİL HAKKI BURSEVÎ
M. NİHAT MALKOÇ
İsmail Hakkı Bursevî, iyi bir Müslüman olma gayreti içerisinde olmuştur.
Tasavvuf göğünün yıldızlarından biri olan İsmail Hakkı Bursevî, Ekim 1653'te (Zilkade 1063) bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan Aydos’ta doğmuştur. Uzun süre Bursa’da yaşadığı ve burada vefat ettiği için “Burûsevî” (Bursevî), bir müddet Üsküdar’da ikamet ettiği için “Üsküdârî”, Celvetiyye tarikatına mensup olduğu için de “Celvetî” isimlerini de kullanmıştır. Fakat o, "Bursevî" adıyla bilinir ve tanınır olmuştur.
İsmail Hakkı Bursevî'nin, İstanbul'da tasavvufî çevrelerle yakın ilişkisi olan babası Mustafa Efendi, İstanbul’un Aksaray semtinde doğup büyümüş, evi yandığı için bugün Bulgaristan toprakları içinde kalan Aydos'a yerleşmiştir. Annesi Kerime Hanım ise evlâdı İsmail Hakkı henüz yedi yaşındayken hayatını kaybetmiştir. Bu yüzen de büyükannesinin yanına yerleşmek mecburiyetinde kalmıştır. Bursevî, "Kitâbü’s-Silsileti’l-Celvetiyye" ve "Tamâmü’l-Feyz fî Bâbi’r-Ricâl" isimli eserleri başta olmak üzere, diğer bazı eserlerinde kendisi ile ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir. Bu eserler onun hayatına ışık tutmaktadır.
İsmail Hakkı Bursevî, küçük yaşta babası ile birlikte Osman Fazlı Efendi’nin sohbet ve zikirlerine katılmış ve yedi yaşında iken tahsile başlamıştır. Hoca Şeyh Abdülbâki ile birlikte Edirne’ye giderek ondan din ve fen bilgileri dersi almıştır. Buradan icazetnamesini aldıktan sonra İstanbul’a gelerek Atpazarı’ndaki hocası Şeyh Osman Efendi’nin dergâhına yerleşmiştir. Kısa zamanda manevî olgunluğa erişmiştir. İrşad için Bursa’ya, bir müddet sonra da Üsküp’e gönderilmiştir. Orada bir zaviye yaptırmış ve irşada başlamıştır.
On yıl boyunca Üsküp’te kalan İsmâil Efendi, hocasının manevî işaretiyle 1685 tarihinde Bursa’ya geri dönmüştür. Hocasının Magosa’ya gittiğini duyunca o da Magosa’ya gitmiştir. İsmâil Hakkı Efendi hocasının vefatından sonra Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul güzergâhı ile Bursa’ya gelmiştir. Sultan II. Mustafa’nın daveti üzerine Edirne’ye gitmiştir. Daha sonra tekrar Bursa’ya geri dönerek orada dergâh, mescit ve çilehane odalarından oluşan bir külliye yaptırarak, bu yerin adını "Câmi-i Muhammedî" koymuştur.
Çok küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm okumayı öğrenen İsmail Hakkı Bursevî, iyi bir Müslüman olma gayreti içerisinde olmuştur. İki defa kutsal topraklara giderek hac ibadetini yerine getirmiştir. O, İbn-i Arabî’ye olan sevgisiyle ve muhabbetiyle bilinirdi. Onun içindir ki İbn-i Arabî’nin kabrinin bulunduğu Şam'a giderek üç sene boyunca burada yaşamıştır.
Bir gönül sultanı olan İsmail Hakkı Bursevî, ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirmiştir. İsmail Hakkı Bursevî'nin ders aldığı hocalar arasında Atpazarî Osman Fazlî İlâhî, Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Abdülbakî Efendi, Şeyh Muhammed b. El-Kurra ve Hafız Osman gibi isimleri sayabiliriz. Onun manevi şahsiyetinin gelişmesinde Muhyiddin İbn Arabî, Sadreddin Konevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Celvetiyye tarîkatinin büyüklerinden Mehmed Muhyiddin Üftade ve Aziz Mahmud Hüdayî önemli bir yer tutar.
Söz ustası, mütefekkir ve mutasavvıf İsmail Hakkı Bursevî'nin şairliği
Asıl adı "İsmail" olan İsmail Hakkı Bursevî, şiirlerinde "Hakkî" mahlasını kullanmıştır. Bu isim zamanla onun adının bir parçası olmuştur. İsmail Hakkı, özellikle Balkanlarda vazifeliyken yazdığı eserlerinde “en-Nâsıh” unvanını kullanmıştır.
Çok sayıda şiir kaleme alan İsmail Hakkı Bursevî, şiirin muhtevasının kötü olmadıktan sonra şiirin sakıncalı olmayacağını savunmuştur. Kendisi de bu minvalde şiirler yazmaya gayret etmiştir. Ayetlerden ve hadislerden süzdüğü mesajları şiir diliyle geniş kitlelere ulaştırmıştır. Yazdığı şiirlerde sade bir dil kullanmaya (anlaşılır olmaya) çalışmıştır.
İsmail Hakkı Bursevî, bir şair olmaktan ziyade, büyük bir mutasavvıftır. O, eserlerinde daha çok tasavvufun esas temel unsuru olan vahdet-i vücûd meselesini sade bir şekilde açıklayan bir din âlimi ve arif kişidir. Bu nedenle onun eserlerinin ekserisi şerh mahiyetinde olmakla birlikte, bilhassa bu yorumlarının çoğu tasavvufî konuları en kolay bir şekilde halletmesi bakımından diğer mutasavvıflar arasında ayrı bir yere sahiptir. O, manzumelerinde edebî sanat ve hüner göstermekten çok, tasavvufî anlayışları dile getirme amacı gütmüştür.
Çok sayıda manzumesi olan Bursevî, mürettep bir divan sahibidir. Kaleme aldığı manzumelerinin 10 binden fazla olduğunu bizzat kendisi haber vermektedir.Onun şiirleri Allah'ın birliğine ve övgüsüne yöneliktir. O yüzden de bu şiirler okuyucularına huzur ve sükûn verir. Şiirleri düzyazılarından daha sade ve anlaşılırdır. Şiirlerinde ayet ve hadislerdeki hükümlere yer verilmektedir. Atasözleri ve kıssalar da onun şiirini daha etkili kılmaktadır. Yine o, şiirlerinde tasavvufî terbiyeden ve tarikatların işlevinden bahseder. Mürşid-i kâmil, mürîd-i sâdık, sûfî, tevhid, zikrullah, Allah’ın isim ve sıfatları, Hz. Muhammed ve diğer bazı peygamberlerin özellikleri, zühd ve irfan gibi konular üzerinde durur.
İsmail Hakkı Bursevî 'nin şiire dair en önemli eseri olan "Divan"ı 1687'den bu yana yazdığı şiirlerden meydana gelmektedir. Toplam beyit sayısı 3153 olan bu nüshadaki şiir mevcudu 360 gazel, on bir tanesi hece vezniyle altmış altı ilâhi, elli dört rubâî, elli müfred, bir mesnevi, bir tahmîs, iki terkibibend, bir terciibend ve değişik şekilli on dokuz manzumeden oluşmaktadır. Bir diğer şiir kitabı olan Mi‘râciyye (1709) Bursa’da yazılan 477 beyitlik manzumeden meydana gelmektedir. Bir diğer eseri ise "Manzûmât" adını taşımaktadır. Bu eserde şairin 1705 yılında kaleme aldığı 150’yi aşkın manzumesini kendi el yazısı ile kaydettiğini görüyoruz. Yine onun şiir sahasında "Ferâhu’r-rûh", " Rûhu’l-Mesnevî", " Kitâbü’l-Envâr", " Şerḥ-i Naẓmü’s-sülûk", " Şerh-i Pend-i Attâr", " Şerh-i Ebyât-ı Hacı Bayrâm-ı Velî", " Şerh-i Ebyât-ı Yûnus Emre", " Şerh-i Nazm-ı Ahmedî", " Şerh-i Nazm-ı Hayretî", " Şerh-i Ebyât-ı Hasan-ı Kādirî" adlı farklı şairlerden yaptığı şiir şerhleri vardır.
Velût bir kalem ve mutasavvıf olmanın ötesinde aynı zamanda bestekâr da olan İsmâil Hakkı Bursevî, kendisinin ve Aziz Mahmud Hüdâyî’nin bazı ilâhilerini bestelemiştir.
İsmail Hakkı Bursevî, bir rivayete göre 136 kitap kaleme almıştır.
18. yüzyıl Osmanlı ulemasının en büyük sufîlerinden biri olan İsmail Hakkı Bursevî, ömrü boyunca başta tefsir, tasavvuf, hadis, fıkıh ve kelâm dallarında olmak üzere, birbirinden kıymetli 136 eser yazmıştır. Yani bildiği her malumatı insanlarla paylaşmıştır. Eserlerinin çoğu Türkçe, kırk kadarı ise Arapçadır. Birbirinden kıymetli bu kitaplar arasında şunları sayabiliriz: "Nuhbetü’l-letâif, Mecâlisü’l-va’z ve’t-tezkîr, Şerhu Mukaddimeti’l-Cezerî, Şerhu Risâle fî Âdâbi’l-münâzara li-Taşköprî-zâde, Şerhu’l-Hadîsi’l-erbaîn, Şerhu’l-Fıkhi’l-Keydânî, Mecâlisü’l-müntehabe, Kitâbu’l-Furûk, Mecmûatü âyâti’l-müntehabe, Mecmûatü’t-tefâsîr, Makâlât-ı İsmâil Hakkî, Dîvân-ı İsmâil Hakkî veya Fütûhât-ı Burûsevîyye, Es’île-i Şeyh-i Mısrî’ye Ecvibe-i İsmâil Hakkî, Levâih teteallaku bi--ba’dı’l-âyâti ve’l-ehâdîs, Risâletü’t-Tehaccî fî hurûfi’t-teheccî, Mecmûâtü âyâti’l-müntehabe, Şerhu’l-hadîs “el-Mü’minü mirâtü’l-mü’min”, Mecmûtü’l-esrâr, Kitabü Tamâmi’l-feyz fî bâbi’r-ricâl, Ferahu’r-rûh (Şerhu’l-Muhammediyye), Şerhu Salevâti İbn Meşîş, Es’iletü’s-Sahafiyye ve Ecvibetü’l-Hakkıyye veya Şerhu’l-atâ li-ehli’l-ğıta, er-Risâletü’l-câmia li’l-mesâli’n-nâfia, Vâridât-ı Hakkıyye (Vâridât-ı Kübrâ), Risâletü Eyyühe’l-bülbül, Kitâbü’ş-Şecv, Kitâbü’l-Hutabâ, Mecmûa, Mecîü’l-Beşîr li-ecli’t-tebşîr, Rûhu’l-Mesnevî (Şerhu’l-Mesnevî), Şerhu’l-kebâir (Rumûzü’l-künûz), Rûhu’l-Beyân fî tefsîri’l-Kur’ân, Min vâridâti’l-fakîr eş-Şeyh İsmâil Hakkî min evâhiri Zilhicce min seneti, Min ba’dı mâ nazamehü’l-fakîr eş-Şeyh İsmâil Hakkî bi’l-lisâni’t-türkî min evveli seneti, Şerh-i ebyât-ı Hacı Bayrâm-ı Velî, Şerh-i ebyât-ı Yûnus Emre, Ecvibetü’l-Hakkıyye an es’ileti’ş-Şeyh Abdurrahmân, Risâle fî beyâni’l-halve ve’l-celve, Risâletü’l-Mi’râciyye, Sülûkü’l-mülûk (Tuhfe-i Aliyye), Şerhu Nazmi’s-sülûk li’ş-Şeyh Ömer ibni’l-Fârız, Kitâbü’l-Envâr, Tefsîru Âmene’r-Rasûlü, Kelimetün zâbbe ammâ yeridü alâ metni dâbbe, Şerhu “Yâ eyyühe’n-nâsü’budû Rabbeküm”, Risâletü’l-Umâriyye, Tefsîru Sûreti’z-Zelzele, Risâle, Şerh-i ebyât-ı Yûnus Emre, Şerh-i Nazm-ı Ahmed veya Ahmedî, er-Risâletü’ş-Şem’ıyye, Şerhu Şuabi’l-îmân, Mecmûatü’l-hutab ve’l-vâridât, Şerh-i ebyât-ı Yûnus Emre, Risâle-i Gül, Tefsîr-i Âmene’r-Rasûlü, Risâle-i Ma’nâ-yı Şerîf-i İsm-i Muhammed, Ta’lîka alâ evâili Tefsîri’l-Beydâvî (Şerh-i Tefsîr-i Fâtihâ), Şerh-i ebyât-ı Yûnus Emre, Şerhu Nuhbeti’l-fiker, Kitâbü’l-Mir’ât li hakâikı ba’dı’l-ehâdîs ve’l-âyât, Kitâbü’l-Hitâb, el-Vâridât, Kitâbü’d-Düreri’l-irfâniyye, Mecmûatü’l-fevâid ve’l-vâridât, Risâle-i Hakâik-ı Hurûf-i Teheccî, Tuhfe-i Recebiyye, Vâridât, Kitâbü’n-Necât, Mecmûa, Mecmûa-i Hakkî, Risâletü’l-Hazarât, Tuhfe-i İsmâiliyye, Tuhfe-i Halîliyye, Tuhfe-i Atâiyye, Kitâb-ı Kebîr, Kitâbü’z-Zikr ve’ş-şeref, Kitâbü’s-Sülûk (Tuhfe-i Vesîmiyye), Şerh-i Ebyât-ı Fusûs, Tuhfe-i Bahriyye, Risâle-i Hüseyniyye, Kitâbü’l-Hakkı’s-sarîh ve’l-keşfi’s-sahîh, Kitâbü Hucceti’l-bâliğa, Kitâbü Nakdi’l-hâl, Tuhfe-i Hasakiyye, Risâle-i Bahâiyye, Kitâbü Zübdeti’l-makal, uhfe-i Ömeriyye, Şerh-i Esmâ-i Seb’a, Kenz-i Mahfî, Vesîletü’l-merâm, Müteferrikât-ı Şeyh Hakkî, Kitâbü Münzîli’l-ahzân, Kitâbü Hayâti’l-bâl, Kitâbü’l-Izzi’l-âdemî, Şerh-i Pend-i Attâr, Kitâbü’n-Netîce, Şerhu’l-Erbaîne hadisen, Silsilenâme-i Celvetî, Şerhu’l-Usûli’l-aşere, Şerh alâ tefsîri’l-cüz’i’l-ahîr li’l-Kâdi’l-Bedâvî, Risâle-i Nefesi’r-Rahmân
İsmail Hakkı Bursevî'nin en mühim eseri kendi el yazısıyla kaleme aldığı "Ruhu'l-Beyan"dır. Bu tefsir günümüzde 10 cilt halinde basılmıştır. Suriyeli âlimlerden Ali Sabunî, bu tefsirin bir hulâsasını hazırlamış, 1988 senesinde İslâm dünyasının hizmetine sunmuştur.
İsmail Hakkı Bursevî'nin felsefî çerçevede akıl ve din tasavvuru
Hayatını düşünme ve yazma üzerinde temellendiren İsmail Hakkı Bursevî'nin İslâm'dan ve onun temel kitabı olan Kur'an-ı Kerim'den beslenen kendine has bir düşünce dünyası vardır. O, görüş ve tenkitlerinde genel anlamda geleneğin dışına çıkmaz. O; sufi gelenekten gelen, dinî duyarlılığı (hassasiyetleri) üst düzeyde olan bir İslâm âlimidir. O da tıpkı Gazâlî gibi aklın ilâhiyat sahasında herhangi bir otoriteye sahip olamayacağını vurgular. Yani onun gözünde akıl, dinî ilimler alanında herhangi bir belirleme gücüne sahip değildir. Ona göre akıl, meseleleri anlamada zayıftır. Onun içindir ki akla tabi olmayı ev hanımına veya hizmetçiye tabi olmaya benzetir. O, akıl temeline oturtulmaya çalışılan dinin neticede harap olacağı kanaatindedir. Zira hakikate varmada akıl yolda kalmaya mahkumdur. Akıl insanı tek başına doğru yola iletmekten acizdir. Zira akıl gözü, birçok şeyi puslu görür.
Bursevî, bütün meselelere özellikle ve öncelikle dinî perspektiften bakma yolunu tercih etmiştir. Yani hadiselere bakışında temel kriteri din olmuştur. O, yaşayışı bilginin önüne koyarak önceler. Ona göre faydalı olanla faydasız olanın ölçüsü dindir. Yani dine uygun olan yararlı, dine uygun olmayan zararlıdır. O, faydasız ilimle uğraşmayı kerih, kendi tabiriyle "isrâf-ı ömr" olarak görmüştür. Sırf bu yüzden bir kısım çağdaşlarını yermiştir. Ona göre marifet, kerametten çok daha üstündür; keramet velâyet için şart değildir.
Bursevî'ye göre marifet, eşyanın mânâda yok olmuş hâlidir. Marifet kişinin kendi nefsini bilmesi, dolayısıyla da Rabbini bilmesidir. Ona göre ârif, kendi nefsini bilen, yani hakîkatine eren ve bu yolla Hakk’ın zâtı, sıfatları, isimleri ve fiillerinin sırlarına vâkıf olandır. Yani arif, Allah'ın dışındaki şeylerden kendisini soyutlamış kişidir. Arif daima halk içinde Hak'la beraberdir. Kendini dünyadan ve onun içindekilerden soyutlamıştır, onlara hiçbir şekilde iltifat etmemiş, onlardan daima uzak durmuştur. Böylece mânâ âleminde yaşamıştır.
Celvetî şeyhi İsmail Hakkı Bursevî, tasavvuf düşüncesi bakımından sünnî anlayışını benimsemiştir. Bursevî, bütün ömrünü camilerde vaaz etmekle, nasihatlerde bulunmakla, yazmakla ve eserleri vasıtasıyla insanları irşat etmekle verimli bir şekilde geçirmiştir.
Arkasında eser bırakanlar maddeden aramızdan ayrılsalar da manen yaşamaya devam ederler. Mutasavvıf şair ve mütefekkir İsmail Hakkı Bursevî, eserleri vasıtasıyla bugün de aramızda yaşamakta, o eskimeyen düşünceleriyle insanları irşat etmeye devam etmektedir.
İslâm dünyasının en nadide şahsiyetleri arasında yer alan İsmail Hakkı Bursevî,1725 yılında Bursa’da vefat etmiştir. Kendi imkânlarıyla Tuzpazarı’nda yaptırdığı caminin kıble tarafında bulunan hazîreye defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.
EĞİTİMCİ-YAZAR M. NİHAT MALKOÇ'LA EĞİTİM ÜZERİNE RÖPORTAJ
-Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
-1970’te Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde doğdum. Güneşli Köyü İlkokulu’nu, Köprübaşı Ortaokulu’nu ve Köprübaşı Lisesi’ni bitirdim. Liseden sonra KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünü kazandım. 1992’de adı geçen okuldan mezun oldum. 02 Aralık 1992’de ilk görev yeri olan Gümüşhane Lisesi’ne Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak atandım. 1994 yılında vatanî görevimi İstanbul’da Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda öğretmen olarak yaptım. Sonra Akçaabat Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne tayin edildim. 2000 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni sıfatıyla Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a gönderildim. Türkmenistan’dan döndükten sonra Derecik İlköğretim Okulu’nda iki yıl Türkçe Öğretmenliği yaptım. Sekiz yıl Trabzon (Fen) Lisesi’nde, beş yıl Trabzon İMKB Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni olarak görev yaptım. Son olarak 7 yıldan beri Trabzon 15 Temmuz Şehitleri Anadolu Lisesi'nde öğretmen olarak çalışmaktayım. Evliyim; iki kızım, bir oğlum var.
Bugüne kadar “Türk Edebiyatı, Türk Dili, Türk Yurdu, Dergâh, Çıngı, Ayvakti, Kubbealtı Akademi, Üslûp, Ayraç, Akpınar, Alkış, Altınoluk, Değirmen, Berceste, Yüzakı, Genç, Nida, Somuncu Baba, Kardelen, Güneysu, Tefekkür, Çınar, Mortaka, Kültür Ajanda, Siyerinebi, Ruhun Gemisi, Halk Edebiyatı, Açıkkara, Ihlamur, Gökmavi, Erciyes, Yediiklim, Töre, Maki, Gergef, Yarpuz, Dil ve Edebiyat, Gülistan, Kümbet, Mavi-Yeşil, Herfene, Seviye, Poyraz, İnceeleyen, Şehir ve Kültür, Yerli Düşünce” vb. gibi seçkin edebî dergilerde şiir ve yazılarım yayımlandı. 183 edebiyat yarışmasında (şiir, hikâye, deneme, makale) birincilikten mansiyona kadar değişik ödüller kazandım.
-Öğretmenlik mesleğinizi seçmenizin nedeni nedir?
-Okumayı , dolayısıyla da kitap satın alıp biriktirmeyi (kütüphane oluşturmayı) seven bir insan olduğum için ilkokulda, ortaokulda ve lisede Türk Dili ve Edebiyatı derslerini öteki derslere kıyasla çok daha fazla severdim. Onun içindir ki okullarda Türkçe ve Edebiyat öğretmenleriyle ilişkim hep güzel olmuştur. Onları kendime rol model olarak seçme gayreti içerisinde olmuşum. Okumalarım beni bir noktadan sonra yazmaya yönlendirmiştir. Bugüne kadar şiirden hikâyeye, denemeden makaleye kadar birçok türde yüzlerce eser kaleme almışım. Bu da benim Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olmamda çok önemli bir etkendir. Bir de bildiklerimi insanlarla paylaşmaktan büyük bir keyif alırım. Bilgi ve tecrübeleri paylaşmanın zirve noktası da tartışmasız öğretmenliktir. Onun için öğretmen oldum.
-Mesleğinizi öğrencilerinize önerir misiniz? Neden?
-Öğretmenlik mesleğini öğrencilerime tavsiye ederim tabii ki. Öğretmenlik mesleği halk arasında peygamber mesleği olarak da bilinir. Onun içindir ki öğretmenlik kutsaldır. İnsanlara bir şeyler öğretmek, onlara yol göstermek (rehber olmak) insanı manevi olarak fazlasıyla tatmin eder. Hem öğretmenlik daima aktif olmayı gerektiren bir iştir. Hayatınızı daima dinamik olarak yaşamanızı beraberinde getirir. Onun için de hep enerjik kalırsınız. Fakat bu meslek herkesin yapabileceği bir iş değildir. Öğretmenlik mesleğinde başarılı ve mutlu olabilmek için her şeyden önce sabırlı olmak gerekir. Sabırlı olmayan bir insan öğretmen olamaz, olmamalıdır da. Bunun yanında öğretmenliğin ön şartı insanları sevmektir. Bir de öğretmen olacak kişi okumayı, kendini geliştirmeyi ve yenilemeyi sevmelidir. Empati ve paylaşma kültürü olmalıdır.
- Mesleğinizi isteyerek mi seçtiniz?Tekrar okuma şansınız olsa öğretmenlik okur muydunuz?
-"Sanırım tekrar dünyaya gelseydiniz yine öğretmen mi olurdunuz?" demek istediniz. Öğretmenlik mesleğini severek seçtim ama şunu da itiraf edeyim ki benim üniversite sınavı sonrasında aldığım puan belli olduktan sonra ilk sırada seçtiğim meslek öğretmenlik değil hukuktu. Hukuk alanına apayrı bir ilgim vardı. Fakat bu, öğretmenliği sevmediğim anlamına gelmez. Öğretmenliği de seviyordum ama o zamanlar hukuk okumak benim için daha önde gelen bir düşünceydi. Üniversite sınavına ilk sene girdiğim puanla tercih yaptığım için o yıl hukuku alamadım. Bir sene daha beklemek de işime gelmedi. Böylece öğretmen oldum. Bu sonuçtan hiç de pişman değilim. İyi ki de öğretmen olmuşum.
-Mesleğinizin iyi yanları nelerdir?
-Öğretmenlik mesleğinin her şeyden evvel iyi yanı bu mesleğin malzemesinin insan oluşudur. Başka bir tabirle insanla uğraşmaktır. Böylelikle insanların hayatına dokunmuş oluyorsunuz. Şahsiyet inşa ediyorsunuz. Böylelikle de topluma kalifiye insan yetiştirerek katkıda bulunuyorsunuz. Hayatına dokunduğunuz insanlar sizi kolay kolay unutmuyor. Her nereye giderseniz gidin orada bir öğrencinizle karşılaşma imkânı buluyorsunuz. Demem o ki unutmadıklarınız sizi unutmuyor. Vefalı olan vefasını gösteriyor.
-Öğretmenlik mesleğinin kötü yanları nelerdir?
-Aslında öğretmenliğin çok da kötü yanları yok, zorlukları var. Özellikle kalabalık sınıflarda öğretmenler fazlasıyla yoruluyor ve de yıpranıyor. Bu da erken yaşlanmanıza sebep olabiliyor. Bir kısım sıkıntılı tipler öğretmenin sabrını zorlayabiliyor. Zaten öğretmenliğin kıymeti de sabrınızla ölçülebilen bir şey. Derslerde sürekli ayakta olmak da fiziksel açıdan yorucu olabiliyor. Bir de her insanın (öğrencinin) farklı karakterlerde olması öğretmenin tabir caizse insan sarrafı olmasını gerekli kılıyor. Öte yandan az da olsa bir kısım öğrencilerin öğrenme yetersizlikleri, algılama ve hazırbulunuş bakımından zaafları öğretmenin işini zorlaştırıyor. En önemlisi de bir kısım öğrencilerin disiplinsizlikleri...
-Öğrencilerinizin başarı durumunu nasıl ölçüyorsunuz?
-Öğrencilerin başarı durumlarını öncelikle yazılı ve sözlü sınavlarla, performans ve proje çalışmalarıyla ölçüyoruz. Fakat öğrencilerin her zaman yazılı ve sözlü sınavlardan yüksek not almaları iyi öğrenci oldukları anlamına gelmiyor. Öğrencinin iletişim becerisi, insanî değerleri ve ahlâkı en az aldığı notlar kadar kıymetlidir. Öğrenciyi birkaç sınavla ölçemezsiniz. Ölçme değerlendirme bütün bir öğretim yılını kapsayan bir süreçtir.
-Sınıf yönetimini nasıl sağlıyorsunuz?
-Öğretmenliğin en zor ve en önemli yanlarından biri de sınıf yönetimidir. Sınıfı iyi yönetemeyen öğretmenler bu meslekte hakkıyla ve lâyıkıyla başarılı olamazlar. Disiplinli olmak başarının olmazsa olmazıdır. Bu da ancak iyi bir sınıf yönetimiyle mümkündür. Kanaatimce öğretmen ne çok sert ne de çok yumuşak olmalıdır. "Tatlı-sert" diye nitelendirdiğimiz kıvamda olmalıdır. Böyle olursanız ne kimseyi şımartır ne de kırarsınız. Ölçülü davranabilirseniz öğrenciyi disipline ederek başarılı olmasını sağlayabilirsiniz.
-Eğitim felsefeniz nedir?
-Öğretmenin malzemesi insan olduğu için bu meslekte duygular ve düşünceler çok önemli ve belirleyicidir. Hangi kademede olursa olsun, eğitim felsefesi insan odaklı olmalıdır. Hayatta önce ahlâk ve maneviyat gelir. Ahlâk ve maneviyattan nasibini almayan nesillerin eğitilmesi çok güçtür. Onları bilgilerle donatsanız da istediğiniz ahlâkta (kıvamda) yetiştiremezsiniz. Zira bir kısım ansiklopedik bilgileri bilmek ve formülleri öğrenmek eğitim için yeterli değildir. Onun içindir ki eğitimle öğretim beraber ve paralel yürütülmelidir. Biri öbüründen geri kalmamalıdır. Öğrencilere önce saygı, sevgi, vefa ve empati duyguları öğretilmelidir. Daha doğrusu bu kavramları içselleştirmeleri sağlanmalıdır.
-Öğretmenlik hayatınızda yaşadığınız bir olayı (anınızı) anlatır mısınız?
-Öğretmenlik hayatımda öğrencilerimin başarılarıyla hep gurur duydum. Onların iyi yerlere gelmesi beni hep mutlu eyledi. Birçok öğrencim çok iyi yerlere geldi. Hayat beni birçok yerde onlarla sürpriz bir şekilde karşılaştırdı. Hiç unutmam, Akçaabat İmam Hatip Lisesi'nde görev yaparken bir öğrencim şiirler yazar, yazdığı şiirleri kontrol etmem için bana getirirdi. Öğrencim zaman içerisinde birçok öğrenciler arası şiir ve kompozisyon yarışmasında dereceler elde etti. Ben de başta şiir olmak üzere, birçok alanda yazan bir insan olduğum için büyükler arasında düzenlenen şiir ve edebiyat yarışmalarına katılırdım. Öğrencim liseyi bitirdikten sonra Akçaabat'ta düzenlenen bir şiir yarışmasına katıldı. Aynı yarışmaya ben de katılmıştım. O yarışmada öğrencimin şiiri birinci, benim şiirim ise ikinci olmuştu. Bu beni fazlasıyla mutlu etmişti. Halk tabiriyle söylemek gerekirse boynuz kulağı geçmişti.
ÜSKÜP VE KOSOVA'DA ECDADIN İZLERİ
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı'nın bir nevi kara kutusu olan Balkanlar ve Balkanlarda Osmanlı izleri
Osmanlı Devleti çok kültürlü bir yapıya sahip, üç kıtaya hakim bir büyük imparatorluktu. Söz konusu devlet birçok dinî, etnik ve kültürel grupları içinde barındırırdı. Bu devasa devlet içerisinde başta Kürt, Laz, Çerkez, Rum, Ermeni ve Arap olmak üzere onlarca ırktan insan barış içerisinde yaşamaktaydı. İnanç olarak da başta Müslümanlar olmak üzere Hıristiyanlar ve Yahudiler mevcuttu. Kimse inancından dolayı kınanmazdı. İnancı ve ırkı ne olursa olsun, bu toprakların üzerinde yaşayan herkes "Osmanlı" vatandaşı sayılırdı.
Osmanlı Devleti'nde millet sistemi adalet, sevgi ve hoşgörüye dayanırdı. Devleti meydana getiren insanların hangi ırklardan geldiği sorgulanmazdı, bu bir ayrıntı olarak görülürdü. Farklı milletler Osmanlı paydası altında huzur ve sükûn içerisinde yaşardı.
Altı asır boyunca dünyaya adalet dağıtan Osmanlı Devleti'nin en önemli yerleşim yerlerinin başında Balkanlar gelmekteydi. Onun içindir ki 13. yüzyıla kadar Romalıların yönetiminde kalan Balkanlardaki Osmanlı mirası sanıldığından daha önemlidir. Osmanlılar Balkanlara ilk adımını 1360 yılında atmıştır. Bu ilk adımdan sonra ecdadımız bu stratejik coğrafyada 500 sene gibi uzun bir süre kalabilmiştir. 19. asrın sonlarına doğru Rusların buraya girmesiyle Balkan Savaşları çıkmış, Birinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle de maalesef geriye çekilme süreci başlamıştır. Bu da Balkanlardaki sonun başlangıcı olmuştur. Osmanlı'nın bir nevi kara kutusu olan Balkanlar deyince öncelikle bugünkü Kuzey Makedonya'nın başkenti Üsküp ve artık bağımsız bir devlet olan Kosova akla gelmektedir. Balkanların bu iki güzide yeri dün olduğu gibi bugün de önemini muhafaza etmektedir. Bu iki tarihî yerleşim yeri hakkında doyurucu bilgi ve hatıralara ulaşmak için kıymetli şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler'in "Üsküp'ten Kosova'ya" adlı kitabı okunmaya değerdir.
Özelde Kuzey Makedonya’nın, genelde Balkanların incisi: Üsküp
Kuzey Makedonya’nın kuzeyinde bulunan ve göz kamaştırıcı doğasıyla ziyaretçilerini kendine hayran bırakan başkent Üsküp, şehrin ortasından geçen Vardar Nehri ile ikiye ayrılır. Yani Balkan Yarımadası'nın ortasında Vardar Nehri'nin her iki yakasında yer alır. Şehrin denizden yüksekliği 220-340 metre civarındadır. Tetovo, Brod, Totov, Sveti ve Kumanova şehirlerine komşu olan Üsküp’ün 10 ilçesi vardır. Her sene pek çok insan tarafından ziyaret edilen bu güzel şehir, tarih boyunca pek çok önemli uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Şehrin adı, “sığınılacak yer” anlamına gelen “scupi” kelimesinden gelir. 571,5 km2 yüz ölçüme sahip olan Üsküp, subtropikal bir iklime sahiptir. 2002’deki nüfus sayımı sonrası verilen resmî bilgilere göre nüfusun % 66,75’i Makedon, % 20,49’u Arnavut, % 1,7’si Türk, % 2,82’si Sırp, % 4,63’ü Roman, % 1,5’i Boşnak'tır. Müslümanlar toplam nüfusun % 28,32’sini teşkil eder.
Üsküp'ün Osmanlı idaresine geçişinin hikâyesi şöyledir: Yıldırım Bayezid 1390’da Timurtaş Paşa, Evrenos ve Paşa Yiğit beyleri Sırbistan’ın fethine gönderdi. Üsküp, Osmanlı uç beylerinden Paşa Yiğit’in akınlarına hedef oldu ve onun tarafından ele geçirildi. Batılı müellifler şehrin 6 Ocak 1392’de Osmanlı idaresine girdiğini kaydederler. Fetihten sonra Paşa Yiğit Bey, Saruhan bölgesinden getirtilen Türkmenleri Üsküp ve yöresine yerleştirdi. Şehir zaman içerisinde cami, mescid ve medreselerle Osmanlı şehrine dönüştü. Köklü tarihî geçmişi ve kozmopolit kültürü ile etkileyici ve büyüleyici bir şehir olan Üsküp; Roma ve Osmanlı dönemlerinden kalma tarihî eserleriyle yerli ve yabancı turistlerin adeta cazibe merkezidir.
Yahya Kemal'in deyimiyle "Üsküp ki Yıldırım Bayezid Han diyârıdır."
Bugünkü adıyla Kuzey Makedonya'nın başkenti olan "Üsküp" bizim Osmanlı coğrafyasında apayrı bir yeri ve önemi olan bir şehirdir. Türk şiirinin köşe taşlarından biri olan şair Yahya Kemal Beyatlı, her köşesinde Türk izlerinin bulunduğu bu kadim ve gizemli Osmanlı şehrinde doğmuştur. Annesinin kabri de bu şehirdeki İsa Bey Camii haziresinde bulunmaktadır. Merhum Beyatlı "Kendi Gökkubbemiz" adlı şiir kitabına aldığı "Kaybolan Şehir" adlı hüzün yüklü şiirinde Üsküp için şu mısraları söylemiştir: "Üsküp ki Yıldırım Bayezid Han diyârıdır,/Evlâd-ı Fatihân’a onun yâdigârıdır/Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;/Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o/Üsküp ki Şar Dağı’nda devâmıydı Bursa’nın/Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın/Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları/Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları/Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa,/Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa/İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı/Hulyâma âhiret gibi nakşetti varlığı/Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin/Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için/Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!/Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!/Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,/Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene."
Şehrin simgesi haline gelen ve Sultan Murat Camii avlusunda bulunan, 1566-1573 tarihli, 40 metreye yakın yükseklikteki saat kulesi şehrin simgelerinin başında gelmektedir. Bu tarihî kule bugün de zamana meydan okumaktadır. Büyük seyyahımız Evliya Çelebi'nin bu kuleyle ilgili “Hünkâr Camii yanında minare gibi bir saat kulesi vardır. Saat çanının sesi bir konak yerden duyulur. Kulesi de görülecek şeydir.” sözleri dikkate şayandır. Otantik(özgün) bir mimariye sahip kule, Osmanlı döneminde Üsküp'te inşa edilen ilk saat kulesi özelliğini taşıyor. 1560 veya 1570'li yıllarda inşa edildiği düşünülen saat kulesi, yangında büyük zarara uğramasına rağmen ilk günkü şeklini koruyor. 1904'te dönemin Kosova Valisi Hafız Mehmet Paşa'nın talimatıyla yenilenen saat kulesi, 1963'te Üsküp'te meydana gelen büyük depreme de direndi. Kulenin girişinden saatlerin bulunduğu en üstteki bölüme kadar 105 basamak yer alıyor. Saat Kulesi ile Sultan Murad Camisi'nin bulunduğu külliye, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığınca (TİKA) restore edildi.
Kadim bir şehir olan Üsküp, Osmanlı eserleriyle müzeyyendir.
Kadim bir şehir olan Üsküp Osmanlı eserleriyle müzeyyendir. Üsküp deyince öncelikle Sultan Murad Külliyesi akla gelmektedir. Üsküp’te şehir merkezine hâkim bir tepede yer alan külliye; cami, medrese, mektep ve imaret yapılarından meydana gelir. Cami, türbeler, saat kulesi ve cami hazîresindeki bazı mezar taşları günümüze ulaşmıştır. Külliyenin önemli bir parçası olan cami, halk arasında ve arşiv kayıtlarında "Hünkâr Camii", "Câmi-i Kebîr", "Câmi-i Atîk" ve saat kulesine yakınlığı sebebiyle "Saat Camii" olarak da adlandırılır. Arapça kitâbede caminin 840’ta (1436-37) II. Murad tarafından yaptırıldığı, 944’te (1537-38) yangın geçirdiği, ertesi yıl başlayan onarımın 949’da (1542) tamamlandığı belirtilmektedir. Sultan Murad Külliyesi'nin bir diğer önemli yapısı da medresedir. Evliya Çelebi’nin Üsküp’ün en tanınmış medreselerinden biri olarak tanımladığı medrese, cami avlusunun güneybatı köşesinde bulunmaktaydı. Türk şiirinin üstatlarından Yahya Kemal Beyatlı, 1884 yılında bu medresede öğrenim görmüştür. Yine külliyede yer alan Beyhan Sultan Türbesi, Sultan Murad Camii avlusu içinde caminin güneybatı köşesinde yer almaktadır. Dağıstanlı Ali Paşa Türbesi ise caminin doğu cephesindeki beden duvarına bitişik durumdadır.
Tarihî bir Türk şehri olan Üsküp deyince, şehre apayrı bir güzellik katan Taşköprü akla gelmektedir. Şehir merkezinde Vardar Nehri üzerinde kurulu olan Taşköprü, klasik Osmanlı eserlerinden bir tanesidir. Üsküp dendiğinde akla gelen ilk eserlerden biri olan köprü, “Fatih Sultan Mehmet Köprüsü” olarak da bilinir. Yapımına 1451 yılında başlanan köprü 18 yılda tamamlanmıştır. 4 metre uzunluğundaki köprü 6 metre genişliğe sahiptir.
Üsküp deyip de Eski Çarşı'yı, diğer adıyla Türk Çarşısı'nı anmadan geçmek olmaz. Burası dün olduğu gibi bugün de Üsküp'ün kalbi hüviyetinde ve mesabesindedir. Bu çarşıyı ziyaret ettiğinizde kendinizi adeta tipik bir Anadolu şehrinde hissedersiniz. Sonrasında Üsküp Kalesi, Yahya Paşa Camii, Kurşunlu Han ve Davut Paşa Hamamı dikkatinizi çeker.
Beş yüzyıldan daha uzun bir süre Osmanlı egemenliğinde kalan Kosova
Kosova beş yüzyıldan daha uzun bir süre Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Osmanlı bu coğrafyayı huzur iklimine dönüştürmüştür. Bu toprakların İslâmiyet'le tanışması Osmanlı döneminde gerçekleşmiştir. Kosova, jeopolitik konumuyla Balkanların Müslüman yoğunluklu bölgeleri arasında önemli bir yer teşkil eder. Coğrafî konum itibariyle Arnavut nüfusun yoğun olarak bulunduğu Arnavutluk, Makedonya, Karadağ ve Preşova vadisi arasındadır.
Günümüzde bağımsız bir ülke statüsüne kavuşmuş olan Kosova (resmî adı Kosova Cumhuriyeti) Balkanların önemli yerlerinden biridir. 10,908 km²'lik bu ülke 17 Şubat 2008 tarihinde bağımsızlığına kavuşmuştur. Güneydoğu Avrupa’da, Balkan Yarımadası'nda yer alan Kosova; Karadağ, Sırbistan, Arnavutluk ve Makedonya arasındadır. Parlamenter demokrasiyle yönetilen ülkenin başkenti 200 bin nüfuslu bir şehir olan Priştine'dir. Ülke nüfusu 1 milyon 800 bin civarındadır. Son sayıma göre ülkede 18 bin 738 Türk yaşıyor.
Birçok farklı milletlerin bir araya geldiği bugünkü bağımsız Kosova Cumhuriyeti'nin etnik görünümüne baktığımızda etnik anlamda şu rakamları görürüz: Arnavut %92.93, Sırp %5, Türk %1.08, Boşnak %1.6, Roma % 0.5, Aşkali % 0.9, Mısır % 0.7, Goralı % 0.6. Kosova'nın bugünkü başbakanı Albin Kurti, Devlet Başkanı ise Vjosa Osmani Sadriu'dur.
Kosova'nın ikinci büyük şehri olan Prizren'de Türk kültürü yaş(atıl)ıyor.
Kosova'nın ikinci büyük şehri olan Prizren Türk toplumunun sayı olarak en fazla olduğu şehirdir. Bu şehir Osmanlı döneminde (1455-1912) sancak merkezi idi. Yugoslavya’nın parçalanmasından önce Prizren, Balkanlar’ın üç dilinin konuşulduğu tek şehirdi. Bugün Kosova'da Türk izlerinin en yaygın görüldüğü yer Prizren'dir. Prizren şehri 1455 yılından bugüne kadar çok sayıda cami, hamam, tekke, kervansaray, han ve çeşme gibi eserlerle yüzyıllar boyunca bir Osmanlı-Rumeli şehri olarak kalmıştır. Bütün yıkımlara rağmen günümüzde de hâlâ bu tarihî hüviyetini ve mimarî dokusunu muhafaza etmektedir.
