HUZUR'DAN "BURSA'DA ZAMAN"A: AHMET HAMDİ TANPINAR
M. NİHAT MALKOÇ
Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk Edebiyatı'nın kilometre taşlarından biridir.
Türk Edebiyatının kilometre taşlarından biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901 tarihinde, yirminci yüzyılın ilk senesinde İstanbul’da, Şehzadebaşı’nda dünyaya gelmiştir. O, “romancı, öykücü, şair, öğretmen, çevirmen, edebiyat tarihçisi, siyasetçi” vasıflarıyla medeniyetimize hizmet etmiştir. Görüldüğü gibi o, çok yönlü bir aydınımızdır.
Tanpınar’ın babası naiplik ve kadılık görevlerinde bulunan, Antalya Kadılığında vazifeliyken emekli olan Hüseyin Fikri Efendi’dir. Aslen Batum kökenli olan bu aile Mızrakçıoğulları veya Müftîzâdeler diye de bilinirler. Annesi Trabzonlu Kansızzâdeler’den deniz yüzbaşısı Ahmet Bey’in kızı Nesibe Bahriye Hanım’dır. Ahmet Hamdi, söz konusu ailenin üç çocuğundan en küçüğüdür. O da memur bir babanın çocuğu olmanın getirdiği sürekli yer değiştirme sancılarını derinden yaşamıştır. Eğitimini farklı okullarda sürdürme mecburiyetinde kalmıştır. Hatta annesi bu yüzden Musul’da tifüse yakalanarak vefat etmiştir. Çocuk denecek yaşta annesini kaybeden Tanpınar, bunun ruhî sancılarını hep yaşamıştır.
Bir memur çocuğu olan A. Hamdi Tanpınar’ın çocukluğu Ergani Madeni, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya’da geçmiştir. İlk olarak İstanbul’da Ravza-i Terakkî İbtidâî Mektebi’nde okumuştur. Daha sonra eğitimine Sinop ve Siirt rüştiyelerinde, Siirt Katolik Dominiken misyonerlerinin özel okulunda, Kerkük, Vefa ve Antalya liselerinde devam etmiştir. 1918 yılında İstanbul’a gelerek bir sene Baytar Mektebinde yatılı okumuştur. Bu bölümü sevmemiş olacak ki ertesi yıl Darülfünun Edebiyat Fakültesine kaydını yaptırmış, ömrü boyunca sürecek olan edebiyat macerasına başlamıştır. Zihnini inşa eden bu güzide okulda, başta Yahya Kemal olmak üzere, Mehmet Fuat Köprülü, Cenap Şahabettin, Ömer Ferit Kam, Babanzâde Ahmet Naim gibi, sahalarında ekol olmuş hocaların derslerinden ruhunu beslemiştir.
Tanpınar, Cumhuriyet Dönemi aydınları içinde müstesna bir yere sahiptir.
Tanpınar, 1923’te "Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i" konulu teziyle okulundan mezun olarak öğretmenlik hayatına atılmıştır. Mezuniyetinden sonra sırasıyla Erzurum (1923), Konya (1926), Ankara (1927) ve İstanbul Kadıköy (1932) liselerinde, Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü’nde (1930) öğretmenlik görevinde bulunmuştur. Ahmet Haşim ölünce onun Güzel Sanatlar Akademisi’nde bıraktığı boşluğu doldurarak “Estetik Mitoloji” derslerine girmiştir.
1939’da Edebiyat Fakültesi bünyesinde XIX. Asır Türk Edebiyatı adıyla bir kürsü kuruldu. Tanpınar, zamanın Maarif Vekili Hasan Âli Yücel tarafından bu kürsüye profesör olarak tayin edildi. 1943-1946 yılları arasında TBMM’de Maraş milletvekili olarak bulundu. Ardından Millî Eğitim Bakanlığı’nda orta öğretim müfettişliği yaptı. 1949’da Edebiyat Fakültesi’ndeki kürsüsüne geri döndü. Ömrünün son senelerinde sağlık sorunları bir türlü yakasını bırakmadı. 23 Ocak 1962 tarihinde kalp krizi neticesinde hayata veda etti. Cenazesi İstanbul’un en büyük selatin camilerinden biri olan Süleymaniye’de kılındı. Ardından ömrü boyunca sevdiği ve saydığı hocası Yahya Kemal’in Rumelihisarı’ndaki mezarının yanına defnedildi. Mezar taşına da, içinde büyük bir felsefî derinlik taşıyan ve fizikî hakikatin şairane bir ifadesi diyebileceğimiz “Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında.” dizeleri yazıldı.
Cumhuriyet dönemi aydınları içerisinde müstesna bir yere sahip olan Ahmet Hamdi Tanpınar hem Batı(Garp)’yı, hem de Doğu(Şark)’yu çok iyi bilen ve bu iki farklı kültür sahasına dair isabetli analiz ve sentezler yapabilen ufku geniş bir münevverdi. Değişik zamanlarda Avrupa’nın değişik ilim merkezlerinde tertiplenen ilmî kongrelere iştirak etmiştir. Başta Fransa olmak üzere; İngiltere, Belçika, Hollanda, İspanya, İtalya, Almanya ve Avusturya’yı görme imkânı bulmuştur. Oradaki aydınlarla ilmî istişarelere katılmıştır.
Tanpınar sadece şiir yazmamış, poetik anlamda şiir hakkında düşünmüştür.
Ahmet Hamdi Tanpınar; şiirin teorisini de, pratiğini de çok iyi bilen, derin bir muhayyileye sahip müstesna bir insandır. O; sadece şiir yazmamış, şiir hakkında düşünmüş, şiirine dair poetik kanaatler ortaya koyarak bunları okurlarıyla paylaşmıştır. “Edebiyat Üzerine Makaleler” isimli kitabında yer alan “Şiir Hakkında I”, “Şiir Hakkında II”, “Şiir ve Rüya I”, “Şiir ve Rüya II”, “Şiir ve Dünya Ölçüsü”, “Şiirin Peşinde” adlı yazılar onun şiire dair düşüncelerine ayna tutmaktadır. Fakat onun poetikasının en bariz tecessümü “Kerkük Hatıraları” ve “Antalyalı Genç Kıza Mektup” isimli yazılarında kendini gösterir. “Bu mektubu biraz da çocukluğuma göndermiş gibiyim” dediği “Antalyalı Genç Kıza Mektup” yazısında çocukluğunda bilinçaltına yerleşen ve ilerleyen yıllarda şiirine temel teşkil eden hadiselerin kaynaklarından bahseder. Devamında şiirinin ana çizgilerini şöyle paylaşır:
“Bence şiir bir şekil meselesidir. Şekil her şeyden evvel dilin vezin ve kafiye ve şiire ait diğer kaideler yavaş yavaş bizde şahsî bir teknik haline gelirler. Ve dile bu sayede, evvelâ kendi sesimiz ve biraz da o yolla ve onunla beraber benliğimiz, iç hayat tecrübelerimiz girer. Sesten çok bahsettim; çünkü insan biraz da sestir. Sesimiz nabzımızla değişir. Alelade konuşma anında bile -eğer çok umumi bir şeyden bahsetmiyorsak- sesimiz daima değişir. Hislerimiz, heyecanlarımız, bütün iç varlığımız sesimizdedir. Çığlık şiirin yapısıdır. Bütün mesele dili bir sesin kendisi yapmaktır. Bu, adım adım, yani mısra mısra olur. Şu halde her mısra şekildir. Sanatta hocalarımdan biri olan ve şiirlerini çok beğendiğim Stephane Mallarme mısraı, "bir çok kelimeden yapılmış hususi bir dalgalanması olan tek ve uzun bir kelime," diye tarif eder ki çok doğrudur. Valery ise, şairde kulağın daima uyanık bulunması gerektiğini söyler ki aynı şeydir. Çünkü kulağımız şiir işlerinde en büyük kontroldür. Bence şiir meselelerinde en güç şey, insanın, kulağıyla tam bir işbirliği yapmasıdır. O hem sizin olmalı, hem de sizi idare edecek kadar dışarınızda, hatta tarafsız olmalı. Ancak bu şekilde şiir nağme olur. Bizi his ve heyecanlarımıza esir olmaktan kulağımızın dikkati kurtarır. O yavaş yavaş şiirle aramıza girer, eseri geçici hislerimizin ifadesi olmaktan kurtarır. Dilin hamuruna gerektiği gibi şekil vermemizi temin eder. Şiir hakkında bu tarz düşünen, onu sonunda insandan ayıran bir adamın niçin roman yazdığını şimdi bana sorabilirsiniz. O zaman size derim ki, şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir. İşte o sustuğum şeyleri hikâye ve romanlarımda anlatırım. Onun için mümkün olduğu kadar kapalı âlemler olmasını istediğim şiirlerimin anahtarlarını roman ve hikâyelerim verir….Şiir ve sanat anlayışımda Bergson'un zaman telakkisinin mühim bir yeri vardır. Pek az okumakla beraber o da borçlu olduğum insanlardandır. Fakat 1932 yıllarında Schopenhauer ve Nietzsche'yi çok okuduğumu da hatırlatayım. Rüya meseleleri beni Freud ve psikanalistlere götürdü.”