Prizren pek çok camisi, medresesi, hamamı ve derviş tekkesiyle birlikte Balkanlar’daki İslâm kültürünün en önemli merkezlerinden biridir. Tarihî süreç içerisindeki bütün tahribat ve değişimlere rağmen Prizren şehri camileriyle, taş köprüleriyle ve Arnavut kaldırımlı sokaklarıyla hâlâ tipik bir Anadolu şehri görünümündedir. 1455 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilen Prizren'de Osmanlı döneminde inşa edilen camilerden 20 tanesi bugün hâlâ mevcuttur. Dokuz tanesi ise maalesef ortadan kaldırılmıştır.
Prizren camileri içinde en çok ilgi ve dikkat çekeni şüphesiz ki Sinan Paşa Camii’dir. Prizren’in güneydoğusunda Bistriça (Bistritsa) Nehri'nin sol kıyısında Şadırvan diye anılan kesimde yer almaktadır. Caminin bânisi Sofu lakaplı, Arnavut asıllı Sinan Paşa'dır. Sinan Paşa; Budin (1594), Bosna Beylerbeyliği (1601) ile Şam Valiliği(1609) yapan bir Osmanlı idarecisidir. 1912 yılına kadar cami olarak kullanılan yapı Balkan Savaşı’nda Sırp işgali esnasında cephanelik haline getirildi ve 29 Kasım 1915 tarihindeki bir patlama sonucunda yapının içinde, kapı ve pencerelerinde tahribat meydana geldi. II. Dünya Savaşı yıllarında kapalı kaldı. 1948’de kültürel miras olarak tescil edilip koruma altına alınan binada 1952’de bir restorasyon gerçekleştirildi. 1968’de de Şark El Yazmaları Müzesi haline getirildi. Camide ciddi anlamdaki ilk restorasyon ve izolasyon çalışması 1972’de yapıldı. 1991 yılına kadar süren bu çalışmanın ardından ibadete açılan yapı günümüzde temiz, bakımlı ve aslî görevini sürdürür durumdadır. (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi)
Prizren'de Sinan Paşa Camii'nin dışında 1512-13 tarihli “Sûzi Çelebi Camii, 1831-32 tarihli Emin Paşa Camii, Kâtip Sinan Camii (1893), Kukli Mehmed Bey Camii (1534) vardır. Öte yandan Prizren yakınlarındaki Pastrik Dağı’nın bir tepesinde de Sarı Saltuk Türbesi mevcuttur. Yine Priştine'ye 6 km. mesafede Priştine-Mitroviça yolu üzerinde Osmanlı Devleti padişahlarından Sultan I. Murad'ın savaşta hayatını kaybetmesinin sonrasında iç organlarının gömüldüğü I. Murad Türbesi (Meşhed-i Hüdavendigâr) vardır.
Kosova ve Prizren deyince akla gelen yerlerden biri de bir Türk yerleşim yeri olan Mamuşa Köyü'dür. Burası Kosova'da çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu tek belediyedir. Mamuşa'nın Prizren’e uzaklığı 18 km'dir. Burada 3500 civarında Türk yaşamaktadır. Türk kültür unsurları burada alabildiğine hakimdir. Mamuşa adı, Osmanlı padişahı II. Mahmud'un isminden hareketle, Mahmut Paşa / Mahmut Şah isimlerinin kullanımla hafifleşmiş şeklidir.
KUŞ UYKUSUNDA OLMASI GEREKEN ÜMMET, DERİN KIŞ UYKUSUNDA...
M. NİHAT MALKOÇ
Kudüs bizim için herhangi bir yer değildir, her yönüyle biriciktir.
Yarım asrı geride bırakan bir insan olarak, kendimi bildim bileli Ortadoğu (İran, Irak, Lübnan, Yemen, Suriye, Kuveyt, Mısır, körfez ülkeleri ve Filistin) hep bir savaş halindedir. Bu güzel coğrafyada kan ve gözyaşı hiç dinmedi. Savaşların biri bitmeden öbürü başladı. Başta ABD, İngiltere ve sair Avrupa ülkeleri olmak üzere bütün emperyalistler ve kapitalistler, peygamberlerin tevhid ve tebliğ mücadelesi verdiği bu kutsal ve bereketli topraklarda taş taş üstüne koydurmamaya adeta ant içmişlerdir. Onlar direkt işin içinde görünmese de İsrail maşasını kullanarak dikkatleri üzerlerinden uzaklaştırmaktadırlar.
Filistin üç büyük semavî dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık) kutsal saydığı mübarek ve muazzez bir beldedir. Tanrı tarafından seçilmiş olması dolayısıyla Kudüs, Yahudiliğin en yüce değerlerinin hayallerinin simgesidir. Kudüs, geçmişten günümüze kadar, Hıristiyanlar için en önemli bir hac merkezidir. Kudüs Hz. Peygamber’in (sas) İsrâ hadisesi ve kıble olarak yönelmesiyle Müslüman âleminde büyük önem kazanır. Hz. Âdem'den Hz. Muhammed (sav)' e kadar nice azim ve necip peygamberler gelip geçmiştir bu mübarek topraklardan. Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriya, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (sav) Kudüs’te izler bırakmıştır. Onlar ki enfes rayihaları sinmiş bu topraklara. Her üç dinde de büyük önem atfedilen Kudüs için yüzyıllardır büyük savaşlar yapılmış, bu uğurda kanlar akıtılmıştır. Yüce Rabbimiz Allah-u Teâlâ yaşadığımız bu dünya üzerinde iki yeri kutsal saymıştır. Bunlardan biri ilk kıblemiz Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kudüs, diğeri de son kıblemiz Kâbe'dir. Rabbimizin kıymet atfettiği bir yere biz kulları da aynı önemi atfetmek mecburiyetindeyiz. Onun içindir ki Kudüs bizim için herhangi bir yer değildir, her yönüyle biriciktir. Kudüs'ün ağrısı tutsa bizler İstanbul'da, Trabzon'da ve Van'da onun sancısını duyarız. Kudüs'ün ağladığı ve inlediği bir zamanda ve mekânda bizlere gülmek yakışmaz.
Kudüs üç büyük din mensuplarınca "dostluk şehri" olarak adlandırılmaktaydı. Bu dostluk, sevgi ve hoşgörü bugün ne yazık ki yerini kin ve nefrete bırakmıştır. Bugün kadim bir medeniyetler merkezi olan Kudüs'te görünürde bir dinginlik (sükûnet) dikkat çekse de Kudüs her dönemde patlamaya hazır bir bomba gibidir. İstim üzerindedir. Üstelik ne zaman patlayacağı da belli değildir. Onun içindir ki her an teyakkuzda olma mecburiyeti vardır.
Davut Peygamber’in (as) fethettiği, Süleyman Peygamber’in (as) Mescid-i Aksa'sını şekillendirdiği, Hazreti İsa’nın (as) göğe, Hazreti Muhammed’in (sav) Miraç’a yükseldiği yerdir Kudüs-i Şerif. O ki Hz. Ömer'in fethine ve Selâhaddin Eyyûbî'nin şecaatine mazhar olmuştur. O ki hep asude yaşamıştır dostlarıyla. Ta ki katil İsrail devleti kurulana kadar.
Cennet olan Gazze'yi cehenneme döndüren İsrailoğullarının yaramaz çocukları
Bugün Kudüs'ün 78 km güneybatısındaki Gazze'de neredeyse bir seneden beri bir cehennem hayatı yaşanıyor. 7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufan'ı neredeyse bir senedir aynı şiddette devam ediyor. Her gün göklerden ölüm yağıyor Gazze sokaklarına.
İsrailoğullar iflah olmaz bir kavimdir. Kur’an’da en çok konu edilen toplum İsrailoğulları olmuştur. En önemli özellikleri, sözlerinde durmamış olmalarıdır. Yani güvenilmezdirler. Onlar hep savunageldikleri "On Emir"e de hiçbir zaman uymamışlardır.
İsrailoğulları Hz. Yakup'un soyundan gelmektedir. İsrailoğulları, Hz. Yakup'un oğlu olan Hz. İshak'ın 12 oğlundan meydana gelen kavme verilen isimdir. İnsanlık tarihine baktığımızda İsrailoğulları'na pek çok peygamber gönderildiğini görüyoruz. Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriya, Hz. Musa ve Hz. Davud bunlardan bazılarıdır.
Yahudilikle İslâm arasındaki etkileşim çok öncelere dayanır. Peygamber Efendimiz, İsrailoğulları'yla değişik zamanlarda ve zeminlerde çok mücadele etmiştir. Uhud, Bedir ve Hendek Savaşlarında Resulullah Efendimizi arkadan vurma küstahlığını göstermişlerdir. Bugünkü İsrail halkı da onların torunlarından başkası değildir. "Katranı kaynatsan olmaz ki şeker, cinsini sevdiğim cinsine çeker." atasözü sanki bunlar için söylenmiştir.
Gözü dönmüş İsrail lobisi dünyayı kan gölüne döndürmeye devam ediyor.
Günümüzde de, dünümüzde de İsrail (daha doğrusu siyonist) lobisi ABD devlet yönetiminin şekillenmesinde hep belirleyici olmuştur. ABD dış politikasının oluşumunda asıl şekillendirici unsur, devletin kılcal damarlarına kadar sirayet eden İsrail lobisidir.
Lobiciliğin en yaygın ve en etkili olduğu ülkelerin başında gelen ABD siyasetçileri hiçbir zaman Yahudi lobisinin karşısında dik duramamıştır. Kanlı katil olduğunu her eyleminde ispatlayan İsrail, ABD siyasetçilerini her zaman yakın markaja alarak yönlendirmiştir. Onun içindir ki ABD de İsrail lobisi hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi
partilerden geniş bir destek görmektedir. Birçok Amerikalı politikacı İsrail’e verilen desteği savunmakta ve İsrail lobisinin çıkarlarını desteklemektedir. Neticede Amerikalılar olaylara İsrail yanlısı gözlük haricinde başka bir gözlükle bakmayı akıllarından bile geçirmemektedir.
Emperyalist ABD'nin İsrail lobisinin etkisinden kaynaklanan bu yanlı tutumu dün neyse bugün de otur. Bu konuda bir milim geri durmaları söz konusu değildir. Amerikan Ulusal Güvenliği için Yahudi Enstitüsü'nün ( JINSA'nın) etkisi büyüktür. JINSA kurulduğu 1976 yılından bu yana etkin şekilde faaliyet göstermektedir. Buna örnek olarak geçmişte yaşanan şu hadiseyi verebiliriz: Hamas’ın, bir Yahudi bayramı arifesinde ve 1973 Yom Kippur Savaşı’nın 50. yıldönümünün bir gün sonrasında 7 Ekim’de İsrail’e gerçekleştirdiği saldırıları “barbarca” olarak niteleyen JINSA, İsrail’in Gazze’ye geniş çaplı bir kara harekâtı düzenlemesini ise sivil vatandaşların meşru savunması şeklinde lanse etmiştir.
Bugün gelinen noktada "İsrail demek ABD demektir." Bunu "ABD demek, İsrail demektir." şeklinde de okuyabiliriz. Çünkü dünyayı kan gölüne çeviren sömürgeci ABD, Gazze'de akan her damla kandan mesuldür. Bill Clinton gider, George W. Bush gelir; George W. Bush gider, Barack Obama gelir. Trump gider, Biden gelir; Biden gider Trump gelir. Fakat ABD'nin İsrail eksenli dış politikası ve Filistin'e bakış açısı hiçbir zaman değişmez.
Takdir edersiniz ki bu dünya hayatı ebedî değil. Gün gelecek herkes yaptığının karşılığını eksiksiz olarak görecektir. İlâhî adalet terazisi asla şaşmayacaktır. Gazze'de acıların en dayanılmazına sabreden mazlum Filistinli kardeşlerimiz bunun mükâfatlarını kat be kat alacaklardır. O zaman hiçbir sermayesi kalmayan zalimler kaçacak delik arayacaktır.
Bu dünyada kaybetmiş gözüyle baktıklarımız (kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, genciyle mazlum Filistin halkı); hakikatte, canları da dahil olmak üzere, çok büyük bedeller ödeyerek rıza-i ilâhîyi kazanıyorlar. Sonsuz bir hayat olan ahirette bu dünya nimetleriyle asla kıyaslanamayacak bir manevi sofra hazırlıyorlar kendilerine. İmanlısı da imansızı da dahil olmak üzere, herkes imtihan oluyor bu dünya mektebinde. Uzun sandığımız bu imtihan hayatı haddizatında ebedî hayat düşünüldüğünde, onunla kıyas edildiğinde hiç de uzun değildir. Hem geri dönüşü olmayan bu ağır imtihandan kalanların ikmal imtihanlarına girme ve sınıf tekrarıyla kayıplarını telâfi etme gibi bir imkânları da yoktur. "...Kıyamet gününün can yakıcı azabına uğrayacak zalimlerin vay haline!" (Zuhruf Suresi 65. Ayet )Vah o zalimlerin haline!
Gazze'de çocuk olmak çabuk büyümek ve hayatı hızlandırarak yaşamak demektir.
Gazze'de çocuk olmak, anne ve baba şefkatinin çok uzağında, belki köhne bir barakada, belki de yıkılan bir evin molozları altında bomba ve silâh sesleriyle, ne getirip ne götüreceği belli olmayan müphem yeni bir güne uyanmak demektir. Batılı ve ABD'li çocuklar kuştüyü yataklarında anne ve babalarının şefkat öpücükleriyle uyandırılırken onlar kulakları sağır eden misket bombalarıyla meçhul sabahlara uyanmak mecburiyetinde kalmaktadır.
Gazze'de çocuk olmak, sıcak evlerinde yaşarken tavan ve kolonların bir gün başlarına çökebileceğini bilerek endişe içinde yaşamaktır. Annenin mütebessim çehresinden ve sımsıcak ellerinden mahrum nefes almak demektir. Nefes almak diyorum; çünkü onlar yaşadıklarının farkında bile değiller. Onların hayatıyla ölümü arasında ince bir çizgi vardır.
Gazze'de çocuk olmak, bir ömür boyu sahipsiz kalmak, belâlara duçar olmak demektir. Azrailliğe soyunan vahşi İsrail'in Gazze’de yaptığı soykırımda binlerce çocuğun öldürülmesi, yetim bırakılması, yuvalarının başlarına yıkılması, dayanılmaz bir açlığa ve susuzluğa maruz bırakılması, (ne hazindir ki) tedaviye ulaşmasının bile engellemesi bunun en acı örneğidir.
Gazze'de çocuk olmak, UNİCEF veya ona benzer bir yığın sözde insan hakları derneklerinin bildirgelerinin edebiyatı altında tarihin gelmiş geçmiş en acımasız ve vahşi katliamında hedef olmak demektir. Üç maymunu (görmedim, duymadım, söylemedim) oynayan sömürgecilerin sahte merhamet kisvelerine maruz kalmaktır en çok da.
Gazze'de çocuk olmak, açlığa ve susuzluğa göğüs germek demektir. Dünyanın geçici nimetlerini elinin tersiyle itmektir. Fâni olana değil sonsuza (bâki olana) talip olmaktır. Nihayetinde sabırla ve cesaretle, mutlak olan Hakk'a ve hakikate teslim olmak demektir.
Gazze'de çocuk olmak; hastalıkları, dertleri ve acıları kanıksamak; acılarla terbiye edilmek demektir. Ölüm yağdıran bombaların etkisiyle kolları ve bacakları koptuğu hâlde bunun farkına bile varamamak, kan gölünde yüzmek, ölümlerden ölüm beğenmek demektir. Nihayetinde bir sayıdan ibaret olmak, öldüğünde de numaratörden bir eksilmek demektir.
Gazze'de çocuk olmak, canını hiçe sayarak o körpe hâliyle bile zulme karşı direnmektir. Ölümden asla korkmamak, hatta ölümsüzlüğe varmak için ölüme sığınmaktır. O/nursuzca yaşanılacak bir hayatı elinin tersiyle itip şahadete koşmaktır. Dünyanın pisliğinden çok uzakta, canını bedel sayarak ebedî olan cennet hayatına talip olmak demektir.
İnsanlıktan nasipsiz İsrailliler dün olduğu gibi bugün de rahat durmamaktadır.
Gazze'de 7 Ekim'den bu yana tarifi imkânsız bir zulüm sürüp gidiyor. Bugüne kadar şehadet mertebesine ulaşarak vatanlaşanların sayısı, dile kolay 41 bini geçmiş bulunmaktadır. Vefat edenlerin 16 bin 500'ünün çocuk, 11 bininin kadın olması insanlık adına utanç vericidir. Bunun yanında on binlerce masum çocuk, şehit annesi olmaktan başka hiçbir suçları (!) olmayan kadın ve ihtiyar çeşitli uzuvlarını kaybederek sakat (muhtaç) konumuna düşmüştür.
İsrailliler dün olduğu gibi bugün de rahat durmamaktadır. Yarın da rahat durmayacaklarını bugünkü davranışlarından anlamak mümkündür. İsrail, ABD'nin ve başta İngiltere olmak üzere Avrupa'nın şımarık çocuğudur. Her defasında aymaz bir çocuk gibi mızmızlanmaktadır. Abileri onu terbiye edecek yerde daha da şımartmaktadırlar.
Bugün her saat bir çocuğun veya kadının hayatını kaybettiği, onlarcasının yaralandığı bir şehir olan Gazze, bütün insanî değerlerin derdest edildiği kapkaranlık bir belde konumundadır. Bugün bu zulüm coğrafyasında yaşananlar tarihe bir kara leke olarak geçmiştir. Filistin'de iyiler de kötüler de topyekûn imtihandan geçiyor.
Ortadoğu'yu cehenneme döndürmeye kararlı olan siyonist Yahudiler bugün Gazzelilerin şahsında bütün Müslümanlara duydukları kin ve nefreti ağız dolusu kusmaktadırlar. Onlar tarih boyunca Müslümanlardan haz almadılar. Müslümanlara düşman kesildiler. Her fırsatta Müslümanların açıklarından yararlanma kurnazlığı içinde oldular.
İşgal altındaki Kudüs ve Gazze dinmeyen acıların vatanı... Katliam, kan ve kin birbirine karışmış. Acıları ve gözyaşları bir kez olsun dinmiyor bu İslâm diyarının.
Müslümanlar birlikten çok uzak, adeta çil yavrusu gibi dağılmış dört bir yana. Siyonistin hain planı işlerken kuş uykusunda olması gereken ümmet maalesef mışıl mışıl kış uykusunda... Eskiden şeklen kınayanlar, artık ona da cesaret edecek durumda değil.
Bugün Gazze'de yaşanan vahşeti ekranlardan bile seyretmeye dayanamıyoruz. Boykottan başka yapacak bir şeyimiz de yok. Fakat onu da adam gibi yapacak azmimiz ve kararlılığımız yok. Demem o ki Müslümanları kıskaca alan ve onlara acıların en büyüğünü yaşatan İsrailli siyonistler Allah'ı kıyamete zorluyorlar. Görünen o ki insanlığın kıyameti Gazze'den kopacaktır. Fiili kıyamet kopmasa da vicdanlarda kıyamet çoktan kopmuş bile.
BİLİMDEN EDEBİYATA PROF. DR. ERSİN NAZİF GÜRDOĞAN
M. NİHAT MALKOÇ
Her geçen gün, canımızı yakarak dost bildiğimiz birileri ayrılıyor aramızdan
Türk şiirinin usta isimlerinden biri olan Ziya Osman Saba, 1941 yılında yazdığı “Rabbim, Nihayet Sana” adlı şiirinde zengin fakir, güçlü güçsüz, yaşlı genç, iyi kötü, imanlı imansız demeden ve hiçbir istisna gözetmeden hepimizin kapısını çalacak olan ölüm gerçeğini “Rabbim nihayet sana itaat edeceğiz/Artık ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,/Belki bir gece vakti, belki gece yarısı,/Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz//Ben artık korkmuyorum, her şeyde bir hikmet var,/Gecenin sonu seher, kışın sonunda bahar,/Belki de bir bahçeyi müjdeliyor şu duvar/Birer ağaç altında sevgilimiz, annemiz,/Gece değmemiş sema, dalga bilmeyen deniz,/En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz,/Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz" anlamlı dizeleriyle dile getirerek ölüme büyük bir hoşgörüyle, büyük bir teslimiyetle ve şükürle bakıyor. Aslında Hakk'a inanan herkes için bu bakış açısıdır doğru olan. Çünkü mutlak hakikat olan ölüm, birilerini cehenneme birilerini de cennete taşıyor. Yani demem o ki her şey biz kullarda olup bitiyor. Dünyadaki eylemlerimizin karşılığını görüyoruz. Durum bu iken ve asıl muhatap bizken başka yerlerde suç ve suçlu aramak abesle iştigalden başka bir şey değildir. Üstelik ölüm insanları sonunda eşitliyor, hak yerini buluyor.
Her geçen gün canımızı yakarak dost bildiğimiz birileri ayrılıyor aramızdan. Ebediyete göçen bu kişiler yakınlık bakımından annemiz, babamız, dedemiz, ninemiz, halamız, teyzemiz, dayımız, amcamız, gelinimiz, damadımız, ablamız, abimiz, eşimiz, çocuğumuz, kuzenimiz ve arkadaşlarımız olabiliyor. Gidenler arkalarında, hatırlandıklarında bizi hüzne boğan hatıralar bırakıyor. Fakat bizler hiç ölmeyecekmişiz gibi tekrar hayata dahil oluyoruz.
Ölüm, dünyanın kıyametine kadar hiç ölmeyecek. Öldükten sonra bizler de inşallah ölümsüz olacağız. Bu da gösteriyor ki ölüm kapısından içeri girmedikten sonra ölümsüz olunamıyor, saadet yurdu olan cennete girilemiyor. Onun içindir ki ölüm bizim yapışık ikizimiz gibidir. Bizi adım adım izliyor, vakti gelince de son darbeyi vuruyor.
Ölüm karşısında boynumuz kıldan incedir. Peygamberler ve nice Allah dostları öldüyse ölüm kötü bir şey olamaz. Korkumuz ve endişemiz ölüme hazırlıksız yakalanmaktır.
Beni en çok üzen ölümler öncelikle kendi yakınlarımın, dost ve akrabalarımın ölümleridir. Onu millete mal olmuş şair, yazar ve düşünce adamlarının ölümleri takip eder. Çünkü onlar genetik anlamda akrabamız olmasalar da duygu ve düşünce olarak ünsiyet kurduğumuz kişilerdir. Onlar duygu ve düşünce dünyamızı şekillendirenlerdir. İşte benim için bu kişilerden biri Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan'dı. Kendisiyle herhangi bir akrabalığım ve şahsî dostluğum olmasa da duygu ve düşünce anlamında ortaklıklarım mevcuttu. Onun içindir ki kendisinin vefatı aynı mahfildeki birçok insan gibi beni de derinden üzmüştür.
Eskişehir'den yola çıkan bir bilim meraklısının akademiye çıkan yolunun hikâyesi
Kaleme aldığı birbirinden kıymetli kitapları, bilim dünyasına ışık tutan akademik çalışmaları ve dinleyenlere milli ve manevî şuur kazandıran konferanslarıyla ilgiyle takip edilen ve takdir toplayan Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan, 79 yaşında hayatını kaybetti.
1945'te Eskişehir'in Mihalıççık ilçesinde dünyaya gelen Ersin Nazif Gürdoğan, 1967 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Makine Mühendisliği Bölümü’nden mezun olmuştur. İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadi Enstitüsü'nün uzmanlık programını 1968 yılında tamamlamıştır. Devlet Planlama Teşkilatı'nda 1968 ve 1972 yılları arasında proje değerlendirme uzmanı olarak çalışmıştır. Bu arada bir yıl İngiltere'de incelemelerde bulunmuştur. Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde 1972'de akademik çalışmalara başlamıştır. Gürdoğan, bu görevini 1976'da Ankara Üniversitesi Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne aktarmıştır. Doktora çalışmasını 1975'te bitirmiş, 1987'de doçent, 1994'te de profesör olmuştur. Değişik zamanlarda yurt içi ve yurt dışındaki üniversitelerde dersler vermiştir. Bu çerçevede 1981-1984 yılları arasında Suudi Arabistan'da Kral Abdülaziz Üniversitesinde öğretim üyesi olarak bulunmuştur. Bir süre İstanbul'daki finans kurumlarında çalışmıştır. Marmara ve Kırıkkale Üniversitesinde ders vermiştir. 2016 yılına kadar Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapmıştır. Merhum Gürdoğan, evli ve üç çocuk babasıydı.
Üsküdar Üniversitesi Rektör Danışmanı, akademisyen, yazar ve mütefekkir gibi birçok işi bir arada gören Nazif Gürdoğan’ın gerek akademik gerekse hayata dair rehber vazifesi görecek önemli çalışmaları bulunuyordu. Gürdoğan, Üsküdar Üniversitesi tarafından 2020'de düzenlenen 5. Yüksek İnsanî Değerler Ödülleri töreninde ödüle lâyık görülmüştü. Nazif Gürdoğan, Türkiye Yazarlar Birliği’nden “Teknolojinin Ötesi” ve “Zamanı Aşan Şehirler” kitapları ile "Düşünce ve Gezi Edebiyatı" ödüllerini almıştı.
Ak Parti'nin kurucularından biri olan Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan, merhum Turgut Özal ve Necmettin Erbakan dönemleri başta olmak üzere, Türkiye’nin ekonomisinde ve politikasında önemli görevler yüklenmiştir. Fakat siyaseti daima bir hizmet aracı olarak görmüş, bu işi sadece iyi bilenlerin yapması gerektiğine inanmıştır.
Ölüm sadece bedeni iptal eder, eserler hep bâkî kalır
Güçlü bir kalem erbabı olan merhum Gürdoğan, zaman içerisinde gerek bilim gerekse kültür alanında birbirinden değerli kitaplar kaleme almıştır. Bu kitaplar arasında şunları saymak mümkündür: "Üretim Planlamasına Doğrusal Programlama (Doktora tezi, 1981), Teknolojinin Ötesi (1985), Ticarî ve Sosyal Açıdan Proje Değerlendirme Yöntemleri (1987), Kültür ve Sanayileşme (1987), Hicaz'dan Endülüs'e (Gezi Notları, 1989), Kirlenmenin Boyutları (Denemeler, 1989), Görünmeyen Üniversite (Mehmed Zahid Kotku'nun hayatından hareketle tasavvufun modern toplumdaki yerini ve önemini tartışır, 1993), Zamanı Aşan Şehirler (Buhara, Semerkand, Taşkent, Bakü ve Şeki gezi notları, 1994), Günler Akarken (Denemeler, 1996), New York’tan Los Angeles’a Yeni Roma (Denemeleri, 2003), Her Şehir Bir Dünyadır (Denemeleri, 2020), Düşünceyi Eylem İçin Bilmek (Denemeleri, 2018), İki Dünyanın Hesaplaşması (Denemeleri, 2017), Dünya Bir Şehirdir (Denemeleri, 2019)"
Önemli İslâmcı yazarların bir araya geldiği, bir mektep vazifesi gören Mavera dergisinin kurucularından olan Gürdoğan, 2020 yılı Mehmet Akif İnan Kültür Sanat ve Edebiyat Ödülüne lâyık görülmüştür. 2022 yılında Prof. Ersin Nazif Gürdoğan'ın adı büyük bir vefa örneği gösterilerek Ankara Sincan'da bir Anadolu lisesine verilmiştir.
Onun halk nezdinde akademik kimliğinden daha çok, düşünür ve yazar kimliği ön plandadır. Bu belki de onun deneme, gezi ve günlük türlerine yoğunlaşmasından dolayıdır.
O merhum Rasim Özdenören'in adlandırmasıyla "Zamanın Seyyahı"ydı. Gözlem ve betimleme yeteneği üst düzeyde olan Gürdoğan gezip gördüğü yerleri okuyucunun gözü önüne getirmede ve o anları okuyucuya yaşatmada bir hayli başarılıydı.
Ersin Nazif Gürdoğan deyince aklımıza Mavera dergisi gelir.
Ersin Nazif Gürdoğan deyince aklımıza, İslâmcı kesimin gözünde ve gönlünde efsaneleşmiş bir dergi olan Mavera dergisi gelir. Mavera dergisi, 1976 senesinde aralarındaki dostluk ve düşünce bağları güçlü olan bir grup arkadaş tarafından Ankara'da kurulmuştur. Bu kişiler Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Akif İnan, Ersin Nazif Gürdoğan, Bahri Zengin ve Hasan Seyithanoğlu gibi isimlerden oluşmaktadır. Daha sonrasında Cahit Zarifoğlu’nun Yedi Güzel Adam şiir kitabından hareketle bu isimler “Yedi Güzel Adam” olarak adlandırılmıştır. 1976’dan 1990’a kadar aylık edebiyat dergisi olarak yayımlanan Mavera, toplamda 164 sayı çıkmıştır. Dergiyle İslâm kültür ve medeniyetini geniş kitlelere tanıtmak amaçlanmıştır. Bununla birlikte Anadolu kültürü ve medeniyeti öne çıkarılmıştır. Nazif Gürdoğan, derginin ilk sayısında "Ersin Gürdoğan" imzasıyla "Erdem Bayazıt Teknolojiye Karşı mı?" adlı kısa bir yazı kaleme almıştır. Bunu diğer sayılarda "Yönetenler Kim?", "Edebiyatta Evrensellik ve Yerellik", "Bıçak Yarası" adlı yazılar takip etmiştir.
Ersin Nazif Gürdoğan günümüz düşünce hayatının önemli isimlerinden biriydi. Düşünce olarak kökü mâzide, dalları âtîdeydi. Sevgi ve hoşgörünün günümüzdeki timsallerinden biri olan Gürdoğan; Yunus Emre'nin, Mevlâna'nın ve Hacı Bektaş Veli'nin ete kemiğe bürünmüş hâliydi. Zira hayatı ve onun içindekileri bu minvalde yorumlardı. O, Mevlâna'nın "İnsan bir pergele benzer. Onun bir ayağı tıpkı bir pergel gibi kendi köklerinde, medeniyetinde ve mefkûresinde sabit kalmalıdır, öbür ayağı ise bütün dünyayı gezmelidir." şeklinde özetleyebileceğimiz pergel metaforunu sohbetlerinde musahiplerine sık sık hatırlatırdı. O, kendi köklerine yabancı olmayı büyük bir mesele olarak görürdü. Bunu bugünün gençlerinde ortadan kaldırmak için büyük bir mücadele vermiştir.
İstanbul'u fethederek Bizans'ın saltanatına son veren görünürde II. Mehmed olsa da onu yetiştiren Akşemseddin de, Molla Güranî de, Molla Hüsrev de bu fethin gizli ortaklarından birkaçıydı. Çünkü Fatih Sultan Mehmed onların rahle-i tedrisinden geçmişti. Onun içindir ki Prof. Dr. Gürdoğan yerli ve milli eğitimin öneminin farkındaydı. Bunun için de bir eğitimci olarak elinden gelenin fazlasını yapmaya çalışıyordu.
"Bir Güzel İnsan Ersin Nazif Gürdoğan"kitabı bize ne söyler?
Bir düşünce adamını, bir yazarı doğru bilgilerle tanımak ve anlamak için öncelikle onun yazdığı kitapları ve müstakil yazıları okumak gerekir. Gürdoğan'ın bu çağın insanlarına verdiği mesajı doğru okumak için onun birbirinden kıymetli kitaplarını incelemek, yazılarında, satır aralarında verdiği mesajlara vakıf olmak gerekir. Günümüz düşünce adamlarından biri olan Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan'ı daha geniş çerçeveden ve doğru bilgilerle tanımak için Hıdır Yıldırım tarafından kaleme alınan ve Hece Yayınları tarafından yayımlanan "Bir Güzel İnsan Ersin Nazif Gürdoğan" adlı kitabı okumak gerekir. Bu kitapla ilgili tanıtım yazısında Gürdoğan'la ilgili şu bilgilere yer veriliyor: "Nazif Hoca, hayatı, insanı ve dünyayı Yunus gibi, Mevlâna Hazretleri gibi, Hacı Bektaş Veli gibi yorumlar. Bütün insanlara Mevlâna Hazretleri’nin meşhur pergel metaforunu tavsiye eder. Bu metafor çok önemlidir. Mevlâna Hazret der ki; 'İnsan bir pergele benzer. Onun bir ayağı tıpkı bir pergel gibi kendi köklerinde, medeniyetinde ve mefkûresinde sabit kalmalıdır, öbür ayağı ise bütün dünyayı gezmelidir.' Nazif Hocam da her fırsatta, 'Dünyayı da iyi okumalısınız. Dünyayı iyi okuyamayanların hayatta, işte, siyasette ve sanatta başarılı olmaları mümkün değildir. Ancak, kendi köklerine de yabancı olmak aynı şekilde büyük bir sorundur' der. 'Sultan olmak yerine, Akşemseddin olmayı hedefle' diye tavsiyede bulunur hep. Düşünce dünyamıza çok önemli yollar çizen ve 'düşünce evimize' kavramları ile büyük katkıda bulunan hocamız, siyasetin bir araç olduğunu sürekli olarak bize telkin ederken 'siyaseti, siyasetçilere bırakın, çok heveslenmeyin siyasete. Bu ülkede çok fazla siyaset konuşuluyor, iş yapılmıyor. Siyaseti konuşmak yerine, iş hayatını, ekonomiyi, üretmeyi, kalkınmayı, sanatı, edebiyatı, düşünceyi konuşalım. Sultan, lider bir tanedir. Sultan makamı ayrı, Akşemseddin makamı ayrıdır. Biz Akşemseddin olmayı hedefleyelim. Milletin bağrında yatmak her şeyden önemlidir.' der."
Bilimden edebiyata uzanan bir kalem yolculuğu
Merhum Ersin Nazif Gürdoğan, her şeyden önce bir bilim adamıydı. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Makine Mühendisliği Bölümü’nden mezun olmuştu. Bununla da kalmamış, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını başarıyla gerçekleştirmiş, doktorluktan doçentliğe, doçentlikten de profesörlüğe yükselmiştir. Tabii bunlar yazıldığı gibi kolay gerçekleşen süreçler değildir. İşin içinde büyük bir emek ve gayret vardır. Buna ilme adanmışlık da diyebiliriz. O, "Hamama giren terler." sözü gereği bu aşamaları başarıyla geçmiştir. Alanında saygın bir akademisyen, parmakla gösterilen bir bilim adamı olmuştur.
Merhum Gürdoğan, köken olarak edebiyatçı olmasa da onun çok geniş bir edebiyat, şair ve yazar çevresi vardı. Nuri Pakdil, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, M. Âkif İnan, Atasoy Müftüoğlu gibi isimlerin onun yakın arkadaşları olduğunu söylersem mesele daha iyi anlaşılır. Bu isimlerin sayısını daha da çoğaltabiliriz.
Onu bilimin yanında, hatta bilimden de öte, edebiyata yönelten edebiyatın ve yazının o sihirli gücüne yürekten inanmış olmasıdır. Çünkü edebiyat, ifadelerin işlenmiş ve süslenmiş bir dille insanlara aktarılmasına imkân sağlar . Bu da duygu ve düşüncelerin muhataplarını kısa zamanda etkilemesi sonucunu doğurur. Böylece maksat hasıl olur.
Onun kendi alanıyla ilgili iktisat ve ekonomiye dair yazıları, terimlere boğulmuş, akademik yazılar olmanın aksine edebiyatla ve sosyolojiyle iç içeydi. Bunun içindir ki vasat ekonomi bilgisi olanlar da bu yazıları severek okuyor ve rahatça anlayabiliyordu.
Bir dilci olmasa da, merhum Ersin Nazif Gürdoğan'ın dil hassasiyeti her şeyin üstündeydi. Ağzımızda annemizin ak sütü gibi olan Türkçe, onun kırmızı çizgisiydi. Eski İstanbul Beyefendilerinde kalan narin İstanbul Türkçesi onun kaleminde hayat bulur, adeta kanatlanırdı. Türkçeye gereken özeni ve önemi gösterirdi. Bu güzel dili gerek yazılarında gerekse konuşmalarında çok etkili kullanırdı. Denemeden makaleye, geziden günlüğe dek birbirinden kıymetli yazılarında bunun yansımalarını görmek mümkündür. Öte yandan Prof. Dr. Gürdoğan, tüm söyleşilerinde, konferanslarında ve seminerlerinde dil konusuna apayrı bir önem verirdi. Çetin meseleleri büyük bir vuzuhla anlatması onun Türkçeye hakimiyetinin neticesiydi. Onun kitaplarını hakkıyla ve lâyıkıyla okuyan gençler bundan istifade edecektir.
Onu en çok üzen şey İslâm ümmetinin birlik ve beraberlikten uzak görüntüsüydü.
Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan, ümmetçi bir insandı. İslâm ümmetinin birlik ve beraberlik içerisinde dünyada varlık mücadelesi vermesi için gücü yettiğince çaba harcıyordu. Onu en çok üzen şey İslâm ümmetinin birlik ve beraberlikten uzak görüntüsüydü. 7 Ekim 2023 tarihinde başlayan ve gelinen noktada, başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere 40 bini aşkın insanın şehit olmasına sebep olan Filistin olayları onu derinden üzüyordu. Onun Filistin'e ve İsrail'e dair düşünceleri gayet netti. O, başkenti Kudüs olan, sloganlaşmış ifadeyle nehirden denize tam bağımsız bir Filistin devletinden yanaydı. Onun Filistin'e, düşmanca tutumlarından hiçbir zaman vazgeçmeyen İsrail'e, dolayısıyla da siyonizme dair fikirleri şunlardı: “İsrail’in iç ve dış politikasını Yahudi geleneği değil, yirminci yüzyılın en bulaşıcı hastalığı olan ırkçılık belirliyor. Filistin topraklarını kan ve gözyaşı göllerine çeviren siyonizmdir....İsrail, Filistin’deki varlığını, Amerika’nın kayıtsız şartsız desteğiyle sürdürmektedir. New York’ta Tel Aviv’den daha çok Yahudi yaşamaktadır. Siyonistlerin kutsal şehirleri, Kudüs değil “Jew York”, olarak bilinen New York’tur.”
Prof. Dr. Gürdoğan elif misali dimdik durandı, asil ve vakur bir duruş sahibiydi.
Merhum Ersin Nazif Gürdoğan, zamana ve mekâna göre eğilip bükülmeyen, daima elif misali dimdik duran, asil ve vakur bir duruş sahibiydi. Son nefesine kadar da bu soylu duruşunu bozmadı. İktidar partisinin kurucularından ve o partinin liderinin dostlarından biri olmasına rağmen siyaseti hiçbir zaman kendine hizmet için kullanmadı. Milletvekili olabilecekken buna tevessül etmedi. Her zaman halk içinde, halktan yana olmayı tercih etti.
O hiçbir zaman akademik kariyerini, profesörlüğünü öne çıkarmadı, aksine kulluğunu ve fâniliğini öne çıkardı. Bugünkü yaygın tabirle söylemek gerekirse popüler insan olmayı hiç istemedi. Her ortamda duygu ve düşüncelerini apaçık dile getirdi. Birey olarak hoşgörülü bir insan olsa da İslâm davası ve düşüncesi söz konusu olunca daima kitabın ortasından konuştu. İnancı ve düşüncelerinden dolayı bedel ödemekten çekinmedi. Nimetten çok, külfete talip oldu. Millettin değerlerinden ve değerlilerinden uzak moda akımlara rağbet etmedi.
O kadim değerlerinden vazgeçmese de çok ve derin okumalar yaparak kendini güncelleştiren, fikir anlamında zenginleştiren, isabetli öngörülerde bulunabilen bir insandı.
Sürekli düşünen ve hiç kimsenin ötekileştirilmediği adil bir dünya için hâl çareleri arayan Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan'ın özgün düşünceleri ve orijinal tespitleri vardı. Ona göre modern dünyayı inşa edenler çamura saplanmış, çırpındıkça batmaktadır. Kültür kirlenmesi ruhların kirlenmesini de beraberinde getirmiştir. Dünyada büyük bir gelir adaletsizliği ve kapitalizmin körüklediği tüketim çılgınlığı yaşanmaktadır. Necip Fazıl'ın da deyimiyle "Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" taksimi yapılmaktadır.
Çok yönlü şahsiyetlerden biri olan Ersin Nazif Gürdoğan gelenekle geleceği mezceden özgün fikirleriyle dikkat çekiyordu. Dünün birikimlerinden yararlanmanın gerekliliğine inanırdı. O, akla gelebilecek her konuda pratik fikirli ve çözüm odaklı bir insandı. Günümüz neslinin bazı konularda yalpalamalarına rağmen o, gelecekten ümitsiz değildi.
Ersin Nazif Gürdoğan, 79 senelik bereketli bir ömrün sonunda güzeller güzeline, Cenab-ı Hakk'a kavuştu. Yunus Emre, Tabduk Emre, Nasreddin Hoca, Hızır Bey, Sinan Paşa gibi millete mal olmuş şahsiyetlerin doğduğu topraklarda, kıyamet sabahı uyanmak üzere, sırlandı. Şimdi yeni nesiller onun yazdıklarından ilham alarak geleceklerini tasarlayacaklardır.
Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan her fâni gibi bu dünya sürgününü tamamlayarak ebedî yurduna seyrü sefer eyledi, çıkınını toplayıp göç eyledi. Dünya denen rüyadan hakikate uyandı. Cenazesi 20 Ağustos 2024 tarihinde öğlen vakti Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii'nde kılınan namazın ardından Eskişehir'de defnedildi. Allah rahmet eylesin.
İŞ VE MESLEK HAYATINDA UHUVVETİN TECELLİSİ: AHİLİK
M. NİHAT MALKOÇ
Ahîler çocukluklarından itibaren üstün bir iş ahlâkıyla yetiştirilmişlerdi.
Arap dilinden Türkçeye geçen ve "kardeş(im)" anlamına gelen "ahî" kelimesi, İslâmî kavramlardan biri olan uhuvvetin de tecellisidir. Ahîlik (akılık), Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü gibi bazı ilim adamlarına göre, Türkçedeki, "cömert, eli açık, yardımsever" anlamına gelen 'akı' dan gelmektedir. Yine Köprülü'ye göre ahî teşkilâtının fikrî yapısını meydana getiren unsurlardan birisi Bâtınîliktir. Ahîlik teşkilâtı Bektaşî-İslâmî bir yapı ihtiva etmektedir.
Üyeleri esnaf ve sanatkârlardan oluşan ahîlik teşkilâtı, ilhamını ve ilkelerini Kur'an ve sünnetten alır. XIII. yüzyıldan itibaren içtimaî, iktisadî ve siyasî yapılanmaya dönüşen fütüvvet, ahîliğin teşekkülünde önemli bir rol oynamıştır. Böylece yiğitlik, cömertlik ve merhametin harmanlandığı esnaf birlikleri ortaya çıkmıştır. Bu birlikler iş yerlerinde usta, kalfa ve çırak; tekke ve zâviyelerde ise şeyh-mürit ilişkilerinin tanzim edilmesinde ve ekonominin rayında yürümesinde etkin ve yetkin bir rol üstlenmişlerdir.
Üstün ahlâkî özelliklere sahip bir pîre bağlanan ahîler, iş ahlâkı konusunda zirve şahsiyetlerdi. Çırak, kalfa, usta ve pîr arasındaki ilişkiler önceden belirlenmiş belli umdelere bağlıydı. Bu insanî ve meslekî ilişkilerde saygı, sevgi ve merhamet esastı. Hakka ve hakikate mugayir işler asla yapılmazdı. Onlar İslâm'ın iş ve meslek hayatındaki numuneleriydi. "Eline, diline, beline" sahip" imanlı ve ihlaslı insanlardı. Ahîlik kültürüyle yetişen esnaflarda rekabet değil, dayanışma vardı. Şayet iş yeri yan yana olan iki dükkandan biri siftah yapmışsa, kendisine gelen müşteriyi siftah yapmayan komşu esnafa gönderecek kadar âlîcenaptılar.
Toplumda adeta bir denge unsuru olan ahîler ta çocukluklarından beri üstün bir iş ahlâkıyla yetişmişlerdi. Küfürbazlar, ikiyüzlüler, fitne-fesat peşinde koşanlar, yalan söyleyenler, sözünü tutmayanlar, kan dökenler, başkalarına tuzak kuranlar, stokçuluk ve vurgunculuk yapanlar bu teşkilâtın kapısından bile giremezdi. Alın teri onlar için çok kıymetliydi. Asla kusurlu mal üretmezler ve velinimet olarak kabul ettikleri müşterilerine hileli mal satmazlardı. Ürünlerini fahiş fiyattan satmak akıllarına bile gelmezdi. Ankara ve çevresiyle Sivas, Kayseri, Kırşehir ve Denizli en yoğun olarak bulundukları şehirlerdi.
Ahîlik teşkilâtı mensupları, bugünkü anlamda bir sivil toplum kuruluşu olarak sadece ticaretle iştigal etmemiş, bunun yanında bağımsız olarak siyasetle de yakından ilgilenmişlerdir. Özellikle devlet otoritesinin zayıfladığı ve bozulduğu XIII. yüzyılda anarşi ve kaosun önlenmesinde, bozulan birliğin tekrar tesis edilmesinde önemli roller üstlenmişlerdir.
Ahilerin hedefi hayata dokunmak ve cümle âleme nizam vermekti.
13. asırdan itibaren ticarî hayatımıza dokunan ve hedefleri âleme nizam vermek olan ahiler, toplumun gönül aynası olmuşlardır. Kırşehir'i, Konya'yı, Antalya'yı, Kayseri'yi, Erzurum'u, Sivas'ı ve adını sayamadığımız birçok şehri mamur ve bayındır hale getirmişlerdir. Bunu yaparken de daima ait oldukları milletin inanç ve değerlerinden yola çıkmışlardır.
Ahilik bir meslek örgütünden daha fazlası, bir çeşit mekteptir. Bu mektepte başta merhamet ve insanlık olmak üzere edep, fazilet ve ahlâk öğretilirdi. Zaten bu iki kavramı hakkıyla ve lâyıkıyla öğrenenlerden ve içselleştirenlerden hiç kimseye kötülük gelemezdi.
Gayeleri insanların dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak olan ahiler çırak, kalfa ve usta olmak üzere bir maharet ve marifet üçgeninin çarklarından geçmişlerdir. "Bâcıyan-ı Rum" bu teşkilâtın kadınları meslekî ve ahlâkî anlamda eğiten bir başka oluşumudur. Bu teşkilat içerisindeki kadınlar ve kızlar hayata ve aile bütçelerine katma değer katmışlardır.
Liyakate ve ehliyete çok önem veren bir çeşit sanat ve zanaat kurumu olan ahilik Selçuklu'ya ve Anadolu coğrafyasına manevi bir renk katmıştır. Ahiler ekonomik ve ticarî faaliyetlerin yanında askerî ve siyasî faaliyetlerde de bulunmuşlardır. Anadolu'nun vatanlaşmasında, Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda ve gelişmesinde büyük rol oynamışlardır.
Kırşehir'den dünyaya yayılan bir merhamet halesi olan ahilik sosyal, iktisadî ve siyasî hayatımızı derinden etkilemiştir. Bununla birlikte insanları ötekileştirmeden, birlik ve beraberlik içerisinde yaşamanın yol ve yöntemlerini uygulama sahasına koymuştur.
Ahiler, oluşturdukları ekonomik sistemle helal kazancı, alın terini, dayanışmayı, kul hakkını, ahlâkı, kanaatkârlığı, çalışmayı ve üretmeyi öncelemişlerdir. Ahiler böylece insanları kardeşlik paydasında birleştirerek toplumsal dayanışmayı sağlamışlardır. Ahiler dinî ve tasavvufî bir eğitim vererek sevgi, hoşgörü ve merhamet iklimi oluşturmuşlardır. Böylece karıncayı bile incitmeyen "İyi insan, iyi Müslüman" insan tipi inşa edilmiştir.
Ahilik, Selçuklu'nun yanında Osmanlı toplumunun da sosyal dinamiklerinden biriydi. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Kırşehir’den uç bölgesine giden Şeyh Edebali bir ahi şeyhi idi. Osmanlı’nın manevî mimarı olan Şeyh Edebali ve diğer ahiler sayesinde ahilik Osmanlı’nın kuruluşunda ve bir ‘cihan devleti’ olmasında etkin bir rol oynamıştır.
Ahilik, insanı yalnızlıktan ve bireysellikten kurtaran toplumsal bir bağdır. Bugünkü modern zamanlardaki insanın yalnızlığı o dönemde bir sorun olarak gözükmezdi. Bu teşkilatın ikliminde soluklananlar kendilerini güçlü bir makine mekanizmasının ana parçalarından biri olarak görürlerdi. Mekanizmanın sorunsuz çalışması için her parçanın kıymeti vardı. Böylelikle hiç kimse kendisini gereksiz ve değersiz olarak görmezdi.
Ahîliğin piri Şeyh Nasîrüddin Mahmûd yahut bilinen adıyla Ahî Evren
Anadolu'da bir esnaf teşkilâtlanması olan ahîliğin ortaya çıkmasında Şeyh Nasîrüddin Mahmûd (ö. 1262)'un rolü büyüktür. İran'ın Hoy şehrinde doğan, daha çok "Ahî Evran (Evren)" adıyla tanınan, ahîlik teşkilâtının kurucusu, esnaf ve sanatkâr dayanışmasının pîri sayılan bu kıymetli şahsın asıl adı Şeyh Nasîrüddin Mahmûd Ahî Evran b. Abbas'tır. Bir rivayete göre herkesin korktuğu bir yılanın onu görünce munisleşmesi sebebiyle kendisine
"insan bile yutabileceği sanılan büyük yılan" anlamında "Evran" lakabı verilmiştir.
Ticarette dayanışmanın ve yardımlaşmanın sembol ismi olan Ahî Evran'ın doğum tarihiyle ilgili farklı görüşler olsa da genel kanı 566/1171 tarihinde doğduğu yönündedir. XI. yüzyılda Hoy şehrine gelip yerleşen bir Türkmen ailenin çocuğudur. Annesi ve babası hakkında güvenilir malumat yoktur. Şeyhi olan Evhadu’d-din Kirmani’nin kızı Fatma ile evlenmiştir. Çocukluğu Hoy'da geçen Ahî Evran, ilk eğitimini burada tamamladıktan sonra, Horasan'a giderek Fahrettin Razî'den, başta şer'i ilimler olmak üzere, eğitim almıştır. İlk tasavvufi terbiyeyi Horasan ve Maveraunnehir'de Yesevi dervişlerinden edinmiştir. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve tıp alanlarında derinlikli bilgilere sahip olan Ahî Evran; tasavvuf akidelerini hayatının düsturu hâline getirmiştir. Böylece barış ve huzura hizmet etmiştir.
Halk arasında daha çok âlim ve mutasavvıf yönleriyle inkişaf eden Ahî Evran, İbn-i Sina ve Farabî gibi çok yönlü şahsiyetlerin de etkisinde kalmıştır. 601/1204 yılında Bağdat’a giderek büyük İslâm âlimi Sihabüddin Sühreverdi gibi Fütüvvet Teşkilâtı’nın ileri gelen âlimleriyle ilmî temaslarda bulunmuştur. Hac görevini yerine getirmek için gittiği Mekke’de Şeyh Evhadu’d-din Kirmânî ile tanışmış ve onun müridi olmuştur. Kayınpederi ve şeyhi olan Kirmânî ile birlikte Abbasî Halifesi Nasır Lidinillah’ın kurduğu Fütüvvet Teşkilâtına girmiştir. Anadolu Selçukluları sultanı II. Gıyase’d-din Keyhüsrev, Bağdat’ta bulunan bilginleri Anadolu’ya davet edince Abbasi Halifesi Nasır Lidinillah, Ahî Evran'ı ve Şeyh Evhad’ud-Din Kirmanî'yi, diğer âlimlerle birlikte Anadolu’ya göndermiştir.
İslâmî ve insanî bir ticarî hayatın tanzim edilmesine öncülük eden Ahî Evran’ın hem Hacı Bektâş-ı Velî (1209-1271) hem de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273) ile çağdaş olduğu söylenir. Bu üç büyük şahsiyet de düşünceleriyle insanlığa yol göstermişlerdir.
Halk arasında "Debbağların Pîri" olarak da bilinen Ahî Evran, 1205 yılında Anadolu’ya gelmiş ve şeyhi ile birlikte Kayseri’ye yerleşmiştir. Burada bir debbağlık (deri işleme) atölyesi kurmuştur. Kısa zamanda sanat erbabı arasında sevilen ve sayılan bir insan olmuştur. Büyük bir vatansever olan Ahî Evran, Moğollara karşı Kayseri’yi savunan ahîleri teşkilâtlandırmıştır. Ahî Evran; bir müddet Kayseri, Denizli ve Konya'da ikamet ettikten sonra birçok şehir ve kasabayı gezerek ahîlik teşkilâtının kuruluşunda ve yayılışında önemli bir rol oynamıştır. Sonradan da Kırşehir’e yerleşerek ölümüne kadar burada kalmıştır.
Gülşehri'nin gözüyle iş ve meslek hayatını tanzim eden Ahî Evren
İş ve meslek hayatının tanzim edilmesinde büyük rol oynayan Ahî Evran'ın hayatı ve düşünceleriyle ilgili bugüne kadar birçok eser yazılsa da bu eserlerdeki bilgiler rivayetlerle yoğrulmuştur. Yazılanlarda, ne yazık ki ifrat ve tefrite kaçılmıştır. Bu noktada, hacim olarak küçük olsa da, Gülşehri'ye ait olduğu söylenen 167 beyitlik Türkçe mesnevîden bahsetmek gerekir. Muhtevasından Ahî Evran’ın ölümü üzerine kaleme alındığı anlaşılan eser, Ahî Evran’ın hayatına dair bazı bilgilerin yanında, onun karakter özelliklerini, kerametlerini ve ahîliğin kurallarını kapsamaktadır. Söz konusu eserde Ahî Evran, abartılı ifadelerle şöyle tavsif edilmektedir: “Dünyada ahî, Ahî Evran olup; o, bütün ahîlerin sultanıdır. O, padişahın hasekisi, bütün beyler de onun önünde birer kuldur. Onun asitanesi, firuze renkli gökyüzüdür. Âlem içinde âlem olan odur. Dünyaya onun gibi kademli biri gelmemiştir. Herhangi bir şehirde büyük kimseler çoktur, ancak âlemin ulusu farklıdır. Onun himmeti Allah'a ulaşmıştır. O, Hz. Peygamberin has ümmetidir. Allah'ın katına çıkmış ve onun yüzünü görmüştür. 93 yıl yaşamış, ne helâli ne de haramı ihlâl etmiştir. Gönlünü kadın ateşiyle yakmamış, kimsenin ağzına ve yüzüne bakmamıştır. O; akla dost, nefse düşmandır. Temiz dinli ve namusludur. Ahîler ile beylerin sultanı olup dünyadan elini eteğini çekmiş ve ahiret için gerekli hazırlığı yapmıştır. Cömertlikte Hâtem-i Tâyî yanında bir gedadır. Kutb olup üçlere ermiş, yedilere ders vermiştir. Kırklar ile arkadaştır… ” (8-26. beyitler)
Çok yönlü bir ilim ve fikir adamı olan Ahî Evren ve "Ahîlik Teşkilâtı"
Çok yönlü bir ilim ve fikir adamı olan Ahî Evran, kurmuş olduğu "Ahîlik Teşkilâtı" vasıtasıyla sosyal, iktisadî ve siyasî hayatımıza yön vermiştir. Dinî değerleri ticarî hayatın bir parçası hâline getirerek kardeşliğe, cömertliğe, kahramanlığa, fedakârlığa, diğerkâmlığa, akla, ilme ve sanata uygun bir zemin hazırlamıştır. "Hakk'a hizmet halka hizmet" anlayışıyla üretimde kalitenin ve adil paylaşımın önünü açmıştır. Birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularını vahdet teknesinde yoğurarak İslâm'ın "ideal insan" modelini ortaya koymuştur.
İlimde ve ahlâkta örnek bir şahsiyet olan Ahî Evran; rivayetlere göre, Moğollara karşı mücadele ederken 653/1261yılında doksan üç yaşında şehit edilmiştir. Kabri Kırşehir’de, Ahî Evran Mahallesindeki Ahî Evren Camii'nin avlusunda bulunmaktadır. Söz konusu türbe, Ahî Evran'ın ölümünden iki asrı aşkın süre sonra,1482 yılında, kendisine bağlı kişiler tarafından yaptırılmıştır. Türbe, kubbe örtülü kare planlıdır. Ahî Evran'ın Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilen türbesi bugün bile birçok seveni tarafından ziyaret edilmektedir.
Ahî Evran'ın doğumunun 850. yılı olan 2021 yılı UNESCO tarafından "Ahî Evran Yılı" olarak ilân edilmiştir. Bu büyük ilim, irfan ve ahlâk adamının 850. doğum yıldönümü vesilesiyle o eski ahîlik teşkilâtının insanî ve vicdanî ilkeleri, başta ticaret olmak üzere, hayatımızın bütününe tekrar teşmil edilebilir. Zira bilginin hikmetle, ticaretin ahlâkla buluşturulduğu ahîlik teşkilâtından bugünün ticaret erbabının öğreneceği çok şey vardır.
Bugün Ahî Evren yaşasaydı kendini sanırım aşağıdaki şekilde anlatırdı.
Ben Ahi Evran...
Bana kısaca "Ahi Evran" deseler de asıl adım Şeyh Nasîrüddîn Mahmud Ahî Evran b. Abbas'tır. Ben ki sanatkâr ve zanaatkârların piriyim. Yolumuz kardeşlik ve fütüvvet yoludur. Yolumuz İslâm, iman ve irfan yoludur. Hırs ve tamahkârlığın, bırakın bize uğramasını, etrafımızdan bile geçemezler. Zira paylaşmak en büyük şiarımızdır bizim. Yanımızdaki komşu esnaf siftah yapmamışsa bize gelen ikinci müşteriyi tereddütsüz ona göndeririz. Çünkü "Komşusu açken tok yatan bizden değildir." diyen şanlı bir peygamberin ümmetiyiz biz.
Ben Ahi Evran...
Anadolu'da ekonomik gelişme, refah ve toplum düzenini sağlamış Ahilik Teşkilatı'nın kurucusu ve önderiyim. Ahilik, dürüstlük, dostluk, kardeşlik, sevgi, saygı, hoşgörü, yardımlaşma ve dayanışma demektir. Bilginin sanat ile birleşimidir. Vatan savunması da ahiliğin kuruluş amaçlarından biridir. Yani anlaşılan o ki ahilik milleti öncelemektir.
Ben Ahi Evran...
Hayatım boyunca ilimle ve eğitimle uğraştım. Zenginle fakir, üretici ile tüketici, halk ile devlet arasında iyi ve sağlam ilişkiler kurarak birlik ve beraberliği, sosyal adaleti ve dayanışmayı sağlamak için çalıştım. Yüzyıllar sonrasını aydınlatan 20 kadar eser bıraktım.
Ben Ahi Evran...
Debbağların, yani deri işlemecilerinin piriyim. Besmelenin bereketiyle başladım her işe. Bereketli bir ömür sürdüm çok şükür. Her zaman iyi insan olmaya çalıştım. Başkalarından hoşgörü beklemek yerine, hoşgörülü oldum hep. Merhamet avcılığı yapmak yerine, merhametli bir insan olma gayreti içinde bulundum. Kötülüğü hep kendimde aradım.
Ben Ahi Evran...
Nefes aldıkça iyi huylu ve güzel ahlâklı olmaya çalıştım. Çünkü güzel ahlâk güzel insan olmanın ön şartıdır. İşimde ve hayatımda kin, hasetlik ve gıybetten daima kaçındım. Ahdimde, sözümde ve sevgimde samimi ve vefalı oldum. Güzel aradım, güzeli buldum.
Ben Ahi Evran...
Daima gözümü, gönlümü ve kalbimi tok tutmaya çalıştım. Gözümü ve gönlümü haramdan sakındım. Şefkatli, merhametli, adaletli, faziletli, iffetli ve dürüst olmayı her şeyden önde tuttum. Cömert, ikram ve kerem sahibi olmayı her şeyin üstünde gördüm.
Ben Ahi Evran...
Küçüklere karşı sevgi dolu, büyüklere karşı edepli ve saygılı olmayı yeğledim daima. Alçakgönüllü olmak, büyüklük ve gururdan kaçınmak yegâne şiarım oldu. İnsanların ayıp ve kusurlarını örtmek, gizlemek ve suçları ne olursa olsun onları affetmek benim hayatta en büyük ve en geçerli felsefemdi. Hiçbir zaman insanların hatalarını yüzüne vurmadım.
Ben Ahi Evran...
Dost ve arkadaşlara karşı tatlı sözlü, samimi, güler yüzlü ve güvenilir olmayı tercih ettim. Gelmeyene gitmek, dost ve akrabayı ziyaret etmek benim en büyük zevklerimdi. Herkese iyilik yapmak, Allah'tan iyiliklerini istemek dualarımın olmazsa olmazıydı. Öte yandan yapılan iyilik ve yardımı hiçbir zaman başa kakmadım. Ulu orta yerde söyleyip de onları incitmedim. Canım tenimde durdukça Hakk'a, hukuka ve hakkaniyete riayet ettim.
Ben Ahi Evran...
Üç kıtaya adalet götüren ve adaletle hükmeden Osmanlı'nın manevî bir neferiy(d)im. Adil, ahlâklı, ilkeli ve sevgiye dayanan şanlı Osmanlı Devleti, tarafımızdan açılan ahilik (kardeşlik) yolunu yol ettiği için insanların gönlünü kazandı. Ezenin değil ezilenin yanında oldu her zaman. Zalimi değil mazlumu korudu. Onun için ömrü uzun ve bereketli oldu.
Ben Ahi Evran...
Sevgisizliğe ve hırsa, kine ve hasede boğulmuş bugünkü insanları bundan sekiz asır evvel açtığım ahilik yoluna bekliyorum. Bu yol ki hak ve hakikat yoludur. Bu yol ki Kur'an ve sünnet yoludur. Yunusların ve Mevlânaların da yürüdüğü nurlu yoldur bu. Kurtuluş, Hakk'ın razı olduğu bu fütüvvet yolundadır. Ancak bu yolla aydınlığa ve gerçek huzura kavuşursunuz.
Ben Ahi Evran...
Ben ki 90 sene Hak ve hakikat penceresinden baktım ahiretin tarlası olan bu üç günlük dünyaya. Hayatı bir imtihan vesilesi olarak gördüm hep. Daima yolcu ve gurbette saydım kendimi. Fatih'in fethettiği, Yavuz Sultan Selim'in 22 yıl vali olarak yönettiği, Kanunî'nin doğduğu Trabzon'un Boztepe'sinde bana bir mezar (makam) tahsis etmiş olsalar da aslında ben, memleketim olan Kırşehir topraklarında medfunum. Ama benim asıl yurdum milletin gönül coğrafyasıdır. Şimdi Kırşehir'deki ebedî istirahatgâhımda ahiret sabahını bekliyorum.
KAFKASYA BÖLGESİNDEKİ ORTAK KÜLTÜR DEĞERLERİMİZ
M. NİHAT MALKOÇ
Ateşle barutun bir arada yaşamaya mecbur kılındığı coğrafya: Kafkasya
Kafkasya, Taman Yarımadası'ndan başlayıp Apşeron Burnu'na kadar uzanan Kafkas Dağları'nın kuzey ve güneyindeki bölgedir. Karadeniz-Hazar Denizi arasında Doğu-Batı paralelindeki beş bin metreden fazla yükseklikteki sıradağlar Kafkaslar olarak adlandırılmaktadır. Kafkasya'nın doğusunda Hazar Denizi, batısında Karadeniz, güneyinde Çoruh, Arpaçay ve Aras nehirleri bulunmaktadır. Kuzey sınırları Maniç Bölgesi kabul edilmektedir. Coğrafi olarak Kafkasya, Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Rusya Federasyonu sınırları içinde yer alan sözde özerk Adige, Karaçay-Çerkes, Kabardin-Balkar, Kuzey Osetya, Çeçenistan, İnguşetya ve Dağıstan Cumhuriyeti "Kuzey Kafkasya" olarak adlandırılırken; Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Abhazya, Acara, Dağlık Karabağ, Nahçivan ve Güney Osetya da "Güney Kafkasya" bölgesi olarak bilinmektedir.
Kafkasya, tarih boyunca birbirinden farklı özellikler taşıyan birçok kavme ev sahipliği yapmıştır. Bir anlamda kültür ve medeniyetler arasında kavşak noktası olma özelliği taşımıştır. Bu yönüyle de stratejik önemi büyüktür. Bu nedenledir ki söz konusu bölgeye birçok büyük devlet ilgi ve istek duymuştur. Bu yönüyle hep bir mücadele alanı olmuştur.
Kafkasya'ya ilgi duyan devletlerden biri de Osmanlı Devleti'dir. Osmanlı, özellikle gücünün zirvesine çıktığı 15. yüzyılda ilgisini bu bölgeye yoğunlaştırmıştır. Fakat aynı bölgede nüfuz sahibi olmak isteyen Rusya, bu konuda Osmanlı'nın önünü kesmiştir. 1739'da Azak'ın, 1783'te de Kırım'ın Rusya'nın eline geçmesiyle Karadeniz'in "Osmanlı Gölü" olma özelliği ortadan kalkmıştır. Bu durum Osmanlı'nın Kafkaslardan vazgeçmesi anlamına gelmemelidir. Aksine Osmanlı bu bölgeye daha da büyük bir önem vermiştir. Bütün bu ikili mücadeleler devam ederken üçüncü ve dördüncü güç olarak da Fransa ve İngiltere sömürgeci bir mantıkla bölgede varlığını sürdürme gayreti içerisinde olmuştur.
Daha evvel de vurguladığımız gibi Kafkasya tarih boyunca jeopolitik ve jeostratejik önemi dolayısıyla tüm devletlerin ilgi merkezi olmuştur. Çok kültürlü bir yapıya sahip olan Kafkasya; tarihî süreç içerisinde çeşitli boyların, dillerin ve kültürlerin harmanlandığı kadim bir medeniyet merkezidir. Başka bir deyişle medeniyetlerin buluşma noktasıdır.
Tarih boyunca Kafkasya'da yerleşen milletler ve topluluklar
Vaktiyle Kafkaslarda farklı milletler hayat sürmüştür. Bu milletlerden biri de Çerkeslerdir. Çerkesleri Hazar olarak görenler de mevcuttur. 24 boydan meydana gelen Çerkeslerin de Türklere mensup olduğunu söylemektedirler. Buna delil olarak da Türkmenistan'da yaşayan Türkmenlerin bir kolunun adının Çerkes olması gösterilmektedir. Çerkeslerin 24 boyundan en çok bilinenleri Abazalar ve Kabartaylardır.
Kafkasya'nın bilinen (yaygın) milletlerinden biri de Çeçenler (Nohçiler) ve İnguşlardır. Çeçenler çoğunluğu teşkil eden Nohçiler ve İnguşlar diye iki kabileye ayrılır. Nohçiler, Argun Havzası'nda, İnguşlar ise Asa Havzalarındadır. Bağımsızlıklarına son derece düşkün olan Çeçenler doğuda Dağıstanlılar ve Andeal (Kumuk)'larla; batıda ise Asetinler ve Kabartaylarla komşudurlar. Ataerkil (pederşâhî) bir aile yapıları vardır. VIII. asırda İslâmiyet'i kabûl eden Çeçenler, Şâfî mezhebine mensupturlar.
Kadim Kafkasya'nın yaygın milletlerinden üçüncü sırada gelenleri ise Karaçay ve Balkarlardır. Rusya'da yayınlanan çeşitli eserlerde Karaçayların Türk oldukları iddia edilmektedir. Karaçaylar, Rusya Federasyonu’na bağlı Karaçay-Çerkes Özerk Cumhuriyeti’nde yaşamaktadır. Büyük Kafkas dağlarının batı bölümünde ve kuzey yamaçlarında yer alan bu cumhuriyetin başkenti ise Çerkesk’tir.
Balkarlar, Rusya Federasyonu’na bağlı Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti’nde yaşamaktadır. Kabardey-Balkar Cumhuriyeti’nin başşehri Nalçik’tir. Balkarlar, dillerini Karaçaylarla paylaşan ve Dağıstan'daki Kumuklar ile güçlü dil benzerlikleri olan bir Türk halkı olarak tanımlanmaktadır. Kırım Tatarları ve Kumuklara yakın bir halktırlar. Balkarların konuştuğu dil olan Balkarca, Türk dillerinin Kıpçak grubuna bağlıdır. Balkarlar 1926'ya kadar Arap alfabesini kullanmış, bir süre Lâtin alfabesini kullandıktan sonra 1940'ta Kiril alfabesine geçmişlerdir. Zengin bir sözlü edebiyatları vardır. Balkarlar II. Dünya Savaşı'nda Nazi Almanya'sıyla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle 1944'te Stalin tarafından haksız yere sürgüne gönderilmişlerdir. Bu sürgünde halkın çoğu yolculukta açlık ve sefaletten ölmüştür.
Tarih boyunca Kafkasya'da yerleşen milletlerden biri olan Osetler çoğunlukla Orta Kafkasya'nın dağlık kesimleri ile kuzey düzlüklerinde yaşamışlardır. Kendilerine "Osların Yurdu" anlamında "İron" adını vermişlerdir. İron ve Digor olmak üzere iki kola ayrılmışlardır. Dilleri Soğd diline benzemektedir. Balkarlılar ve Çeçenlerle araları iyi olsa da Kabartaylarla araları iyi değildir. Bir kısmı Ortodoks Hıristiyan, bir kısmı ise Müslüman'dır.
Kafkas halklarından bir diğeri de Kabartayların bir kolu da sayılan Besleneylerdir. "Besneyler, Besniyler, Besniler" diye de ifade edilirler. İsimleri de Kabartay prensi Beslan'ın adından gelmektedir. Rusya ve Türkiye'de yaşayan Doğu Çerkesleri kolundandırlar.
Kafkasya deyince akla gelen milletlerden biri de Abhazlardır. Bu halk Kafkasya'nın en uzun ömürlü insanlarıdır. Abhazlar, Kafkas Dağları'nın güney eteklerinde ve Adlerin ötesindeki bölgelerde yaşamaktadırlar. Kökenleri tam olarak bilinmeyen Abhazlar, kendilerine "Apsua" demektedir. Abhazların etnik özellik, kültür ve dil bakımından en yakın akrabaları Kuzey Kafkasya'da yaşar. Bunlar Abazinler, Adıgeyler ve diğer Kafkas halklarıdır. Abhazların ataları, MÖ III. binyılda Batı Kafkasya'da megalitik kültürün yaratıcıları olarak kabul edilir. Dünya folklorunun en eski eseri olan Nart destanı, sadece insanlığın edebî mirası değil aynı zamanda Abhaz halkının tarihini incelemek için de eşsiz bir kaynaktır.
Kafkasya'nın önemli bir kısmını da Dağıstan toplulukları meydana getirmektedir. Dağıstan, Kafkasya'nın doğu bölümünü oluşturmaktadır. Burada yaşamakta olan başlıca topluluklar; Kumuklar, Lezgiler, Avarlar ve Laklar'dan oluşmaktadır.
Kafkasya tarihinin oluşumunda yer alan diğer kavimler "İskitler", "Sarmatlar", "Alanlar", "Kimmerler", "Hazarlar", "Kıpçaklar", "Hunlar", "Avarlar" şeklinde sıralanabilir.
Kafkaslar, Abhaz, Adige, Karaçay-Malkar, Oset, Çeçen gibi alt kimlik ve dillerle birleşen kültür topluluğudur. Öte yandan Kafkasyalılar farklı kabile, adet, giyim kuşam ve dilleriyle Anadolu topraklarında ‘’Çerkesler’’ olarak adlandırılmışlardır.
Azerbaycan, Güney Kafkasya'nın kültür havzasında parlayan bir yıldızdır.
Kafkasya, Avrupa ve Asya sınırında Karadeniz ve Hazar Denizi arasında yer alan stratejik konumu itibariyle çok önemli bir bölgedir. Enerjinin dünya gündeminin başında yer aldığı bu yüzyılda Kafkasya ülkelerinde bulunan petrol ve doğalgaz kaynakları bu coğrafyayı daha da kıymetlendirmektedir. Petrol Hazar Denizi’nin belirli alanlarında; Azerbaycan, Krasnodor ve Stravropol gibi bölgelerde bulunmaktadır. Yine Hazar Denizi ve Azerbaycan’da zengin doğalgaz rezervleri bulunmaktadır. Öte yandan bu coğrafya kömür, demir, kurşun, bakır ve çinko gibi madenler yönünden de oldukça zengindir. Dünyadaki doğalgaz rezervinin yaklaşık olarak % 0,7’sinin Hazar Havzası'nda bulunması Azerbaycan’ın jeopolitik olarak bölgedeki gücünü açıkça ortaya koymaktadır. Bu yüzdendir ki Kafkasya coğrafyası, başta hakim güçler olmak üzere, bütün dünyanın dikkatini ve iştahını çekmektedir.
Kafkasya bölgesi tarihî süreçte değişik dönemlerden geçmiştir. 1991 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin dağılmasıyla birlikte Kafkasya’daki ülkeler de bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Bu, söz konusu ülkelerdeki sosyal, siyasî ve ekonomik alanlarda köklü değişmeleri de beraberinde getirmiştir. Fakat bu ülkeler bağımsızlıklarının ilk beş yılında bölgesel savaşlar, iç karışıklıklar ve politik meseleler yüzünden güçlerini kalkınmaya verememişlerdir. Ezberlerindeki o eski tutum ve alışkanlıklarını devam ettirmişlerdir. Bu da ekonomik zarar, enerji ve zaman kaybını beraberinde getirmiştir.
Yüz yaşını geride bırakan Türkiye, Kafkasya ülkeleriyle hem mesafe hem de gönül bağları yönünden yakınlık teşkil etmektedir. Asya ve Avrupa ülkelerini bir köprü misali birbirine bağlayan Türkiye'nin Kafkasya ülkeleriyle siyasî, kültürel ve ekonomik açılardan yakınlaşması, başta ABD olmak üzere Avrupa ülkelerinin pek de haz almadığı bir durumdur.
Türkiye olarak eski Rusya Devlet Başkanı Gorbaçov'un Glasnost ve Perestroyka politikaları neticesinde eski SSCB sonrasında başta Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan olmak üzere, üç Güney Kafkasya ülkesiyle iyi ilişkiler kurma gayreti içerisinde olmamıza rağmen bu üçlüden biri olan Ermenistan'la ilişkilerimiz, başta soykırım iddiaları olmak üzere, tarihî kırılmalar nedeniyle, Batı'nın ve ABD'nin kışkırtmalarıyla sürekli sekteye uğramıştır.
Türkiye, onlarca milleti tek bir çatı altında tutmaya çalışan hantal SSCB’nin dağılmasıyla Güney Kafkasya ülkelerini tanımada ayrım gözetmemiş, uluslararası ilişkilerini artan bir hızda ve tempoda sürdürmüştür. Akraba topluluklarımızdan biri ve kan bağımız olması nedeniyle sadece Azerbaycan'a bu konularda daha bir öncelik tanınmıştır.
Bölgesinde her açıdan lider ülke konumunda bulunan Türkiye'nin, Kafkasya ülkelerinden başta Azerbaycan olmak üzere, sınır komşusu olan Gürcistan'la "kazan-kazan" doğrultusunda ekonomik, siyasî, sosyal ve kültürel ikili ilişkiler kurması Batı'yı rahatsız etmektedir. Bu durum Türkiye'nin doğru yolda olduğunun bir çeşit sağlamasıdır.
Çok zengin bir kültür mirasına sahip olan Türkiye ve Azerbaycan arasında çok güçlü tarihî ve kültürel bağlar mevcuttur. Dilleri ve dinleri aynı olan bu iki devlet arasındaki maddî ve manevî kültürel benzerlikler dikkat çekmektedir. Bu, bizleri bir millet yapan ortak kadim değerlerin, hiç kesilmeyen iletişim ve etkileşimimizin doğal bir sonucudur. Bunun teşkilinde genetik bağlarımızın ve tarihî süreçlerdeki benzerliklerimizin etkisi de inkâr edilemez.
Azerbaycan'la Türkiye'nin ortak kültürel değerlerine baktığımızda özellikle edebiyat ve sanat alanındaki benzerlikler dikkat çeker. Zira bu değerleri oluşturan ana malzeme (tabir caizse harcı oluşturan kum, çakıl, çimento) aynıdır. Farklı olan ise kişisel marifetlerle bu harcın nasıl şekillendirildiği meselesidir. Bu noktada enstrümantal müziklerimizin ve halk oyunlarımızın (halk danslarımızın) karakteristik benzerliği meraklıları için hayret verici düzeydedir. Buna mimarî, resim, heykel, mezar taşı, ahşap, süslemecilik, kabartma, dokumacılık, kalem işi, minyatür, kitap süsleme (cilt, tezhip, hattatlık), maden eserleri (kemer, gerdanlık, başlık, alınlık, serpuş vb.) gibi sanat dalları da pekâla eklenebilir.
Bir Güney Kafkasya ülkesi olan Azerbaycan'la Türkiye arasındaki kültürel ilişkilerin temeli kadim zamanlarda atılmıştır. "Bir millet, iki devlet" sloganının gereği olarak iki kardeş devlet arasında kültür, sanat, edebiyat, müzik ve diğer kültürel unsurlar pek çok noktalarda ortaklık teşkil etmektedir. Bu ortak ilişkiler her geçen gün genişleyerek devam etmektedir.
Dünden bugüne Kafkasya'da Osmanlı'nın hakimiyet mücadelesi
Millet olarak Kafkasya'yla olan ilişkilerimiz çok eskilere dayanmaktadır. Eskiler deyince tabii ki bir cihan devleti olan Osmanlı'yı kast ediyoruz. Zira 270 yıl süren Kafkas-Rus Savaşı sonrasında 1864 yılında Rusya’nın Kafkasya’yı işgal etmesiyle bir buçuk milyondan fazla Kafkasyalı, Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmak mecburiyetinde kalmıştır.
Akkoyunluların ortadan kalkmasından sonra Safeviler, Osmanlı Devleti'nin doğudaki yeni rakibi olmuştur. Azerbaycan merkezli olarak kurulan Safevi Devleti; Gürcistan'ın doğusuna, Şirvan ve Dağıstan'a hâkimdi. Üstelik Safevilerin Karadeniz'in doğu kıyılarına ve Anadolu'ya yayılmak emelleri vardı. Bu da bu iki devlet arasındaki çatışmaları kaçınılmaz kılıyordu. Transkafkasya'daki bu güç ve rekabet savaşı uzun yıllar artarak devam etmiştir. Bu çerçevede Kafkasya'da yüzyılın ilk Osmanlı-Safevi Savaşı 1603-1612 yılları arasında olmuştur. Bu iki hakim güç arasındaki Kafkasya mücadelesi uzun yıllar sürmüştür.
16. yüzyıl başlarından 17. yüzyıl ortalarına kadar devam eden Osmanlı-Safevi mücadelesi, biri Irak-ı Arap diğeri Kafkasya olmak üzere iki farklı coğrafyada gerçekleşmiştir. Bunlardan ikincisi olan Kafkasya, stratejik öneminden dolayı tarih boyunca büyük bir mücadele sahası olmuştur. Osmanlı ve Safevi devletleri, kıymetinden dolayı bu coğrafyayı elinde tutmak istemişler, bu da bu iki devleti sürekli karşı karşıya getirmiştir.
Kafkasya; stratejik konumu, barındırdığı etnik ve dinî çeşitlik bakımından her zaman büyük devletlerin ilgi odağı olmuştur. Bu da zaman içerisinde sıcak çatışmaları da beraberinde getirmiştir. 18. yüzyılın başlarında Safeviler, Kafkasya’nın güneyine hâkimdi. Bu devletin zayıflamasıyla bölge halklarında isyanlar patlak vermiş, Rus ve Osmanlı devletlerinin müdahalesi gecikmemiştir. Bölgede hâkimiyet kurmak isteyen söz konusu devletler 1724 tarihli İstanbul Antlaşması'yla Güney Kafkasya’yı kendi aralarında bölüşmüşlerdir. Rusya bu bölüşmede kendisine bırakılan topraklarla yetinmemiş, Osmanlı hakimiyetine bırakılan Kartli, Kahetya, Gence-Karabağ ve Çukur Saad vilâyetlerini gözüne kestirmiştir. 1730'da Patrona Halil İsyanı meydana gelmiş, Sultan III. Ahmed tahttan indirilerek yerine yeğeni II. Mahmud getirilmiştir. Bu durum Osmanlı yönetiminin Güney Kafkasya’daki faaliyetlerine engel olmuş, bu coğrafyadaki eski gücünü kaybetmiştir. Nadir Han önderliğinde yeniden toparlanan Safeviler, 1735 yılında Osmanlı kuvvetlerini mağlup ederek, Güney Kafkasya topraklarını tekrar geri almışlardır. Böylece 1723 yılında Tiflis’in alınmasıyla başlayan hâkimiyet süreci 1735 yılında Revan Muharebesi’yle son bulmuştur.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi ve Harbiye Nâzırı Enver Paşa'nın emriyle Osmanlı Devleti tarafından tamamen Müslümanlardan meydana gelen ve üç tümenden oluşan Kafkas İslâm Ordusu kurulmuştur. Bu ordunun gayesi Azerbaycan ve Dağıstan'ı Rus işgalinden kurtararak bağımsızlıklarını kazanmalarını sağlamaktı.
Kafkasya deyince aklımıza Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti gelmektedir.
Kafkasya deyince aklımıza üç sene gibi kısa bir ömrü olan Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti gelmektedir. Kafkasya'nın iki önemli parçasından biri olan Kuzey Kafkasya tarih boyunca sömürgeciliğe karşı büyük bir onur savaşı vermiştir. Kuzey Kafkasya, Çarlık Rusya'sının çöküşüyle kendi geleceğini belirleme ve kendi yolunu çizme yoluna gitmiştir. Bunu yaparken etnik temeli (kan bağını), dili ve dini değil ortak geçmişi esas almıştır. Bu ortak değerler etrafında büyük bir cesaretle Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti doğmuştur.
Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti, 1918 yılında Müslüman Kuzey Kafkasya halklarının birleşmesiyle Rusya'dan bağımsızlığını ilân eden bir devlettir. Söz konusu kısa ömürlü devlet, 1921 yılında Sovyetler Birliği ordusu tarafından işgal edilmiştir. Bu devlet bugünkü Çeçenistan, İnguşetya, Kuzey Osetya, Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti, Karaçay-Çerkes Özerk Cumhuriyeti ve Dağıstan topraklarını içine alıyordu. Bu devlet, başta Osmanlı Devleti olmak üzere Azerbaycan, Almanya, ABD, Birleşik Krallık, İtalya gibi devletlerce tanınmıştı. Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti'nin kurucuları arasında Kafkasya'nın bağımsızlığı için mücadele etmiş, Kuzey Kafkasya halklarının siyasî ve dinî önderi olan Şeyh Şamil'in torunu Said Şamil de vardı. Çeçen asıllı Abdülmecid Tapa Çermoy da devletin başbakanıydı.
Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti, esaretin reddinin bir çeşit somut manifestosudur. Özgürlük yolunda bedel ödeme azminin ve özgürlüğe inancın zaferidir. Ömrünü Birleşik Kafkasya idealine adayan M. Aydın Turan, Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti ile ilgili şöyle bir değerlendirme yapmıştır: "Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti fizikî parçalanma altında milletleşme süreci darbelenen bir ülkenin ortak değerler ve geçmişini ve en önemlisi gelecek düşüncesi ve hayalini harmanlayarak yeni varoluş konsepti ortaya çıkardığı için değerlidir. Birbirinden farklı toplumsal kesitlerin bir coğrafyaya ilişkin ortak menfaat algısına, ortak aklına dayandığı için değerlidir. Devasa problemlerin risklerini paylaşanları hür irade ile bir ideal etrafında toplamaya çağırdığı için değerlidir. Hasılı Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti kendisine hayat veren düşünce sistematiği ile bizatihi bir destandır.Üstelik bu bitmemiş bir mücadeledir."