Tanpınar’ın "Bursa’da Zaman"ı, şairin adıyla adeta özdeşleşmiştir.
Türk Edebiyatı'nın büyük şairlerine baktığımızda hemen hepsinin bir veya birkaç şiiriyle ön plana çıktıkları, diğer şiirlerinin çok da bilinmediği görülür. Meselâ Ahmet Haşim deyince "Merdiven" şiiri, Yahya Kemal Beyatlı deyince "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" şiiri, Necip Fazıl'ın "Çile", "Kaldırımlar" adlı şiirleri, Cahit Sıtkı Tarancı'nın "Otuz Beş Yaş" şiiri, Mehmet Akif Ersoy'un "Çanakkale Şehitlerine" şiiri, Ahmet Muhip Dranas'ın "Fahriye Abla" şiiri, Attila İlhan'ın "Ben Sana Mecburum" şiiri, Cemal Süreya'nın "Üvercinka" şiiri, Cahit Zarifoğlu'nun "Yedi Güzel Adam" şiiri, İsmet Özel'in "Amentü" şiiri, Faruk Nafiz Çamlıbel'in "Han Duvarları" şiiri, Sezai Karakoç'un "Monna Rosa" şiiri bunlar arasında pekala sayılabilir. İşte öyle de dillerden düşmeyen "Bursa’da Zaman” şiiri Ahmet Hamdi Tanpınar’ın adıyla özdeşleşmiş güzel bir şiirdir. Ahmet Hamdi Tanpınar deyince "Bursa'da Zaman", "Bursa'da Zaman" deyince de Tanpınar gelir akıllara. O derece birbirini çağrıştırırlar.
Osmanlı'nın ilk payitahtı olan Bursa, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın muhayyilesinde geniş yer edinmiş müstesna bir şehirdir. Öyle ki "Beş Şehir" adlı kıymetli eserinde konu edindiği beş şehirden biri de Bursa'dır. Bursa, onun gözünde bir şehirden öte bir hatıralar meşceridir. Usta şair Ahmet Hamdi Tanpınar, Bursa için "Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum." diyerek onun mâziyle olan bağını ön plana çıkarmıştır. Tanpınar'ın "Bursa'da Zaman" şiiri daha evvel "Bursa’da Hülya Saatleri" adıyla yazılmış, ancak daha sonra görülen lüzum üzerine "Bursa’da Zaman" olarak değiştirilmiştir. Şair, dillere adeta pelesenk olan bu kıymetli şiirinde mâziyle şimdiki zamanı "ân"da ustaca birleştirmiştir. Tanpınar, 44 mısralık bu şiirinde şimdiki zamandan geçmiş zamana geçerek o mahdut zamanı gönül aynasından yansıtmıştır.
Şair Ahmet Hamdi Tanpınar, "Bursa'da Zaman" adlı şiirinde kadim şehir Bursa'nın tarihî dekoru içerisinde zamanda yolculuk yapmaktadır. Bu aslında bir rüya hâlidir. Zira Osmanlı'nın "Ön Söz"ü (Dibâcesi) olarak nitelendirilen Bursa, bir tarih ve mânâ şehridir.
Saf (Öz) şiirin temsilcilerinden biri olan Tanpınar "Bursa'da Zaman" şiirinde, hayalen de olsa, tarihe bir pencere açarak onu temaşa ve tasvir etmektedir. Pastoral özellikler de taşıyan bu şiir, mesnevi nazım şekliyle (aa/bb/cc) ve 6+5= 11'li hece ölçüsüyle kaleme alınmıştır. Şiir bentlerden oluşmuştur. Şiirdeki zengin kafiyelerin çokluğu dikkat çekmektedir.
Şair Tanpınar "Bursa'da Zaman" şiirine "Bursa'da eski bir cami avlusu,/Küçük şadırvanda şakırdayan su/Orhan zamanından kalma bir duvar.../Onunla bir yaşta ihtiyar çınar" betimleyici mısralarıyla başlıyor. Burada sıfatlar dikkat çekiyor. Daha sonra, başta camiler olmak üzere, Gümüşlü (Osman Bey'in gömüldüğü eski Bizans manastırı), Muradiye, Nilüfer ve Yeşil Türbe gibi Bursa'yı Bursa yapan kadim değerleri ardı ardına sıralıyor.
"Bursa'da Zaman" şiirinde edebî sanatlarla desteklenmiş güçlü bir söyleyiş dikkat çeker. Meselâ sessizlik güvercin bakışına, Gümüşlü fecrin zafer aynasına, Muradiye sabrın acı meyvesine, yine Bursa'da zaman billur bir avizeye benzetiliyor. Böylece teşbih sanatı yapılıyor. Öte yandan Bursa'nın uyuması, şafağın onunla uyanması ifadeleri teşhise örnektir.
Bir huzursuzluğun romanı Huzur yahut Tanpınar'ın Mümtaz'laşması
Merhum Ahmet Hamdi Tanpınar, bir koltukta birden çok karpuz taşıyabilen ender insanlardan biriydi. Güçlü bir kalem ve kelâm sahibiydi. Şairliği, romancılığı, hikâyeciliği, eleştirmenliği ve edebiyat tarihçiliğini büyük bir muvaffakiyetle bir arada sürdürmüştür.
Tanpınar’ın “Huzur” romanı ne yazık ki bugüne kadar kıymeti hakkıyla ve lâyıkıyla bilinememiş bir şaheserdir. Bu romanda titiz bir kelime ve kurgu işçiliği göze çarpar. Bugüne kadar hakkı teslim edilmemiş olan “Huzur” çok sağlam bir biçim ve tekniğe sahiptir.
Huzur'un konusu II. Dünya Savaşı öncesinde İstanbul’da geçer. Romanda İhsan, Nuran, Suad ve Mümtaz’ın adlarını taşıyan dört bölüm ve otuz yedi alt bölüm vardır. Babasını ve annesini kaybeden Mümtaz, çocuk yaşta İstanbul’a giderek amcasının oğlu İhsan’ın evine yerleşir. Galatasaray Lisesi’ni ve Edebiyat Fakültesi’ni bitirip asistan olur. Romanın bu ana kahramanıyla Tanpınar'ın hayatlarının birçok yönüyle örtüştüğünü görüyoruz.
Açıkça görüldüğü üzere Huzur, otobiyografik özellikler taşıyan güçlü bir romandır. Yani Tanpınar'ın dününe sanat çerçevesinde ışık tutmaktadır. Romanda Tanpınar'ın aşklarından yaşadığı meselelere kadar, kendi yaşantılarını ve bunların ruhundaki tesirlerini görürüz. Romanın üçüncü kişi ağzından yazılmış olması bu gerçeği değiştirmez.
Bugüne kadar İstanbul'u anlatan onlarca roman (Üç İstanbul, Esir Şehrin İnsanları, İstanbul'un Bir Yüzü, Masumiyet Müzesi vb.) kaleme alınsa da bu şehri Huzur gibi sosyolojik ve psikolojik açılardan içten ve derinlemesine anlatan başka bir roman, sanırım, yoktur.
419 sayfadan ibaret kapsamlı bir roman olan Huzur'da, zamanda geri dönüşler sayılmazsa, anlatılan olaylar 24 saate sığdırılmıştır. Bu durum, anlatılanların ne kadar ayrıntılı ifade edildiğine de delildir. Aslında olaylardan çok, ruh tahlilleri hacmin genişlemesini beraberinde getirmiştir. Bu, aslında Türk romanında daha önceden olmayan bir durumdu(r).
Tanpınar'ın ustalık eseri olan "Huzur" ilk yayımlandığında çok da dikkat çekmemiştir. Daha çok ikinci baskıda (Tanpınar'ın ölümünden sonra) okur tarafından fark edilmiştir.
Huzur'da acılar ve hazlar iç içe ve kol koladır. Yazar, romanında iç monolog tekniğini sıkça kullanır. Romanda merkezde duran "ben", yani Mümtaz'ın bakış açısı hâkimdir.
Huzur’u herkesin okumasını, ondan herkesin keyif almasını beklemek safdillik olur. Zira “Huzur”, anlaşılması emek isteyen derin bir romandır; yani bir piyasa romanı değildir.
Cumhuriyet Dönemi edebî eleştirmenlerinden biri olan Berna Moran'ın deyimiyle "Huzur" bir huzursuzluğun romanıdır. Romanı bu şekilde nitelendiren Moran, devamında şöyle diyor: “Huzurdaki ana fikri kısaca ortaya koymak istersek bir takım değerler arasındaki çatışmayı sergilemek ve bu çatışmanın yarattığı bunalımı Mümtaz’ın kişiliğinde dile getirmektir diyebiliriz. Yani estetik değerlerle sosyo-politik değerlerin, ya da romandaki somutlaşmış şekliyle, Mümtaz’ın kişisel mutluluğu ile toplumsal sorumluluğunun çatışması. Bu değerler çatışmasını sahnelemek isteği romanın anlatım tekniğini de belirler, yapısını da.”
Şehir kitapları içinde müstesna bir yere sahip olan Tanpınar’ın Beş Şehir’i
Tanpınar sadece şiir, roman ve hikâye yazmamış, edebiyatımızın en güzel şehir yazılarını da o, kaleme almıştır. “Beş Şehir” bu sahadaki çalışmalarının ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Onun gezip gördüğü, ömrünün belli dönemlerinde yaşadığı ve bir kuyumcu titizliğiyle kaleme aldığı İstanbul, Ankara, Bursa, Konya ve Erzurum’u şanslı şehirler olarak görüyorum. Tanpınar, bu şehirlerle alakasını “hayatın tesadüfleri” olarak nitelendirse de bunlar hoş tesadüflerdir. Keşke bu şehirlere Trabzon, Edirne, Sivas, Manisa, Amasya, Kayseri, Diyarbakır gibi diğer kadim şehirlerimizi de ekleseydi demekten de kendimi alamıyorum.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’i bu alanda yazılan gezi yazılarına ve seyahatnamelere benzemez. Zira o, bu güzide eserinde ele aldığı şehirlere dair kuru tarihî malumatlar vermez. Bu kitap bildiğimiz türden bir gezi rehberi de değildir. Bugüne kadar aşılamayan bu kıymetli eser, tarihle coğrafyanın mâzi, hâl ve istikbal kavşağında duygu süzgecinden geçirilmiş hâlidir. Şehirlerin geçen zaman içerisinde şekillenen ruhunu dile getirir. Onun Beş Şehir’e dair şu kanaati bize yol gösterir: “Beş Şehir'in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir.”
Mâzi, hâl ve istikbal arasında muhkem bir köprü: Tanpınar Külliyatı
Şiir, roman, hikâye, deneme, eleştiri, edebiyat tarihi, inceleme ve araştırma gibi edebiyatın hemen her türünde eser veren Tanpınar, Türk edebiyatının zengin bir rezerv kaynağıdır. Onun eserlerini bir kez okumak yetmez. Her cümlesi, her dizesi üzerinde derinleşebilmek için mükerreren okunmalıdır. Ülkemizde şiir tahlilleri sahasında çığır açan çalışmalara imza atan Prof. Dr. Mehmet Kaplan, “Ben Tanpınar’a her dönüşümde yeni bir şeyler öğrendim.” diyerek bu gerçeği teslim ediyor. Sonra da aynı Kaplan “Tanpınar, Türkçede edebî ve fikrî yazıları tekrar tekrar okunmaya değer, her okuyuşta insanın yeni bir şeyler bulabileceği nadir yazarlardan biridir.” diyerek iddiasını perçinleştiriyor.
Velût bir yazar olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın basılan ilk eseri hikâye türünde kaleme aldığı Abdullah Efendi’nin Rüyaları’dır. 1943’te okurla buluşan bu kitabı 1944’te yayımlanan ve ilk romanı olan “Mahur Beste” izler. Bunları 1946 senesinde yayımlanan İstanbul, Ankara, Bursa, Konya ve Erzurum’u farklı bir üslupla anlattığı “Beş Şehir” isimli eseri takip eder. 1949 senesinde sanatkârlığının dönüm noktası meyvelerinden biri kabul edilen “Huzur” yayımlanır. Yine aynı yıl “Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi” kitabını görürüz raflarda. 1950’de “Sahnenin Dışındakiler” romanı, 1955’te “Yaz Yağmuru” hikâye kitabı, 1961’de “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanı raflardaki yerini alır. Aynı yıl Tanpınar’ın "Şiirler"i buluşur okurlarıyla. Onu 1962’de Yahya Kemal monografisi, 1969’da Edebiyat Üzerine Makaleler’i, 1970’te de “Yaşadığım Gibi” adıyla iki kapak arasına alınan, okura dil zevkini aşılayan birbirinden güzel denemeleri izler. Yarım kalmış romanı olan “Aydaki Kadın” 1987 senesinde kitap hâline getirilerek Tanpınar meraklılarının ilgisine sunulur.
7 EKİM'DEN BU YANA GAZZE'DE YAŞANAN İNSANLIK TRAJEDİSİ
M. NİHAT MALKOÇ
Gazze'de 7 Ekim 2023'ten bu yana, dehşetli bir soykırım ve zulüm yaşanıyor.
Gazze'de 7 Ekim 2023'ten bu yana, sözde medenî dünyanın gözleri önünde, dehşetli bir soykırım ve zulüm yaşanıyor. Bu alçak saldırıların başlamasından bu yana neredeyse iki senelik bir zaman doldu dolacak. Fakat o günden bugüne değin, başta İslâm âlemi olmak üzere bütün dünya üç maymunu oynuyor. Görüyorlar, görmezden geliyorlar; duyuyorlar, duymazlıktan geliyorlar; böyle olunca da hakkı ve hakikati dile getirmiyorlar (yani konuşmuyorlar). Bu tutum yüce Kur'an'ın Araf Suresi'nde (179. ayette) şöyle dile getirilir: "Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir." Böyle bir ayetin işaret ettiği sözde insanlardan olmak ne kadar da ürkütücü değil mi? Yüce Allah bizleri (b)öylesi vicdanları körelmiş insanlar zümresinden uzak eylesin.