Kafkasya'nın Türkiye için önemi dün olduğu gibi bugün de büyüktür. Başta Azerbaycan olmak üzere, Kafkasların güvenliği ve huzuru bizim de önceliklerimizdendir. Kafkasya'da Türkiye olarak dostluk, eşitlik, barış ve adalet talebimiz bugün de bâkîdir.
BEKLENEN NESİL
M. NİHAT MALKOÇ
Günümüzde şikâyet ettiğimiz meselelerin başında gençliğin bizim değerlerimizle uyuşmayan davranışları gelmektedir. Peki arzuladığımız ideal(ist) nesli nasıl yetiştireceğiz?
Genç nesillere alın terinin ne denli kutsal olduğunu öğretmeliyiz ki kısa yoldan, hak, hukuk demeden, çalıp çırparak ve devleti dolandırarak kısa zamanda köşe dönmeye kalkmasınlar. Yenen her bir haram lokmanın bizleri biraz daha cehennem ateşine yaklaştırdığını, manevî dünyamızı harabeye çevirdiğini, imanî ve insanî duygularımızı alıp götürdüğü gerçeğini onlarla paylaşıp bu hususta mutmain olmalarını sağlamalıyız.
Günümüzde şer odakları, dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de cirit atıyor. Yarınlarımızın teminatı olan yavrularımızı zararlı, bölücü, yıkıcı, siyasî amaçlı faaliyetlere katılmamaları, bunlarla ilgili amblem, afiş, rozet, yayın ve benzeri araçları taşımamaları ve üzerlerinde bulundurmamaları hususunda uyarmalıyız. Her şeyden evvel çocuğumuzun ne yaptığını çok iyi takip etmeliyiz. Bu durum çocuğa duyulan güvensizlik değil aksine her türlü olumsuzluğa karşı tedbirli hareket etmektir.
Ülkemize yararlı insanlar olalım. Tek gayemiz bu olsun. Bu ülke hepimizin… Gidebileceğimiz başka Türkiye yok. Unutmayalım ki hepimiz aynı gemide seyahat ediyoruz. Allah korusun, geminin batması kime ne kazandırabilir ki!..
Bütün kötülüklerin anası cehalettir. Başımıza ne geldiyse bu müzmin illet yüzünden geldi. Onun için, bugünkü makamları teslim edeceğimiz yarının idarecileri olacak çocuklarımıza kitapları sevmeleri, korumaları, okuma alışkanlığı kazanmaları, boş zamanlarını faydalı işler yaparak geçirmeleri hususunda rehberlik etmeliyiz.
Ülkemizin geleceğe emin adımlarla yol alması için kendinden çok, ülkesini seven, “ben” değil, “biz” diyebilen, fedakârlığı karakter olarak bellemiş ve benimsemiş diğerkâm nesillere ihtiyacımız vardır. Bu güzel neslin hamurunu ihlasla, iyi niyetle ve harama uzanmamış nurlu ellerle; elbette ki bugünün yetişkinleri olan bizler yoğuracağız.
Şerefli Türk-İslâm sancağını büyük bir onurla ve cesaretle taşıyacak Üsame B. Zeyd ve Mus'ab B. Umery gibi kendinden emin, azimli, kararlı, gayretli ve batıla değil Hakk'a ve hakikate dayanan şuurlu bir nesil yetiştirmek mecburiyetindeyiz. Ancak bunu yapabilirsek yarınlarımızdan hakkıyla emin olabiliriz. Merhum Mehmet Akif'imiz "Asım'ın Nesli" diyordu onlara. Bu necip nesli şöyle tarif edebiliriz:
Özü ve sözü bir olan, ilâhî gerçekleri tersyüz etmeyen, nereden ve niçin geldiğini, nereye gittiğini bilen arif bir nesil! A. Nihat Asya'nın "Sen ki, burçlara bayrak olacak kumaştasın;/Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!" diye tarif ettiği güçlü bir nesil!
Dününden, bugününden ve yarınından haberi olan, hayatını bu üçgen etrafında şekillendirecek bir nesil! "İ’lâ-yı kelimetullah" davasını sırtlayacak ve yüceltecek bir nesil! Yolda kalmışlara veya yanlış yollara sapanlara deniz neferi olmaya and içmiş bir nesil! Hak ve hakikate giden yolda, bir anlık gaflete düşüp pusulasını kaybedenlere pusula vazifesi görecek kılavuz bir nesil! Kavruk kulluk çöllerinden geçerken yüreklere su serpen bir nesil!
En zor şartlarda bile asla ümitsiz olmayan, rahmeti âlemleri kuşatan yüce Allah'tan hiçbir zaman ümit kesmeyen (ye'se düşmeyen), hayatını devletine ve milletine adayan, istikametini şaşırmayan, irade sahibi öncü bir nesil! Vefa, sadakat, gönüllülük (hasbilik), hamiyet, ulviyet, samimiyet ve azim gibi asil duyguları ruhunda mezcetmiş bir nesil!
Merhum Üstad Necip Fazıl'ın o veciz ifadesiyle "Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte!/Ölsek de sevinin, eve dönsek de!/Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!/Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!/Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!" diyebilme iradesinde ve kararlılığında bir nesil! İslâmî ve insanî bir duyarlılıkla tebliğ ve irşat aşkıyla bildiğini bilmeyenlere ulaştırmayı gaye edinen, bencillik anaforunda bana ne demeyen bir nesil!
Rabbim bizlere böyle güzel nesiller yetiştirmeyi nasip ve müyesser eylesin. (Amin)
SEN BİZİM KÖPRÜBAŞI'NI BİLMEZSİN GÜLÜM!
M.NİHAT MALKOÇ
Türkiye'nin yedi bölgesinde yer alan 81 ili, 922 ilçesi, 32254 mahallesi, 18251 köyü kalemlerin ifade etmekte güçlük çekeceği (aciz kalacağı) binlerce güzelliklere ve özelliklere sahiptir. Bu güzel yerler elin İsviçre'sinde bile yoktur. Göz ve gönül zevkimizi okşayan böyle güzel bir ülkede yaşadığımız için yüce Rabbimize ne kadar şükretsek yine de azdır.
Üç tarafı denizlerle çevrili güzel Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden biri olan Karadeniz de diğer bölgeler gibi şahsına münhasır güzellikleri içinde saklayan müstesna bir coğrafyadır. Karadeniz’imizin doğal güzellikleri bir başka ülkede olsaydı buraları turizm cennetine çevirirlerdi. Oysa biz bu tabiî dokuya sahip olmamıza rağmen neredeyse kılımızı kıpırdatmıyoruz. Sanki “Derya içredir deryayı bilmezler” mısra-ı bercestesi bizler için söylenmiştir. Gerçi son yıllarda Arapların gelmesiyle yitiğimizin farkında olmaya başladık.
Türkiye'miz dağlarıyla, ovalarıyla, yaylalarıyla, ormanlarıyla, nehirleriyle, gölleriyle, denizleriyle ve eşsiz bitki örtüsüyle gözlere ve gönüllere bayram ettirecek şahane bir tabiata sahiptir. Zengin halk edebiyatımızın müstesna ve özgün ismi, değerli şair Abdurrahim Karakoç “Anadolu Sevgisi adlı şiirinde bu güzellikleri bakın ne güzel dile getirmiştir: “Sen bizim dağları bilmezsin gülüm,/Hele boz dumanlar çekilsin de gör/Her haftası bayram, her günü düğün,/Hele yaylalara çıkılsın da gör// Sen bizim köyleri görmedin ki hiç,/Yolları toz, çamur, evleri kerpiç/O kirli kabukta, o en temiz iç;/Hele bir yakından bakılsın da gör.”
Karadeniz demek, özgül ağırlığıyla, küçük ama etkili oluşuyla en çok da Trabzon demektir. Trabzon; Akçaabat'tan Çaykara'ya, Maçka'dan Sürmene'ye, Beşikdüzü'nden Of'a kadar birbirinden güzel ve birbirinden şirin 18 ilçesiyle bu ülkenin gözbebeğidir.
Köprübaşı ilçesinin dokuz mahallesi, dört de köyü vardır. Köyleri Arpalı, Güneşli, Çifteköprü, Yağmurlu; mahalleleri ise Akpınar, Fidanlı, Gündoğan, Yılmazlar, Büyük Doğanlı, Küçük Doğanlı, Emirgan, Dağardı ve Konuklu'dur. İlçe merkezinde rakım 220 metredir. İlçenin yüzölçümü 132 kilometre karedir. Trabzon ilini Bayburt iline bağlayan en kısa karayolu ilçemizden geçmektedir. Bu yol bakım ve onarıma alınırsa ilçemiz gelişir.
Şirin Karadeniz'in bir/incisi olan Trabzon’un adı pek de bilinmeyen, duyulmayan Köprübaşı ilçesi de bu güzel yörelerimizden birisidir. Burası benim doğduğum, nefes aldığım, acı tatlı hatıralarımın kaynağı ve doyduğum dört tarafı dağlarla çevirili ata topraklarıdır. Buraların örneğine pek az rastlanan eşsiz güzelliği doğallığından kaynaklanmaktadır. Yoksa öyle insan elinden kaynaklanan bir güzelliği mevcut değildir. Buraya pek de öyle insan elinin değdiği de söylenemez. İyi ki de insan eli az değmiş bu topraklara. Zira insan elinin değdiği yerler özelliğini ve güzelliğini maalesef kaybetmektedir. Onun için insan eli değmesin buraya.
Köprübaşı; kuzeyden Sürmene ilçesiyle, güneyden Bayburt iliyle, doğusundan Çaykara, Of ve Dernekpazarı ilçeleriyle, batısından ise Sürmene ilçesine bağlı Küçükdere bucağı ile komşudur. Bu ilçelerin ortasında kalan Köprübaşı her yönüyle hoş bir diyardır.
Köprübaşı ilçemizde en önemli yükseltiler Manahoz vadisi ve Küçükdere vadisi arasında kuzeyden güneye doğru artarak yükselen sırtlardır. Bu yükseltiler sırası ile Ayluka Tepesi, Yeniyol Tepesi, Kangeller Tepesi, Harman Kayalıkları Tepesi ve güneyde yörenin ve ilçenin en yüksek yeri ve simgesi olan 2742 metre yükseklikteki Madur Dağı’dır.
Madur Dağı demişken biraz daha üzerinde durmanın faydası var, diye düşünüyorum. Zira Madur Dağı, Sürmene ve Köprübaşı ilçelerinin 2742 metre rakımlı en yüksek dağı olma özelliğini taşımaktadır. Ksenofon'un "Anabasis" adlı eserinde bu dağ Theches (Thekes) adıyla geçmektedir. Ksenofon'un aynı eserinde Yunan ordusunun denizi bu dağda gördüğü rivayet edilir. Çıkılması pek de kolay olmayan dağın zirvesinde kayalıklar bulunmaktadır. Madur Dağı'nın çevresinde birbirinden güzel Köşk, Taşlı, Sulak, Kalecik ve Kutlusu yaylaları bulunmaktadır. Bu yaylalardan dağın zirvesine varmak iki buçuk, üç saati bulmaktadır. Dağın kuzey yamacındaki Lişit Yaylası'ndan Madur Dağı'na çıkarken yol üzerinde tek mezar olarak adlandırılan sahipsiz bir mezar bulunmaktadır. Küçünoğlu yaylası denen yerde I. Dünya Savaşı'ndan kalma Türk askerinin çadır izleri ve Rus askerlerinin mezar yerleri görülmektedir. Madur Dağı'nın kuzey yamacında ise "Karasu" adlı bir de kaynak suyu vardır.
Devasa yükseklikteki Madur Dağı bize Madur Dağı Savaşı'nı ve Harmantepe şehitlerini çağrıştırmaktadır. Günümüzde Köprübaşı ilçesinin Harmantepe Yaylası’ndaki şehitlik, Türk-Rus savaşlarına şahitlik etmektedir. Bu şehitlikteki eski bir levha bu mücadeleyi şöyle anlatıyor: “26 Haziran 1916’da Türk kuvvetleri hücuma geçerek Ağaçbaşı yaylasındaki Rus kuvvetlerini Soğuksu’ya çekilmeye mecbur etti. 29 Haziran 1916’da Harmantepe Kabanbaşı hattında 36 saat süren muharebelerde 60. alayımız topçu atışı ve süngü hücumu ile Rus kuvvetlerini perişan ederek Avulot'a kadar püskürttü. Bu çatışmalarda 60. Alay 7 zabıt, 150 nefer zayiat verdi. 15 Temmuz'da Bayburt Ruslar tarafından işgal edildiği için Türk kuvvetlerine geri çekilme emri verildi. Türk kuvvetleri Harmantepe’yi şehit Bayram Çavuş ve arkadaşlarına emanet ederek çekilirken tepeyi Bayramtepe olarak selâmladılar.”
Köprübaşı ilçemizde Köprübaşı Çok Programlı Anadolu Lisesi, merkezde Köprübaşı Merkez İlkokulu, Köprübaşı Ortaokulu ve Adnan Kahveci İmam Hatip Ortaokulu bulunmaktadır. Yine Köprübaşı'na bağlı birleşik bir köy olan Beşköy'de ise Adnan Kahveci İlkokulu bulunmaktadır. Öte yandan ilçede bir de Halk Eğitim Merkezi mevcuttur.
Ben ortaokulu ve liseyi burada, Köprübaşı Ortaokulu'nda ve Köprübaşı Lisesi'nde okudum.(1982–1988 yılları arası) Burada halk geçimini topraktan sağlayamadığı için aileler çocuklarını okumaya yöneltmişlerdir. Buradan çıkıp da Türkiye’de söz sahibi olan pek çok insan mevcuttur. Merhum Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu bunlardan sadece birkaçıdır.
Bilindiği gibi Karadeniz’de arazi genelde meyillidir. Onun için de köyler dağınıktır. Avuç içi kadar düz alan bulan kişi evini oracığa yapmıştır. Bu durum keyfi değil mecburidir. Köprübaşı köylerine baktığımız zaman da buna benzer bir özellik göze çarpmaktadır.
Köprübaşı ilçesinin iklimi Doğu Karadeniz Bölgesi’nin karakteristik iklim özelliklerini taşımaktadır. İlçede, Karadeniz'in genelinde olduğu gibi yazları genellikle serin, kışları ise ılık geçer. Kışın da, yazın da iklim munistir. Her mevsim yağış görülmektedir.
Yazın kasvet verici sıcaklarından korunmak için Köprübaşı yaylaları bulunmaz bir nimettir. Doğayla iç içe yaşamaktan zevk alanların bu güzel yaylalarda ömürlerine ömür katmaları kaçınılmazdır. Zaten Trabzon’da ve büyükşehirlerde yaşayan Köprübaşılılar, yaz aylarında havaların ısınmasıyla kendilerini ilk fırsatta yaylalara atmaktadırlar. Köprübaşı'na baktığımızda güneyden kuzeye doğru Manahoz deresinin sakin sakin aktığını görürüz. Bu dere, ilçenin en önemli akarsuyu durumundadır. Dere, Yeni Yayla ve Gezge kuronlarından doğar, 2742 metre yüksekliğindeki Madur Dağı’nın eteklerinden çıkan en bol kolu alır. Hamzaağa Yaylasından doğan ikinci kolla Arpalı Köyü’nde birleşerek kuzeye doğru akmaya devam eder. Doğuda Sultanmurat yamaçlarından akan Vartan ile batıdan akan Vizera deresi, Ohşoho deresi, Çifteköprü deresi ve Ormanseven deresini alarak Sürmene ilçe merkezinden Karadeniz’e dökülür. Öyle sakin deyişimize bakmayın, sonbaharda ve kış mevsiminde sükûnetini öfkeye döndürür. Bir de bakarsınız ki yatağına sığmaz. 1998 yılının 05 Ağustos'undaki Beşköy sel felâketi Manahoz'un öfkesinin tecellisidir. Küçük kıyameti andıran bu haşin sel felâketinde 47 insanımızı kaybetmişiz. Bunlardan çoğunun cesedi bile, ne yazık ki, bulunamamıştır. Bunun acıları hâlâ yüreklerimizdedir. Bu felâket neticesinde Beşköy'ümüz tabir caizse haritadan silinmiştir. Fakat bugün gelinen noktada aynı yerde benzer bir yerleşim yeri kurularak hatalardan ders alınmadığı açıkça görülmüştür.
Bakir ve yemyeşil bir doğal örtüye sahip olan Köprübaşı ilçesinin yaylaları meşhurdur. Yeşilin kırk tonunun mevcut olduğu bu yaylalar, sakinlerine şifa ve sağlık sunmaktadır. Doğal bitki örtüsünü koruyan ender yerlerden biri olan Köprübaşı ilçesinin güneyinde doğu-batı ekseninde uzanan dağ eteklerinde 1750-2200 metre yüksekliklerde yaylalar vardır. Bu yaylaların denize doğru alçalan kesimleri, özellikle vadi yamaçları ormanlarla kaplıdır. Yaylalar geniş otlakları, temiz havası ve soğuk suları ile yaz aylarında hayvancılıkla geçinen halkın uğrak yerleridir. Mayıs ayından eylül ayının sonuna kadar bu yaylalar canlılığını korur. Köprübaşı ilçesine bağlı olarak; Soğuksu, Ebeler, Küçük Kangel, Harman, Ağaçbaşı, Yangın, Vizera, Mincena, Sulak, Köşk, Kutlusu, Taşlı ve İsmailağa yaylaları bulunmaktadır. Yazın bu yaylalar yerli ve yabancı turistlerin (özellikle Arapların) gözdesi olmaktadır.
HAKK'A İNANIYORSAN İNSAF ET, İSRAF ETME!
M. NİHAT MALKOÇ
Günümüzde Türkiye’de ve dünyada korkunç bir tüketim çılgınlığı yaşanmaktadır.
İsraf; “gereksiz yere para, zaman, emek harcamak, savurganlık, tutumsuzluk…vb.” demektir. Tanımda da görüldüğü gibi israfın birçok boyutu vardır. Fakat niteliği ve boyutu her ne olursa olsun, israfın hepsi dinimizce yasaklanmıştır. İslam inancı, israfı yasakladığı gibi, cimriliği de hoş görmemiştir. Zira İslam demek, ölçülü yaşamak ve ‘orta yol’ demektir.
Bilinçsiz tüketim ve israf alışkanlığı, sınırlı kaynaklarımızın elimizden çıkmasına yol açarak, geleceğe dönük endişelerimizi artırmaktadır. Dünyadaki ve ülkemizdeki ekonomik krizlerin nedenleri araştırıldığında, meselenin kökeninde hep israfın yattığı görülmektedir.
Günümüzde Türkiye’de ve dünyada korkunç bir tüketim çılgınlığı yaşanmaktadır. Bu vahim durum, küresel ekonomik krizlere kapı aralamaktadır. Bu konuda da her şeyi devletten beklemek kolaycı bir yaklaşımdır. Herkes evindeki israfı önlerse ekonomik krizler de yaşanmaz. Çocuklarımıza, eşimize ve ulaşabildiğimiz herkese tasarruf yapmasını öğütlemeliyiz. Hiçbir kaynağın sınırsız olmadığını, hazıra dağların bile dayanmadığını bilmeliyiz. Doğalgazdan, soframızın baş tacı olan ekmeğe kadar bütün kaynaklar sınırlıdır. Aslında kaynaklar kıt, ihtiyaçlar alabildiğine sınırsızdır. Tüketirken bunu dikkate almak ve ona göre hareket etmek zorundayız. Aksi takdirde karanlık günlerle karşılaşmak muhtemeldir.
Yüce Allah, dünyaya gelen her canlının rızkını verir. Fakat kişi veya genel anlamda canlı, rızkını çalışarak aramalıdır. Aşağı yatarak nimet beklemek, gelmeyince de isyan etmek küstahlıktır. Önce hareket, sonra bereket!... Hareket olmayan yerde bereket olmaz. Allah’a nihayetsiz şükürler olsun ki bizlere cennet gibi bir ülkede yaşama bahtiyarlığını vermiş. Ülkemiz yer altı ve yerüstü kaynakları bakımından dünyanın gözbebeğidir. Fakat buna rağmen yine de geçim sıkıntısı çekiyoruz. Bunun asıl sebebi her türlü israftır.
İnsanlar, uzun yıllar boyunca elde ettiği nimetleri, savurganlıkları yüzünden bir çırpıda kaybedebilirler. Zira israf, bereketin zayi olmasına sebep olur. Bazı evlere birkaç maaş girmesine rağmen, o evlerde hâlâ geçim darlığı yaşanmasını, israfın getirdiği bereketsizliğe bağlamak gerekir. Çünkü israf, eldeki nimetlerin uçup gitmesine neden olur.
İslâmiyet, her hususta ölçülü olmayı emretmiştir.
İnsanların temel ihtiyaçları bellidir. Bunlar yeme, içme, barınma, sağlık, eğitim olarak sıralanabilir. Aslında esas olan bu zorunlu ihtiyaçları gidermektir. Fakat günümüzde insanlar durup dururken kendilerine yeni ihtiyaç kapıları açmaktadır. Evlerimizin içi eşyadan geçilmiyor. Tıka basa eşya doldurmuşuz malikânelerimizi. Elektronik aletler hayatımızı çepeçevre kuşatmış. Bir elimiz yağda, öbürü balda. Yine de içimizdeki madde açlığını gideremiyoruz. Aldıkça yeni ihtiyaçlar beliriyor. Buna bir “dur” demenin zamanı gelmedi mi?
Merhamet iklimiyle bütün zamanı ve mekânı kuşatan dinimiz İslamiyet, her hususta ölçülü olmayı emretmiştir. Hiçbir şeyde aşırılığa kaçmamak lâzımdır. Her şeyin en güzeli orta olanıdır. Yüce dinimiz, saçıp savurmayı şiddetle yasaklamıştır. Öte yandan bugünkü kapitalist sistemde çok büyük bir tüketim çılgınlığı yaşanmaktadır. Bir şey alınırken ihtiyaç olup olmadığına bakılmamaktadır. Televizyonlardaki reklâm furyası bu çılgınlığı körüklemektedir. Birilerinin cebi para dolarken, ülkemizin kaynakları ne yazık ki boş yere tüketilmektedir.
Kapitalist sistem, kaynakları çarçur ediyor. Daha çok kazanmayı esas alan bu sistemde insan ihtiyaçları sınırsız kabul ediliyor ve içimizdeki madde açlığı daha da körükleniyor. Batı iktisat sistemi, hayatı felç etti. Maddî yanımızı doyurdukça manevi tarafımızın açlığı daha da belirginleşiyor. Fakat o tarafı doyurmaya yönelik hiçbir girişimde bulunulmuyor. Manevî açlık, huzursuzluklarımızın asıl kaynağıdır. Fakat sistemin soyluları bunu görmezden geliyor.
Yüce Allah lüks ve israfı yasaklamıştır. “Külli müsrifin haram(Her israf haramdır)” hadisi, bu gerçeği vecizce dile getiriyor. Her ne alanda olursa olsun, inancımızda ölçüsüzlük kerih addedilmiştir. En güzel yol ‘orta yol’ kabul edilmiştir. Peygamber Efendimiz: “Cömertliğin afeti israftır” buyuruyor. Demek ki israfa varan cömertlik de ölçüsüzlük olarak görülüyor. Verirken de ihtiyaçlı olanlara vermeliyiz. Bunda da ölçüyü tutturmak şarttır.
İsrafın haram olduğu konusunda kimsenin tereddüdü yoktur.
Lüks ve israf aynı zamanda ahlâkî bozulmalara da zemin hazırlar. Bir tarafta savurganlık içerisinde yaşayanlar, öbür yanda çöplerden rızkını arayanlar… Böyle bir cemiyette toplumsal barıştan söz edilebilir mi? Zenginle fakir dostça, kardeşçe yaşayabilir mi? Hırsızlık ve kapkaç önlenebilir mi? Bunlara müspet cevap vermek zordur. Öyleyse zengin fakirin elinden tutsun; böylelikle fakirler de zenginlere sevgi ve muhabbet duyacaktır.
Birileri israf batağında yüzerken, birileri de açlığa mahkûm yaşamaktadır. Ruhun afeti olan bencillik, insanların paylaşma duygularını tüketmiştir. Dinimizde zekât ve sadaka müessesesi hakkıyla işleseydi kimse aç ve bîilaç kalmazdı. Çünkü zenginler mallarının kırkta birini muhtaçlara dağıtacaklarından dolayı fakirler mağdur olmazdı. Garibanlar, zenginlere saygı ve minnet duyarlardı. Hiç kimse çöplerden ekmek aramak durumunda kalmazdı.
İsrafın haram olduğu konusunda kimsenin tereddüdü yoktur. Fakat nereden sonrası israf, bunun sınırları koyulmuş mudur? Bu hususlarda eksik ve yanlış bilgilerimiz vardır. Aslında ihtiyaçtan ötesi israftır. Zorunlu ihtiyaçlar da bellidir. Bir insanın asgari düzeyde yaşaması için gerekli olanları sağlaması gereklidir. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde: “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz” buyuruyor. Fakat bu rahmanî sesi duymamak için kulaklarımızı tıkıyoruz. Yine o mübarek zat, bir başka sözünde şöyle buyuruyor: “Kim savurganlık yaparsa, Allah onu yoksul bırakır.” Geçim sıkıntısı çekenlerin mevcut durumlarına bu pencereden bakmaları sağlıklı bir yol olur kanaatindeyim. Suçu başka yerlerde aramak zaman kaybından başka bir şey değildir. Gelin düzeltmeye kendimizden başlayalım. Başımızı kuma gömerek, mevcut gerçekleri yok farz ederek sağlıklı yol alamayız.
Günümüzde en çok israf edilen nimetlerin başında ekmek gelmektedir.
Günümüzde en çok israf edilen nimetlerin başında, şüphe yok ki, ekmek gelmektedir. Şehirlerde yaşayanlar, doğal olarak ekmeklerini fırınlardan temin etmektedirler. Oysa köylerde herkesin sobası veya tandırı vardır. Her zaman çarşıya gitme imkânı olmadığı için ekmeklerini kendileri üretirler. Bu yüzden, şehirliler ekmek yapmanın zorluklarını bilmezler.
Şehirlerde yaşayanlar, fırına gitmeye üşendikleri için, gereğinden fazla ekmek alıyorlar. Bu ekmekler bir iki günde bayatladığı için çocuklarca yenmiyor. Mecburen anne babalar tüketiyor. Onlar da yemeyince bayat ekmekler doğru çöpe gidiyor. Bunun yanında lokantalarda, yatılı okullarda, otellerde artan ekmekler çöpü boyluyor. Resmî kurumların yemekhanelerinde artan ekmeklerin kaderi de bunlardan farklı değil. Fırınlarda satılamayan ekmekler de ertesi gün atılmaktadır. Bunları bir araya getirince her gün milyonlarca somun ekmek zayi oluyor. Bu savurganlığımız yüzünden buğday ithal etmek durumunda kalıyoruz.
İsraf, hesapsızlığın sonucudur. Ekmek israfı da bunun kötü neticesidir. Bu basit bir hesapla önlenebilir. Herkesin veya her kurumun tüketeceği ekmek miktarı bellidir. Bu ölçüyü tespit ettikten sonra, o miktarda ekmek alırsak mesele kendiliğinden çözülmüş olur. Fakat her işte olduğu gibi, ekmek konusunda da aç gözlülüğümüz, israfın asıl nedeni olmaktadır.
Öte yandan, ülkemizde her gün binlerce ton ekmek ve gıda maddesi çöpe atılmaktadır. Özellikle yurtlarda, kışlalarda, otellerde ve lokantalarda bu duruma şahit oluyoruz. Durum böyle olunca, zamanla elimizdeki nimetleri de kaybediyoruz. Zaten değerini bilmediklerimiz, kaybolmaya mahkûmdur. Peygamberimiz bu konularda, bizi şöyle uyarmaktadır:
“Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini bil: Ölüm gelmeden evvel hayatın, hastalık gelmeden evvel sağlığın, meşguliyet gelip çatmazdan evvel boş vaktin, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden önce ise zenginliğin kadrini, kıymetini iyi bil.”
İstanbul, ekmek israfında başı çekmektedir. Türkiye Fırıncılar Federasyonu'nun İstanbul için verdiği rakamlara göre, bir günde üretilen yaklaşık 15 milyon ekmeğin yaklaşık yüzde 25’i israf ediliyor. Bu da 3 milyon 750 bin ekmek demek. Aynı kaynakta, tüm ülkedeki ekmek israfının ise, 15 milyon adet olduğu belirtiliyor. Bu ne korkunç bir rakamdır! Bir de bunun dünya boyutunu dikkate alırsak, ne denli israfla karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkar. Bu ekmekler ihtiyaç sahiplerine ulaştırılsa memleketimizde ve dünyada aç insan kalmazdı.
Öncelikle yapmamız gereken şey, ihtiyacımız kadar ekmek almaktır. Şayet yine de ekmek artıp bayatlıyorsa bunları farklı şekillerde değerlendirebiliriz. Ekmek kavurması, papara, ekmekli omlet, ekmek helvası yapmak şu anda aklıma ilk gelenler… Gelin bu israfı hep birlikte önleyelim. Bu nimetlerin sahibi olan Allah, bizlere bunların hesabını soracaktır. Allah’a hesap verebilmek için öncelikle kendimizi hesaba çekelim ve sofralarımızın baş tacı olan ekmeğe hak ettiği değeri verelim ve israf edilmesine göz yummayalım.
Zaman da, enerji de, su da, sağlık da israf ettiğimiz unsurların başında gelmektedir.
İsraf deyince aklımıza ille de maddî varlıklar gelmemelidir. Zaman ve emek savurganlığı, en az bunlar kadar önemlidir. Zaman en kıymetli hazinemizdir. Geçen zamanı geri getirmek hiç mümkün değildir. Günümüzü, olur olmaz işler peşinde geçirmemeliyiz. Zaman tasarrufu para tasarrufundan önemlidir. Neticede para da, zaman varsa kazanılır.
Bugün hizmet üretecek yaştaki yüz binlerce insanımız, sigara dumanlarıyla kaplı sağlıksız kahve köşelerinde zaman öldürmektedirler. Hiçbir şey üretmeyen bu insanlar topluma katkıda bulunmamaktadır. Bu, hazır emeğin israf edilmesi değil de nedir?
Enerji çağımızın gücüdür. Son yıllarda ülkemiz enerji sıkıntısıyla karşı karşıyadır. Elektrik enerjisini şuursuzca ve yerli yersiz kullanıyoruz. Resmî dairelerde, gerekmediği hâlde gündüzleri bile elektrik lambaları yakılmaktadır. Hatta bazı kendini bilmezler fütursuzca, kaloriferlere rağmen, elektrikli ısıtıcılar kullanarak devleti zarara uğratmaktadır. Bugüne kadar, “Devletin malı deniz, yemeyen keriz” zihniyetindeki insanlardan çok çektik.
İsraf ettiğimiz sınırlı kaynaklarımızdan biri de sudur. Su deyip geçmeyin; su, sudan bir mesele değildir. İçme, kullanma ve tarım için hizmetimize sunulan suyun dengesiz ve israf edilerek kullanılması, şu an bile tehlikeli çanlarının çalmasına neden olmaktadır. Yarınlarımızın su gibi berrak olması için suyumuzu idareli kullanmak, su israfının önüne geçmek durumundayız. Zira su, hayattır. Sağlık ve afiyet içinde yaşayabilmemiz için mutlaka suya ihtiyacımız vardır. Susuzluk çekmeyen suyun kıymetini hakkıyla bilemez.
İsraf yapılan alanlardan biri de sağlıktır. ‘Sağlıkta da nasıl israf olur?’ demeyin. Her yıl milyonlarca doz ilacı çöpe attığınızı unutmayın. Oysa bu ilaçların birçoğunu dış ülkelere döviz vererek satın alıyoruz. Biz, sanıldığı kadar zengin bir ülke değiliz. Onun için bu gibi kaynaklarımızı kullanırken bu gerçeği göz önünde bulundurmamız gerekir.
Sağlık konusuna değinmişken vücudumuzu sigara ve alkol gibi zararlı maddelerle tehlikeye sokmanın da bir çeşit sıhhat israfı olduğunu belirtmemiz gerekir. Bizi sağlıklı olarak yaratan Allah’ın, bize emanet ettiği sağlığımızı bu gibi zararlı maddelerle tehlikeye düşürmek de sağlık israfı sayılabilir. Sözün bu noktasında Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ın “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” beytini hatırlatmamız gerekir. Kulluğumuzu layıkıyla yerine getirebilmemiz için sağlığımızı korumak dinî bir sorumluluktur. “Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayınız” ilâhî buyruğu, bunu ifade etmektedir. “Vücut benimdir.” deyip de onu tehlikeye atma hakkınız yoktur.
Son söz niyetine: Müslüman israf etmez, zira israfın hepsi haramdır.
Kur’anî bir hayat tarzı yaşayanlar israf yoluna asla gitmezler. “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz” ilâhî buyruğu, nasıl hareket etmemiz gerektiğini göstermektedir. Yüce Allah, İsra Suresi’nde: “Gerçekten saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.” buyurarak, müsrif insanların dikkatini çekerek, onları uyarmaktadır.
Bu güzel ve bereketli ülke Allah’ın biz müminlere büyük bir lütfüdür. Bu nimete şükretmek, kulluğun gereğidir. Ülkemizdeki tabiî zenginliklere rağmen, yoksulluk içinde kıvranmamızın nedeni israf ekonomisidir. İsrafa dayanan bir ekonomi, enflasyon canavarına mahkûmdur. Enflasyon dedikleri, israfın doğurduğu bir musibettir. Peygamberimizin dediği gibi: “İktisatlı olmak, geçimin yarısıdır. İktisada riayet eden fakr u zarurete düşmez.” Bereketli günler dileğiyle!... Sözlerimi vaktiyle kaleme aldığım bir şiirimle tamamlamak istiyorum: "Zayi etme boş yere/İnsaf et, israf etme!/Paylaş gitsin hoş yere/İnsaf et, israf etme!//Darlık gelmeden başa.../Hazır ol kara kışa/Lamba yanmasın boşa/İnsaf et, israf etme!//Olan var, olmayan var/Bulan var, bulmayan var/Alan var, almayan var/İnsaf et, israf etme!//Ekmek çöpe gitmesin/Millî servet yitmesin/Kaynağımız bitmesin/İnsaf et, israf etme!//Savurgan olma gönül!/Çaresiz kalma gönül!/Bir kez âh alma gönül!/İnsaf et, israf etme!//Men edilmiştir israf/Müsrife olur mu af?/Mazlumlara ol taraf/İnsaf et, israf etme!//Hakk'ı geçir fikrinden/Aciz olma şükründen/Geri kalma zikrinden/İnsaf et, israf etme!//Birler birikir binde/İsraf haramdır dinde/Merhamet olsun sende/İnsaf et, israf etme!//Yemekler dökülmesin /Fakirlik çekilmesin/Boyunlar bükülmesin/İnsaf et, israf etme!//İsraf eyleyen çoktur /Kimi aç, kimi toktur /Haramda hayır yoktur /İnsaf et, israf etme!"
BAHAETTİN KABAHASANOĞLU'NDAN "KALBİM SENİNLE, 61 KERE"
M. NİHAT MALKOÇ
Karadeniz'in incisi Trabzon şair, yazar, ressam; genel anlamda söylemek gerekirse sanat erbabı bakımından Türkiye'nin en bereketli topraklarının başında geliyor. Bu şehir her alanda olduğu gibi sanat alanında da farkını fark ettiriyor büyük küçük herkese. Trabzon'un sanat alanındaki önemli isimlerinden, kalem erbaplarından biri de, yazdığı birbirinden kıymetli kitaplarla bu alandaki rüştünü herkese ispatlayan Bahaettin Kabahasanoğlu'dur. Türkçeyi ustaca kullanan Kabahasanoğlu bugüne kadar hikâye, roman, deneme, şiir, tiyatro (oyun) ve hatıra türlerinde birbirinden değerli onlarca eser bıraktı bu ülkenin okumayı seven güzel insanlarına. Dilerseniz onu, siz kıymetli okurlara kısaca tanıtmaya çalışalım.
Birçok türde kalem oynatan Bahaettin Kabahasanoğlu, 1959 yılında Trabzon’un Yomra ilçesine bağlı Çınarlı Köyü'nde doğdu. Trabzon Fatih Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler Bölümünü bitirdikten sonra öğretmen ve idareci olarak Kahramanmaraş, Trabzon ve İstanbul’da görev yaptı. Malatya, Mersin İl Kültür ve Turizm Müdürlüklerinde bulundu. Görevi esnasında edebî çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Kültür, sanat ve turizm hakkındaki yazıları yerel ve ulusal basında yayımlandı. Haftalık radyo ve televizyon programları hazırlayıp sundu. "Yuva" adlı TV dizisinde senarist olarak yer aldı. "Tatlı Şubat", "Haskız", "Beşik Kertmesi", "Yağmurcan ile Bircan" ve "Ormanya" (Devlet Tiyatrosu repertuarında) adlı oyunları sergilendi. "Gelibolu/Son Kahramanlar", "Meddahın Gözyaşları", "Karadeniz/Dansın Doğduğu Deniz", "Bir Bakanın Randevu Defteri" ve "Anka" yazarın diğer kayda değer eserleridir. "Bu Toprağın Çocukları" müzikali İstanbul AKM, Mydonose Showland ve Ankara MEB Şûra Salonu'nda sergilendi, 30 binin üzerinde izleyiciye ulaştı.
Eğitimci-yazar Kabahasanoğlu edebî değeri olan özgün eserler üretmeyi seven başarılı bir insan, başarılı bir ediptir. Kalemin hakkını fazlasıyla veriyor kendisi. Öğretmenlikten geldiği için Türkçe hassasiyeti üst düzeyde olan ve yazdığı her cümlede bunu kanıtlayan eğitimci-yazar Bahaettin Kabahasanoğlu'nun bugüne kadar yayınlanmış eserlerini şöyle sıralayabiliriz: "Aksüt" (Hikâye, MEB Yarışma, 1993), "Denizlerin Dağların Çocukları" (Deneme), "Nesini Seviyorsun" (Şiir), "Yetişmeyen Yetişkinler" (Araştırma -İnceleme), "Toplu Oyunlar" ( Oyun), "Dün Çok Kötü Bir Şey Oldu" (Fantastik Roman), "Fujiwara / Kubilay’ın Kılıcı" (Fantastik Roman), "Kurnaz Tilki ile Toprak Ana" (Çocuk Oyunu), "Altın Saçlı Kahraman" (Anlatı), "Özgecan / Çarşamba Perisi" (Anı), "Thecla / Şifacı" (Roman), "Seni Sevdiğimi Kimseye Söylemedim" (Roman), "Naz Makamı" (Fıkra-Köşe Yazıları), "Kalbim Seninle 61 Kere" (Fıkra-Köşe Yazıları)
Eğitimci-yazar Bahaettin Kabahasanoğlu, kamu hizmetleri gereği uzun yıllar doğduğu topraklardan uzaklarda gurbet hayatı yaşamak mecburiyetinde kaldı. Kırk yıllık kamu hizmetinin ardından o artık emekli oldu ve çok sevdiği topraklara, maviyle yeşilin sarmaş dolaş olduğu Trabzon'a kesin dönüş yaptı. Günebakış gazetesindeki köşe yazısında bu durumu şöyle ifade etmiştir: "Zaman zaman kitap fuarları, imza günleri ve söyleşiler için ayrılsam da yerim yurdum "Şana Taka" artık. Gemi gibi bir köy kütüphanesi... Köşe yazılarımı, romanlarımı, oyunlarımı burada yazıyorum. Kırk yılı aşkın yurdumuzun değişik bölgelerinde görev yaptıktan sonra memleketteyim. Dünyanın en güzel köşesinde."
Eğitimci-yazar Kabahasanoğlu okumayı ve yazmayı temel ihtiyaç olarak gören ve bu yolda bir ömür harcayan velut bir kalem olarak dikkat çekiyor. Kendisi bunu ispatlarcasına doğduğu köy olan Çınarlı’da "Şana Taka "adlı bir kütüphane binası inşa ettirmiş, bugüne kadar biriktirdiği kitaplarını orada, okumayı seven herkesin istifadesine sunmuştur. Evli ve iki çocuk babası olan yazar; büyük zorluklara katlanarak, kendinden fedakârlık ederek inşa ettiği taka görünümlü "Şana Taka" adlı kütüphanede edebî çalışmalarını kararlılıkla sürdürmektedir.
Daima yenilik peşinde koşan ve üretken bir insan olan Eğitimci-yazar Bahaettin Kabahasanoğlu, bu aralar "Ruhun Gemisi/Şana Taka" isminde dijital bir dergi çıkarmaktadır. Üç ayda bir yayımlanmakta olan derginin son olarak beşinci sayısı okuyucuyla buluşmuştur. Dergide başta Trabzon olmak üzere, birçok edebî konuda yazı ve şiirler yayımlanmaktadır.
Bugüne kadar birçok özgün kitaba imza atan Bahaettin Kabahasanoğlu, aynı zamanda yerel gazetelerde kalem oynatan bir köşe yazarıdır. Yıllardan beri Trabzon'da Günebakış gazetesinde sanattan spora, yerel gündemden dünya gündemine, turizmden sanayiye, eğitimden siyasete, tarihten edebiyata kadar hemen her konuda kalem oynatmaktadır.
Değerli yazar Bahaettin Kabahasanoğlu, roman ve tiyatro yazarı... Trabzon'un Yomra ilçesinde yaşıyor. Kendisi Şana Taka Kütüphanesi'nin kurucusudur. Bu yaz Bahaettin Kabahasanoğlu'nun büyük bir nezaket örneği sergileyerek adıma imzaladığı "Kalbim Seninle 61 Kere" isimli kitabını okuma sırasına koydum ve ilk fırsatta okudum.
Eğitimci-yazar Bahaettin Kabahasanoğlu'nun "Kalbim Seninle 61 Kere" isimli kitabı "AZ Kitap" tarafından kıymetli okurlarıyla buluşturulmuş. Birbirinden kıymetli 81 yazıdan meydana gelen kitap 256 sayfa hacminde tadımlık değil doyumluk bir eser. Kitaptaki metinlerin kimi makale, kimi deneme, kimi fıkra, kimi hatıra, kimi spor yazısı olma özelliği taşıyor. Söz konusu kitap 2019 yılının sonunda basılmış ve okuyucuyla buluş(turul)muş. Yani neredeyse beş sene geçmiş o günden bugüne kadar. Fakat kitaptaki metinler gazetelerde yayımlanan yazılar olmasına rağmen kahır ekseriyeti güncelliğini kaybetmemiştir.