Aksa Tufanı'ndan bugüne kadar 60 binin üzerinde Filistinli çocuk ve ihtiyar, kadın ve erkek şehit oldu. Filistinlilere kendi topraklarında bile yaşama hakkı tanınmadı. Siyonistler bu akıl almaz vahşilikleriyle ve barbarlıklarıyla kötülüğün yegâne temsilcisi olduklarını bir kere daha ispatladılar. Fakat ABD'nin ve AB ülkelerinin (özellikle Almanya'nın) İsrail'e olan desteği hiç kesilmedi. Almanya, soykırımcı liderleri Hitler'i affettirmek için günah çıkardı.
Siyonistler hakikatte kendi acı sonlarını hazırladıklarının farkında bile değiller.
Gazze'de iki yıldan beri hak, hukuk, insanlık ve adalet ayaklar altına alınarak tabir caizse paçavraya döndürülmüştür. İsrail'in zorbalıkla (eşkıyalıkla) işgal ettiği Gazze'ye insanî ve vicdanî değerler uzun zamandan beri uğramamaktadır. Şer ittifakının maddi ve manevi açıdan desteklediği saldırılar, katliam ve soykırıma dönüşmüştür. Gazze'de bir dram yaşanmaktadır. Buna savaş demek mümkün değildir. Zira Filistin'in savaşacak düzenli bir ordusu bile yoktur. Öte yandan İsrail bir devlet değil, ABD ve AB'nin destekleriyle ayakta duran bir terör örgütüdür. Bu yaşananlar bir Arap İsrail Savaşı hiç değildir. Hedef İslâm'dır.
Bozulmuş Tevrat'tan beslenen, fakat çoğu kere kitaplarında yazanlara da kulak asmayan terör devleti İsrail, Batı'nın ve ABD'nin Ortadoğu'daki bir üssüdür. Bu devletler ürettikleri yeni silahları bu acılı coğrafyada Filistinliler üzerinde denemektedirler. Yani Gazze'yi, bir çeşit açık laboratuvar, Filistinlileri de kobay olarak kullanmaktadırlar.
Bugün korkunç bir harabeye döndürülen Gazze'de yaşananlar akıllara durgunluk vermektedir. Netanyahu'nun hiçbir zaman gerçek anlamda bir devlet olamayan İsrail'i, Hitler Almanya'sının yaptıklarını gölgede bırakıyor. İnsanlıklarını çoktan kaybetmiş ve insan kasaplığına soyunmuş siyonistler, Gazze'deki mazlum kardeşlerimize her türlü işkenceyi reva görüyorlar. Gazzeliler son olarak da büyük bir açlık ve susuzlukla cezalandırılıyorlar. Öyle ki yüzlerce çocuk, kadın ve ihtiyar bu yüzden, vicdanını kaybetmiş dünyanın gözü önünde, vefat etti. Milenyum çağında insanların (çoğu henüz çocuk) açlıktan ölmesi ne demektir yahu?
Siyonistler Gazzelilerin evlerini başlarına yıkıyorlar. Onları memleketlerinden başka diyarlara göç etmeye zorluyorlar. Filistinlilerin çektiği acılar aslında yeni değildir. Bu acıların başlangıcı çok eskilere dayanmaktadır. 14 Mayıs 1948'de Müslümanlardan çalınan topraklar üzerinde kurulan İsrail'in her geçen gün zulüm ve işkencelerin dozunu artırdığı herkesin malumudur. Müslümanlar olarak inanıyoruz ki zalimlerim yaptığı zulümler asla yanlarına kalmayacaktır. Siyonistler hakikatte kendi acı sonlarını hazırladıklarının farkında bile değiller.
Gazze'de yaşanan vahşet ve soykırım, ümmetin öncelikli meselesidir.
Takdir edersiniz ki yaşlı dünyamızda bugüne kadar yüzlerce savaş yaşandı. Bu savaşlarda yüz binlerce insan öldü; milyonlarca insan yaralandı, sakat kaldı. Fakat bugüne kadar gerçekleşen savaşlar, Gazze'de yaşananlarla mukayese bile edilemez. Çünkü Gazze'de yaşanan bir savaş değil, düpedüz bir soykırımdır. Zira savaşın da bir hukuku ve âhlâkı olur. Savaşta çocuklar öldürülmez, kadınlara ve yaşlılara (genel anlamda sivillere) dokunulmaz. Savaş askerler arasında gerçekleşir. Bunda da orantılı güçler söz konusudur. Savaşta hastanelere ve okullara da dokunulmaz. İnsanların evleri başlarına yıkılmaz. Gazze'de yaşananlara baktığımızda bunun bir savaş olmadığını, soykırım olduğunu açıkça görüyoruz.
Gazze'de yaşanan vahşet ve soykırım, ümmetin öncelikli meselesiyken hiç de oralı olmadıklarını büyük bir üzüntü içerisinde müşahede ettik. Bu, o coğrafyada (genelde Filistin'de, özelde Gazze'de) yeni bir mesele değilse de son birkaç sene içerisinde siyonistler iyice zıvanadan çıktılar. Öyle ki taş taş üzerinde, baş baş üzerinde koymadılar. Alçaklıkta sınır tanımayan, iyice çukurlaşan siyonist Yahudiler 1948’den bu yana yani tam 77 yıldır korkunç bir zulüm ve vahşet siyaseti güdüyorlar. Kendileri dışındakileri insan bile saymıyorlar. Fakat Filistinli kardeşlerimiz de onların baskı politikalarına pabuç bırakmıyorlar. sadece mallarını ve topraklarını değil canlarını bile bu uğurda feda ediyorlar, geri adım atmıyorlar. Haysiyetsiz bir hayat yerine şerefleriyle aslanlar gibi ölmeyi tercih ediyorlar. Müslümanların ilk kıblesini çapulculara bırakmıyorlar, kanlarının son damlasına kadar mücadele ediyorlar. Ölümden korkmuyorlar, şahadet şerbetini kana kana içiyorlar. İşin kolayına kaçarak ve topraklarını bırakıp hicret (göç) etmiyorlar. Tüm dünyanın gözlerinin önünde canlarıyla geleceğe kalacak ve onları cennete taşıyacak kutlu bir destan yazıyorlar.
Mazlum ve mağdur Filistinli kardeşlerimiz İslâm'ın ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa düşmesin diye bunca fedakârlık yaparken biz Müslümanlar hangi ahvâl üzere akşam sabah ediyoruz? Yaptığımız yegâne şey dudak (dil) eyleminden pek de öteye gitmiyor. Sokaklarda, caddelerde protesto eylemleri düzenliyoruz. Soykırımcı siyonistleri lanetliyoruz. İslâm ülkelerinin dişe dokunur, sonuç belirler bir işi yok ne yazık ki. Başta İslâm'ın bugünkü kıblesinin içinde bulunduğu Suudi Arabistan olmak üzere Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Irak ve İran işin gırgırında. Ne yapıyorsa yine Türkiye yapıyor.
İç cephede sürekli gedik açan bazıları "Yani şimdi bunca ekonomik meselemiz dururken kalkıp da İsrail'le savaşa mı girelim?" dediğini duyar gibiyim. Hepimiz biliyoruz ki savaşı savaşla durdurmak akılcı bir çözüm değildir. Fakat savaşı başlatan ve ısrarla sürdüren İsrail'e karşı caydırıcı olmak için birlik ve beraberlik içerisinde güçlü bir görüntü vermek gerekir. Hür ve tam bağımsız olmak için ümmetin beraber hareket etmesi lâzım.