"Kalbim Seninle 61 Kere" isimli kitap, yazarın yukarıya aldığım başarılı yaşam öyküsüyle (biyografisiyle) başlıyor. Devamında "İçindekiler" kısmı yer alıyor. Kitabın ilk yazısı, kitaba da adını veren "Kalbim Seninle 61 Kere" başlıklı metinle başlıyor. Bu ilk yazıda Trabzonluların, şehrin plaka numarası da olan, 61 tutkusuna yer veriliyor.
"Kalbim Seninle" adlı kitapta şehrin kültüründen coğrafyasına, sporundan (doğaldır ki buradaki spor baştan sona Trabzonspor) sanatına, şehrin değerlerinden değerlilerine kadar hemen her konuya değiniliyor. Kitapta şu yazı başlıklarına yer veriliyor: "Kalbim Seninle 61 Kere", "Trabzon Dedikleri", "Boğulursanız Sakın Eve Gelmeyin", "Trabzon'u Kaybetmek", "Gemiler Geçmiyor Allı Yeşilli", "Cazılar Deresi", "Sporun Efendisine Veda", "O İş Cepte", "Veliaht Prens'ten Kurbağa Prens'e", "Bronson'dan Trumpson'a", "Unutursan Unutulursun", "Gözyaşı", "Gürültü", "Doğarken Yan Yana, Ölürken Yan Yana,Yaşarken..", "Trabzon Tarih Müzesi", "Muhibbî", "Trabzonlu Kanûnî", "Kuzey Yıldızları", "Baraj Altında Kalmak", "Asi'nin Sümbülle İmtihanı", "Hoşça Kal Suriye", "Gençlerle Şampiyonluğa", "Salı", "Seni Çöpe Atacağım Poşete Yazık", "Yoksa", "Ziraat", "Evcil İnsan", "Boyacı", "Kötü Hava Şartları", "Hal'den Anlamak", "Merkel, Macron, May ve Maduro", "Altyapı", "Venezuela, Vuvuzela Değil", "Dünyanın Gazını Almak", "Kambura Yatmak", "Trabzon Hurması", "Trabzon'u Kurtarmak", "Eski Mahallemiz", "Çakıl Taşları", "Kadının Adı Var", "Bursa'da Zaman", "Özledikçe Yaşıyormuş İnsan", "Satın Alma Departmanı", "Yolsuz Yolculuk Yapmak", "Yüzyıllık Çınar", "Av Yasağı", "Çelik Çomak Cennetimiz", "Hocam Okulumuz Yıkılmış", "Mevsim Geçişleri", "Ya Bi Dur", "Karşıya Geçmek", "Fitne Filtre", "Saçlarından Bir Tel Aldım", "Tatil 3 Gün Olsa", "Keşke Kıymasaydık Kıyılarımıza", "Bana Bir Mektup Yaz Anne", "Varyemez", "Bırakalım Bu İşleri", "Yeni Zelandalılaştıramadıklarımızdan mısınız?, "Su", "Eğitime Yatırın", "Tatil Sendromu", "Zela Teyze", "Bugün Aslında Dündü", "Hop Hop Hop Altın Top", "Dere Geliyor Dere", "Doğu Akdeniz", "Torul Teras", "Demir Almak", "Kırıp Dökmeden", "Türk'ün Türk'le İmtihanı", "Bu Eller miydi?", "Patavat", "Pragmatik", "Mekânın Yeni Sahibi", "Toz", "Kadınlar İnsandır Biz İnsanoğlu", "Elimden Tutun Beni de Okutun", "Vanlı Ahmet Onbaşı", "Şaka Gibi", "Aşağı Almak"
Hepimizin malumudur ki gazete yazıları belli zaman aralıklarında güncelliğini koruyan metinlerdir. O zamanın dışına çıkıldığında bu yazılar bir anlamda ölür. Fakat Kabahasanoğlu'nun yazıları hem güncel hem de değil. Daha doğrusu bir yönüyle günceller bir yönüyle de kalıcılar. Güncel yazılarda (fıkralarda) bunu başarmak her yazarın harcı değildir. Aradan beş sene geçmiş olmasına rağmen "Kalbim Seninle 61 Kere" isimli kitaptaki yazılar güncelliğini koruyor. Daha doğrusu yazıların muhtevasında ele alınanlar bugün de hayatımızdan çekilmiş değil. Bu hem iyi hem de kötü. Yazar için iyi ama toplum için kötü. Demek ki beş sene evvelki sıkıntılar çözülmüş değil hâlâ aynı meselelerle meşgul oluyoruz. Yazar açısından iyi; çünkü yazar meseleleri ele alırken kendini aktüaliteyle sınırlandırmıyor.
Kıymetli dost kalem Bahaettin Kabahasanoğlu iyi ki bu 81 yazıyı "Kalbim Seninle 61 Kere" adıyla kitaplaştırmış. Şayet bu birbirinden kıymetli yazılar kalıcı bir kitap hâline getirilmeseydi, tozlu gazete köşelerinde (sadece belli başlı arşivlerde) kalsaydı yerel kültürümüz ve bölgemiz açısından büyük bir ziyan olurdu. Sonraki nesiller bu yazılarda dile getirilen eksikliklerden veya takdire şayan iş ve eylemlerden haberdar olamazlardı.
"Kalbim Seninle 61 Kere" kitabındaki yazılara baktığımızda yazıların çoğunun Trabzon'la ve Trabzonspor'la ilgili olduğunu görüyoruz. Bu aslında hiç de şaşılacak ve yadırganacak bir durum değildir. Çünkü bir yazar düşünün ki tepeden tırnağa kadar yerli kültürle beslenmiş, bu kültürü 7/24 yaşıyor ve yaşatıyor. Böyle bir memleket sevdalısından bunları değil de neleri yazmasını beklerdiniz? Bu, eşyanın tabiatı gereği böyle olmalıydı, nitekim öyle de oldu. Fakat Kabahasanoğlu, Trabzon'u ve Trabzonspor'u anlatırken sıradanlığı aştı, edebî bir üslûp kullanarak meseleleri renkli ve gösterişli bir hâle büründürdü.
Yazar Bahaettin Kabahasanoğlu "Kalbim Seninle 61 Kere" kitabının arka kapağında Trabzon'a olan sevgisini (buna tutku dersek daha doğru olur.) bakın nasıl anlatıyor: "Seviyoruz bu şehri. Hem de öyle böyle değil. ‘61’ bizim için bir plakadan daha fazlası. Rengimiz, ruhumuz, her şeyimiz… Başka kentlerde yaşasak bile plakaların sonuna eklemeye çalıştık. Telefon numaralarımızda olsun diye neler yapmadık ki? En ücra köşede bu plakayı görsek... Ya da ‘Bize Her Yer Trabzon’ yazısını… Selâm veririz, çay kahve ısmarlarız. Kırk yıllık dost gibi “Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sorarız. ‘61’e hastayız. Bu yüzden 61. dakikada yıkılır stadyumlar. Başka takımlarda oynasalar bile 61 sırt numarasını gururla taşır bizim çocuklar. Kırmızı beyazın gölgesinde yaşanan bordo mavi bir aşk hikâyesi bu… Biz sana mecburuz Trabzon, kalbimiz seninle 61 kere. Bahaettin Kabahasanoğlu, Trabzon’dan başlayarak büyülü bir yolculuğa çıkarıyor sizi. Karadeniz’den, yedi bölgemizden ve dünyanın dört köşesinden tadımlık hikâyeler anlatıyor. '61 sana yakışmış Trabzon, sen Türkiye’ye' diyor. Trabzon’u okumanın şimdi tam zamanı… Anlamanın, yeniden fethetmenin…"
Ben de eli kalem tutan bir kalem erbabı olarak; bu şehirde doğan, bu şehirde doyan, 15 sene bu şehirde okuyan, çeyrek yüzyıl boyunca bu şehirde okutan (öğretmen), yıllarca bu şehri anlamaya ve anlatmaya çalışan bir eğitimci olarak büyük bir keyifle okudum "Kalbim Seninle 61 Kere" kitabını. Bazı yazıları birkaç kere sindire sindire okuma ihtiyacı hissettim.
Bu kitapta da görüldüğü üzere, görünen o ki eğitimci-yazar Bahaettin Kabahasanoğlu Karadeniz'in kıyıcığında doğduğu ve doyduğu mavi gözlü, yemyeşil elbiseli şehrini seven ve sevdiren, bu şehirle özdeşleşmiş bir kalem olma yolunda hızla ilerliyor. Yazılarını yürek kalemiyle, adeta bir kanaviçe işler gibi, inci inci işliyor satırlara. Duygular dudaktan değil yürekten çıkıyor. Onun için de yürekten çıkan duygular direkt yüreğe intikal ediyor.
Eğitimci-yazar Bahaettin Kabahasanoğlu'nun "Kalbim Seninle 61 Kere" isimli kitabını tanıtırken hep Trabzon'u ve Trabzonspor'u merkez alsak da kitapta sadece bu konulara değinilmiyor. Türkiye'den ve dünyadan da pek çok mesele söz konusu kitapta irdeleniyor, kritikleri yapılıyor. Yani demem o ki bu sadece Trabzon merkezli bir kitap değil. Kitapta Cemal Kaşıkçı'nın İstanbul'da kendi konsolosluğunda kaybolması (öldürülmesi) olayından Türkiye'de casusluk yapan Papaz Brunson'un tutuklanması olayına, Suriye'de yaşananlardan Merkel, Macron, May ve Madura gibi dünyaya yön vermeye çalışan dünya liderlerine kadar birçok ulusal ve uluslar arası meseleye yer veriyor. Yani yazar çok kere sınırları zorluyor.
Yazar Bahaettin Kabahasanoğlu, Yavuz Donat tarzı kısa ve öz yazıyor. Okuyucuyu sıkmıyor. Yazının posasını ayırıp, özünü okuyucuyla buluşturuyor. Bence fıkra türünde yepyeni bir yol açıyor. Bu yazarın ve yazılarının İletişim Fakültelerinde okutulması gerekir.
DÜNDEN BUGÜNE KÜLTÜREL DEĞERLERİYLE KAZAKİSTAN
M. NİHAT MALKOÇ
Türk Dünyası'ndaki köklü değişim ve dönüşüm bizler için bir şükür sebebidir.
Millet olarak "Türk Dünyası" diye bir coğrafyanın varlığını bilsek de bu coğrafyayla ilgili ayrıntılı bilgileri ne yazık ki çok sonraları öğrenmeye başladık. Çünkü Türk devletlerinin varlığını ve değerlerini bilmemiz bir kısım odakların işine gelmiyor, sinsi planlarını bozuyordu. Zaman kendi çerçevesinde yürümeye devam etti. Gün geldi dengeler değişti ve Türk devletleri yetmiş senelik esaretten kurtulup kendi geleceklerini inşa etmeye başladılar. Biz de onları doğru bilgilerle ve olması gerektiği şekilde tanımaya ve anlamaya başladık.
Zamanın Rusya Devlet Başkanı Mihail Sergeyeviç Gorbaçov'un SSCB'de gerçekleştirdiği glasnost ve perestroyka politikalarıyla ekonomik ve siyasî sistemi yeniden yapılandırma ve reform hareketleri bu birlik içerisinde büyük değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Bu değişiklikler Türk dünyasını da yakından ilgilendirmiştir. Bir asra yakın uzun bir zaman içerisinde Rusya'nın esareti altında yaşamak mecburiyetinde kalan Türk Cumhuriyetleri (Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan) bu köklü değişiklik ve yeniden yapılanma politikasıyla hürriyetlerine yeniden kavuşmuşlardır.
Bugün dünya devletlerine baktığımızda içlerinde yedi bağımsız Türk devletinin (Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye) varlığını görmek bizi fazlasıyla mutlu ediyor. Bu Türk devletleri Mihail Gorbaçov'un yönetimindeki Rusya'nın (SSCB'nin) açılım politikası (glasnost ve perestroyka) nedeniyle bağımsızlıklarını dosta düşmana duyurdular. Bu çerçevede 1991 yılının 31 Ağustos’unda Kırgızistan, 1 Eylül’de Özbekistan, 18 Ekim’de Azerbaycan, 27 Ekim’de Türkmenistan ve 16 Aralık'ta da Kazakistan bağımsızlıklarını ilân etti. Bu gelişmelerin beraberinde getirdiği değişim ve dönüşüm, İslâm'ın bayraktarlığını yapan asil Türk milleti için büyük bir sevinç, büyük bir mutluluk ve sonsuz bir şükür sebebidir.
Dünden bugüne, bugünden yarına değerlerinden güç alan bir Kazakistan...
Güzide yedi Türk Cumhuriyetinden biridir Orta Asya'da parıl parıl parıldayan Kazakistan. SSCB'den ayrılan bu Türk devletini ilk tanıyan ülke Türkiye olmuştur.
Yedi Türk devletinden biri olan Kazakistan, 2.724.900 km2 yüzölçümü ile (Batı Avrupa'nın yüzölçümü kadar) dünyanın en büyük dokuzuncu ülkesidir. Burası diğer Orta Asya devletlerinin toplamından iki kat daha büyüktür. Orta Asya’nın ise Rusya’dan sonra en büyük ikinci ülkesidir. Müslüman ülkelerin ve Türk devletlerinin yüzölçümü bakımından en büyüğü, doğal kaynaklar bakımından da en zenginidir. Komşuları olarak kuzeyde Rusya, güneyde Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan, doğuda Çin Halk Cumhuriyeti bulunur. Ülkenin ayrıca Hazar Denizi ve Aral Gölü'ne kıyısı vardır. Hazar Denizi kapalı bir deniz olduğu için Kazakistan, etrafı karayla çevrili en büyük ülke olarak kabul edilir.
Kazakistan enerji bakımından zengin bir ülkedir. Ülkenin doğalgaz rezervi 2,3 trilyon metreküp civarındadır. Eski Sovyet ülkeleri içerisinde Rusya’dan sonra 2. büyük petrol üreticisi olan Kazakistan’ın petrol rezervleri ise 39,8 milyar varil seviyesindedir. Kazakistan uranyum rezervi açısından dünyada ikinci sıradayken üretimde birinci sırada yer almaktadır. Büyük petrol ve doğalgaz rezervleri nedeniyle Orta Asya'nın en zengin ülkesidir. Dünya kömür rezervinin %3,9’una sahip olan ülke, altın rezervleri bakımından da zengindir. Söz konusu ülkede ayrıca demir, bakır, krom, kurşun ve çinko yatakları da bulunmaktadır.
Son yıllarda Kazakistan, Orta Asya’nın bölgesel ilişkilerinde önemli bir aktör haline gelmiştir. Bunu kısa zaman içerisinde kaydettiği istikrarlı ekonomik ve sosyal ilişkilerine borçludurlar. Zira Kazakistan Orta Asya'daki en büyük ekonomiye sahip bir devlettir.
Tarih boyunca üç defa alfabe değiştiren Kazaklar 1929’a kadar Arap, 1929-1940 yılları arasında Latin, 1940’tan sonra Kiril harflerini kullanmışlardır. Günümüzde Kazaklar, Latin harflerine uyarlanan yeni alfabelerini (2023 - 2031 yılları arasında kademeli olarak) kullanmaya başlamışlardır. Latin harflerine uyarlanan ve “bir ses-bir harf” ilkesine göre hazırlanan yeni Kazak alfabesinde, 9’u ünlü olmak üzere 31 temel harf bulunmaktadır.
Orta Asya'da aydınlık bir gelecek vaat eden bir Türk devleti: Kazakistan
Kazakistan'ın bugünkü nüfusu 20 milyonun üzerindedir. Ülkede yaşayanların çoğunluğu Müslüman'dır. Başkent Nur Sultan ve Almatı turizm bakımından gelişmiştir. Turizm ve gelişmişlik açısından Türkiye'nin İstanbul'u neyse Kazakistan'ın Almatı'sı da odur.
Tarihî süreçte Kazakistan'ın başkenti sık sık değişmiştir. 1998 yılına kadar başkentleri Almatı ve Akmola oldu. Akmola'nın adı Astana'ya dönüştü. Son olarak 2019 yılında "Astana" Cumhurbaşkanlığı tarafından imzalanan kararnameyle, kurucu cumhurbaşkanlarının adı olan "Nur Sultan" adını aldı. Böylelikle de ülkenin başkentinin yeni adı "Nur Sultan" oldu. Yani anlaşılan o ki bugünkü başkent olan "Nur Sultan" iki kere isim değiştirmiş oldu.
1990'lı yıllarda bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetlerinde SSCB'den izlere sıkça rastlamak mümkünken Kazakistan'ın başkentinde Sovyetlerden neredeyse iz yoktur. Şehir baştan aşağı modern bir yapıya bürün(dürül)müştür. Fakat şehrin dört bir yanına gökdelenlerin dikilmesi ve geleneksel mimariden iz bırakılmaması da görsel açıdan hoş değil. Özden kopuş anlamına gelen bu durum, şehrin ruhunu ve doğallığını yok etmektedir.
Kazakistan'ın en büyük şehri, özgürlük sonrasında ülkeye başkentlik eden Almatı'dır. İkinci büyük şehir ise bugün ülkenin başkenti de olan, Kazakistan'ın kuzeyinde Akmola Eyaleti içerisinde, İşim Nehri'nın kıyısında yer alan Astana (Nur Sultan)'dır. Çimkent, Kazakistan şehirleri içerisinde üçüncü sırada kendine yer bulmaktadır.
Kadim Türk kültüründen izler taşıyan, yetmiş senelik esarete rağmen dimdik ayakta kalabilen Kazakistan, geleceğe ümitle bakmaktadır. Çünkü Allah onlara zengin bir coğrafya lütfetmiştir. Çok geniş toprakları olan ülkenin altı adeta bir maden denizi görünümündedir.
Coğrafya olarak büyük bir genişlik ve çeşitlilik arz eden Kazakistan, senenin yarıdan çoğunu kar yağışıyla geçirdiği için iklim olarak fevkalade soğuktur. Yani aşırı (tam) karasaldır. Ülkenin göçebe Orta Asya kültürüyle gelişmiş bir mutfağı vardır. Onun içindir ki et ve süt tüketimi yaygındır. Özellikle sucuk ürünleri Kazak halkının vazgeçilmezidir. En bilinen yemekleri "Beş Parmak" adındaki et yemeğidir. Elle yenildiği için bu ismi aldığı söylenir. Yemek deyince kazak mantısını da unutmamak lâzım. Bizim mantılara göre daha büyük bir görünüme sahiptirler. Bu ülkede at ve domuz eti de yaygın tüketilmektedir. Özellikle dana etinden daha pahalı olan at eti yerli halkın tercihidir. Kazaklar değer verdikleri misafirlere öncelikle at eti ikram ederler. Burada kısrak (dişi at) sütünün fermente edilmesiyle hazırlanan geleneksel içeceklerinin başında gelen kımıza sıkça rastlamak mümkündür.
Kazakistan geleceğe emin adımlarla yürüyen Türkiye'yle dost ve kardeş bir devlettir.
Ülke halkının yüzde 70'i yerel halk olan Kazak'tır. Yüzde 20'yle Ruslar ikinci sıradadır. Devamında Kazaklar, Ukraynalılar, Özbekler, Beyaz Ruslar, Uygurlar ve Azeriler sayılabilir. Yine Kazakistan'da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) lideri Josef Stalin tarafından 80 yıl önce ana vatanlarından koparılan Ahıska Türkleri de yaşamaktadır. Onlarla beraber, okumak ve çalışmak için Türkiye'den bu ülkeye giden kişileri de dikkate alarak Kazak Türklerinin dışında 200 bini aşkın Türk'ün burada yaşadığı söylenebilir.
Kazakistan parlamentosu Meclis ve Senato’dan oluşan iki kanatlı bir yapıya sahiptir. Senato altı yıllık bir dönem için seçilen toplam 47 senatörden oluşmaktadır. Senatoya 14 vilâyetten, Almatı ve Astana şehirlerinden ikişer kişi "Maslihat" adı verilen yerel meclislerce seçilmektedir. 15 senato üyesi ise Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Senato üyelerinin yarısı her üç yılda bir yenilenmektedir. Senato üyelerinin görev süresi 6 yıldır. Parlamentonun alt kanadı olan Meclis 107 milletvekilinden oluşmaktadır. Bunların 98’i siyasî partilerden, 9 milletvekili ise Kazakistan Halklar Asamblesi tarafından beş yıl süreyle seçilmektedir.
Kazakistan'ın resmî para birimi tengedir. Özbekistan'dan bol miktarda sebze ve meyve ithal edilmektedir. Dombıra Kazak müziğinde önemli bir yere sahiptir. Bu enstrüman Kazak müziğinin temelini oluşturur. Türkiye'den Kazakistan'a en büyük ihracat potansiyeline sahip ürünler makine, elektrik, motorlu taşıtlar, motorlu taşıt parçaları ve konfeksiyondur. Ülkede maalesef resmî dil olan Kazak Türkçesinden çok, ikinci resmî dil olan Rusça konuşulmaktadır. Bunun zamanla Kazak Türkçesi lehine değişeceğini umuyoruz.
Vaktiyle SSCB atom bombası denemelerini Kazakistan topraklarında yapıyordu. Dünya genelindeki nükleer denemelerin dörtte biri bu topraklarda yapılmaktaydı.
Kazakistan'da Anayasa 28 Ocak 1993 tarihinde kabul edilmiştir. Anayasada, ülkenin idare şekli “başkanlık sistemiyle yönetilen, üniter, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlanmıştır. İdarî açıdan ülke 14 vilâyet (Oblast) ve iki özel bölge (Nur-Sultan/ Almatı, Çimkent) olmak üzere 16 bölgeye bölünmüştür. Bölgeler 177 ilçeye ayrılmıştır.
Kazakistan'da son dönemlerdeki siyasî değişim dikkat çekmektedir. Ülkenin kurucusu ve değerler bakımından temel direği olan Nur Sultan Nazarbayev'in cumhurbaşkanlığını bırakmasının ardından cumhurbaşkanlığı seçimleri 9 Haziran 2019 tarihinde yapılmış, Tokayev oyların %70,96’sını alarak Kazakistan’ın yeni Cumhurbaşkanı olmuştur.
Türkistan göklerinde parlak bir yıldız: Hoca Ahmed Yesevî
Kazakistan deyince aklımıza Türkistan, Türkistan deyince de Hoca Ahmed Yesevî gelmektedir. Hikmetleriyle gönüllerimize manevî şifa kaynağı olan Ahmed Yesevî, Türk dünyasının ortak değeri ve paydasıdır. O, Müslüman Türk devletlerine manevî yolbaşçı olmuştur. Onun aydınlık yolu (Yesevilik) Türk'ün yolu, onun adresi Türk'ün adresidir.
Ahmed Yesevî genç yaşında Yesi’de Arslan Baba’ya intisap etmiş, onun manevî terbiyesinden geçmiştir. Arslan Baba’nın vefatından sonra da Buhara'ya giderek devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’ye intisap etmiştir. Onun rahle-i tedrisinden geçerek manevî yükselişini gerçekleştirmiştir. Hocasının vefatı üzerine irşat makamına önce Hâce Abdullah-ı Berakî, onun vefatıyla da Şeyh Hasan-ı Endâkî geçmiştir. 1160 yılında Hasan-ı Endâkî’nin de vefatı üzerine Ahmed Yesevî irşat postuna oturmuştur. Fakat bu makamda fazla kalmamış, manevî bir işaretle irşat makamını Şeyh Abdülhâliḳ-ı Gucdüvânî’ye bırakarak Yesi’ye dönmüş; vefatına kadar da burada irşada devam etmiştir.
Dîvân-ı Hikmet, Ahmed Yesevî’nin hikmet goncalarının arz-ı endam ettiği, hikmet adı verilen dinî-tasavvufî manzumelerini içine alan bir çeşit şiir mecmuasıdır. Maneviyat membaı olan bu kitapta Hoca Ahmed Yesevî'nin tarikat esasları, inanç ve düşünceleri, Allah ve peygamber sevgisi şiir formunda bir araya getirilmiştir. Aruz ve hece ölçüsüyle yazılan ve 144 hikmetle bir münacattan meydana gelen bu kitap Türkleri aynı düşünce ekseninde birleştiren bir eserdir. Kitaptaki kıymetli hikmetler dörtlük nazım birimiyle yazılmış didaktik şiirlerdir. Söz konusu kitap Karahanlı Türkçesinin Hakaniye lehçesiyle yazılmıştır.
Türk-İslâm düşüncesinin tezahüründe etkin bir rol oynayan Ahmet Yesevî, Türkçenin en büyük şairlerinden biridir. Türkçe onunla birlikte bir hakikat dili hâline dönüşmüştür.
Bir mürşid-i kâmil, sûfî bir şair olan Hoca Ahmed Yesevî, Türk dünyasının müşterek değeri, tabir caizse çimentosudur. O; sadece Türkleri değil, bütün insanları kardeşliğe, dostluğa, sevgi ve hoşgörüye çağırmıştır. Böylece dünyaya sevgi tohumları ekmiştir.
Bir tebliğ hareketi olan Yeseviyye tarikatının bânisi Ahmed Yesevî, Orta Asya Türklerinin dinî hayatında çok etkili bir isim olmuş, tasavvufun bu coğrafyada yayılmasını sağlamıştır. İrşat faaliyetleri onun ölümünden sonra talebeleri tarafından sürdürülmüştür.
Rivayetlere göre Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri, altmış üç yaşına gelince geleneğe uyarak, tekkesinin avlusunda yerin altında müritlerine bir çilehâne hazırlatmış, kalan ömründe ibadet ve riyâzetle meşgul olarak burada uzlet hayatı yaşamış, buna neden olarak da Hz. Muhammed (sav)’in altmış üç yaşında vefat ederek yer altına tevdi edilişini göstermiştir.
Orta Asya Türklüğünü İslâm mayasıyla mayalayan Hoca Ahmed Yesevî, sadra şifa fikirleriyle sadece Orta Asya'yı değil Balkanlardan Anadolu'ya kadar geniş bir coğrafyayı İslâm'ın sönmez ışığıyla aydınlatmıştır. O; tebliğ vazifesini bitirdikten sonra, 1166 senesinde, arkasında yüz binlerce dost ve yârân bırakarak fâni âlemden bâkî âleme irtihal etmiştir.
Hoca Ahmed Yesevî'nin türbesi Kazakistan'ın Türkistan şehrinde bulunmaktadır. Rivayetlere göre Timur, kendisine rüyasında zafer müjdesi veren Ahmed Yesevî'nin mezarını ziyaret etmiş, ziyaret sonrasında, 1389'da kabrin üzerine şanına lâyık bir türbe yaptırmıştır.
Yesevî güneşinin doğduğu şehir olan Türkistan, Türk Dünyası'nın kalbidir.
Kazakistan'ın önemli şehirlerinden biridir Türklerin ata yurdu, kadim şehir Türkistan. Türkistan 2017’de TÜRKSOY tarafından “Türk Dünyası Kültür Başkenti”, 31 Mart 2021 tarihinde Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Konseyi) Liderleri Gayri Resmî Zirvesi’nde de “Türk Dünyası’nın Manevî Başkenti’ olarak ilân edilmiştir. Türkistan Eyaleti, Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan tarihî İpek Yolu güzergâhında yer almaktadır.Yaklaşık iki bin yıllık tarihî geçmişi olan Türkistan şehri, vaktiyle Kazak Hanlığı’nın başkentliğini de yapmıştır. Türk dünyasının manevi lideri Hoca Ahmet Yesevî de burada yaşamıştır.
Türk Dünyası'nı bir insan bedenine benzetirsek Türkistan, o bedendeki kalptir. Yani bedene (Türk Dünyasına) gerekli olan kanı ve enerjiyi Türkistan pompalamaktadır. Kazakistan'ın gözbebeği olan Türkistan şehri Türk Dünyası için çok ehemmiyetli bir şehirdir. Onu önemli kılan unsurların başında hiç şüphesiz ki tasavvuf şiirimizin pîri, hak ve hakikat dostu Hoca Ahmed Yesevî gelmektedir. Ahmed Yesevî Hazretleri, Türkistan'ın güneşidir.
Bugün 22 bin hektar alanda inşa edilen yeni Türkistan’ın genel planı; iş ve kamu binaları, manevî merkez, konut ve sanayi alanlarının bulunduğu üç bölümden meydana geliyor. Şehirde açık hava müzesi ile tiyatrosunun yanı sıra beş yıldızlı oteller de bulunuyor. Yeni Türkistan'ın mimarisinde ise doğu ve geleneksel Kazak motifleri dikkati çekiyor.
2019'da Güney Kazakistan'ın eyalet merkezi ilân edilen Türkistan'da yılda 3 milyon yolcu ağırlamayı amaçlayan Uluslararası Türkistan Havalimanı 1 Aralık 2020’de hizmete açılmıştır. Öte yandan yeni yapılan Türkistan Uluslararası Otobüs Terminali ise hem yurt içi hem de Özbekistan ve Kırgızistan ülkeleriyle yolcu ulaşımını sağlamaktadır. Bu eserler şehre ciddi anlamda değer katmış, böylece Tarihî İpek Yolu yeniden canlandırılmaya başlanmıştır.
Kazakistan'ın güneyine düşen, Farabî'nin doğduğu şehir olarak da bilinen,Türkistan şehrine yaklaşık 57 kilometre uzaklıktaki Otrar "UNESCO Dünya Mirası Listesi"nde yer almaktadır. Antik Otrar şehri aynı zamanda Türk imparatoru Timur'un vefat ettiği şehir olarak da bilinir. Yine Türkistan şehrinin 30-40 kilometre kuzeybatısında yer alan Sauran (Sawran) şehri "UNESCO Dünya Mirası Listesi"nde kendisine yer bulmuştur. Ortaçağ kenti Sauran, Orta Asya şehirlerinin bozkır kültürünü yansıtan önemli yerlerden birisidir. Tarihî İpek Yolu'nun bir parçası olan bu kadim kent Kazak tarihinde çok önemli bir yere sahiptir.
Öğretim dili Türkiye Türkçesi ve Kazak Türkçesi olan Uluslararası Hoca Ahmet Yesevî Türk-Kazak Üniversitesi'nin Türkistan'da (Yesi'de) olması bu şehrin halkın gözünde kıymetini artırmıştır. Söz konusu üniversitenin temelleri, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev'in 6 Haziran 1991 tarihli kararıyla, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından kısa bir süre önce Türkistan Devlet Üniversitesi olarak atılmış ve üniversitenin temel görevi, “Orta Asya'nın tarihî ilim ve kültür merkezi olan Türkistan şehrini kalkındırmak” olarak belirlenmiştir. Ahmet Yesevî Üniversitesi her geçen gün gelişmekte ve prestij kazanmaktadır.
Aslında Sovyetlerin Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Kazakistan diye (kolayca yutmak için) parçaladığı toprakların genel adıdır Türkistan. Başka bir tabirle SSCB'nin unutturmaya çalıştığı, yerine "Orta Asya" ifadesini ikame ettirmeye çalıştığı, Türk devletlerinin bulunduğu coğrafyadır. Böylece bölgedeki; Kazak, Kırgız, Özbek, Azeri, Türkmen gibi halkları bölüp parçalayarak birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmelerini engellediler. Hatta bu kardeş toplulukları şeytanın bile aklına gelmeyen hilelerle birbirine düşürdüler. Dillerini de Azerice, Türkmence, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe diye adlandırma yoluna gittiler. Oysa bu isimlerle farklıymış gibi gösterilen dillerin tamamı Türkçenin şivelerinden başka bir şey değildi. Fakat düşman yine yapacağını yaparak ayrıştırmaya gitti.
Asya Hun Devleti'nden Türkiye'ye Dua Niyetine...
Türk kökenli devletlerin ekonomik, siyasî ve sosyal açılardan büyüyüp gelişmeleri en çok da Türkiye'yi ve Türk milletini sevindirir. Çünkü biz tarihî süreçte aynı kökten gelen kardeş devletler ve milletleriz. Kırımlı Türk mütefekkir ve dava adamı merhum İsmail Gaspıralı'nın sloganı gereği bütün Türk devletleri "Dilde, fikirde, işte birlik..." ilkesine göre hareket etmelidir. Aksi halde, maazallah bir anda dağılır gideriz. Yüce Allah Türk-İslâm âlemine birlik ve beraberlik içinde, uzun ve kardeşçe, bereketli bir ömür nasip eylesin. Sözlerimi vaktiyle kaleme aldığım "Birliğimiz Daim Olsun" adlı kardeşlik ve birlik temalı bir şiirimle bitirmek istiyorum: "Bin yıldır bu toprak bizim/Kardeşlikler kaim olsun/Ay yıldızlı bayrak bizim/Birliğimiz daim olsun//Fitne girmesin araya/Tuz basılmasın yaraya/Ak denilmesin karaya/Birliğimiz daim olsun//Bayrak birdir, vatan birdir/Kalbimizde atan birdir/Gemi batsa, batan birdir/Birliğimiz daim olsun//Cami bizim, ezan bizim/Ölçü bizim, mizan bizim/Bahar bizim, hazan bizim/Birliğimiz daim olsun//Aynı yollardan geçmişiz/Aynı tastan su içmişiz/Aynı mahsulü biçmişiz/Birliğimiz daim olsun//Hakikatin ilkesinde/Şühedanın ülkesinde/Ay yıldızın gölgesinde/Birliğimiz daim olsun//Aynı gecenin tanıyız/Aynı damarın kanıyız/Aynı bedenin canıyız/Birliğimiz daim olsun."
YILMAZ İMANLIK'TAN YAĞMUR KOKUSU'NDA SIMSICAK HİKÂYELER
M. NİHAT MALKOÇ
Yağmur Kokusu'ndan hayatın dokusuna dair edebî dokunuşlar.
"Yağmur Kokusu" Ordulu kıymetli şair ve yazar Yılmaz İmanlık'ın kaleme aldığı 112 sayfalık bir hikâye kitabıdır. Kitapta birbirinden güzel ve özgün 27 hikâye bulunmaktadır. Hikâyeler kısa hikâye türüne girecek cinsten metinler. Her biri üçer beşer sayfalık tadımlık metinler. Onun için de okuyucuyu yormuyor ve sıkmıyor. 13,5 x 19,5 ebatlarındaki söz konusu kitap 2023 yılında Ateş Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulmuştur.
Sıra dışı şiir ve metinleriyle dikkat çeken şair ve yazar Yılmaz İmanlık Bey, büyük bir nezaket örneği göstererek "Yağmur Kokusu" kitabını adresime kadar gönderdi. Bana da kitabı bir an evvel okumak ve değerlendirmek düşerdi. Ben de bu yazıyla onu yapmaya çalıştım.
Elime geçtiği ilk gün büyük bir hevesle okumaya başladığım "Yağmur Kokusu" kitabının değerlendirmesine (analizine) geçmeden önce kitabın yazarı kıymetli meslektaşım (Edebiyat Öğretmeni) Yılmaz İmanlık'ı ana hatlarıyla tanıtmak isterim sizlere:
"Yılmaz İmanlık, 1973 yılında Ordu’nun Kumru ilçesinde doğmuştur. İlkokulu Aşağı Damlalı İlkokulu’nda bitiren Yılmaz İmanlık, ortaokul ve liseyi Terme İmam Hatip Lisesi’nde tamamlamıştır. 1998 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünden mezun olmuştur. Daha sonra sırasıyla; Salıpazarı Çok Programlı Lisesi, Salıpazarı Muslubey İlköğretim Okulu, Salıpazarı Gökçeli İlköğretim Okulu, Terme Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi, Terme Mehmet Akif Ersoy Anadolu Lisesi, Terme Anadolu İmam Hatip Lisesi, Terme Darüşşifa Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesinde görev yaptıktan sonra Terme Karadeniz Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesinde görevine devam etmektedir. Yılmaz İmanlık’ın bugüne kadar birçok dergi ve gazetede yazıları yayımlanmıştır. Dergi ve kitap editörlüğü yapmıştır. Hâlen Terme Bilgi Gazetesi’nde “Kristal Dünyalar” isimli köşesinde yazmaya, bir çeşit kalem yolculuğuna devam etmektedir. "
Şiirden öyküye, denemeden eleştiriye, hatıradan gezi yazısına bir kalem yolculuğu
Şiir, öykü, roman, deneme, eleştiri, anı ve gezi yazısı türlerine ilgi duyan Yılmaz İmanlık’ın ilk edebî ürünleri 1997 yılında Samsun’da çıkmakta olan Yediveren dergisinde yayımlanmaya başladı. Şiirleri ve yazıları daha sonra; Türkiye gazetesi ile Türk Dili, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Yenidünya, Erguvan, Yakamoz, Genç Adım, Şafak, Gökçe, Bilgi Pınarı gibi dergilerde yayımlandı. Yazarın büyük emeklerle kaleme aldığı ve okurla buluşturduğu eserleri şunlardır: “Bir Gül Diktim Yüreğime Senden” (şiir), “İkindi Şarkılarını Sana Bıraktım” (şiir), “41 Kere Şiir” (şiir), “Bir Yürek Dolusu Şiir Adadım Gözlerine” (şiir), “Solmayan Hayaller Ressamı” (hikâye), “Ballı Yumurta” (hikâye), “Kır Çiçekleri” (roman), “Nar Çiçeği” (roman), “Büyük Adamlar Küçük Aşklar” (deneme), “Altın Saz” (masal), “Fare Ailesi” (masal), “Uzaylı Çocuklar” (masal), “Gemisiz Kaptanlar” (roman)"
Yılmaz İmanlık'ın "Yağmur Kokusu" kitabının arka sayfasında yer alan Tanıtım Bülteni'nde şu güzel şiirsel ifadeler açıyor gönlümüzün altından kapılarını: "Yağmur kokusu... Ah o yağmur kokusu! Dönüp bakmayın. Avuçlarınızı açıp sadece gökyüzüne bakın. Yağmur damlalarının saçlarınızla nazlı nazlı dans etmesini, yüzünüzü narin narin okşamasını dinleyin kalbinizle. Kafanızdan bütün dertleri silip atın. Sadece o an'ı yaşayın. Sonra toprak kokusunu çekin içinize. Yeşeren filizlerle birlikte içinizdeki umut çiçeklerini de yeşertin. Yağmur Kokusu'nda yaşamın kalbinden hikâyeler sunuyoruz size Bavulunuza aldığınız hikâyelerle uzun bir yolculuğa çıkacaksınız. Bu yolculukta bazen duygulanacak, bazen ağlayacak, bazen de insanların duyarsızlıkları karşısında sinirlerinize hakim olamayacaksınız. Yaslanın arkanıza... Yağmur kokulu hikâyelerimizi okumaya başlayın ve ıslanın doyasıya."
Şahsıma imzalı olarak gönderilen kitaplar elime geçer geçmez onları okuma sırasına koyarım. Zira bana bir okur ve bir eleştirmen olarak değer veren ve bunu imzalı eseriyle ispatlayan yazarlara vefa borcum olduğunu düşünürüm. Bunu da gönderilen eseri en kısa zamanda okuyup değerlendirerek öderim. Fakat ak'a ak, karaya da kara derim. Okuduklarımı tarafsızca tenkit süzgecinden geçiririm. İşte bu yazıyla da bunu yapma gayreti içerisindeyim.
Karadeniz'in kıyıcığında öğretmenlik hayatını sürdüren Yılmaz İmanlık'ı bir şair ve yazar olarak önceden beri tanırım. Şiirleri dışında, bugüne kadar herhangi bir kitabını okuma imkânım olmamıştı. O yüzden bir an evvel okuma, kitapla söyleşme heyecanıyla ilk sayfayı açtım. "Yağmur Kokusu" hikâye kitabını açtığımızda birbirinden güzel şu hikâye başlıklarına rastlıyoruz: "Lâl'e", "Ballı Yumurtanın Gözyaşları", "Yağmur Yağıyordu ve Benim Kalbim Üşüyordu", "Horozların Senfonisi", "Bir Yolculuk Masalı", "Şeker Ali", "Miri Ali Efendi'nin Bir Günü", "Kırmızı Şapkalı Araba", "Bir Avuç Çilek Kaç Para Eder?", "İncir Ağacının Ölümü", "Kirpikler Düşünce", "Her Şey Düş'tü", "Olmayınca Olmuyor", "Üç Kadın, Bir Hikâye", "Garip Bir Baca Meselesi", "Bir Şehidin Yolculuğu", "Şekerim Şekerim!", "İyilik", "İlk Namaz", "Toprak ve Su", "Yağmur Kokusu", "Alacalar Geldi", "Gaz Lambasında Eriyen Zamanlar", "Kar Tanesinde Tüllenen Özlemler", "Hangisi Daha Zor", "İlk Heyecan"
"Lâl'e"den" İlk Heyecan"a 27 kısa hikâyenin ve bir kısım anının tahlili denemesi
Yılmaz İmanlık, kitaptaki "Lâl'e" adlı ilk hikâyesinde bir köy okuluna öğretmen olarak atanan, öğrencisine maaşından burs verecek kadar fedakâr olan bir öğretmenin gözlemlerine ve yaşadıklarına yer veriyor. İki saatlik uzun bir yolculuktan sonra Güzelvatan Köyü'ne varan yeni öğretmen, orada hiç kimseyle konuşmayan ve okula devam etmeyen Lâle adlı bir öğrencisiyle yaşadıklarını aktarıyor okuyucuya. Lâle'nin üvey babasıyla konuşuyor, kızın okumasını sağlıyor. Ekonomik durumu kötü olan kıza maaşından burs veriyor. Yazar İmanlık, burada hikâyenin başlığı olan "Lâl'e"yi hem bir çiçek ve insan adı hem de "konuşmayan" anlamında tevriyeli kullanıyor. "Ballı Yumurta'nın Gözyaşları" adlı ikinci hikâyede, yazarın "Ballı Yumurta" isimli kitabının başına gelenler ironiyle karışık bir üslupla anlatılıyor.