ABD, Batı ve İsrail zulmü karşısında Müslümanlar olarak neler yapabiliriz?
Gazze'de yaşanan acıları dindirmek için ümmetin bir ferdi olarak yapacağımız çok iş var. Yani "Ben bir fert olarak ne yapabilirim?" deyip bir kenara çekilemeyiz. Gazze için yapabileceklerimiz ve sorumluluklarımız, imkânlarımızda ilgili ve ilişkilidir. Bir siyasetçiyle, bir ev hanımının, bir zenginle, bir fakirin sorumlulukları aynı değildir. Herkes imkânları ölçüsünde sorumludur. Bunun ölçüsü (miktarı) ancak vicdan terazisiyle ölçülür.
Başta siyonistler olmak üzere, İslâm düşmanlarını ayakta tutan maddi imkânlarıdır. Zira dünyada ticaret onların adeta tekelindedir. Onları buradan vurabiliriz. Bununla ilgili akla boykot geliyor haliyle. Fakat sadece İsrail kökenli malları boykot etmek yetmez. İsrail'i şımartan ve ona daima destek veren (tabir caizse savaş sponsoru olan) ABD ve AB ülkelerini de boykot etmeliyiz. Hatta bizden görünen, fakat hiçbir zaman bizden olmayan Arabistan gibi ülkeleri de boykot etmeliyiz. Çünkü İsrail'e sınırsız destek veren ABD'nin baş sponsoru da, koltuklarını korumak için ona her yıl milyarlarca dolar diyet ödeyen bu Arabistan ve türevi sözde Müslüman ülkelerdir. Bir süre de olsa Arabistan'a akıttığımız para musluklarını da kapatalım. Omurgasızlıklarının bedellerini onlara da misliyle ödetelim. Örnek vermek gerekirse en basitinden bir süre de olsa umreye gitmeyebiliriz. Böylelikle onlara yanlış içerisinde olduklarını yüksek sesle ve kararlılıkla haykıralım. Belki biraz dik dururlar.
Boykotta devamlılık esastır. Hem sadece kendimiz siyonistlerin mallarını boykot etmekle kalmayıp bu konuda çevremizi de bilinçlendirip boykotun ağını genişletmeliyiz. Yediden yetmişe bütün Müslümanları boykot hususunda duyarlı olmaya çağırmalıyız. Bu aslında tercihe bağlı, keyfi bir durum değil, aksine mecburiyettir. Aşağıdaki ayet bu manada indirilmiş bir çeşit ihtardır: "Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir."(Mümtehine Suresi, 9. Ayet)
Bir Müslüman olarak soframızdakileri kardeş Filistinlilerle paylaşmalıyız.
"Müslüman'ım" demek bir iddiadır. Bunun ispatı zorunludur. Müslümanlar, kendileri gibi aynı değerlere sahip olan kardeşlerini her halükârda koruyup gözetmek mecburiyetindedir. Müslümanlar arasında kardeşlik hukuku tesis edilmelidir. Bunun tesisi için öncelikle empati (duygudaşlık) hissiyatı inkişaf ettirilmelidir. Bu konuyla ilgili birçok hadis-i şerif bizlere İslâm kardeşliğin gereğini izah etmektedir. “Sizden biriniz kendisi için sevdiğini mü’min kardeşi için de sevmedikçe gerçek mümin olamaz.” (Tirmizî, “Sıfatü’l-Kıyâme” 59) “Mü’minler birbirlerini sevmede, birbirlerine karşı sevgi ve merhamet göstermede tek bir beden gibidir. O bedenin bir organı acı çektiği zaman, bedenin diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateş çekerler.” (Müslim, “Birr” 66) “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (zalimlere de) teslim etmez. Kim din kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın (kusurunu) örterse Allah da kıyamet günü onu örter.” (Müslim, “Birr” 58; Tirmizî, “Hudud” 3)
Son iki seneden beri şiddetli bir biçimde soykırıma tabi tutulan Filistinli kardeşlerimiz için bilfiil para ve erzak yardımında bulunmak gerekir. Yardımların yerine ulaşmadığı bahanesine sığınamayız. Zira bu hususta çok titiz çalışan vakıf ve dernekler mevcuttur. Oradaki kardeşlerimizin bir somun ekmeğe ve bir kâse sıcak çorbaya muhtaç olduklarını hesap ederek bir Müslüman olarak soframızdakileri onlarla paylaşmalıyız. Böyle davranırsak soframızdakiler azalmaz, aksine çok daha bereketlenir. Zira vermekle fakir olunmaz.
Gazzeli Müslümanlar büyük ve ağır bir imtihandan geçiyorlar.
Genelde Filistinli, özelde Gazzeli Müslümanlar büyük bir imtihandan geçiyorlar. Sadece onlar değil, ümmetinin her bir ferdi de böylelikle imtihan ediliyor. Fakat iki milyarlık İslâm dünyasının iyi bir imtihan verdiği söylenemez. Öte yandan Gazzeliler başlarına ne gelirse gelsin, asla isyan etmiyorlar. En zor zamanlarda bile imanlarını, umutlarını ve Allah'a olan güvenlerini muhafaza ediyorlar. Zor bir imtihan veren Filistinliler hiçbir şekilde hak ve hakikat cephesini terk etmiyorlar. Onlar ki şeref ve vakarlarıyla şehit oluyorlar.
Başta siyonistler olmak üzere, bütün şer güçlere karşı İslâm ittifakına maddi ve manevi güç kazandırmalıyız. Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği tesis etmeliyiz. Zira karşı cepheye (Batı'ya ve ABD'ye) baktığımızda onların birbirlerini desteklediklerini ve Müslümanlara karşı güç birliği oluşturduklarını görüyoruz. Nerde bir Müslüman acı çekiyorsa ve zulme uğruyorsa kendimiz o çileyi çekmiş gibi sorumlu ve duyarlı hareket etmeliyiz. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın." gafletine ve bencillik tuzağına düşmemeliyiz.
Bir Müslüman olarak Gazzeli kardeşlerimizin her türlü acısını paylaşmalı, bu konuda belli bir kamuoyu oluşturmalıyız. Gazze, Kudüs ve Filistin'le ilgili mitinglere, panel ve konferanslara katılarak sesimizi daha gür ve etkili bir biçimde bütün dünyaya duyurmalıyız. Bu durum mazlum ve mağdur Filistinli kardeşlerimize moral ve motivasyon kazandıracaktır.
Özellikle Gazze'de olmak üzere, Filistin'in dört bir yanında türlü işkencelere ve acılara duçar olan kardeşlerimize ısrarla ve samimiyetle her zaman dua etmeliyiz. Dua deyip de geçmeyelim. Peygamber Efendimizin dediği gibi "Dua müminin silâhıdır." Yüce Allah Furkan Suresi'nin 77. ayetinin başında "(Ey Muhammed!) De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin! " buyurarak duanın hak katındaki ehemmiyetini açıkça ortaya koymuştur. Biz yeter ki ihlâsla dua edelim, yüce Mevla'mız duamıza icabet edecektir.
Vandallıktan beslenen siyonistler Ortadoğu'nun başına çökmüş bir belâdır.