"Yağmur Kokusu" adlı hikâye kitabının üçüncü metninin adı "Yağmur Yağıyordu ve Benim En Çok Kalbim Üşüyordu" adını taşıyor. Bu hikâyede şiddetli bir yağmurda Çatalpınar Köyü'ndeki okuluna giden bir öğretmenin yolda gördüğü bir öğrencisini arabaya alıp almama konusundaki tereddütleri ve neticede arabaya almayışının kızın ölümüne varan sonucu anlatılıyor. Öğretmen köyde yanlış anlaşılır, dedikodu olur diye kızı arabasına al(a)mamıştır. Kızcağız kalp hastasıdır. O şiddetli yağmur altında üşüyerek zatürre olmuştur. Küçük Nisan'ın genç yaşta ölümü öğretmenin vicdanını sorgulamasına, pişmanlık duymasına sebep olmuştur.
"Horozların Senfonisi" hikâyesinde şehirde kümes hayvanı besleyen bir kişinin komşularına verdiği rahatsızlık anlatılır. Özellikle komşulardan biri kötü bir sesle öten horoza kafayı takmıştır. "Bir Yolculuk Masalı"nda içi külçe altınlarla dolu bir geminin su alışı, gemiyle ilgili bir kısım mürettebatın bunu ciddiye almayışı, neticede su alan gemideki altınlardan önemli bir kısmının denize düşerek kaybolması anlatılıyor. Burada vurdumduymazlığın (sorumsuzluğun) nelere mal olduğu sonucuna varılıyor.
Eğitimde yanlış yönlendirmelerin ceremesini çeken "Şeker Ali"
"Yağmur Kokusu" kitabının en güzel ve ibretli hikâyelerinden biri de "Şeker Ali"" adını taşıyor. Lisenin, ilgi alanına girmeyen bir bölümünde, sırf babasının hatırı için okuyan Şeker Ali başarılı olamaz. Sınıfta kalır. Bir şekilde okulu bitirse de mutlu olamaz. Okuldan sonra sevdiği iş olan işletmecilik (pastacılık) işine girer, iki katlı bir iş yeri açar. Burada öğrencilerin başarılı ve mutlu olmaları için ilgi duydukları alanlarda okumaları gerektiğine vurgu yapılır. "Miri Ali Efendi'nin Bir Günü" hikâyesinde bir mezar kazıcının rutin hayatı anlatılırken ölüm gerçeğine vurgu yapılıyor. "Kırmızı Şapkalı Araba"da İstanbul'da dolmuş güzergâhlarının, arabaların tepelerindeki tabela renklerine göre belirlenmesi ironik biçimde anlatılıyor. "Bir Avuç Çilek Kaç Lira Eder?" hikâyesinde bir gencin, kapısı kapalı bir dükkânın önünden geçerken canının çilek çekmesi ve bir avuç çilek alması karşılığında çilek kasasına beş lira bırakması, sonraki gün dükkâna uğrayıp bıraktığı paranın yetip yetmediğini sorgulaması dile getiriliyor. Bu gibi hikâyeler çocuklarımıza okutulursa onlardaki ahlâkî güzellikler inkişaf edebilir. "İncir Ağacının Ölümü" hikâyesinde çevre tahribatına vurgu yapılıyor. Doğanın hoyratça yağmalanarak çok katlı apartmanlar dikilmesi eleştiriliyor.
Bence Yılmaz İmanlık'ın "Yağmur Kokusu" kitabının en güzel hikâyesi, sonu hüsranla da bitse, "Kirpikler Düşünce Her Şey Düş'tü" adını taşıyan, Defne'yle Yavuz'un dillere destan aşkını anlatan hikâyedir. Bu hikâye genç âşıkların dopdolu bir gününü ve günün sonunda kızın lösemi hastası olduğunun ortaya çıkmasını anlatıyor. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olan Yılmaz Bey bu hikâyesinde Türkçenin bütün güzelliklerini ve derin ifade kudretini ortaya koyuyor. İyi başlayan, kötü biten bu hikâyeyi okuyanların kirpikleri ister istemez ıslanıyor. Bu hikâyede özdeyiş güzelliğindeki bir kısım derin ifadeler dikkat çekiyor. "Bazı insanlar gözyaşlarından kendi denizini oluşturur ve içinde boğulur. Kendi denizini kendi oluşturan insanı kimse kurtaramaz. " ifadesi bunlardan sadece bir tanesidir.
"Gaz Lambasında Eriyen Zamanlar" yahut hiç bitmeyen düne özlem...
"Yağmur Kokusu" hikâye kitabının "Olmayınca Olmuyor" adlı öyküsünde bir kompozisyon yarışmasının serüveni ve önündeki engeller dile getiriliyor. "Üç Kadın, Bir Hikâye"de eşinin ölümünü kabullenemeyen Hatice Teyze'nin acıklı hikâyesi anlatılıyor. "Garip Bir Baca Meselesi"nde bir mantolama hikâyesindeki garipliklere yer veriliyor. "Bir Şehidin Yolculuğu"nda şehidin ağzından, şahadetinden defnedildiği zamana kadarki süreç anlatılıyor. "Şekerim Şekerim!" metninde bir kristal şeker tanesinin çöp kutusunda son bulan macerası dile getiriliyor. Aslında bu, bir öyküden çok, masalı andırıyor. "İyilik" hikâyesinde Tülay Hanım'ın kendi açlığını düşünmeden, elindeki son parasıyla aç bir köpeğe simit alarak onun karnını doyuruşu anlatılıyor. "İlk Namaz"da 7-8 yaşlarındaki çocukların ilk namaz hatırasına yer veriyor. Bu bana biraz da Ömer Seyfeddin'in aynı isimli hikâyesini hatırlattı. "Toprak ve Su" hikâyesinde bir su kuyusu açma macerası anlatılarak vazgeçmemenin önemi vurgulanıyor. "Yağmur Kokusu", kitaba da adını veren bir hikâye olarak karşımıza çıkıyor. Bu, kitapta favori olarak gördüğüm iki hikayeden biri... Aslında bir hikâyeden çok, mensur şiiri andırıyor. Burada soyut ve imgeli bir anlatımla Türkçenin güzellikleri sergileniyor.
"Yağmur Kokusu" hikâye kitabının "Alacalar Geldi" hikâyesinde kış mevsiminin yazara neleri çağrıştırdığını görüyoruz. "Gaz Lambasında Eriyen Zamanlar" hikâyesinin ismi çok güzel. Hikâyede geçmişe özlem, diğer adıyla nostalji havası var. Yazar dünle bugünü karşılaştırarak mâziye duyduğu hasreti, çocuğunu karşısına almış bir baba edasıyla anlatıyor. Bu metin hikâyeden çok, anı özelliği taşıyor. Fakat tespitler çok yerinde. Belli ki yazar düne ve bugüne dair iyi gözlemler yapmış. "Kar Tanesinde Tüllenen Özlemler" metni için de benzer şeyleri söyleyebiliriz. Bu metin deneme-anı karışımı bir eser olarak karşımıza çıkıyor. İfadeler çok güzel ve özgün. Şiirsel bir üslûp kullanılmış metinde. "Hangisi Daha Zor" isimli metinde yine bir yaşanmışlık dile getiriliyor. Bir edebiyat öğretmeninin kendisine verilen kitap hediyesini kabul etmemesi, yazarın kalbini fazlasıyla kırmış. Metin bu çerçevede oluşmuş. Buna hikâye değil de anı demek daha doğru olur kanaatindeyim. Yazar Yılmaz İmanlık "Yağmur Kokusu" adlı hikâye kitabının son metni olan "İlk Heyecan" adlı yazısında, yazanı küçümseyen ve kitaba kıymet vermeyen tuhaf bir edebiyat öğretmeninden yola çıkarak ilk kitap heyecanını anlatmış. Aslında bu bir hikâyeden çok bir hatıra özelliği taşıyor.
Hikâyeci Yılmaz İmanlık'ın üslubuna dair son birkaç söz...
Edebiyatın birçok türünde kalemini mahirce oynatan Yılmaz İmanlık, belli ki edebiyat öğretmeni olmanın getirmiş olduğu birikim ve donanımla Türkçeyi çok güzel kullanıyor. Mecazlardan, söz oyunlarından ve soyutlamalardan ustaca yararlanıyor. Başta deyimler olmak üzere, dilin bütün imkânlarından istifade ediyor. Neticede "Yağmur Kokusu" kitabındaki gibi başarılı metinler çıkıyor ortaya. Kendisine edebiyat yolculuğunda üstün başarılar dilerim.
GAZETECİ ALİ SAVAŞ'IN ARDINDAN
M. NİHAT MALKOÇ
Gazetecilik dünyanın en meşakkatli mesleklerinden biridir. Bu zorluk tabii ki işini doğru ve hakkaniyet çerçevesinde yapanlar için mevzubahistir. Hakikatleri değil de çıkarlarınızı ön plana alırsanız, herkese gül ve mavi boncuk dağıtırsanız, denge politikası izlerseniz herhangi bir zorluk yaşamazsınız. Aksine bu işten kendinizi nemalandırabilirsiniz da. Fakat bu gerçekte gazetecilik sayılmaz. Bu gibi insanlar çabuk unutulur.
İlk köşe yazımın 1988 yılında Türksesi gazetesinde yayımlandığını dikkate aldığımızda otuz altı senedir gazete ve dergilerde yazdığım söylenebilir. Belki bizzat haber peşinde koşan faal bir gazeteci(muhabir) olmadım ama haberleri ve gündemi yorumladım. Bu süreçte onlarca gazeteci-yazar dostum ve abim oldu. Onlarla birçok konuda sohbet ettik. İşte köşe yazarlık sürecimde kendisiyle konuşma (muhabbet etme) imkânı bulduğum ve değişik konularda fikir alışverişinde bulunduğum gazetecilerden biri de 5 Temmuz 2024 tarihinde evinde geçirdiği kalp krizi sonucu henüz 65 yaşında aramızdan ayrılan kıymetli Ali Savaş'tı.
Merhum Ali Savaş, ömrünü gazeteciliğe adamış çok tecrübeli bir gazeteci idi. Etkili bir kalemi vardı. Dobra dobra konuşurdu. Kısa ve öz yazardı. Kalemini satan bir adam olmadı hiç. Eskilerin tabiriyle gazetecilikte duayen (alanında kıdem bakımından en başta gelen) bir isimdi. Uzun yıllardan beri de, başta Trabzon olmak üzere, Doğu Karadeniz bölgesiyle ilgili yerel haberleriyle bilinen ve sevilen 61saat haber sitesinin de danışmanıydı.
Aslen Artvin'in Arhavi ilçesinden olan ama 65 senelik ömrünün tamamına yakınını Trabzon'da geçiren Ali Savaş bir Trabzon ve Trabzonspor sevdalısıydı. Bu şehre basın alanında bir ömür hizmet etti. Daima hakkın ve hakikatin yanında ve yakınında konumlandı.
Ali Savaş, her zaman bulunduğu ortama neşe katan, enerjik ve pozitif, eskilerin deyimiyle nevi şahsına münhasır renkli bir insandı. Uzlaşmacı bir kişiliği vardı.
Merhum Ali Savaş çok zeki bir insandı. Doğruları doğru oldukları için savunurdu. Hakikatin yerlerde sürünmesine gönlü razı olmazdı. Düşüncesi her ne olursa olsun bütün insanlarla iletişimi çok iyiydi. Bütün siyasî camialardan dostları vardı. Zira hiç kimseyle siyasî polemiklere girmezdi. Solcusu da, sağcısı da, milliyetçisi de onu sever ve sayardı.
"Merhum" demeye dilim varmasa da merhum Ali Savaş; siyahıyla, beyazıyla, bütün renkleriyle bu toprağın has insanıydı. Bu toprağın bütün renklerini hoşgörüyle karşılasa da o en çok bordo mavi renklere âşıktı. Onun kadar Trabzonspor'u savunan az gazeteci vardı.
Ali Savaş bizim abimiz sayılırdı. On yaş büyüktü bizden. Üstelik benim velimdi kendisi. Zira oğlu Çağatay'ı Trabzon Lisesi'nde dört yıl okutmuştum. Türk Dili ve Edebiyatı derslerine girmiştim. Bu süreçte kıymetli eşi Ayten Hanım'la okula gelir, oğlunun (Çağatay'ın) durumunu sorardı. Çağatay, KTÜ Maliye Bölümü'nü bitirdikten sonra ilgili sınavları kazanıp İdarî Hakim oldu. İki sene evvel de Trabzonlu iş adamı Ali Haydar Gedikli'nin kızıyla evlendi. Diğer oğlu Doğukan da avukat olarak hayatını sürdürüyor.
Herkesin gazeteci olarak bildiği Ali Savaş, aslında bir işçi ve emekçiydi. Eski adıyla YSE'de (Yol-Su-Elektrik), Köy Hizmetleri adlı kamu kurumunda işçi statüsünde çalışıyordu.
Merhum Ali Savaş'ın gazetecilikte ilgi duyduğu asıl alan futboldu. Yazılarının çoğu futbol, dolayısıyla da Trabzonspor üzerineydi. Bu yönüyle Trabzonlu olmamasına rağmen bir Trabzonludan daha çok Trabzonsporluydu. Son yıllarda siyasetle ilgili analizlerde de bulunuyordu. Fakat bazıları onu mevcut hükümet yanlısı olarak niteleyip eleştirse de o, yine de yazılarında kırıcı bir üslup kullanmamaya, nezaket dairesinde kalmaya dikkat ediyordu.
Yerel basınımızın duayenlerinden değerli gazeteci Ali Savaş'ın ölümüyle Trabzon çok renkli bir simasını kaybetti. Onu hep gülen yüzüyle hatırlayacağız. Herkes gibi onun yeri de öyle kolay doldurulamayacaktır. Trabzon onu çok özleyecektir. Orta yaşlarda ve beklenmedik bir zamanda, ansızın bir kalp krizi sonucu aramızdan ayrılan merhum Ali Savaş Bey'e Allah'tan rahmet, başta ailesi (eşi, oğulları, gelinleri ve torunları) olmak üzere, akrabalarına, Trabzon basın camiasına ve dostlarına sabır ve başsağlığı dilerim. Mekânı cennet olsun.
DÎVÂN EDEBİYATI ŞÂİRLİĞİNDEN TEKKE EDEBİYATI ŞAİRLİĞİNE SEYYİD OSMAN HULÛSİ EFENDİ'NİN EDEBÎ YÖNÜ
M. NİHAT MALKOÇ
Seyyid Osman Hulûsi Efendi'nin gönül coğrafyası
1914 yılında, Malatya’nın Darende ilçesi Hacılar Şeyhli Mahallesinde dünyaya gelen Seyyid Osman Hulûsi Efendi âlim, mutasavvıf ve şairdir. Babası Şeyh Hamid-i Veli Somuncu Baba'nın ahfâdından Hasan Feyzi Efendi, annesi ise Seyyid Taceddin Veli neslinden Fâtımâ Hanım'dır. Hak ve hakikat nihan kalmasın diye bir ömür çırpınan bu mübarek zat, baba ve anne tarafından "Seyyid" olup 36. kuşaktan Peygamber Efendimiz(sav)’in soyundandır. I. Dünya Savaşı'nın sıkıntılı yıllarında, ilk eğitimini babası Hatip Hasan Feyzi Efendi’den almış, daha sonra Darende Dutluk Sıbyan Mektebi ve Cumhuriyet İlkokulunda resmî eğitimlerini tamamlamıştır. Gençlik yıllarında kendisini geliştirerek Arapça, Farsça ve Edebiyat bilgisini ilerletmiştir. Aynı zamanda marangozluk, mühür kazımak, matbaacılık, dizgi, oymacılık ve ticaretle uğraşmıştır. Kırk gün içerisinde babası Hatip Hasan Feyzi Efendi ve ağabeyi Ahmet Nuri Efendi’nin vefatları üzerine, cami mütevellîsince, Şeyh Hamid-i Veli Camii imam hatipliği görevine getirilmiştir. 1953’e kadar fahrî olarak yaptığı bu görevi, emekli olduğu 1987 yılına kadar tam 42 yıl devam ettirmiştir. Osman Hulûsi Efendi, 14 Haziran 1990 tarihinde vefat etmiştir. Naaşı Şeyh Hamid-i Veli Somuncu Baba Külliyesi hazîre bölümüne defnedilmiştir. "Dîvân", "Mektubat" ve "Hutbeler" adlarını taşıyan üç eseri bulunmaktadır. Yaşarken kendi adına Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı'nı kur(dur)muştur. Bu güzel vakıf bugüne kadar on binlerce insana hizmet etmiştir.
"El kadar bir taş geçse elime onu memleketimin istifadesine kullanırım." diyen Osman Hulûsi Efendi; ömrünü tebliğ, irşat, hayır ve hasenat uğrunda harcamıştır. Nakşî geleneğini özümseyen Hulûsi Efendi, İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak'ın tasavvufî düşüncesini benimsemiş, onun ölümünden sonra da ona bağlı ihvanlarına sahip çıkarak önlerinde yürümüştür. O; Şiranlı Mustafa Efendi, Mustafa Hâkî Efendi, Mustafa Tâkî Efendi ve İsmail Hakkı Toprak Efendi'den sonra bu kutlu silsileyi devam ettirmiş seyyid bir zattır. Nakşîbendîliğin Darende'de inkişaf etmesinde çok büyük hizmetleri olmuştur.
Başta Malatya'nın uzak ilçesi olan Darende olmak üzere, İslâmî hizmetlerin yaygın olduğu her mecra onun gönül coğrafyası olmuştur. Yine Darende merkezi esas olmak üzere nerde bir hayır hizmeti yapılıyorsa ihvanlarıyla birlikte oraya hayır elini uzatmıştır.
Tasavvuf şiirinin derûnî mânâsına gönül gözüyle vakıf olunur.
Tasavvuf şiirini anlamak şüphesiz ki belli bir birikim ve derinlik gerektirir. Zira bu tarz şiirlerin hem şekil hem de muhteva bakımından çok katmanlı bir yapısı vardır. Tasavvuf şiirlerini akıl diliyle değil, gönül diliyle okumak ve gönül imbiğinden geçirmek gerekir.
Yüzyılları zaman teknesinde eriten tasavvuf şiiri kadim bir geleneğin ürünüdür. O geleneği bilmeden bu sahada yazılan şiirleri hakkıyla ve lâyıkıyla anlamak çok da mümkün değildir. Belli bir tasavvuf terbiyesinden geçmeyenler, kabuğu (görüneni) öz (iç) sanırlar. Kabuktan özel varılsa da bazıları kabukta kalakalırlar. Onun içindir ki gerçek (s)öze vakıf olamazlar. Bu da, yüzeysel bir bakış açısıyla, kast edilenin anlaşılmasına engel olur.
Dîvân şâirliğinden tekke edebiyatı şairliğine Hulûsi Efendi'nin edebî yönü
Osman Hulûsi Efendi, dîvân şiirinin bitti denildiği bir zamanda onu tabir caizse ayağa kaldırmıştır. Buna dinî-tasavvufî halk şiirini (tekke edebiyatını) de ekleyebiliriz. Fakat onun bu misyonu çok tanınırlığına katkıda bulunmamıştır. Zira yaşadığı dönemde edebiyat vitrininde yer almayı tercih etmemiştir. Şayet yaşadığı dönem içerisinde şiirleriyle edebiyat dergilerinde boy gösterseydi bugün çok daha farklı noktalarda (konumlarda) anılırdı. Ama o, bir fikrin mümessiliydi. O fikri besleyip büyütmekle ve ilgili mecralara yaymakla mesuldü. Tanınır olmak onun haddizatında kaçındığı bir şeydi. O, vaktiyle sadece bağlı olduğu camiada adını duyurmuş, ihvanlarına, başta din olmak üzere, her konuda yol arkadaşı olmuştur. Buna rağmen son dönemlerde hakkında birçok akademik çalışma ve sempozyum yapılarak ismi öne çıkmıştır. Bundan sonra yapılacak akademik çalışmalarla daha çok tanınacağı söylenebilir.
Merhum Seyyid Osman Hulûsi Efendi'nin edebî yönü onu seven ve onu yakından tanıyan herkesin malumudur. Bir kere onun Arapça ve Farsçaya vakıf olmasından dolayı çok zengin bir kelime dağarcığı vardır. Kendisi Osmanlı Türkçesinin bütün inceliklerini çok iyi bilirdi. Dilde köken milliyetçiliği yoluna sapmadan, kaynağı ne olursa olsun, halkın kullandığı ve benimsediği Türkçenin ve onun söz dağarcığının bütün imkânlarını lâyıkıyla kullanırdı.
Seyyid Osman Hulûsi Efendi'nin yazmaktan keyif aldığı tasavvuf şiiri; dün kadar etkin, geniş ve zengin olmasa da, bugün de varlığını sürdürmektedir. Çağları içine alan bu şiir geleneğinin Cumhuriyet dönemindeki en büyük temsilcilerinin başında Seyyid Osman Hulûsi Efendi gelmektedir. O, bu kadim şiir kervanının son büyük temsilcisi sayılmaktadır. Onun yaktığı meşalenin güçlü ışığı, bugünün yanında, yarınlarımızı da bihakkın ışıtacaktır.
Merhum Seyyid Osman Hulûsi Efendi'nin bu dünya hayatından kastı Hak ve hakikat üzere yaşamaktır. O, bunu hem hâliyle hem de kâl ile yaşamış ve yaşatmıştır. Onun şiirlerine baktığımız zaman derdinin sanat yapmak, gözleri ve gönülleri büyülemek olmadığını görürüz. Onun derdi, şiirin herkesçe bilinen ve kabul edilen gücünü kullanarak irşat ve tebliğ vazifesini daha etkin gerçekleştirmektir. Fakat bu, onun şiirinin estetik unsurlar taşımadığı anlamına gelmez. Aksine o, bütün şiirlerinde sözün sihirli gücünü edebî sanatları da devreye sokarak kullanmıştır. Zira hitap ettiği bir kısım aydın kesimleri bu büyülü sözlerle ikna edebilmiştir.
"Dîvân edebiyatı atık misyonunu tamamladı." düşüncesinde olanların aksine, merhum Seyyid Osman Hulûsi Efendi son dönem divan şairlerimizdendir. O, bu kadim şiiri bütün özellikleriyle ve güzellikleriyle bu çağa taşımıştır. Bu yüzyılda Seyyid Osman Hulûsi Efendi'nin "Dîvân"ı kadar geniş ve zengin bir divan örneğine rastlamak mümkün değildir.
Merhum Seyyid Osman Hulûsi Efendi'yi her yönüyle son dönem divan şairi olarak nitelendirmek de onu sınırlandırmak anlamına geleceği için çok kapsayıcı bir değerlendirme değildir. O, divan edebiyatı tarzı şiirlerinin yanında tekke ve halk edebiyatı tarzlarında da birbirinden kıymetli şiirler kaleme almıştır. Yani her iki sahada da son derece mahirdir.
Seyyid Osman Hulûsi Efendi'nin şiire olan ilgi ve merakının hikmeti nedir?
Daha önce de belirttiğimiz üzere Osman Hulûsi Efendi'nin şöhretli bir şair olma gibi dünyevî bir endişesi yoktu. Mahviyet (alçakgönüllülük) ve ehl-i irfan sahibi bir mutasavvıf olan Hulûsi Efendi, şöhreti bir çeşit afet olarak görmüş, bu yüzden de şöhretten taundan kaçar gibi kaçmıştır. Bu yüzdendir ki şair olarak ön planda görülmemiş, başta akademi dünyası olmak üzere, geniş çevrelerce tanınmamıştır. Bu durum, onun vermek istediği mesajın daha geniş kitlelere ulaşmasını kısmen de olsa engellemiştir. Zira daha tanınır olsaydı vermek istediği mesaj (ilâhî öğretiler) çok daha yaygın bir sahada duyulur ve bilinir olacaktı. Bu da onu büyük şairler sınıfına dahil edecekti. Fakat o, ön planda olmayı tercih etmemiştir.
Peki şöhretli bir şair olmak gibi dünyevî bir isteği (derdi) olmayan Osman Hulûsi Efendi niçin şiir sahasında bir "Dîvân" teşkil edecek kadar çok sayıda şiir yazmıştır? Şiire olan ilgi ve merakının hikmeti nedir? Bu alana niçin yönelmiştir? Bu soruların cevabı onun şiir yazmaktan kastının ne olduğunu ortaya koyması bakımından da önemlidir.
Seyyid Osman Hulûsi Efendi'nin meşâyıhtan Şeyh Hâmidüddin-i Velî/Somuncu Baba’nın 12. kuşaktan torunu olduğunu kendisini tanıyan herkes bilir. Böyle bir akrabalık bağı, onun Somuncu Baba'nın manevî ikliminde yetişmesini beraberinde getirmiştir. Hâmidüddin-i Velî’nin torunu olmak bir kısım sorumlulukları da beraberinde getirir. Her insan gibi başınıza buyruk olamazsınız. Hem Somuncu Baba iklimi demek maneviyat iklimi demektir. Bu iklimde, başta ilâhîler olmak üzere, şiir de önemli bir tebliğ ve irşat unsurudur. Bu geleneksel durum ve eğilim Osman Hulûsi Efendi'nin de şiire alâka duymasına sebep olmuştur. Buna bir de fıtratının şiire eğilimli oluğu, yani şair-i mâderzâd (anadan doğma şair) gerçeğini eklenince şiir onun hayatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Yani belli bir zaman sonra şiir onun bir çeşit yaşama biçimine (hayatı algılayış tarzına) dönüşmüştür.
"Seyyid Osman Hulûsi Efendi Dîvânı" benzerlerine kıyasla hacimli bir eserdir.
Şiir, sözün darasının alınmış saf hâlidir. Yani şiir sözün özüdür. Dinî meseleleri anlatmada sözün ikna gücünün çok önemli bir yeri ve önemi vardır. Bu hususta şiir diğer edebî türlere göre çok daha avantajlı bir konumdadır. Bunun içindir ki merhum Osman Hulûsi Efendi bu avantajı dinî meselelerin aktarımında yaygın olarak kullanmıştır.
Merhum Osman Hulûsi Efendi daha çok divan tarzı şiirler kaleme aldığı için, şiirlerini topladığı kitaba da, geleneğe uyarak "Dîvân" adını vermiştir. Onun "Dîvân"ı benzerlerine kıyasla hacimli bir eserdir. Söz konusu "Dîvân" da 468 gazel (17’si musammat, 37’si ilâhî), 471 müfred, 195 rubaî, 90 mısra, 40 kıta, 18 mesnevi ve 10 kadar müstezat olmak üzere toplam 1300 civarında şiir vardır. Bu rakamlar, fazla söze gerek duyulmadan, söz konusu "Dîvân"ın ne kadar geniş kapsamlı bir eser olduğunu açık seçik ortaya koyuyor.
"Seyyid Osman Hulûsi Efendi Dîvânı" hak ettiği değeri çok geç bulmuştur. Belki henüz tam anlamıyla bulamamıştır da diyebiliriz. Günümüz akademisyenlerinden Prof. Dr. Nihat Öztoprak "Yirminci Yüzyıl Mutasavvıf Dîvân Şâiri Seyyid Osman Hulûsi Efendi Dîvânı" adıyla dört ciltlik kıymetli bir eser vücuda getirmiştir. Söz konusu eser beş bölümden oluşmaktadır. Prof. Dr. Nihat Öztoprak tarafından eserin birinci bölümde Hulûsî Efendi’nin hayatı ve eserleri tanıtılmıştır. İkinci bölümde Osman Hulûsi Efendi'nin edebî kişiliği Dîvân’dan ve diğer eserlerinden hareketle çok geniş bir şekilde incelenmiştir. Üçüncü bölümde Dîvân’ın şekil ve muhteva incelemeleri yapılmıştır. Dördüncü bölümde Dîvân’ın metni verilmiş ve nesre çevirisi gerçekleştirilmiştir. Beşinci bölümde ise Dîvân’da geçen tasavvufî kavramlar değerlendirilmiş; âyet, hadis ve Arapça ibareler bir araya getirilmiş, anlamlarını verilmiş; alfabetik fihrist ve sözlükle eser tamamlanmıştır.
Seyyid Osman Hulûsi Efendi'nin edebî yönü inkişaf etmişti.
Merhum Seyyid Osman Hulûsi Efendi'nin edebî yönü inkişaf etmişti. Onun edebî yönünün inkişaf ettiğinin en belirgin tezahürü, ömrü boyunca kaleme aldığı "Dîvân"ı, "Mektubat"ı ve "Hutbeler"idir. Bu kıymetli eserler derin anlamlar içerir. Edebiyat alanında özel bir eğitimi olmayan bir insanın bu kadar işlenmiş bir dil kullanması takdire şayandır. Onun özel bir edebiyat tahsili almamasına rağmen estetik bir dil kullanması, ancak kendisini yetiştirmiş olmasıyla açıklanabilir. Onun aruz vezni ile divan şiirinin gazel, kaside, ilâhî, müstezat ve rubâi gibi çeşitli şekil ve vezinlerinde olgun eserler kaleme alması ustalığının delilidir. Eserlerinde Farsça, Arapça, Osmanlıca ve Türkçeye hakimiyeti de bunun bir başka göstergesidir. Onun "Dîvân'ı, aşk, vecd ve insan sevgisi temalarını ihtiva etmektedir.
Seyyid Osman Hulûsi Efendi'nin şiirlerinde geçen "şarap, mey, sâki, meyhane, kadeh, aşk, âşık, ma'şuk, saç, kâkül, dudak vs." kelimeleri sözlük anlamları ile değil divan edebiyatında ve tasavvufta kullanılan mânâları ile düşünmek gerekir. Zira bu kelimelerde ilâhî aşk, kevser şarabı, mürşit, cami, tekke, vahdet, kesret gibi tasavvuf kavramları kastedilmiştir. Hulûsi Efendi'nin manzumelerinde bunun gibi dinî ve tasavvufî ıstılahlar sıkça kullanılmıştır.
Seyyid Osman Hulûsi Efendi, diğer mutasavvıf şairler gibi şiiri bir gaye olarak değil bir vasıta olarak kullanmıştır. Duygu ve düşüncelerini bu vasıtayla muhataplarına iletmiştir.
Merhum Seyyid Osman Hulûsi Efendi bir gönül insanıydı. O, bir mürşid-i kâmil, hak ve hakikat dostuydu. Kur'an ve sünnet merkezli fikirlerini beyitlerine yansıtmıştı.
Merhum Osman Hulûsi Efendi, ilhamını ayet ve hadislerle beslemişti. O ki hüsn-i ahlâkı her kemâlin fevkinde görmüştü. O da tıpkı manevî mürşidi ve yol başçısı Yunus Emre gibi bu imtihan dünyasına gönüller yapmaya gelmişti. Bunda da fevkalâde başarılı olmuştu. Kısa zamanda yüz binlerce insanın sevgi ve muhabbetini kazanmıştı. Allah rahmet eylesin.
GEÇMİŞTE BİR "GELECEK DERGİSİ" VARDI
M. NİHAT MALKOÇ
Dergiler duygu ve düşünceleri harmanlayan, geleceğe aktaran çok kıymetli yayın organlarıdır. Onlar sayesinde fikirler kaybolmaktan kurtulur. Düşünme eylemini besleyen dergiler aynı zamanda değişik sebeplerle puslanan hayal ufkumuzu alabildiğine açar.
Her biri büyük emeklerle ve büyük fedakârlıklarla çıkarılan dergiler, haddizatında birer okuldur. Geleceğin kalemleri bu açık mekteplerde yetişir. Yarınlarımız bu sayfalarda titiz bir işçilikle şekillenir. Umutsuzluklar umuda, zihnî huzursuzluklar huzura dönüşür.
Ülkemizde bugüne kadar ilk yayımlanan dergi olarak kabul edilen Vakayi-i Tıbbiye'den (1849) beri, gerek yerelde gerekse genelde meraklıları tarafından (haftalık, aylık, iki aylık, üç aylık, dört aylık, altı aylık, bazen de yıllık olmak üzere) değişik periyotlarda binlerce edebiyat, sanat, tıp, hukuk ve ilim dergileri (süreli yayın) çıkarılmıştır. Bunların bir kısmı saman alevi misali yanmasıyla sönmesi bir olmuş, kısa sürede kültür hayatından çekilmiş, bir kısmı ise büyük bir dirayet örneği göstererek yayın hayatını sürdürmüştür.
Büyük hayallerle ve umutlarla geçmişte Trabzon'da aylık periyotta bir "Gelecek" dergisi çıkarılmıştı. Söz konusu dergi 1991 yılında "aylık kültür dergisi" etiketiyle Trabzon'da yayınlanmaya başlamıştır. Gelecek dergisinin sanat danışmanlığını şair, yazar ve nakkaş Yaşar Bedri Özdemir yapmıştı. Yayın kurulunda ise Mehmet Bekâroğlu, A. Haydar Usta, Ahmet Ayvacı, Eyüp Köktaş, Faruk Süren ve Rıza Terzioğlu isimleri yer alıyordu.
A. Haydar Usta'nın sahipliğini ve yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Gelecek dergisi ne yazık ki çok uzun ömürlü olamamış, sadece 13 sayı yayınlanabilmiştir. Üçüncü sayıdan itibaren iki sayı şeklinde ve 2 aylık periyotlarla yayınlanan dergi 1993 tarihinde 106 sayfalık 13. sayısı yayınlanarak kapanmıştır. Yani toplamda ancak sekiz dergi çıkarılabilmiştir.
"Kültür Dergisi" alt başlığıyla çıkan Gelecek dergisinde "Olaylar, Bir Kitap, Yaşadığımız Günler" gibi sabit başlıklar altında güncel meseleler konu edinilmiştir. Gelecek dergisinin Haziran 1991 tarihli 2. sayısında 48 sayfada 28 yazı, Temmuz-Ağustos 1991 tarihli 3-4. sayısında 64 sayfada 38 yazı, Eylül-Ekim 1991 tarihli 5-6. sayısında 64 sayfada 39 yazı, Kasım-Aralık 1991 tarihli 7-8. sayısında 64 sayfada 35 yazı, Ocak-Şubat 1992 tarihli 9-10. sayısında 64 sayfada 34 yazı, Mart-Nisan 1992 tarihli 11-12. sayısında 64 sayfada 28 yazı, Bahar 1993 tarihli 13. sayısında 106 sayfada 28 yazı yayımlandığını görüyoruz.
Gelecek dergisi geleceğe dair güzel düşüncelerle yayın hayatına başlamıştı. Trabzon yerelinde yayımlansa da içerik bakımından yerel sınırları çoktan aşmıştı. Derginin çıkış gayesi Müslümanların meselelerini konuşmaktı. Amaç Müslümanların meselelerine değişik açılardan yaklaşanların seslerine yer ve kulak vermekti. Derginin çıkış amaçlarından biri de genç insanların yetişmesine yardımcı olma düşüncesiydi. Bir başka önemli gaye de doğruların ortaya çıkarılması, Müslümanların birbirlerini tanımalarına yardımcı olmaktı.
Yerelden genele güçlü bir sesle seslenen Gelecek dergisi; şiirle hikâyeyi, denemeyle makaleyi, röportajla eleştiriyi (tenkidi) harmanlayan bir yayın organıydı. Yani dergide hem edebiyat ve sanat hem de düşünce yazıları vardı. Dergide İslâm ve Batı dünyası, modernizm, milliyetçilik, medeniyet, aydınlanma, çevre, teknoloji, akıl-vahiy, şeriat, hilâfet, lâiklik, İslâmî uyanış, Kürt meselesi, tevhid inancı, Kimlik karmaşası, kültür erozyonu, tasavvuf, siyonizm, İslâmî hareket, yeni dünya düzeni, İslâm dünyası, demokrasi, postmodernizm, gelenek vb. gibi konular yaygın olarak ele alınmakta, bu konular üzerinde yazılar kaleme alınmaktaydı.
Gelecek dergisi sadece dergiden ibaret değildi. Dergi etrafında farklı etkinlikler de gerçekleştirilmekteydi. Buna örnek olarak dergi bünyesinde ve İpekyolu Bilgievi paydaşlığında 22-23 Ekim 1993 tarihlerinde "İslâm Düşüncesi Sempozyumu" düzenlenmişti.
Kısa zamanda zihinlerde güçlü izler bırakan, düşünen insanların aynası olan Gelecek dergisinin 13. (son) sayısı "Modernlik ve Gelenek Tartışması" kapak konusuyla çıkarılmıştı.
Gelecek dergisinin her sayısında, derginin başında "Yayıncıdan" adlı başlık altında okuyucularla o ayın dergisinin içeriği ve gidişat hakkında sohbet edilmekteydi. Bu bölüm her ay şu ifadelerle başlamaktaydı: "Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla, bizi yaratıp akıl nimetini lütfeden yüce Allah'a hamd olsun. Düştüğümüz anlaşmazlıklar konusunda hükmetsin diye Kur'an verilerek gönderilen Hz. Muhammed ve onun yolunda yürüyenlere selâm olsun."
Gelecek dergisi, başta üniversite gençliği olmak üzere, kültür meraklıları tarafından sevilerek okunuyordu. Başta, o zamanlar KTÜ'de akademisyen olan Prof. Dr. Mehmet Bekâroğlu olmak üzere, Edip Sevinç'in ve Necmeddin Şahinler'in yazıları okurlar tarafından büyük bir ilgiyle okunuyordu. Bu arada Edip Sevinç'in "İslâm Düşüncesinde İki Aykırı Uç: Modernizm ve Milliyetçilik" yazı dizisi beş bölüm hâlinde devam etmiş, çok da ses getirmişti.
Dergide birçok konularda gündem belirleyen entelektüel çevirilere de yer veriliyordu.
Gelecek dergisinin başında "Olaylar" başlığı altında Türkiye ve dünya gündemi kısa başlıklar altında İslâmî ve insanî bir bakış açısıyla, bir aydın duyarlılığıyla yorumlanıyordu. Dergide Aydın Karaca'nın günceli yorumlayan çizgilerine de tam sayfa yer veriliyordu.
Gelecek dergisinde Yaşar Bedri Özdemir'in, Ferhat Kalender'in, Hamit Seven'in, Vedat Aydın'ın, Rıza Terzioğlu'nun serbest tarzda yazdığı şiirlere de rastlıyoruz. Öte yandan derginin son sayfalarında kültür ve irfanımıza tesir eden kitap tanıtımları da yapılmaktaydı.
Gelecek, kendisini amatör dergi olarak ifade etse de yazar kadrosu güçlüydü. Dergide Mehmet Bekâroğlu, Edip Sevinç, Necmeddin Şahinler, Yaşar Bedri Özdemir, Ferhat Kalender, Ömer İ. Akdin, A. Haydar Usta, Metin Önal Mengüşoğlu, Arif Kingir, Alev Alatlı, Hamit Seven, Aydın Karaca, Faruk Süren, Rıza Terzioğlu ve Osman Çelebi gibi isimler vardı.
Gelecek dergisinin asıl amacı Trabzon'da bir kültür ve düşünce atmosferi oluşturmak girişimi olsa da bu, ilerleyen zaman içerisinde Türkiye geneline yönelik bir girişime dönüşmüştür. Dergi bünyesinde "Taş Çocukları" adlı bir ek de hazırlanmıştır. Buna, üyelerine indirimli kitap temin eden "Gelecek Kitap Kulübü" ve "Dergi Sohbetleri"ni de eklediğimizde derginin kısa zamanda ne kadar etkili olduğunu ve ses getirdiğini tahmin edebilirsiniz. Son dönemde dergi bünyesinde bir de "İpekyolu Bilgievi" adıyla bir de kültürel mekân açılmıştı. Bu kültürel mekânın yardımıyla felsefeden edebiyata, tefsirden ekonomiye kadar farklı konularda pek çok verimli tartışmalar, bilgi alışverişleri gerçekleştiriliyordu.
Gelecek dergisi Mart-Nisan 1992'de çıkan birinci dönemin son sayısıyla Ocak 1993'te ikinci döneme başlamak üzere yayımına ara vermişti. Trabzon gibi bir taşra şehrinde dergi çıkarmak hiç de kolay değildi. Derginin maddî giderlerini karşılamak birkaç fedakâr kişinin gayretiyle nereye kadar sürdürülebilirdi? Yazar kadrosu sınırlıydı. Dağıtım ve abonelik işleri kolay değildi. Teknik işleri yapacak donanımlı insanlar lâzımdı. Tüm bu sıkıntılar yüzünden dergi çeşitli sebeplerle gecikmeli olarak Bahar 1993 tarihiyle tekrar yayımlanmaya başlamıştı.
Gelecek dergisinin 13. sayısı, büyük umutlarla yayın hayatına başlayan derginin ikinci döneminin de başlangıcıydı. Devamlılığı sağlamak için söz konusu dergi bundan sonra üç aylık periyotlarla çıkacaktı. Onun içindir ki derginin bu son sayısının sayfa sayısı önceki dergilerin sayfa sayısının neredeyse iki katıydı. Artık dergi olarak özel sayılar çıkarmayı da düşünüyorlardı. İkinci dönemin ilk sayısı bunun ilk örneğini oluşturuyordu. İkinci dönemin bu ilk sayısında, derginin tartışma ve konuşma zemini olan İpekyolu Bilgievi'nde yapılan ve Mehmet Bekâroğlu tarafından yönetilen; Ahmet Ayvacı, Serhat Gürpınar, Eyüp Köktaş, Edip Sevinç ve A. Haydar Usta gibi önemli isimlerin katıldığı "Modernlik, Gelenek, Bilgi ve İslâm" konulu bir tartışmanın tam 40 sayfalık metni yayımlanmıştı. Yazı çok da ilgi çekmişti.
Benim de şanslı bir okur olarak çıkış zamanına yetiştiğim güzel ve de dopdolu bir dergiydi Gelecek. Her satırının altı çizilerek okunacak kadar derin bilgiler ve yorumlar içeriyordu. Belki herkese hitap edecek kadar açık bir dil kullanmıyordu ama orta ve ortanın üstündeki okurların bu dergiden fevkalâde istifade ettiğini, yolunu tayin etmede ondan yararlandığını düşünüyorum. Keşke daha uzun ömürlü olsaydı. Keşke daha geniş kitlelere hitap edebilseydi. Bu noktada keşkelerin çok bir anlam ifade etmediği herkesin malumudur.