Siyonizm son dönemlerde dünya politikasını belirlemede ne yazık ki çok etkili bir konumda bulunuyor. Adamlar küresel düzeydeki ekonomik ve teknolojik güçleriyle adeta dünyaya kafa tutuyorlar. Özellikle ABD'deki senato ve iki büyük politik grup olan Cumhuriyetçiler ve Demokratlar siyonistler tarafından yönlendiriliyor. Oysa dünya nüfusunu düşündüğümüzde bir avuç insandan öte değiller. Hem bütün Yahudileri siyonist olarak nitelendirmek doğru değildir. Dünyada Yahudi olduğu halde siyonist olmayanlar vardır. Öte yandan siyonist olduğu halde Yahudi olmayanlar da mevcuttur. Avrupa ve ABD'nin Yahudi olmadığı halde siyonizme destek vermesi, onları her açıdan beslemeleri bunun yansımasıdır. Batı'nın ve ABD'nin siyonizme açık ve sınırsız destek vermesi onları çok sevdiğinden değildir. Asıl sebep ta Haçlı seferlerine dayanan ortak İslâm düşmanlığıdır. Bilindik tabirle "Düşmanımın düşmanı dostumdur." düşüncesinin ete kemiğe bürünmüş hâlidir.
Ticaretten güçlenen ve vandallıktan beslenen siyonistler, fırsat buldukça bilinçaltlarındaki hayallerini (arz-ı mev'ud fikrini) hayata geçirmeye çalışacaklardır. Bu düşüncenin önündeki engelleri bir bir kaldırma niyetindedirler. Onlara karşı daima güçlü ve teyakkuzda olmak elzemdir. Onlar Ortadoğu'nun başına çökmüş püsküllü bir belâdır.
Gazze'de yaşananlar İslâm düşmanlığının somutlaşmış hâlidir.
Bugün Filistin'de sahneye konan, oyunun birinci perdesidir. Belli ki bu kanlı oyunun ikinci, üçüncü; belki beşinci perdesi de vardır. İlk perde uzun sürdüğü için ikinci perdeye henüz istedikleri gibi, ellerini kollarını sallayarak geçemiyorlar. Ölümden korkmayan ve tabir caizse ölümü korkutan kahraman Filistinliler ve onların silahlı kolu olan HAMAS çetin ceviz çıktı. Yeri geldi aç susuz kaldılar. Milenyum çağını yaşadığımız bugünkü dünyada açlıktan öldüler. Başlarını koyacakları bir yastıkları, üzerinde yatacakları bir yatakları olmadı. Evlerini, arazilerini, sevdiklerini ve canlarını kaybetseler de asla teslim olmayı düşünmediler. Onların bu dirençli duruşu, başta Türkiye olmak üzere, diğer İslâm ülkelerini de, oyunun ikinci perdesini oynama tehlikesinden şimdilik korumuş oldu. Zira siyonistlerin Yahudi inancındaki o sakat ve sapık arz-ı mev'ûd (vaat edilmiş topraklar) düşüncesi, başta Türkiye olmak üzere, birçok İslâm ülkesini tehdit ediyor. Çünkü va’dedilen topraklar Lübnan, Irak, Suriye ve Fırat havzasına kadar Anadolu’yu kısmen içine almaktadır. Siyonistler bunun peşindedir. Bunun adeta izini sürmektedirler. Fakat pabuç sandıklarından da pahalı. Zira Ortadoğu'daki omurgasız devletçikler buna izin verse de Türkiye asla müsaade etmez.
Gazze'de yaşananlar, sadece orada yaşayanları ilgilendirecek kadar dar boyutlu bir mesele değildir. Gazze'de yaşananlar İslâm düşmanlığının somutlaşmış hâlidir. Bu da gösteriyor ki oradaki hikâye sadece Filistinlilerin hikâyesi değil, Türkiye'nin, KKTC'nin, Mısır'ın, Lübnan'ın, İran'ın, Irak'ın, Suriye'nin Ürdün'ün, Umman'ın, Birleşik Arap Emirlikleri'nin, Arabistan'ın, Katar'ın, Kuveyt'in, Yemen'in, Afganistan'ın, Pakistan'ın da hikâyesidir. Hedef İstanbul'dur, Lefkoşa'dır, Şam'dır, Tahran'dır, Bağdat'tır, Amman'dır, Abu Dabi'dir, Beyrut'tur, Maskat'tır, Doha'dır, Kâbil'dir, San'a'dır, İslâmabad'dır, Mekke'dir, Medine'dir. Bunu anlamamak içi ya gaflet içinde yaşamak ya da kör olmak gerekir.
Çukurlaşan siyonistler, Ashâb-ı Uhdûd 'un bugünkü versiyonudur.
Zulümde ve alçaklıkta sınır tanımayan siyonistlerin güdümündeki İsrail, İslâm'dan önce, Allah'a inananları, ateşli hendeklere atarak cezalandıran kâfir bir topluluk olan Ashâb-ı Uhdûd 'un bugünkü versiyonudur. Akıl almaz zulümlere uğrayan Gazzeliler ise tek suçları Müslüman olmak ve vatanlarını korumak olan ve Ashâb-ı Uhdûd 'un yaktıkları kişilerdir. Yakanlar küle, yananlar ise hakikatte güle dönüştüler. Neticede hak ve hakikat nazarında kazananlar yananlar, kaybedenler yakanlar oldu. Fakat zalimler bunu idrak edemediler.
Müslümanlar, adı zulümle ve terörle özdeşleşen İsrail'i gözlerinde fazla büyütmemelidir. İsrail aslında dev görünümlü bir cücedir. Onu dev gösteren ABD ve Batı'dır. Onlar İsrail'den desteğini bir çekse İsrail'in mukavvadan sahte bir kahraman olduğu görülür. Öte yandan Ortadoğu'yu kan gölüne döndüren, Gazze'yi yakıp yıkan, Müslümanları açlığa mahkum eden İsrail, ABD'nin ve Avrupa'nın (Batı'nın) son derece kullanışlı bir aparatıdır. ABD ve Batı ülkeleri kendi dertlerine düştüklerinde İsrail iyice zayıflayacak, tehdit olmaktan çıkacaktır. Zayıf bir İsrail de onlarca Müslüman ülke arasında tutunamayacaktır. Fakat bunun için de ümmet coğrafyasının birlik ve beraberlik içinde ve de her açıdan güçlü olması gerekir.
BURSA'NIN GÖNÜL MEKÂNLARI: EMİR SULTAN CAMİİ VE TÜRBESİ
M. NİHAT MALKOÇ
Bursa deyince Emir Sultan, Emir Sultan deyince de Bursa gelir akıllara.
Bursa deyince Emir Sultan, Emir Sultan deyince de Bursa gelir akıllara. Bursa'yla Emir Sultan o derece etle tırnak gibidir. Bursalı meşhur sûfî Emir Sultan, Osmanlının dördüncü padişahı olan Yıldırım Bayezid (I. Bayezid)’in kızı Hundi Hatun ile evlenmiştir. Yani o, bu yönüyle Osmanlı sülâlesinin bir parçası ve bir padişah damadıdır.
Asıl adı Şemseddin Muhammed olan Emir Sultan, aslında Özbekistan'ın kadim şehirlerinden biri olan Buhara'da 770 (1368-69) yılı civarında doğmuştur. Nesebi Hz. Hüseyin'e dayanır. Lâkabı "Şemsüddin"dir. Kendisinin kutlu soyu yedinci kuşakta on ikinci imam Muhammed el-Mehdî el-Muntazar’a dayanır. Emir Sultan'ın babası Seyyid Ali, Buhara’nın tanınmış mutasavvıflarındandır. Halvetî şeyhidir. Annesini genç yaşta kaybeden Emir Sultan annesiz büyümüş, babası ona hem annelik hem de hocalık yapmıştır.