ÇAĞ AÇIP ÇAĞ KAPAYAN KUDRETLİ BİR OSMANLI PADİŞAHI: FATİH SULTAN MEHMED HAN
M. NİHAT MALKOÇ
İstanbul’un Fatih’i, Avrupa’da "Büyük Türk (Grand Turco)" olarak da anılmıştır.
Tarihimizde Fatih Sultan Mehmed adıyla şöhret bulan İkinci Mehmed 1432 yılının 29 Mart’ında, zamanın Osmanlı payitahtı olan Edirne’de dünyaya gelmiştir. İkinci Mehmed, İkinci Murad'in Hümâ Hâtun'dan olma oğludur. İkinci Mehmed’in çok iyi bir eğitim aldığı; edebiyata, felsefeye, coğrafyaya ve astronomiye ilgi duyduğu söylenir. Hocazâde, Molla Gürânî, Molla İlyas, Sirâceddîn Halebî, Molla Hayreddin onun meşhur hocalarından birkaçıdır. Fatih, Arapça ve Farsça'nın yanı sıra Latince, Yunanca ve İtalyanca da öğrenmiştir.
Osmanlı’nın yedinci padişahı olarak tahta çıkan Fatih Sultan Mehmed çağ açan bir padişah olarak bilinir. Zira onun İstanbul’u Bizanslılardan(Doğu Roma) almasıyla orta çağ kapanmış, yeni çağ açılmıştır. İstanbul'u fethetmesinden sonra "Ebû'l-Feth (Fethin Babası)" diye anılmıştır. Daha sonra bu lakap “açan” anlamına gelen Fatih’e dönüşmüştür. Rivayetlere göre İstanbul’un fethinden sonra "Kayser-i Rum (Roma İmparatoru)" unvanını da kullanmıştır. İstanbul’un Fatih’i, Avrupa’da Büyük Türk (Grand Turco) olarak da anılmıştır.
İstanbul Fatih'i II. Mehmed'in çocukları II. Bayezid, Cem Sultan, Şehzade Mustafa ve Gevherhan Sultan'dır. Torunları ise Yavuz Sultan Selim, Şehzâde Ahmed, Şehzâde Korkud, Şehzâde Murad, Şehzâde Mehmed, Şah Sultan, Ayşe Sultan, Şehzâde Mahmud vb.dir.
Stratejik ve sembolik değeri çok büyük olan İstanbul'u (Konstantinopolis) fethederek Orta Çağ'ı kapatıp Yeni Çağ'ı başlatan Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed (II. Mehmed), askerî dehası, büyük devlet adamlığı ve entelektüel kişiliğiyle tarihin en büyük liderleri arasında yer almaktadır. O, bu üstün vasfını tahta kaldığı 30 yıllık süre içerisinde defalarca ispatlamıştır. 30 senelik hükümranlığı süresi içerisinde iki imparatorluğa, dört krallığa, altı prensliğe, beş dukalığa son vererek ardında dudak uçuklatan büyük başarılar bırakmıştır.
Üstün bir zekâya ve yüksek bir iradeye sahip olan II. Mehmed, babası Sultan II. Murad'ın isteğiyle 1444’te, henüz 12 yaşındayken tahta çık(arıl)mıştır. Fakat devletin tecrübesiz genç bir sultanın eline bırakılması iç ve dış meselelere ve isyanlara yol açmıştır. Balkanlar’da ve Anadolu’da II. Murad zamanında alınan birçok yer elden çıkmıştır. Bu yüzden tahtı iki yıl sonra 1446'da babasına devreden II. Mehmed, 19 yaşına geldiğinde babası II. Murad'ın vefatıyla 1451'de yeniden (bu sefer kalıcı olarak) Osmanlı tahtına çıkmıştır.
Çağ açıp çağ kapayan kudretli bir Osmanlı padişahı olan II. Mehmed, padişahlığı sırasında, başta İstanbul olmak üzere, birçok yerler fethetmiştir. 1454-1457 yılları arasında Sırbistan'a üç kez sefer düzenleyerek burayı 1459'da Osmanlı topraklarına katmıştır. 1460-1461 yıllarında Mora'yı ve Amasra'yı fethetmiştir. Candaroğulları Beyliği'ni ortadan kaldırmıştır. 1477'de Kırım Hanlığı'nı Osmanlı Devleti'nin egemenliği altına almıştır. 1479'da bir anlaşma yaparak Venedik'le 16 yıllık savaşa son vermiştir. Sultan II. Mehmed, 3 Mayıs 1481 tarihinde Maltepe'de nikris (gut) hastalığından dolayı vefat etmiştir.
Sultan II. Mehmed vefat ettiğinde dünyada iki oğlu vardı. Bunlar büyük oğlu Bayezid (II. Bayezid, Bayezid-i Veli) ile küçük oğlu Cem Sultan (Şehzâde Cem)'dı. Babalarının ölümüyle bu iki kardeş arasındaki taht kavgaları, taraftarlarının da teşvikiyle (kışkırtmasıyla) olanca şiddetiyle alevlendi. Bu saltanat taraftarlarından birinin başında veziriazam Karamanî Mehmed Paşa, diğerinin başında ise Fatih’in güney seferine giderken İstanbul muhafazasında bıraktığı en eski ihtiyar vezir İshak Paşa bulunuyordu. Büyük kavgalar ve çekişmelerin ardından II. Bayezid babasının yerine tahta geçmiştir. Fakat Cem Sultan uzun seneler boyunca taht mücadelesini değişik yollarla sürdürmüş olsa da neticede muvaffak olamamıştır.
Medeniyetin beşiği İstanbul’u İslâm kültürüne kazandıran Fatih Sultan Mehmed
Medeniyetin beşiği İstanbul’u İslâm kültürüne kazandıran Fatih Sultan Mehmed, bir zihniyetin müşahhas sembolüdür. Bence fetihten evvel onun ruh köküne inmek, ahlâkının dayanağını araştırmak lâzımdır. Düşleri hakikate dönüştüren bu genç sultan, asaletli bir neslin terkibiydi. Çok genç bir yaşta koca bir imparatorluğa hükmetmek, güç merkezi olmak hiç de kolay değildir. O, gücünü İslâm’dan ve yüreğini muhkem tutan imandan alıyordu. Osmanlı padişahlarının asıl gayesi toprak kazanmak değil, İslâm’ın sedasını daha geniş bir coğrafyaya eriştirmekti. Buna ‘cihat ruhu’ da diyebiliriz. Üç kıtada at koşturanlar bu zihniyetin mahsulüydüler. Tarihimizdeki parlak zaferler bu ruhun peşinden akıp gelmişlerdir.
İstanbul; Hacı Bayram-ı Veli, Molla Güranî ve Molla Hüsrev gibi maneviyat erenlerinin tasarrufuyla karanlıktan aydınlığa çıkmıştır. Onlar Fatih’in manevî rehberleri ve akıl hocalarıydı. Fakat Fatih manevî ilimlerin yanında matematik, felsefe ve diğer pozitif bilimlerde de yetiştirmişti kendini. O, tek kanatla uçulamayacağını çok iyi bilen eşsiz bir komutandı. İlim meclislerinin müdavimiydi o. Padişah olmasına rağmen ilmin ayağına giderdi. İlim ve hikmet meclislerinden istifade ederdi. 21 yaşındaki genç bir yürek böyle yoğun bir eğitim neticesinde yetişmiş, yaşıyla kıyaslanamayacak derecede birikim kazanmıştı.
Dünya siyasetini çok iyi bilen Fatih, bir rivayete göre altı tane yabancı dil bilen ender devlet adamlarından biriydi. Onu şimdikilerle kıyaslayınca ortaya çıkan fark bariz olarak görülüyor. “Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni!” demek böyle bir inancın ve eğitimin neticesidir. Demek ki Fatih olmak öyle sıradan ruhların harcı değildir. Fatih olmak çileye talip olmaktır, korkuyu yürekten silip atmaktır. Bunun bedeli de, nimeti de büyüktür.
İstanbul’un fethi asla bir macera neticesinde gerçekleşmemiştir. Fethe dair her şey anı anına hesaplanmıştır. Bunu sadece Sultan Mehmed yapmamıştır. O, bu ekibin başı olma şerefini yaşamıştır. Fakat İstanbul’un fethinin derunî kahramanlarının emeklerini de görmezlikten gelmemeliyiz. Onlar kendilerini görünmez kılmanın gayreti içerisinde olsalar da bizler bu örnek şahsiyetleri yeni yetişen nesillere örnek şahsiyetler olarak takdim etmeliyiz.
“Benim ormanımdan bir yaş dal kesenin başını keserim.” diyecek kadar iyi bir çevreci, yüzlerce gazel yazacak kadar usta bir şairdi Fatih Sultan Mehmed. Surları döven topları bizzat tasarlayan akil bir mühendisti aynı zamanda. Onu "Fatih" yapan kuru bir cesaret değildi şüphesiz. Pek çok güzel hususiyet bir araya gelerek Fatih’in madde ve mana kalıbını oluşturmuştur. Fatih’i anlamadan mukaddes fethi anlayamazsınız. Fatih’in eşsiz kudretini anlamak için de onun ruhunu besleyen nurlu oluklardan nasiplenmeniz gerekir.
İstanbul’u, Türk-İslâm âlemine bahşedilen nimetlerin en güzeli bilip bağrımıza basıyoruz. Onun yüce Fatih’ini de gönülden selâmlıyoruz. Bizler de o çapta ve o ruhta nesiller yetiştirmenin gayreti içerisinde olacağımızı tüm dünyaya haykırıyoruz. Yaşasın fetih ruhu… Yaşasın fetih heyecanı… Yaşasın geleceğin Fatihlerini yetiştirecek analar, babalar…
Fetih hakkı ve sembolü olarak Ayasofya ve onu bize bahşeden Sultan Fatih
29 Mayıs 1453 tarihi, bizim açımızdan karanlık bir devrin batışını, yepyeni ve aydınlık bir devrin müjdesini fısıldar kulaklarımıza. Bu tarih, Osmanlı’nın muhteşem bir cihan devletine giden yolunu da ardına kadar açar. Zulme rıza gösterenler ve zalimden yana olanlar sahnenin dışına itilir; İslâm’dan ilham alan daha adil bir dünya nizamı yeniden şekillenir.
İstanbul, Müslüman Türkler için sıradan bir toprak parçası değildi(r). Eski tabirle "Konstantiniyye" diye adlandırılan bu şehir, tabir caizse Türklerin kızıl elmasıydı. Peygamber Efendimizin “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” hadisi, bütün Müslüman komutanları bu şehri fethe yöneltmiştir. Bugün İstanbul’da kabri bulunan ve bir semte adını veren Ebû Eyyûb El-Ensârî bile, seksen yaşlarında, kızgın çölleri geçerek bu müjdeye mazhar olmak için İstanbul’a kadar gelmiştir. Fakat bu kutlu fetih onlarca kişiden sadece Fatih Sultan Mehmed Han’a nasip olmuştur.
Fatih Sultan Mehmed, Konstantiniyye’yi fetheder fethetmez, o zamanki adıyla Ayasofya Kilisesi’nin önüne gelerek orada toplanan ve az sonra kellelerinin uçurulacağı vehmine kapılan, bu yüzden de korkudan tir tir titreyen Bizans halkına, tarihte görülmemiş bir hoşgörü örneği sergileyerek, canlarını bağışladı; bunun da ötesine geçerek kendilerinin bundan sonra ibadetlerinde özgür olacaklarının da garantisini verdi. Onları himaye etti.
Fatih Sultan Mehmed Han, o gün İslâm’ın engin hoşgörüsünü tüm dünyaya gösterdi. Atından inerek Ayasofya önünde şükür secdesine kapandı. O gün fetih hakkı ve sembolü olarak Ayasofya’yı camiye döndürdüğünü ilân ederek ilk Cuma namazını da burada eda etti. Hoca Sadettin Efendi’nin deyişiyle, “Çan sesleri sustu; yerini tekbir sesleri, gülbank-ı Muhammedî, zemzeme-i penç-i nevbet aldı.” Fethin sembolü Ayasofya asırlarca Müslümanların secdegâhı oldu. Bu kutlu mabedin yüzü Müslümanlarla gülmeye başladı.
Anadolu’nun İslâmlaşmasında Trabzon’un fethi önemli bir dönüm noktasıdır.
Üzerinde yaşadığımız Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması tarihî bir dönüm noktasıdır Osmanlı için… 1071’de başlayan bu süreç Anadolu’yu Müslüman-Türk yurdu yapmıştır. Anadolu’nun İslâmlaşması sürecinde Trabzon’un fethi de önemli bir kesittir. Zira Trabzon’un fethiyle birlikte Bizans’ın son izleri de Anadolu topraklarından silinmiştir.
Trabzon, Rumların elinde kalan bir toprak parçası olsa da burada çok sayıda Türk bulunuyordu. İç bölgelerde ve yaylalarda Çepni Türkleri yaşamaktaydı. Giresun’dan başlayıp Batum’a kadar uzanan bu topraklarda Rumlar hüküm sürmekteydi. Bir kısım çeteler Türk nüfusu rahatsız etmekteydi. Bunların önlenmesi için Trabzon fethedilmeliydi mutlaka.
Trabzon, Fatih’in düşlerini süslüyordu. Anadolu hâkimiyetinin perçinleşmesi için bu toprakların alınması gerekliydi. Bu niyet, zihnini meşgul ediyordu hep... Fatih, bu niyetini veziri Mahmud Paşa’ya şöyle ifade etti: “Mahmud, birkaç niyetim var. Umarım ki Hak Teâlâ ben zayıfa kuvvet verip, anı nasib ede. Evvel biri, şol İsfendiyar vilâyetidir ki, Kastamonu ve Sinob ve Koyulhisar’dır. Benim huzurumu bunlar giderir. Ve biri şol Trabzon’u bir cünüb kâfir yiyip yürür. El-hasıl bunlar benim maksudumdur. Gece ve gündüz hayalimden gitmez.”
1453 senesinde İstanbul’u fethederek çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Mehmed, Trabzon’u fethetmeye de kararlıydı. İstanbul’u fethinden sekiz yıl sonra Trabzon’u fethetmek, Osmanlı topraklarına katmak için atını mahmuzlayarak yollara düşmüştü yine. Evvelâ Koyulhisar’ı alıp Erzincan yakınlarına kadar gelmişti. Yassıçemen Yaylasında çadırını kurmuştu. Durum bu iken Uzun Hasan, Trabzon İmparatoru IV. John Komnenos’un kızı Despina Hatun ile evlenerek bu devleti himayesi altına almaya çalışmıştır.
Trabzon üzerine hesapları olan Uzun Hasan, Fatih’e annesi Sare Hatun’u göndererek Trabzon konusunda af dilemiş, arabulucu olmasını istemiştir. Fatih’in veziri Mahmud Paşa, Uzun Hasan’ın annesiyle görüşmüş, fakat onu alıkoymuştur. Böylece Uzun Hasan’ın Trabzon oyunu bozulmuştur. Savaş stratejisini çok iyi bilen Fatih Sultan Mehmed, bütün zorlukları göze alıp farklı güzergâhlardan geçerek düşmanlarını gafil avlamış, Trabzon’a varmıştır. Sare Hatun, Fatih’in Trabzon’u fethetmek için gösterdiği gayreti ve çektiği zorlukları görünce ona “Hay oğul! Bir Durabuzun çün bunca bunca zahmatlar çekmek nedür? Bu benim gelinime taallüktür. Bunu bana bağışla oğul!” deyince Koca Fatih ona şu anlamlı cevabı vermiştir:
“Ana! Bu zahmatlar Durabuzun içün değüldür. Bu zahmatlar Din-i İslâm yolınadır. Kim ahrette Allah hazretine varıcak hacil olmayavuz deyüdür. Zira kim bizim elümüzde İslâm kılıcı vardur. Ve eğer biz bu zahmatı ihtiyar etmesevüz bize gazi demek yalan olur.”
Büyük Fatih kararlıydı, inançlıydı. Trabzon’u Osmanlı topraklarına katacaktı. Bu toprak parçasının önemi büyüktü onun için. Onu bu yoldan döndürmek isteyenlerin sözlerine itibar etmedi. Trabzon’un fethinin canlı şahitlerinden biri olan Konstantin Mihailoviç, Fatih’in Trabzon fethini şöyle dillendiriyor satırlarında: “Sultan buradan iki bin atlıyı Trabzon’a doğru gönderdi. Bunlar Trabzon önlerinde yenilgiye uğratılıp öldürüldüler. Sultanın kendisi bütün azameti ile Trabzon’a varana kadar onlardan bir haber almaya muktedir olamadık. Trabzon’a vardığımızda gidenlerin ölü vücutlarını gördük. Sonra Sultan, Trabzon’u kuşattı. Aynı zamanda Sultan'ın büyüklü küçüklü yüz elliye varan gemileri Kara Deniz’den gelip büyük silâhlarla denizden Trabzon’u kuşattılar. Sultan, altı hafta boyunca büyük zayiata katlanıp şehri almaya muvaffak oldu. Trabzon İmparatoru Sultan’a teslim olmak zorunda kaldı. Sultan onu Edirne’ye gönderip bütün Trabzon topraklarını ele geçirdi.”
Fatih Sultan Mehmed, sadece İstanbul’u değil, şiir (söz) kalelerini de fethetmiştir
Osmanlı padişahlarından şiire gönül veren ve usta işi şiirler yazan şair padişahların en önemlilerinden biri de II. Mehmed’dir. İstanbul’u Bizans’tan alarak fetih müjdesine mazhar olan, çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Mehmed (1432-1481) bilime, müziğe, sanata ve şiire çok önem vermiştir. Osmanlı’nın en büyük padişahları arasında kendisine yer bulan Fatih Sultan Mehmed, "Avnî" mahlasıyla çok güzel şiirler kaleme almıştır. İşte onlardan biri şudur: “İmtisâl-i câhidû fi'llâh olupdur niyyetim/Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim//Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâullâh ile/Ehl-i küfri ser-te-ser kahr eylemekdir niyyetim//Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benim/Lütf-ı Hak'dandır hemân ümmîd-i feth ü nusretim//Nefs ü mâl ile n’ola kılsam cihânda ictihâd/Hamdüli'llâh var gazâya sad hezârân rağbetim//Ey Mehemmed mu'cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile/Umaram gâlib ola a'dâ-yı dîne devletim”
Fatih’in yukarıdaki meşhur şiirini günümüz Türkçesine çevirirsek maksat daha iyi anlaşılır: “Niyetim ‘Allah uğrunda hakkıyla savaşınız’ ayetine bağlı kalmaktır. Gayret gösterişim İslâm dininin gerektirdiği gayretlerdir./Allah'ın lütfu ve yardımları kutlu olan din büyükleri askerlerinin yardımları ile, niyetim kâfirleri baştan başa bozguna uğratmaktır./Ben, peygamberlere ve din ulularına güveniyorum. Fetih ve zafer ümidim Allah'ın lütfu ile mümkün olacaktır./Nefsim ve malım ile dünyada Allah için gayret etsem ne olur? Allah’a şükürler olsun ki gaziliğe yüz binlerce rağbetim var./Ey (Fâtih) Mehmed! Hazret-i Muhammed (sav)’in mucizeleri ile devletinin din düşmanlarını yeneceğini umuyorum.”
Fatih Sultan Mehmed zamanında Osmanlı’da divan şiiri çok mühim bir konumdaydı. Büyük isimler vardı şiir sahasında. O da bu atmosferden etkilenerek şiire meyletmiştir. O; Sadî, Nizamî ve Hâfız gibi meşhur İran şairlerinin ve Şeyhî, Ahmed Paşa ve Melîhî gibi Türk divan şairlerinin tesiri altında kalmıştır. Fatih’in Divan’ını yayınlayanlardan biri olan Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan, onun şiiri ve şairliği konusunda şu isabetli görüşlere yer veriyor:
“Çok kuvvetli bir eğitim almış, birkaç lisan bilen, zamanının bütün ilmî, kültürel, felsefî, siyasî ve entelektüel birikimine sahip kudretli bir padişah olan Fatih Sultan Mehmed’in şiiri bu yüksek bilgi ve kültür hamulesi ile birlikte bütün bir klâsik Türk edebiyatının son derecede gelişmiş ve neredeyse mükemmeliyete ulaşmış muhteva birikimini güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. Hacim olarak ancak küçük bir divançe oluşturan bu şiirler duygu ve düşünce bakımından oldukça gelişmiş bir sanatkâr şahsiyetinin renkli, samimî ve orijinal yansımalarını taşımaktadır. Beyitlerde ve mısralarda, büyük bir cihan devletini yöneten, doğunun padişahı olduğu kadar batının da kayzeri olmaya azmetmiş bir hükümdarın bu yüksek şahsiyetinin sanatkârlık ve söz sultanlığı ile bir kat daha güçlenmiş parıltılı akisleri de kendini hissettirmektedir. Gerek devrinin büyük şairleri ve gerekse bütün bir klâsik Türk edebiyatı şairler kadrosu içerisinde yapılacak ciddî araştırmaya dayalı bir mukayese sonucu, Şair Avnî’nin, hiç de telâffuz edildiği gibi “orta derecede bir şair” olmayıp; aksine, hayâl ve bilgi açısından çok yönlülük özelliği taşıyan üslûbu göz önünde bulundurulacak olursa, emsallerinden geri kalmayan, birinci sınıf sanatkârlar arasında sayılabileceği söylenebilir.”
Hayatını İslâm’a adayan ve İslâm’a hizmet etmekte sınır tanımayan Fatih Sultan Mehmed’in şöhret olmak gibi bir derdi yoktu. O, zaten Osmanlı gibi bir cihan devletinin tahtında oturuyordu. Bu açıdan baktığımızda kendisi fazlasıyla şöhret sahibiydi. Gayesi para, pul, makam, intikam ve şöhret değildi. Fatih’in şiir yazmaktaki gayesi ilâhî hakikatleri etkili bir biçimde ifade ederek gönüllere nakşetmekti. Zira İ’lâ-yı Kelimetullah’ı yeryüzüne yaymak onun en büyük emeliydi. Hocası Akşemseddin onu bu hususta mükemmel bir şekilde yetiştirmişti. O da hocalarından aldığı üstün terbiyeyle bu gaye uğrunda nefes tüketmiştir.
Osmanlı’nın medar-ı iftiharı olan Fatih’in erkek çocukları II. Bayezid, Mustafa ve Cem Sultan’dır. Onlar da şiirle hemhâl olmuşlardır. Milletlerin ancak eğitimle kalkınacağını düşünen Fatih Sultan Mehmed, padişahlığı boyunca eğitime çok önem vermiştir. Bu gayeyle İstanbul’un ilk Türk yükseköğretim kurumu olan Sahn-ı Seman’ı kurmuştur.
Dünyada sözüne itibar edilen bir devlet adamı olan Fatih, kudretli bir komutan ve büyük bir siyaset dehasıydı. Fatih’in elindeki kalemi, belindeki kılıç kadar keskindi. Cesarette sınır tanımayan Fatih, Karamanoğulları Beyine hitaben şu cinaslı beyti söylemiştir: “Bizimle saltanat lafın idermiş ol Karâmânî/Hudâ fırsat verirse ger, kara yîre karam anî.” "Avnî" mahlasını kullanan Fatih, zamanındaki şairlere nazaran daha sade bir dille yazmıştır şiirlerini.
Bir iman ve aksiyon adamı olan Fatih Sultan Mehmed, “Konstantiniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” hadisindeki müjdeye muhatap olan aşk ehli bir padişahtır. O, ilâhî aşkını şiirlerine de yansıtmıştır. Edebiyatta Avnî mahlasını kullanan İstanbul’un Fatih’i, yazdığı birbirinden güzel şiirlerle devasa bir divan teşkil etmiştir. Prof. Dr. Muhammed Nur Doğan, Avnî (Fatih) Divanı’nı hazırlayarak kültür hayatımıza kazandırmıştır. Prof. Dr. Doğan, Fatih’in divanıyla ilgili olarak aynı kitabın önsözünde şunları söylemektedir: “Şiirlerinin tamamı henüz ele geçirilememiş bulunan Fatih’in şiir metinleri ile ilgili bilinen tek nüsha, bugün Fatih Millet Kütüphanesi, Yazma Manzum Eserler kısmı no.305’te kayıtlı bulunan, Ali Emirî Efendi’nin bulduğu yazmadır. Umumiyetle gazellerden oluşan bu yazmayı Ali Emirî kendi el yazısı ile iki defa kopya etmiş ve ilim âlemine de bu yazmayı yine kendisi tanıtmıştır.”
Peygamberimizin fetih müjdesine mazhar olan bir peygamber dostu: Sultan Fatih
Peygamberimizin fetih müjdesine mazhar olmak için İstanbul kapılarına dayanan ve birçok padişahın gerçekleştirmek isteyip de gerçekleştiremediği fethi gerçekleştiren Fatih, bir peygamber sevdalısıydı. "Fahr-i Kâinat" deyince onun için akan sular dururdu. Onun, kâinatın serverine hitaben yazmış olduğu şu beyitleri bu hakikatin söze bürünmüş hâlidir: “Ağlasa derd-i derûnum çeşm-i giryânım sana/Âşikâr olurdu gâlib râz-ı pinhânım sana//Mesned-i hüsn üzre sen ben hâk-i rehde pâymâl/Mûr hâlin nice arz ede Süleyman’ım sana//Şem’i gör kim meclisinde ağlayıp başdan çıkar/Hoş yanar yıkılır ey şem’-i şebistânım sana//Subh gibi sâdık olduğum gam-ı aşkında ben/Gün gibi rûşen durur ey mâh-ı tâbânım sana//Dün rakîbin cevrini men’ eyledin ben hastadan/Eyledi te’sir gûyâ âh u efgânım sana//Zahm-ı hicrân şerhi çün mümkün değildir dostum/Sîne-çâkinden haber versin girîbânım sana//Eyleme gönlün gözün cevr ile Avnî’nin harâb/Dürr ü gevherler verir bu bahr ile kânım sana”
Osmanlı’yı Osmanlı yapan, büyük hak ve hakikat dostu Fatih’in kaleminden çıkan yukarıdaki güzel şiiri daha anlaşılır kılmak için günümüz Türkçesine çevirelim: “İçimdeki dertler, yaş dolu gözlerim senin için ağlasa,/Gözyaşlarıma gâlip gelir aşikâr olurdu gizli sırlarım sana//Sen güzellik tahtında, bense senin uğrunda, ayaklar altında/Karınca halini nasıl arz ede, Süleyman’ım sana//Muma bak ki senin meclisinde ağlayıp baştan çıkar/Ne hoş yanıp yıkılır senin için ey odamı aydınlatan//Aşkının yolunda sabah kadar sâdık olduğum/Gün gibi âşikârdır sana ey ay gibi parlayanım//Âh ve feryatlarım galiba sana tesir etti ki,/Dün rakibi men eyledin eziyet etmekten bu hastaya//Ayrılık yarasını şerh etmek mümkün değil dostum/Göğsümdeki yarıkları haber versin açık duran yakam,//Eziyetinle Avnî’nin gözünü gönlünü harap etme/Zira bu deniz ve ocak inci mücevherler verir sana.”
Harp sahasındaki maharetini şiirde de gösteren Fatih, sadece ordunun değil, kelimelerin de serdarıydı. Onun şiirlerini okuyunca bu gerçeğe sizler de şahit olursunuz. Fakat onun, ordunun başındaki sert duruşunu şiirde göremezsiniz. Şiirde mahviyeti ağır basar. Zira o, şiirde kendisini Allah’a kul ve peygambere ümmet olarak görür. Hayata o zaviyeden bakar. Gençlerimiz, dünyaya nizam veren ve düşmanlarını tir tir titreten Fatih Sultan Mehmed'in komutanlığını, şairliğini ve Hakk’a kulluğunu mutlaka örnek almalıdır. Yarınlarımızın teminatı olarak gördüğümüz gençlerimize rol model arıyorsanız çok uzaklara gitmenize hiç gerek yok. Ne mutlu bize ki bizim bereketli topraklarımızda örnek alınacak nice kıymetli şahsiyetler mevcuttur. Fatihler, Yavuzlar ve Kanunîler bunlardan sadece birkaçıdır. Başta Fatih Sultan Mehmed olmak üzere; hepsini rahmetle, minnetle ve şükranla anıyorum.
PROF. DR. ABDULVAHİT İMAMOĞLU'NUN ARDINDAN
M. NİHAT MALKOÇ
Dünden bugüne Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu'nun hayatına bakış...
Hayatımızın mutlak hakikati olan ölüm, güzel insanları birer birer çekip alıyor hayattan. Yusuf yüzlü insanların hayattan çekilmesi daha bir çekilmez kılıyor, Müslümanların gurbet olarak nitelendirdiği, yalan dünyayı. Her geçen gün daha da yalnızlaşıyoruz.
Hayatın kaçınılmaz bir gerçeği olan ölüm, bizce bir son değil gurbet hayatından aslî hayatımıza bir nevi dönüştür. Bu yönüyle bir çeşit değişim ve dönüşümdür. Bazı kesimlerin algıladıkları gibi asla hiçlik değildir. Böyle de olsa ölüm varlığın en muğlak, en derin bilmecesidir. Bu bilmeceyi hakkıyla ve lâyıkıyla çözmek idraklerimizin üstündedir. Öyle veya böyle, tanıdık insanların yeryüzünden göçmesi üzüyor geride kalanları. Kederleniyoruz.
Trabzon'umuzun güzide ilçelerinden biri olan Köprübaşı'mızın güzel ahlâklı, ilmi derin bir insanını daha ebedî âleme uğurlamanın hüznünü yaşıyoruz. Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu abimiz, 9 Nisan 2024 tarihi itibariyle çok sevdiği Rabbine kavuşmuştur. Bir Köprübaşılı olarak acımız büyük ve derindir. Mevlâm kendisine gani gani rahmet eylesin.
Son geldiği nokta itibariyle bir din psikolojisi araştırmacısı olan akademisyen Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu 11 Ocak 1955 tarihinde Trabzon'un Köprübaşı (merhumun deyimiyle Garb-ı Göneşara) ilçesinde dünyaya gelmişti. İlkokula babasının (Babası Hafız Yakup olarak tanınırdı.) görevi dolayısıyla Malatya'da , Çarmuzu İlkokulu'nda başladı. İki sene bu okulda okuduktan sonra memleketi olan Köprübaşı'na döndü. Üçüncü sınıfı Köprübaşı'nda okuduktan sonra dördüncü sınıfta tekrar Malatya'ya dönmüşlerdir. Dördüncü sınıfı Melekbaba İlkokulu'nda okumuştur. Bir yıl aradan sonra tekrar Köprübaşı'na dönerek beşinci sınıfı da Köprübaşı İlkokulu'nda bitirmiştir. Merhum İmamoğlu, ortaokul ve liseyi komşu ilçe olan Sürmene'de okumuştur. Sürmene Lisesi'ni bitirmiştir. 1971-1972 öğretim yılında Anakara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'ni kazanarak bu bölümde yükseköğrenimine başlamıştır. 1977 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nden mezun olmuştur.
Erzurum Atatürk Üniversitesi'nden Sakarya Üniversitesi'ne bir ilim yolculuğu
Abdulvahit İmamoğlu, Ankara İlâhiyat Fakültesi'nden mezun olduktan sonra iki sene Ankara'da Özel Yükseliş Koleji'nde öğretmenlik yapmıştır. Daha sonra Osmaniye İmam Hatip Lisesi'ne geçerek devletteki ilk hizmetine başlamıştır. Bu okulda Meslek Derslerine (Kur'an-ı Kerim, Arapça, Fıkıh, Tefsir, Akaid, Kelâm, Hadis, Siyer, Hitabet) girmiştir. 1983 yılının sonu, 1984 yılının başında Erzurum Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'ne Araştırma Görevlisi (Asistan) olarak girmiştir. Söz konusu fakültede Prof. Dr. Kerim Yavuz'un asistanıydı. Doktorasını 1991'de merhum Kerim Yavuz'un himayesinde Atatürk Üniversitesi Din Psikolojisi Anabilim Dalında “Mehmet Akif’te Dini Hayatın Psikolojisi” adlı tezle tamamlamıştır. Birkaç yıl orada görev yaptıktan sonra 1997'nin sonuna doğru Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'ne geçmiştir. Doçentliğini ve profesörlüğünü adı geçen üniversitede almıştır. Mısır Kahire Üniversitesi'nden burs kazanarak orada birkaç ay kalmıştır. 2006 yılında Avrupa'nın farklı ülkelerinde (Avusturya, Almanya, İsviçre, Fransa ) konferanslar vermiştir. Fakülte hocalığının yanında Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin danışman hocalığını yapmıştır. Yine Sakarya Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümünde bölüm başkanlığı (1997-99), Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde dekan yardımcılığı (2002-2003) yapmıştır. Öte yandan 2012-2014 yılları arasında Kırgızistan’daki Kırgız-Türk Manas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Din Bilimleri Bölümü’nde başkanlık görevinde de bulunmuştur.
Okumayı, araştırma ve incelemeyi çok seven gayretli bir akademisyen olan Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu'nun bugüne kadar onlarca dergide alanıyla ilgili onlarca makalesi yayımlanmıştır. Bunlar arasında EKEV Akademi dergisi, Din Öğretimi dergisi, Türk Yurdu dergisi, Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi dergisi, Akademik Araştırmalar dergisi, Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi dergisi ilk akla gelenlerdir. Bunun yanında birçok sempozyuma bildirileriyle katkıda bulunmuştur. Buna "Avrupa Birliğine Giriş Sürecinde Türkiye’de Din Eğitimi ve Sorunları Sempozyumu"nu örnek olarak verebiliriz.
Merhum Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu, değişik zamanlarda birbirinden kıymetli telif kitaplara imza atmıştır. Bunların başında 168 sayfadan meydana gelen "Psikolojik ve Ahlâkî Açıdan Çocuk Suçluluğu" adlı kitap gelmektedir. Söz konusu kitap 2015 senesinde DEM (Değerler Eğitimi Merkezi) Yayınları arasında okuruyla buluşmuştur. Kitapta "Çocuk Suçluluğunun Psikolojik Boyutları", "Çocuk Suçluluğunun Sosyal Boyutları" irdelenerek "Çocuk Suçluluğunun Önlenmesi" konusunda yapılacak iş ve eylemlere değinilmiştir. Bu eser merhum İmamoğlu'nun profesörlük takdim çalışması olarak dikkat çekmektedir.
Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu'nun özgün ve önemli kitap çalışmaları arasında "Psiko-Sosyal Açıdan Rüya ve İstihare" adlı eserini de sayabiliriz. Akademik dille yazılmış 101 sayfalık bu kısa hacimli eser, rüya ve istihare alanında özgün bilgi ve yaklaşımlar içermektedir. Söz konusu kitap Değişim Yayınları arasında ilgili okurlara sunulmuştur.
Merhum Abdulvahit İmamoğlu'nun dinî meselelere ilgisi çocukluk yıllarına dayanır. O zamanlar dinî eğitim ve öğretim camilerde yapılıyordu. Köprübaşı yöresinde çok önemli hoca efendiler vardı. Bu hocalar çocukları okutuyorlardı. Köylerde ve yayla camilerinde daha çok Kur'an ve akaid ağırlıklı dinî bilgiler öğretiliyordu. Merhum İmamoğlu ilk dinî eğitimini dedesi Molla Aziz'den almıştır. Dedesi yörede kız erkek bütün çocukları dinî tedrisattan geçirmiştir. O zamanlar, kız olsun erkek olsun, her çocuk ilk din eğitimini camilerde mutlaka alırdı. Hocalar Kur'an okumayı, kısa sureleri ezberlemeyi öğretirlerdi. Talebelerin bir kısmı sezonluk dinî eğitimini alırken bir kısmı da uzun vadede hafızlık eğitimi alırdı. Abdulvahit İmamoğlu da kendi deyimiyle dedesinin dizinin dibinde Kur'an-ı Kerimi öğrenmiş ve hatmetmiştir. Bunun yanında akaid ve dinî bilgileri de dedesinden öğrenmiştir.
Merhum Abdulvahit İmamoğlu, dinî eğitim konusunda şanslı sayılabilecek bir çocuktu. İlk din eğitimini dedesinden alan İmamoğlu'nun babası Hafız Yakup da iyi ve saygın bir vaizdi. Babasının yönlendirmeleri ve eğitimleri onun çocuk yaşta bu alana (dine ve ilâhiyata) ilgi duymasını sağladı. Böylece kendisini ilâhiyat fakültesinde buldu.
Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu, memleketi Köprübaşı'na aşk derecesinde bağlıydı.
Merhum Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu, doğduğu topraklara, Köprübaşı'na aşk derecesinde bağlıydı. Fırsat buldukça, özellikle yaz aylarında, memleketini ziyaret ederdi. Sıla-i rahimden büyük bir keyif alırdı. Zira vefalı bir insandı o. Memleketinin kıymetlerine ve kıymetlilerine çok önem verir, onların tanınmasında ve tanıtılmasında gayret sarf ederdi.
Merhum Abdulvahit İmamoğlu, Köprübaşı'nın değerlerinin ve değerlilerinin tanıtılması için özellikle çalışırdı. Bu amaçla son yıllarda iki kıymetli kitabın ortaya çıkmasında çok büyük emekleri olmuştu. Bunlardan ilki "Köprübaşı Yöresinde Yetişen Medrese Âlimleri ve Din Eğitimine Katkıları" adlı kitaptı. Trabzon Büyükşehir Belediyesi'nin katkılarıyla yayımlanan bu kitapta geçmişten bugüne kadar Köprübaşı yöresinde yetişen âlimlere yer vermişti. 230 sayfadan meydana gelen bu değerli kitap, alanında kaleme alınan ilk eser olma özelliğini taşıyordu. Bu kitap sayesinde Köprübaşı'nın geçmişten bugüne kadar yetiştirdiği din âlimleri ve hafızları hakkında doyurucu bilgilere sahip olmuştuk. Bunun yanında Köprübaşı'nda dinî hizmetlerde bulunanları onun velût kaleminden öğrenmiştik.
Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu'nun Köprübaşı'yla ilgili olarak kaleme aldığı ikinci kitap "Trabzon Köprübaşı'ndan Anadolu'ya Eğitim ve Kültür Elçileri" isimli eserdir. Bu kitap merhum Enver Nuri Yazıcı ile merhum Mehmet Uzun ortaklığıyla kaleme alınmıştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin (aslen Köprübaşılı olan Ekrem İmamoğlu'nun) katkılarıyla basılmıştı bu kıymetli eser. Kitap "Giriş, Köprübaşı ve Eğitim, Köprübaşı Kültürüne Katkı Verenler" adlı üç bölümden meydana geliyordu. Söz konusu kitap bugüne kadar Köprübaşı'yla ilgili kaleme alınan en kapsamlı eserdi. Eserde başta Köprübaşı'nın kültürel değerleri olmak üzere, bu ilçede yetişen birbirinden değerli eğitimcilere (öğretmenlere), şair ve yazarlara yer verilmektedir. Kitabın hazırlanma sürecinde merhum İmamoğlu beni de aramış, kitapla ilgili bilgiler vermiş, benim görüşlerimi sormuş, sonra da kitaba koymak üzere benden güncel biyografimi istemişti. Kitabın "Köprübaşı'ndan Yetişen Şair ve Yazarlar" kısmında 563-585. sayfalarında (11 sayfa) biyografime, eğitimciliğime, Köprübaşı'yla ilgili kaleme aldığım bir şiirime, yine Köprübaşı'yla ilgili deneme türünde kaleme aldığım bir yazıma ve bugüne kadar aldığım 183 ödüle yer vermişti. Bu jesti beni çok mutlu etmişti.
Prof. Dr. İmamoğlu'nun kaleminden "İman ve Aksiyon Adamı Mehmet Akif" Merhum Abdulvahit İmamoğlu'nun Mehmet Akif'e olan ilgisi ve sevgisi her şeyin fevkindeydi. O, Mehmet Akif Ersoy'un, dünya nimetlerini elinin tersiyle itip her meselede İslâmî tavır takınmasına ve her ne pahasına olursa olsun elif gibi dimdik duruşuna hayrandı.
O, Mehmet Akif'le ilgili olarak "İman ve Aksiyon adamı Mehmet Akif" adlı bir de biyografi kitabı kaleme almıştı. 231 sayfalık söz konusu eser Ravza Yayınları arasında okuyucusuna ulaşmıştı. Söz konusu kitap iki bölüm olarak düzenlenmişti. Birinci bölümde "Akif'in Dinî Hayatı", ikinci bölümde ise "Akif'in İslâm Dinine ve Müslüman'a Bakışı" ana başlıkları yer alıyordu. İlk bölümün alt başlıkları "Dinî Hayatını Besleyen Kaynaklar", "Dinî ve Ahlâkı Hayatı", ikinci bölümün alt başlıkları ise "Kur'an ve Sünnet Anlayışı", "Müslüman ve İnanan İnsan", "Akif'in Din Görevlilerine Bakışı", "Akif'in Hıristiyanlığa Bakışı", "Akif''te İslâm Birliği İdeali" şeklinde sıralanıyor. Kitap "Sonuç" ve "Kaynaklar"la bitiriliyor.
Araştırmacı, akademisyen ve yazar Abdulvahit İmamoğlu "İman ve Aksiyon Adamı Mehmet Akif" adlı kitabının hazırlanmasında izlediği yolla ilgili olarak "Önsöz"de şunları söylemekteydi: "Biz bu çalışmayı gerçekleştirirken malzeme olarak daha çok şairin meşhur eseri Safahat'ı esas almış bulunuyoruz. Bunun dışında şairin Sırat-ı Müstakim ve onun devamı olan Sebilü'r-Reşat dergilerindeki çeşitli yazıları, Safahat dışında kalan şiirleri, zaman zaman değişik camilerde verdiği ve basılmış olan mev'izeleri ve Kur'an'dan tercüme edip yorumladığı birçok ayetleri de değerlendirmeye almış bulunuyoruz. Bu arada şair ile uzun zaman dostluk kuran veya onun hayatını yakından tanıyan dostlarının kendisi hakkında yazdıkları kitap ve diğer yazılardan büyük ölçüde yararlandığımızı belirtmeliyiz. "
Merhum Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu hocamız ismiyle müsemma bir insandı.