17-18 yaşlarında iken babası vefat eden Şemseddin Muhammed, bir süre sonra hacca gitmek üzere Buhara’dan ayrılmıştır. Birkaç sene Medine'de ikamet etmiştir. Daha sonra Bağdat’a uğrayarak tezkire müellifi Âşık Çelebi’nin ceddi Seyyid Muhammed en-Nattâ’nın misafiri olmuş, onunla birlikte Anadolu'ya geçmiştir. Karaman, Niğde, Hamîd-ili, Kütahya ve İnegöl yoluyla 1391'de, Yıldırım Bayezid zamanında, Bursa’ya varmıştır. Bursa'da kısa zamanda tanınmış ve sevilmiş, Emîr Sultan veya Emîr Seyyid adlarıyla anılmaya başlanmıştır. Sadece halk arasında değil ulemâ ve meşâyih arasında da itibar görmüştür. Kendisine Buhara'da doğduğu için "Muhammed Buhârî", Seyyid olduğu için "Emir Buhârî", I. Bayezid Han'ın damadı olduktan sonra da "Emîr Sultan" denilmiştir. Osmanlının kuruluş devrinde hayat süren; tefsir, hadis, kelâm âlimi ve mutasavvıf Emir Sultan, üç Osmanlı padişahı (I. Bayezid, I. Mehmed, II. Murad) döneminde yaşamış ve onları manen desteklemiştir.
Ömrünü Bursa'da geçiren Emîr Sultan Hazretleri 63 yaşında vefat etmiştir.
Hak dostu Emir Sultan Hazretleri, Bursa'da Şemseddin Fenârî'den dersler aldı. Bursa’da Yıldırım Bâyezîd Han tarafından yaptırılan Ulu Câmi'nin açılışında bulundu. Emir Sultan çok gayret göstermesine rağmen, Timur-Yıldırım çarpışmasının önüne bir türlü geçemedi. Emîr Sultan'ın, devamlı olarak sazdan örülmüş hasır üzerinde oturduğu söylenir. Yine onun, şu şiiri sıkça tekrarladığı rivayet edilir: "Eğer gönlün benimle olursa/Yemen’de olsan bile yanımdasın/Eğer gönlün benimle değilse/Yanımda olsan bile uzaktasın//Dinle bak Hak ne hoş söyledi/Zebur’unda Dâvûd’a buyurdu/ Düşman ol önce nefs belâsına/Ondan, bana uymakla kurtulasın//Gel şimdi sen de düşman ol nefsine/Zâyi eyle onu her ne dilerse/Sen bu işte atarak riyâyı/Kendine rehber kıl evliyâyı//Eğer anlarsan budur sana ol/Nefsinin şerrinden halâs ol/Nefsinin murâdından uzak dur/Düşersen eğer şeytana uzak dur."
Ömrünü Bursa'da geçiren Emir Sultan Hazretleri 1430'da, Peygamber Efendimiz gibi o da 63 yaşında, çok sevdiği Rabbine vasıl oldu. Cenaze namazını, vasiyeti üzerine Hacı Bayram-ı Veli kıldırdı. Kendi adını taşıyan Emir Sultan Camii'nin yanına defnedildi. Taun (veba) hastalığından dolayı vefat etmiştir. Bursalı Ahmet Paşa’nın, vefatına şöyle tarih düşürdüğü rivayet edilir: “İntikâl-i Emîr Sultan’a/ Oldu tarih intikâl-i Emir” Bu beyitteki “intikal-i emir” terkibi ebced ile Emir Sultan’ın vefatının hicrî 833 olduğunu gösterir.
Emir Sultan Hazretleri, yanlış yollara sapanlara manevî bir kılavuz (mürşit) olmuş.
Bir ömür hakikat peşinde koşan Emir Sultan; hasta gönüllerin tabibi, Bursa şehrinin manevî kutbudur. O, hasta gönülleri söz ve telkinleriyle iyileştirmiştir. Tanpınar’ın isabetli tespit ve deyimiyle ‘belki de XV. asır Türkiye’sinin halk muhayyilesine en fazla mal olmuş çehresisin.’ dediği yüce şahsiyettir. Hasta ruhlara yaydığı doyumsuz rayiha, maneviyat göklerinde uçmak için elzem olan birer kanat hükmündedir. O ki şehitlerin serdarı Hz. Hüseyin’in kokusunu yayar Bursa’nın yanık yüreğine. Hak ve hakikat dostlarını bir mıknatıs misali çeker kendine. Yanlış yollara sapanlara manevi bir kılavuz (mürşit) olur.
Ebediyetin rahmanî yüzünün nurlu akisleri onun kutlu sandukasından yansır. ‘Şemsüddin’ lâkabıyla, dinin güneşidir o. Ruhları dirilten maneviyat rüzgârları estirir Bursa’ya seherlerde. Ruhları aç ve yaraları bîilaç olanlar, onun manevî sofrasından nasiplenir. Keşmekeş ruhların düğümünü ancak o çözer. Manevî rüzgârları Bursa’ya yönelten ve şerre karşı bir zırh vazifesi gören bugünkü türbesi, sadeliğiyle insanın bu dünyada bir nefes müddetince kalıcı olduğunu haykırmaktadır. O, madden ölse de manevî yanıyla ölmedi; akıllara durgunluk veren menkıbeleriyle gönüllerde yaşamaya devam ediyor.
Erenlerin kutbudur Bursa'da medfun Emir Sultan, Bursa’nın aziz toprağı ona yorgan olmakla müşerreftir. O ki ilim meclislerinin müdavimiydi. Kutlu türbesinin etrafında yapılan erguvan bayramları hiç unutulur mu? Peygamberimizi gülle müşahhaslaştıranlar, Emir Sultan Hazretlerini de erguvanla bütünleştirmişler. O, erguvanlara kokusunu veren ermiştir.
Âşık Yunus, ne güzel anlatmış Emir Sultan'ı ve gül yüzlü dervişlerini: “Emir Sultan dervişleri/Tesbih ü sena işleri/Dizilmiş hüma kuşları/Emir Sultan tepesinde” diye…
Emir Sultan zilletin hoyrat kasırgasıyla tarumar olmuş gönülleri imar ve inşa eden güzel insandı. O, ciğerparesi hükmündeki oğlu Emir Ali, iffet abidesi kızları ve Yıldırım Bayezid Han’ın biricik kızı olan muhterem zevcesi Hundi Hatun’la sonsuzluk uykusunu uyumaktadır kutlu türbesinde. Ruhları dirilten o müşfik rüzgârı esip durmaktadır Bursa'ya.
Bursa'nın kutlu mabedi Emir Sultan Camii aslında tek bir camiden ibaret değildir.