Din psikolojisi alanında çok önemli bir akademisyen olan Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu, bir süreden beri hastalıktan muzdaripti, sıkıntılı bir süreç geçiriyordu. Takdir edersiniz ki bu dünyada hepimizin nefesleri sayılıdır. Doğumla birlikte kum saatindeki kumlar aşağı doğru dökülmeye başlar. Bu süreçte mevcut kum haznesine bir kum tanesi bile ilâve edilmez. Geriye doğru sayma başlar. Yüce Yaradan'ın takdiriyle insanlar “Ecelleri gelince ne bir saat geri kalabilirler, ne bir saat ileri gidebilirler.” (Nahl sûresi, 61) Herkes nefesini tüketince bu fâni âlemden beka yurduna göç eder. Yani tabir caizse küçük kıyamet kopar.
Merhum Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu hocamız ismiyle müsemma, adam gibi adamlardan biriydi. "Abd" "kul" demekti. "Abdülvahit" ise "Vahid"in kulu anlamına geliyordu. El-Vâhid "bir, tek" anlamında Allah'ın 99 sıfatından biriydi. O, ömrü boyunca isminin anlamı gereği tek olan Allah'ın kulu olmayı sürdürdü. İş ve eylemlerinde hep Hakk'ın rızasını gözetti. Dünyaya ve onun içindeki fâni nimetlere (mal ve makama) asla meyletmedi. Allah'ın rızasına uygun yaşamayı hayatının gayesi bildi ve öylece vahdet üzere yaşadı.
Kıymetli hocamız Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu da Üstad Sezai Karakoç'un deyimiyle "dünya sürgünü"nü tamamladı. Bu mübarek Ramazan'ın arefe gününde çok sevdiği Mevlâ'sına kavuştu. Bu dünyada bayramı göremedi ama inşallah ukbada bayram neşesine erişir. Merhum İmamoğlu, hocalık yaptığı şehirde, Sakarya'da Ramazan Bayramı'nın ilk gününde ikindi namazını müteakip Serdivan Sapak Camii'nde kılınacak cenaze namazından sonra ebedî istirahatgâhına dostları ve talebeleri tarafından uğurlanacaktır. Bizler kendisini iyi (mümin ve muvahhit) bilirdik. Rabbim taksiratını hasenata tebdil eylesin. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun. Allah geride kalan eşine, çocuklarına, kardeşlerine ve dostlarına sabr-ı cemil ihsan eylesin. Köprübaşı'mızın (dolayısıyla Trabzon'umuzun) başı sağ olsun.
FATİH'İN EMANETİ, KÜLTÜR DEĞERLERİYLE KIRIM
M. NİHAT MALKOÇ
Bugünkü gönül coğrafyamız mevcut coğrafyamızdan çok daha geniştir.
Bugünkü bilinen sınırlarımızdan öte, bizim bir de sınır tanımayan gönül coğrafyamız vardır. Gönül coğrafyamız mevcut coğrafyamızdan çok daha geniştir. Türkler tarihî süreç içerisinde bilinen ilk Türk devleti olarak kabul edilen Asya Hun devletinden bugüne kadar onlarca büyük ve etkili devlet ve medeniyet inşa etmişlerdir. Her biri bugünkü cumhurbaşkanlığı forsunda birer yıldızla sembolleştirilen bu Türk devletlerini "Büyük Hun, Batı Hun, Avrupa Hun, Ak Hun, Göktürk, Avar, Hazar, Uygur, Karahan, Gazneliler, Büyük Selçuklu, Harezmşahlar, Altınordu, Timur, Babür ve Osmanlı" şeklinde sıralayabiliriz.
Bizim o kadim gönül coğrafyamız Avrupa'dan Balkanlar'a, Orta Asya'dan Afrika'ya kadar çepeçevre uzanır. Resmî sınırlarımızın ötesinde değerlerimiz ve değerlilerimiz mevcuttur. Bazı ülkelerin otoritesi ve egemenliği sınırlarıyla mahdutken bizimkisi sınırlarımızın ötesine kadar taşar. Biz bu gücü soydaşlarımızdan, İslâm inancından ve geçmişimizden alırız. Ülkemizin etki alanı onun bir anlamda gönül coğrafyasını oluşturur.
Atalarımız yüzlerce sene o topraklarda (gönül coğrafyamızda) at koşturmuştur. Onunla da kalmayıp o topraklarda devlet kurmuş, oralara yerleşip hayat sürmüştür. O süreç içerisinde hayatını devam ettirebilmek için ev, cami, çeşme, köprü ve yol gibi mimarî eserler inşa etmişlerdir. Zaman içerisinde oraları terk etsek de (g)izlerimiz kalmıştır buralarda. Kalbî ve zihnî bağlarımız oralardan hiç kopmamıştır. Ata yurdumuz Orta Asya, evlâd-ı fatihân yurdu Balkanlar, Peygamber-i zîşan Efendimizin yaşadığı topraklar olan Hicaz bölgesi, Kuzey Afrika, Ortadoğu gönül coğrafyamızın puzzle hükmündeki farklı parçalarıdır. Biz ki bin yıl evvel Orta Asya'dan Anadolu'ya geldik; Suriye'ye, Irak'a, Filistin’e, Arabistan’a ve Kuzey Afrika’ya uzandık. Balkanlara, hatta Avrupa'nın ortalarına kadar açıldık. Şimdi bu toprakların her birinde ecdat yadigârı kadim eserlerimiz var.
Rusya'nın bir oldubittiyle işgal ettiği, girayların memleketi Kırım'a ne demeli?
Kafkaslar Anadolu'ya açılan kuzey kapımız... İran, Büyük Selçukluların yurdu... Güney Azerbaycan dediğimiz topraklar burada. Azeri soydaşlarımız burada izlerini devam ettiriyorlar. Irak ve Suriye dersen Osmanlı'nın kadim eyaletleri... Süleyman Şah'ın kabrinin bulunduğu, ruhunun sırlandığı topraklar... Filistin Hz. İshak'tan Hz. Yakup'a peygamberler şehri... Kudüs ve onun içinde bir gül gibi saklanan Mescid-i Aksa, ilk kıblemiz... Mısır, Tolunoğullarının, Ihşitlerin, Memlüklerin yurdu; Mısır, Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı'ya emaneti... Cezayir ve Tunus, Kaptan-ı derya Barbaros Hayrettin Paşa’nın hakimiyet alanı... Batı Trakya, Selânik, Atatürk’ün doğduğu şehir... Bosna, Makedonya, Kosova; Sultan I. Murad’ın, Yıldırım Bayezid Han’ın, Fatih’in yadigârı... Kosova ki Sultan I. Murad’ın savaş meydanında şehit düştüğü ve defnedildiği yer... Ve dahi atlarımızı suladığımız Tuna Nehri... Ya Karadeniz’in kuzeyinde kurulan Kırım Tatar devletinin konuşlandığı, son zamanlarda Rusya'nın bir oldubittiyle işgal ettiği, girayların memleketi Kırım'a ne demeli?
Gönül coğrafyamız resmî sınırlarımızın dışında kalsa da orada yüzlerce tarihî eserimiz mağrur bir edayla dimdik ayakta durmaktadır. Bu eserler vaktiyle o toprakların mührü hükmündeydi. Oralar bir zamanlar dinî ve millî değerlerle; köprüler, camiler, kervansaraylar, hanlar, çarşılar, medreseler ve tekkelerle vatan kılınmıştı. Oralardaki varlığımızın delili olan bu kültürel miraslar o toprakların adeta tapusu hükmündeydi. Gönül bağımızın somut örnekleri olan bu kadim eserleri özenle muhafaza etmeliyiz.
Başta Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan gibi Türk Cumhuriyetleri olmak üzere gönül coğrafyamızda onlarca devlet var. Kimisiyle soy (akrabalık), kimisiyle din, kimisiyle de dil bağımız var. Bu bağlarımız asla gevşetilmemeli, aksine daha da güçlendirilmeli ve berk tutulmalıdır. Bu; devlet kurumlarıyla, STK'lerle ve yardım kuruluşlarıyla gerçekleştirmelidir. Yarım asrı aşkın bir zamandan beri AB peşinde koşmak yerine, onlarla güçlü birlikler kurarak dünyanın egemenlerinin gözünü korkutmalıyız. Bizler güçlü bir Türkiye olarak onlara kılavuz olmalı, ellerinden tutmalıyız.
Tarihî süreçte Kırım'ın dünü ve bugünü...
Geçmişte Osmanlı'nın önemli bir parçasıydı Tatar kardeşlerimizin vatan bellediği aziz Kırım. Bu yüzden Kırım bizim için gözyaşıyla sulanmış önemli bir coğrafyadır. İstanbul'dan sadece 300 km uzaklıkta olan ve Karadeniz'in karşı kıyısında yer alan Kırım, acıların ve çilelerin harmanlandığı güzel bir yerdir. Bu güzel yurt dün de bugün de bizim için hep önemli olmuştur. Kırım, gelecekte de bu önemini düne nazaran artırarak devam ettirecektir.
Osmanlı Türkçesinin en özel ve en güzel hâliyle konuşulduğu Kırım'ın mimarî ve kültürel açılardan Edirne, Kayseri, Sivas, Trabzon, Tokat ve Amasya gibi Anadolu illerinden herhangi bir farkı yoktur. Osmanlı'nın ilk başkenti Bursa neyse Kırım Hanlığı'nın başşehri Bahçesaray da odur. Hepsi de aynı kökün dallarından birer parçadır. Zira Bahçesaray’daki Han Camii ile Bursa Ulucamii aynı yürek teline dokunur. Hepsinin hamuru aynı gönül teknesinde yoğrulmuştur. Bütündeki aynılıklar ayrıntıdaki farklılıklardan çok daha fazladır.
Osmanlı dönemini saymazsak tarih boyunca hep acıyla özdeşleşmiş, hüzünle anılmış kederli bir coğrafyadır Kırım. Güneş bir türlü ısıtamamış Kırım'ın kuytularını. Balkanların Bosna'sı neyse Kırım da odur. Zira acılar hep oğul verir Kırım'da. Hiç dinmez yürek sızısı.
Fatih'ten bugüne Kırım tarihinde kısa bir gezinti yahut Kırım'ın dünü
Kırım sadece Kırım'dan ibaret değildir. 26 bin km.lik bu güzel yarımada hem İslâm hem de Türk dünyası için büyük bir anlam ve önem arz etmektedir. Kırım, Kırımlılar ve Tatarlar Türk milleti ve devleti için fevkalâde önemlidir. Bu tarih boyunca hep böyle olmuştur. Zira Osmanlı Devleti'nde Kırım hanlarının apayrı bir konumu ve ehemmiyeti mevcuttu. Öte yandan Kırım, Rusya'nın sıcak denizlere inmesi için hayati önem taşır.
Bugün Rusya'nın işgali altında olan Kırım, 1475’te Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmanlı topraklarına dahil edilmiştir. Bu, tarihî süreçte Kırım için yeni bir başlangıçtır. Osmanlılar idareye el koyunca Mengli Giray da, “han” ilân edilmiştir. Kırım kuvvetleri, bir Osmanlı savaşına ilk defa, Sultan II. Bayezid’in, 1484’teki Akkirman Seferi’nde katılmışlardır. Kırım 300 yıl Osmanlı yönetiminde kalmıştır. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı neticesinde; Besarabya ve Kırım Yarımadası, Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Bu saldırılara Kırım Giray karşı koymaya çalışmıştır. Savaşı sona erdiren 21 Temmuz 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım, Osmanlı himayesinden çıkartılıp bağımsız hale getirilmiştir. Osmanlı Devleti, Kırım’a giren Rus ordusuna karşı yeni bir savaşa girişmiş olsa da ne yazık ki bunda başarılı olamamış ve 1792’de Yaş Antlaşması ile Kırım’ın Rusya’ya ilhakını kabul etmiştir.
Tarih boyunca defalarca yinelenen Osmanlı-Rus Savaşlarının ardından Osmanlı topraklarına yönelik olarak ciddi Tatar göçleri yaşanmıştır. Rus yetkililer Kırım Savaşı sırasında Kırımlıları sürgünle tehdit etmiş, bununla da kalmayıp 1859-1861 tarihleri arasında tehditlerini hayata geçirerek yüz binlerce Kırımlı Tatar'ın Osmanlı topraklarına göç etmesine sebep olmuşlardır. Bu trajik göçler Türkiye Cumhuriyeti'nin ilânına, yani 1923'e kadar aralıksız devam ederek göç edenlerin sayısı milyonlarla ifade edilir olmuştur. Bu göçler esnasında on binlerce Tatar, Karadeniz'in azgın sularına karışarak hayatını kaybetmiştir. Buna açlıktan, fakirlikten ve salgın hastalıklardan ölenleri de eklediğimizde zorunlu göçten kaynaklanan hüznün ve acının boyutları havsalamızın alamayacağı düzeye erişir.
Karadeniz'in karşı kıyısında yer alan tarihî yarımada Kırım, hem mekân hem de tarihî münasebetler bakımından bize hiç de uzak değil. Bu kadim coğrafya tarih boyunca Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir yerdi. Kırım ve civarı 374 yılında Hunların hâkimiyeti altına girmiş, ancak 5. yüzyılın sonlarına doğru Hunlar Avrupa’yı terk edip Karadeniz’in batı kıyılarına doğru çekilse de Kırım’daki varlıklarını devam ettirmişlerdir.
Kırım, başlangıçta Altun Ordu devletinin bir vilâyeti iken, 1248 yılında Giraylar soyunun idaresinde bir hanlık haline gelmiştir. Daha sonra I. Hacı Giray'ın yerine tahta geçen I. Mengli Giray (1468-1514), Fatih Sultan Mehmed'e başvurarak hanlığını Osmanlı Devleti'ne bağlamıştır. Uzun yıllar Osmanlı idaresinde kalan Kırım, 1783'te Rusların işgaline uğramış, 1812 yılındaki Bükreş Antlaşması sonucunda da Rusya'ya bırakılmıştır.
Tarihî eserler açısından zengin olan Kırım’daki önemli mimarlık eserleri arasında Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı etkisinde inşa edilen cami, saray, tekke, han, medrese, türbe, çeşme gibi yapılar yer almaktadır. Fakat bu yapıların çoğu gerek Çarlık gerekse Sovyetler Birliği dönemlerinde, özellikle de 1944’te Kırım Tatar Türklerinin Kırım’dan sürgün edilmesi ile başlayan süreçte ne yazık ki büyük bir yıkıma uğramıştır.
Gaspıralı İsmail Bey'den Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu'na...
Son bir asır dikkate alındığında Kırım denince akla üç önemli isim gelmektedir. Bunlar fikir adamı Gaspıralı İsmail Bey(1851-1914), romancı Cengiz Dağcı(1919-2011) ve siyaset adamı Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu(1943)'dur. "Dilde, işte, fikirde birlik" sözü dillere pelesenk olan İsmail Gaspıralı, Kırımlı Türklerin hissiyatına "Tercüman" olmuştur. Türklerin ebedî birliği ve beraberliği için son nefesine kadar gayret sarf etmiştir. Yine tanınmış bir Kırımlı olan Cengiz Dağcı, romanlarında XX. yüzyılda Kırım Türkleri’nin Sovyet zulmü altında çektikleri acıları anlatır. Savaşın ve acıların tam ortasında kaldığı için romanlarının çoğu otobiyografik nitelikler taşır. Kırım davasını gönüllere nakşeden Dağcı, yaygın tabirle Kırım'ın "Ebedî Sesi'ydi. Abdülcemil Kırımoğlu ise tabir caizse 78 yıllık ömrünü Kırım davasına adayan, on sözünden dokuzu Kırım olan bir Türklük sevdalısıdır.
Kırım'ın başbuğu ve yaşayan efsanevi lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu'nu, vaktiyle kaleme aldığım bir şiirimde şöyle anlatmıştım: "Bozköy'de başlamıştır çileli hayatına/Tam üç çeyrek asırdır Kırım düşer yâdına/Omzunda taşıyorken mukaddes davasını.../Yüreğinde hissetti hürriyet havasını/Parçalamak istedi esaretin ağını/Başına taç eyledi Kırım'ın bayrağını/Kırım Tatarlarına umut ve ışık oldu/Tutsaklık ateşinde Kırım'a âşık oldu/Mecnunca sevdalıydı, Kırım onun Leylâ'sı/Akmescit göklerinin oydu nurdan aylası/Bir ömür âb-ı hayat verdi gonca güllere/Sürgüne mahkum oldu, düştü yaban ellere/Çağlar boyu sönmeyen meşaleyi yaktı o/Düşlerinde Salgır'dan ta Azak'a aktı o//Zifiri gecelerin apaydınlık tan'ıydı/Kırım Tatarlarının millî kahramanıydı/Yanardağa atıldı, alevi avuçladı/Kırım'ın davasında Moskof onu suçladı/Gözünden hiç gitmedi Ayserez hatırası/Kırım esir kaldıkça derinleşti yarası/Vahdetin sofrasında ağıyı bal eyledi/Çıkmaza düştüğünde duayı yol eyledi/Yetim balaya baba, öksüze ana oldu/Aç kurtların ininde kuzudan yana oldu /Karanlığa nur oldu, doğruldu bir dev gibi/Vatan için yaşadı, mukaddes ödev gibi/Sürgün ve hapislerde Kırım'ın sesiydi o/Çekiç örs arasında kutlu nefesiydi o//Esir soydaşlarının derdine hemdert oldu/Düşmanlarına bile ömür boyu mert oldu/Ona gıpta eylerken sabır sarmaşıkları.../Onu yol başçı bildi Kırım'ın âşıkları/Baskılar karşısında eğilip bükülmedi/Özgürlük savaşında cepheden çekilmedi/Dağıtmaya çalıştı esaretin pusunu/Yüreğinde yaşadı Kırım'ın kâbusunu/Rusya'sı,Ukrayna'sı Kırım'a dadanmıştı/Mustafa Abdülcemil, Türklüğe adanmıştı/İçinden atamadı tasayı ve kederi/Kırımoğlu, Kırım'ın efsanevî lideri/Nice soylu kavgada hep önden gidendir o/Kırım'ın uzağında yanmadan tütendir o."
Son söz yerine yahut dinmeyen "Kırım Hasreti"
Köklerden göklere uzayıp giden koca bir çınar olan Kırım, bizim kadim tarihimizde çok kıymetli bir yerde durur. Kırım bizim gönül bağımızın açmadan soldurulmaya çalışılan nadide çiçeğidir. Kırım birlik ve beraberliğin timsalidir. Gönül teknemizin has hamurudur Kırım. Vaktiyle Kırım'a ve Kırım'ın güzel insanlarına olan derin sevgimi ve muhabbetimi "Kırım Hasreti" adlı şiirimde şöyle dile getirmiştim: "Kalbimizi titreten yanık bir türküsün sen/Gönülde tazelenen nazenin ülküsün sen/Boynumuz bükük kalır boynun bükük kaldıkça/Mâziyi yâd eyleriz hayallere daldıkça /Seni ele yâr etti güçlülerin atası/Düşlerimi kanatır hüzün yarımadası/Kırım Tatarlarının taşırsın izlerini/Söyle kim kör eyledi vicdanın gözlerini?/Bizi teselli eyler şanlı mâzinin yâdı/Akmescit'ten duyulur öksüzlerin feryadı//Uzağına düşenler, adını anar durur/Bahtı kara Kırım'a yürekler yanar durur/Sitemim Moskof'adır, sana değil sitemim/Sen özgür kalmadıkça dinmeyecek matemim/Güller boynunu bükmüş, susmuş şeyda bülbüller/Rengini, kokusunu yitirmiş mor sümbüller/Balyozla kırılmıştır özgürlüğün kanadı/Vicdanları kanattı Moskof'un kör inadı/Dizlerden derman gitmiş, sarp dağları aşan yok/Ey şimalin aslanı, imdadına koşan yok!/Bugünkü ahvaline hayret eden yok şimdi/Düzlüğe çıkman için gayret eden yok şimdi//Özgürlük savaşçısı İsmail Gaspıralı /Bir millet doğranırken kimse değil oralı/Bütünün yarısısın, öbür yarın bizdedir/Bir ayağın çukurda, bir ayağın düzdedir/Ateşten bahçelerin kırıl(g)an gülüsün sen/Moskof'un kıskacında şimdi bir ölüsün sen/Zaferi düşte görür özgürlük savaşçısı/Mustafa Abdülcemil, Tatar'ın yol başçısı/Evlâdın Cengiz Dağcı kucağında uyuyor/Attığın çığlıkları sağır sultan duyuyor/Dünyaya haykırmalı Kırım'ın davasını/Ölmeden solumalı Akmescit havasını//İklimin soğuk ama yüreğin sıcak senin/Mütebessim nazarın mazluma kucak senin/Ey hüzün coğrafyası, alamadın bir nefes!/Yurdundan evlâ değil bülbüle altın kafes/O kelepçeli hâlin içimizi acıtır/Baş tacı ettiklerin başımızın tacıdır/Kan kırmızı şafakta gölgenden kan çekilir/Seni üzgün gördükçe bedenden can çekilir/Gün gelecek Kırımlı yurduna kavuşacak/Yeşerecek bahçeler, kederler savuşacak...
Kederli ve acılı bir coğrafya olan Kırım'ın derdi bitecek gibi değil. Bugün güzel Kırım Yarımadası yasa dışı uyduruk bir halk oylamasıyla ne yazık ki yine Rusya tarafından ilhak edilmiştir. Görüldüğü gibi Rusya'nın Kırım planları dün olduğu gibi bugün de hiç bitmemiştir.
Türkiye için çok önemli bir jeopolitik konumu olan ve tarihî bağlarımız bulunan Kırım'ın yayılmacı Rusya tarafından işgal edilmesi bizim için de bir meseledir ve de önemli bir tehdit unsurudur. Zira Karadeniz'deki hakimiyet Kırım'dan geçer. Bizim Kırım'la köklü (tarihî) kardeşlik bağlarımız vardır. Kırım'a doğrultulan namlu en çok da bize doğrultulmuştur. Öte yandan Kırım'ın haklarını ve halklarını koruma sorumluluğumuz da vardır. Bu anlayışla Kırım'daki ağırlığımızı korumalı, oradaki halkları ezdirmemeliyiz.
HAYATIN OLMAZSA OLMAZ İKİ DEĞERİ: AHLÂK VE ADALET
M. NİHAT MALKOÇ
Toplumlar ancak adaletle soluklanır.
Türkçeye Arapçadan geçen, hepimiz için ekmek ve su kadar elzem olan adaletin lügatlerdeki anlamı "Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması; hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme; herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, doğruluk" şeklindedir. İslâm düşüncesinin köşe taşlarından biri olan Mevlâna Hazretleri adaleti "her şeyin yerli yerinde olması" şeklinde izah ederek bu konuda şunları söylemiştir: "“Adalet demek, her şeyi yerli yerine koymak demektir. Ayakkabı ayağındır. Külah da başa aittir. Adalet atın kapıda durması, sultanın da baş köşede oturmasıdır. Adalet nedir? Ağaçlara su vermektir. Zulüm nedir? Dikene su vermektir. Adalet, bir nimeti yerine koymaktır. Her su emen kökü sulamak değildir. Yani hakkı hak sahibine vermektir. Bir şeyi lâyık olmayana vermek ise zulümdür.”
Dünyanın en zor, zor olduğu kadar da en asil vasfıdır adil olmak. Belki bedel ister ama bir o kadar da şeref kazandırır insana. Adaletin olmadığı yerde ahlâk ve onur aramak beyhudedir. Bizler "Bir saat adaletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten daha hayırlıdır." diyen bir peygamberin şerefli ümmetiyiz. Gerçek adalet olsaydı silahlara ihtiyaç kalmazdı.
Toplumlar ancak adaletle soluklanır. Adaletsizlik insanlığı izzetsizlik komasına sokan bir felâkettir. Bilerek veya bilmeyerek yapılan her adaletsizlik, ucu nereye varacağı belli olmayan kargaşalara gebedir. Devletin yerinde ve zamanında temin edemediği adaleti vatandaş kendisi sağlamaya çalışır. Bu da kaosun fitilini ateşlemekten farksızdır. Zira adalet vaktinde uygulanmadığında ve ahval içinden çıkılmaz bir noktaya geldiğinde asayiş sıkıntıları bir domino taşı gibi birbiri ardınca gelir. Bu da devletler için sonun başlangıcıdır.
Tanzimat Edebiyatı'nın “Vatan Şairi” olarak nitelendirilen güçlü isimlerinden Namık Kemal “Hürriyet Kasidesi” adlı meşhur şiirinde zamanın yöneticilerinden şikâyet eder. Bunu şu dizelerinde veciz bir biçimde dile getirir: “Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten/ Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten”(Çağın değer yargılarını doğruluktan ve samimiyetten sapmış görerek kendi arzumuz ve saygınlığımız ile devlet kapısından ayrıldık.)
İnsanlar, tabiatı gereği birlikte yaşamak zorundadır. Çünkü toplumsal bir varlıktır insan. Bir arada yaşayan insanlar, ilişkilerinde çıkmaza girdiğinde adalet mekanizması devreye girer. Bilerek veya bilmeyerek yapılan her adaletsizlik, ucu nereye varacağı belli olmayan kargaşalara gebedir. Devletin yerinde ve zamanında temin edemediği adaleti vatandaş kendisi sağlamaya çalışır. Bu da kaosun fitilini ateşlemekten farksızdır.
Adaletin olduğu yerde huzur ve insicam vardır. Adalet çeşmesinin oluklarından hüzün değil sevinç gözyaşları damlamalıdır. Güçlünün adaleti değil adaletin gücü temel şiarımızdır.
Adalet, bir nesneyi olması gerektiği yerde tutmaktır.
İnsanlar, tabiatı gereği birlikte yaşamak zorundadır. Çünkü toplumsal bir varlıktır insan. Bir arada yaşayan insanlar ilişkilerinde çıkmaza girdiğinde adalet mekanizması devreye girer. Bu noktada son sözü adalet söyler. O meşhur tabirle "Şeriatın kestiği parmak acımaz."
Adaletin olduğu yerde huzur ve insicam vardır. Adalet çeşmesinin oluklarından hüzün değil sevinç gözyaşları damlamalıdır. Güçlünün adaleti değil adaletin gücü esas alınmalıdır.
Adalet, bir nesneyi olması gerektiği yerde tutmaktır. Haklıya hakkını geciktirmeden vermektir adalet. Vaktiyle kaleme aldığım "Adalet Güzellemesi" adlı şiirimde adaletin güzelliklerini, adaletsizliğin doğuracağı vahim neticeleri şöyle dile getirmiştim: "Mizanı berk tutar, hakikat söyler/Vicdandan gönüle akar adalet…/Eşittir gariple ağalar, beyler/Hak penceresinden bakar adalet//Hukuksuzluk kıştır; boran, tipidir/Adalet kurtuluş, Hakk’ın ipidir /Karanlığa doğan ışık gibidir/Gönül göğümüzde çakar adalet//Adalet ölmüşse kokmuştur zaman/Ümitvar gönülde tükenir güman?/Kaplar ruhumuzu zifiri duman/Sana pek yakışır vakar adalet//Eğriden uzaktır, gider düzüne/İzini iz eyler Hakk’ın izine/Parmağını sokar zulmün gözüne/Hakikat mumunu yakar adalet//Hakk’ın dostlarından bize yadigâr/Adiller yurdudur bu kutlu diyar/Zulmün yarasına dermansın ey yâr!/Nefret duvarını yıkar adalet//Huzuru getirir; şehrime, dağa/Hakikat türküsü söyletir çağa/Aynı sofradan yer maraba, ağa/Uçurumdan düze çıkar adalet//Hukuku çiğneyen, cinnetimsin sen /Gül yüzlü adalet, cennetimsin sen/Hakk’a karşı şükrüm, minnetimsin sen!/Zulmün boğazını sıkar adalet//Seninle ruhuma inşirah iner/Mazlumların kızgın gözyaşı diner /Dünyaya Ömer’in kokusu siner/Yolsuzu yoluna sokar adalet//Sözler anlatamaz gül cemalini/Değişmem bir şeye dost kemâlini/Vasfedemez kalem vakur hâlini/Goncagül misali kokar adalet."
Devleti idare edenler, içimizden çıkan insanlardır. Biz nasılsak onlar da bizim gibidir. Zira onlar da bizim gibi bu toplumda yetişti. Onlardaki kusurlar, bizim kusurlarımıza çok benzer. İdareciler ailelerinden, okuldan ve toplumdan öğrendikleriyle şahsiyetlerini şekillendirmişlerdir. Onların karakterindeki güzellikler de, çirkinlikler de bu toplumu meydana getiren fertlerin birikimlerinin yansımalarıdır. Onlar aynadan yansıyan suretlerdir.
Unutulmamalıdır ki toplum ve onu meydana getiren fertler iyi olursa idareciler de iyi olur. Yönetim kademelerindeki kötüler, iyilerden daha fazlaysa bu durum o toplumun çürümüşlüğünü de gösterir. Demek ki o toplumda kötü davranışlar zaman içinde görmezlikten gelinmiş, bu vurdumduymaz tavır ve davranışlar zamanla yönetim mekanizmasına sirayet etmiştir. Bu durumda öncelikle kendimizi suçlamamız, düzeltmeye de kendimizden başlamamız gerekir. Zira herkes evinin kapısını süpürürse sokaklar tertemiz olmaz mı?
Adalet, dünyayı ayakta tutan devasa bir fil ayağıdır. O ayak ne kadar güçlü olursa ve yere sağlam basarsa dünya ve içindekilerin bugünü ve yarını o derece emin olur. Mülkün temeli olan adalet, zulüm kılıcına karşı sağlam bir kalkandır. Adil olmayan dünya ruhsuzdur.
Maazallah bir gün sanık sandalyesine oturduğumuzda hukuk ve onun en tatlı meyvesi olan adalet hepimize lâzım olacaktır. O konuma düşmeden adil olmayı öğrenmeliyiz.
Altı asır boyunca üç kıtaya hükmeden ve "devlet-i ebed müddet" olarak telâkki edilen Osmanlı Devleti'ni ayakta tutan en önemli amil her şartta adalete sadık kalışıydı. Bu köklü devletin çöküşünün yegâne sebebi de peyderpey adaletten uzaklaşması olmuştur. Demek ki adalet, devletin temel direğidir. Bu direk zayıflayınca üzerindekiler de çökmeye mahkumdur.
Önce ahlâk, maneviyat yahut "yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana"
İnançlarımız ve kıymet hükümlerimiz bizi biz yapan ve bizi diğerlerinden ayıran hayatî unsurlardır. Onlar bizim adeta kimlik ve kişiliğimizdir. Dinî inançlarımız ve değerlerimiz bize dünyada nasıl hareket etmemiz gerektiğini gösterir. Bunların özü de Allah kelâmı olan ve son ilâhî kitap olarak tescil edilen Kur'an-ı Kerim'e dayanır. Ona yaklaştıkça insanlaşır, ondan uzaklaştıkça da insanlıktan çıkıp adeta canavarlaşırız. Bu noktada "takva" kavramı çıkar karşımıza. Takvayı özetle "günahlardan kaçınma" olarak ifade edebiliriz. Kalp bir gül bahçesi ise takva o bahçenin hoş kokulu iri gülüdür. Takvanın olmadığı kalpler gül yetişmeyen verimsiz ve tarumar bir bahçe gibidir. Onların boş araziden bir farkı yoktur.
Kapitalist dünya görüşü, getirdiği dayatmalarla insanlarımızı özgürleştirme kisvesi altında kelimenin tam anlamıyla esir almıştır. Başta zihinler olmak üzere, bizleri topyekûn sömürgeleştirmiştir. Her şeyi alınıp satılabilen meta haline dönüştürmüştür.
Maddeyi (parayı) hayatın öznesi kılan kapitalistler, ahlâksızlığa giden yolu sahte, plastik güllerle süslemişlerdir. Allah'ın cennetini ve cehennemini unutturma, dünyayı cennet gösterme telâşına düşmüşlerdir. Bu sayede hakikatleri perdeleyip köşeyi dönmüşlerdir.
Kapitalizm sadece paraya hükmetmiyor. Aksine kapitalizm, benliğimizi ve bilincimizi de esir alıyor. Dünyaya bakış tarzımızı, düşünce dünyamızı ve ahlâkî hükümlerimizi de hoyratça belirliyor. Kapitalizm, ahlâkı piyasa ahlâkına dönüştürerek itibarsızlaştırıyor.
İnsanın uyması gereken kural ve kaideler kapitalizmin sahte öğretileri değil Kur'an'ın her çağa hükmeden o/nurlu hakikatleridir. Yüce Rabbimiz nelere uymamız, nelerden kaçınmamız gerektiği ile ilgili olarak yüce kitabında ayetler indirmiştir. İşte bunlardan birisi de şudur: "Ey Âdem oğulları! Size hem edep yerlerinizi örtecek bir elbise, hem de giyinip süsleneceğiniz bir elbise indirdik. Takvâ elbisesine gelince, en güzel ve en hayırlı elbise işte odur. Bunlar, insanlar düşünüp öğüt alsınlar diye Allah’ın indirdiği âyetlerdendir."(A'râf 26)
Rabbimiz yüce kitabında biz kullarına "...Şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır..." (Bakara 197) diyor. Fakat bazıları bu ayete (haşa) hükmü geçmiş muamelesi yapıyor. Oysa Kur'an tüm zamanların hükümlerini içinde toplayan evrensel ve bütün zamanları kuşatıcı bir kitaptır. Hiç kimse saçmalıklarını çağın ve modernizmin gereği olarak bizlere sunamaz.
"Önce ahlâk ve maneviyat", olmazsa olmaz mottomuz olmalıdır.
Merhum Necmeddin Erbakan tarafından adeta bir slogan hâline getirilen "Önce ahlâk ve maneviyat", bugünkü gençlerin tabiriyle olmazsa olmaz mottomuz olmalıdır. Zira ahlâk, dinden de önce gelen elzem bir kavramdır. Ahlâk yoksa din de yoktur veya içi boş bir kavramdır. Zira din, ahlâkı; ahlâk da dini besleyen bengisu hükmündeki manevî kaynaklardır.
Ülkemizde ahlâk kavramı her geçen gün hayatımızdan çekiliyor. Onun yerine, bir ahlâksızlık projesi olarak bize (insan tabiatına) hiçbir şekilde uymayan Batılı değerler(!) getirilmeye çalışılıyor. Bunun bir yansıması olarak çıplaklık ve fuhşiyat (çirkin işler, günahlar) yaygınlaşıyor. Koca bir nesil gözümüzün önünde elimizden kayıp gidiyor.
Günümüzde açık saçık giyinme (çıplaklık) akıl almaz derecede arttı. Cadde ve sokaklar plaj alanına döndü. Yatakta giyindiğimiz kıyafetleri kalabalık caddelerde dolaşanların üzerlerinde görmeye başladık. Üstelik böyle giyinenleri modern (elit) etiketiyle onure ediyorlar. Yakın geçmişte göbeği açık ve dekolte kıyafetle cadde ve sokaklarda dolaşan çok az kişi görürdük. Yani eskiden bu görüntüler istisnaydı. Fakat bugün gelinen noktada bunun bir istisna olmaktan çıkıp bir modaya ve özentiye dönüştüğünü ve akıl almaz boyutta çoğaldığını üzülerek görmekteyiz. Bu sadece belli şehirlerle sınırlı bir durum değildir. Başta büyük şehirlerimiz olmak üzere, Türkiye genelinde böyle bir açıklık saçıklık söz konusudur.
Bugünkü çıplaklık meselesine değindiğimizde bazıları bunu özel hayata müdahale olarak görüyor ve bizi aforoz etmeye kalkıyor. Fakat bilinmelidir ki bu toplumun bin yıllık gelenekleri, inançları ve teamülleri vardır. Bizler de bu toplum içerisinde yaşıyoruz. Bu, "Nefsini terbiye edip etrafına değil, önüne bakarsan hiçbir şey olmaz." demekle geçiştirilecek kadar basit bir durum değildir. Bunu, bu uygunsuz görüntülerden rahtsız olan kişilerin nefis terbiyesiyle geçiştirilecek bir durum olarak görmek kimsenin haddi ve hakkı değildir. Meseleleri görmezden gelmek asla çözüm olamaz. Zira tozları halının altına süpürmekle temizlik olmuyor. Üryan üryan dolaşanların diğer kişileri günaha sokma hakkı yoktur.
Mehmet Akif'in dediği gibi “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile."
Son çeyrek asırda Türkiye’de büyük bir ahlâk erozyonu yaşanıyor. Ahlâksızlık değişmez moda olmuş ne yazık ki. Büyük lafı dinleyen yok. Gençlerimiz binmişler bir alâmete gidiyorlar kıyamete. Sözün bu noktasında Mehmet Akif’in şu dizeleri geliyor aklıma: “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile.../Adam aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!/Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir; /Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir” Merhum Mehmet Akif sanki bugünkü çirkin tabloyu anlatıyor bizlere.
Türkiye’de ahlâksızlık en çok görsel medya(televizyonlar) üzerinden besleniyor. Siyah beyaz tek kanallı zamanlardan, renkli çok kanallı bugünlere gelindiğinde çok şey değişti. Son yıllarda televizyonlarda bir dizi furyası baş gösterdi. Dizilerde kız erkek ilişkileri dinî değerlerle hiç mi hiç uyuşmuyor. Aksine bu diziler bize, alışık olmadığımız, fıtratımıza uymayan bir hayatı sunuyor. Diziler çıplaklığı bir hayat tarzı olarak izleyicilere dayatıyor.
Türkiye’de görsel medya üzerinden ahlâksızlığı yaygınlaştırmak için proje üstüne proje gerçekleştiriliyor. Bir kısım televizyonlar ahlâksızlığa büyük bir iştahla hizmet ediyor. İnsanlar ahlâka mugayir açık saçık programları seyrederken kendisini Brezilya’da yahut Rusya’da sanıyor. Türkiye’de böyle şeylerin olabileceğine inanamıyor. Nikâhsız hayat, zina, çarpık ilişkiler, aldatma, lüks hayat, emeksiz kazanç gibi olumsuzluklar ne yazık ki teşvik ediliyor. Dizilerde ve filmlerde şiddet meşrulaştırılıyor. Ahlâksız bir nesil yetiştirmek için bütün imkânlarını seferber ediyorlar. Çocuklarımızın beynini yıkıyorlar. Zehiri bal diye sunuyorlar. Bütün bunlar olurken kimsede ciddi bir tepki yok. Oysa her geçen gün çocuklarımız elimizden kayıp gidiyor. Koca bir nesil uçuruma doğru sürükleniyor.
Televizyonlardaki ahlaksızlıkların hangi birinden bahsedeyim ki?... Neresinden tutsan eline geliyor. Allah aşkına, saatlerce süren ahlâksız programların kime ne faydası var? Bir şey mi öğretiyorlar: Hayır!... Beş on kişinin rezillikleri Türkiye’yi ne alâkadar eder. Bu gibi programlar “İnadına mini etek giyilecek, inadına soyunacağız” diyenlerin düşüncelerine hizmet ediyor. Müslüman Türkiye kimsenin zehir tarlası değil. Herkes ne yaptığını bilecek. RTÜK bu gibi programları yayından kaldırmalıdır. Aksi hâlde böyle programlara göz yuman RTÜK’ün saygınlığı ve varlık sebebi tartışmaya açılmaya namzettir. Benden söylemesi…
Ahlâk ve adalet hayatın olmazsa olmaz iki mümtaz değeridir.
Ahlâk ve adalet hayatın olmazsa olmaz iki mümtaz değeridir. Bu dünya gurbetinde huzur ve sükun arıyorsak onlara sımsıkı sarılmalıyız. Sözlerimi, vaktiyle kaleme aldığım dua hükmündeki mısralarımla bitirmek istiyorum: "Tek dileğim budur Rabbim!/Ahlâkımı güzelleştir/Ahlâk berrak sudur Rabbim!/Ahlâkımı güzelleştir//Ahlâksızın ruhu açtır/Arınmaya pek muhtaçtır /Güzel ahlâk baş(t)a taçtır/Ahlâkımı güzelleştir//Yüreğime sevdir seni/Kaldır orta yerden teni /Muhabbette var et beni/Ahlâkımı güzelleştir//Kötülerden uzak eyle!/Zalimlere tuzak eyle!/Yüreğimi apak eyle!/Ahlâkımı güzelleştir//Seni sevmek benim kârım /İçimdedir kızgın narım /Gülümsesin gülbaharım/Ahlâkımı güzelleştir//Muhtaçlara el olayım/Bikeslere dil olayım/Diken değil, gül olayım/Ahlâkımı güzelleştir//Kavi eyle imanımı/Keskin eyle izanımı/Güçlü eyle mizanımı/Ahlâkımı güzelleştir//İnanmayan sert bir taştır /İmanımı koyulaştır/Hakikate tez ulaştır /Ahlâkımı güzelleştir//Gönül sana ermek ister/Can mülkünü vermek ister /Gonca güller dermek ister/Ahlâkımı güzelleştir."
PROF. DR. MEHMET HANEFİ BOSTAN'IN ARDINDAN
M. NİHAT MALKOÇ
Nihai kaderimiz olan ölüm, her geçen gün yalnızlaştırıyor bizi. Gün geçmiyor ki çok zor yetişen bir değerimizi, bir değerlimizi kaybetmeyelim. Bizler gidenlere üzülsek de hayata kaldığımız yerden devam ediyoruz. Zira kader çizgimiz bizi buna mecbur kılıyor.
Bu ülkede kalifiye insan öyle kolay yetişmiyor. Ona rağmen değerlerimizin değerini ancak kaybettiğimizde anlıyoruz. Fakat o zaman da ne yazık ki iş işten geçiyor.
Trabzonlu bir bilim adamı olan Prof. Dr. Mehmet Hanefi Bostan, henüz 66 yaşındayken amansız bir hastalığa yenik düştü. Türk Eğitim-Sen İstanbul 1 No’lu Şube Başkanı, Türkiye Kamu-Sen Merkez Denetleme Kurulu Başkanı ve Marmara Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Tarih Bölümü, Yeniçağ Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi de olan Prof. Dr. M. Hanefi Bostan kıymetli bir akademis
Nihat MalkoçKayıt Tarihi : 29.6.2023 13:52:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!