Yeşil Bursa ve Emir Sultan deyince devamında Emir Sultan Camii gelmektedir akıllara. Bursa'nın kutlu mabedi Emir Sultan Camii aslında tek bir camiden ibaret değildir. Bu, caminin yanında türbe ve hamamın da yer aldığı bir tarikat külliyesi özelliği göstermektedir. Külliye Bursa'nın doğu kesiminde ve şehre hakim bir mevkide yer alır. Külliyenin, bir hak ve hakikat dostu olan Emir Sultan'ın Bursa'ya gelişinden hemen sonra kurulduğu tahmin edilmektedir. Bu tekkenin daha sonra Çelebi Sultan Mehmed veya II. Murad devrinde, şeyhin hanımı ve Yıldırım Bayezid’in kızı Hundi Fatma Hatun tarafından, halen mevcut caminin yerinde olduğu bilinen ilk caminin ve çevresindeki müştemilâtın inşa ettirilmesiyle tam teşekküllü bir tarikat merkezine dönüştürüldüğü anlaşılmaktadır. Farklı rivayetler dile getirilse de külliyenin bânisinin Hundi Hatun olduğu kanaati ağır basmaktadır. Bununla ilgi verilen şu bilgiler bizi doğruluyor: "Külliye, başlangıçta aynı zamanda tevhidhâne olarak da kullanıldığı anlaşılan cami, derviş hücreleriyle diğer tekke bölümleri, imaret, türbe, Hundi Fatma Hatun’un 1429’da inşa ettirdiği hamam, Çelebi Sultan Mehmed’in torunu Hatice Hatun’un yaptırdığı mektep ile Cezerî Kasım Paşa’nın ilâvesi olan medrese binalarından meydana geliyordu. Bunlara ayrıca XVIII ve XIX. yüzyıllarda bir muvakkithâne ve kütüphane ile caminin güney ve batı yönlerindeki çeşmeler eklenmiştir. Bugün sadece XIX. yüzyılın başında yeniden yapılan cami ile türbe, hamam ve çeşmeler mevcuttur. "(1)
Emir Sultan Camii ve Külliyesi, XV. yüzyılda, Sultan Mehmed Çelebi’nin hükümdarlığı sırasında, Yıldırım Bayezid’in kızı Hundi Fatma Hatun tarafından kocası Emir Sultan adına yaptırılmıştır. Bu tarihî mabet günümüzde Türkiye’de en çok ziyaret edilen cami ve türbeler arasında Eyüp Sultan Türbesi’nden sonra ikinci sırada gelmektedir. Bursa'nın en mühim kadim mimarî yapılarındandır. Söz konusu cami bugün Yıldırım ilçesi sınırları içerisinde yer almaktadır. Caminin bulunduğu mahalle de bu adla anılmaktadır. Cami ilk yapıldığında tek kubbeli iken 1507'de avlu ve üç kubbe revak eklenmiştir. Bu kadim mabet 1210 (1795-96) depreminde tamamen yıkılmış ve III. Selim tarafından 1219 (1804-1805) yılında yeniden yaptırılmıştır. Cami 1855 depreminde tekrar hasar görmüş, tekrar onarılmıştır. Mimarlık tarihçisi M. Baha Tanman'ın TDV İslâm Ansiklopedisi'nde kaleme aldığı "Emir Sultan Külliyesi" maddesinde camiyle ilgili olarak şu mimarî bilgilere yer verilmektedir:
"III. Selim’in yaptırdığı bugünkü cami kare planlı (15,20 × 15,20 m.) ve tek kubbe ile örtülü bir harime sahiptir. Kurşun kaplı olan ve yuvarlak bir kasnağa oturan kubbeye geçiş tromplarla sağlanmıştır. Tromp kemerlerini, dolayısıyla da kubbenin ağırlığını taşıyan duvar pâyeleri beden duvarlarından içeriye ve dışarıya doğru taşkınlık yaparak cepheleri hareketlendirmektedir. Toplam on üç adet olan bu pâyelerden dördü harimin köşelerinde, sekizi de her cephede ikişer tane olmak üzere cephelerin yan kesimlerinde yer almakta, bir tanesi ise kıble duvarı ekseninde ve mihrabın arkasında bulunmaktadır. Cephelerde, içerideki tromp kemerlerinin üzengi hattına tekabül eden hizaya bir silme kuşağı, bunun üzerine de üçer adet kemer yerleştirilmiştir. Yanlarda yer alan ve ortadakine oranla daha dar ve alçak olan kemerler birer niş görünümündedir. Ortadaki kemer içinde üç adet pencere bulunmakta ve beden duvarlarının saçak hizasından yukarıya taşmaktadır. "(2)
Emir Sultan Külliyesi'nin tamamlayıcılarından biri de türbedir.
Emir Sultan Külliyesi'nin tamamlayıcılarından biri de türbedir. Emir Sultan Camii'nin hemen yanında yer alan türbede Emir Sultan, oğlu Emir Ali, eşi Hundi Hatun ve iki kızının kabirleri bulunuyor.Türbeyle ilgili TDV İslâm Ansiklopedisi'nde şu önemli bilgiler veriliyor:
"Sekizgen prizma biçimindeki türbe kurşun kaplı bir kubbe ile örtülüdür ve ilk türbenin de bugünkü gibi sekizgen planlı ve kubbeli olduğu tahmin edilmektedir. Türbe doğu ve batıda dikdörtgen planlı birer mekânla bağlantılı durumdadır ve bunlardan doğudaki türbe kapısının revaka açıldığı giriş bölümü, batıdaki ise türbedar odasıdır. Böylece kuzey yönündeki üç serbest kenarı ile yapı kitlesinden dışarı taşan türbe etrafındaki mekânlardan daha yüksek tutulmuş ve çevresine hâkim kılınmıştır. Yapının girişin yer aldığı doğu kenarı dışındaki cephelerine birer adet büyük boyutlu ve yuvarlak kemerli pencere açılmıştır. Kıble yönünde revaka açılan ziyaret (niyaz) penceresinin üzerine Sultan Abdülaziz’in 1285 (1868) tarihli ve ta‘lik hatlı manzum ihya kitâbesi yerleştirilmiştir. Türbenin cepheleri ve iç süslemesi empire üslûbunu yansıtır. Emîr Sultan’ın diğerlerinden daha büyük ve yüksek tutulmuş olan sandukası oymalı ve yaldızlı ahşap korkuluklarla kuşatılmıştır."(3)
Sultan Abdülmecid’in 1845’te tamir ettirdiği Emir Sultan Türbesi, Sultan Abdülaziz tarafından, şadırvan avlusunun revakları ile birlikte 1868’de yeniden yaptırılmıştır.
Şefaat isterken, dili sürçerek seyahate nail olan Evliya Çelebi; tavanında mücevher, murassa eşya asılı, yüzlerce altın-gümüş çerağ ve kandil bulunan evvelki türbenin ihtişamını anlatmakla bitiremez. Fakat o türbenin göz alıcı ihtişamı ne yazık ki bugünlere erişemez.
Bursa'daki Emir Sultan Külliyesi'nin müştemilatlarından biri de tarihî hamamdır.
Bursa'daki Emir Sultan Külliyesi'nin müştemilatlarından biri de tarihî hamamdır. Cami ve türbenin yanında yer alan bu hamam dikdörtgen planlı inşa edilmiştir. Kare biçimindeki soğukluğu ilk yapıldığında üzeri kubbeli iken sonrasında bu bölüm düz çatılı bir görünüme çevrilmiştir. Hamamın ılıklığının çevresinde ise halvet hücreleri ve hela bulunmaktadır. Buradan da üç eyvanlı ve iki halvetli sıcaklık bölümüne geçilmektedir. Göbek taşının yer aldığı sıcaklığın üzeri de kıvrımlı bir kuşağın olduğu kasnak ve kubbe ile örtülüdür.
Çok şükür ki Emir Sultan Camii hiçbir zaman boş (tenha) kalmıyor.
Bursa'nın doğusunda, Uludağ'ın eteklerinde bulunan ve Bursa camileri içerisinde en büyük kubbeye sahip olan Emir Sultan Camii hiçbir zaman boş (tenha) kalmıyor. Başta bu kadim şehirde mukim Bursalılar olmak üzere, yurdun dört bir yanından gelen Müslümanlar bu camiye büyük bir teveccüh gösteriyor. Camide özellikle dinî günlerde mevlit okutulurken, Bursalılar sünnet ve düğünlerinden önce külliyedeki türbeyi ziyaret edip dua ediyorlar.
Kaynakça: 1-2-3) "Emir Sultan Külliyesi", M. Baha Tanman, TDV İslâm Ansiklopedisi
BU ÇAĞIN GÜÇLÜ OZANI: GARİP HASRETÎ
M. NİHAT MALKOÇ
Bingöl'den İstanbul'a bir duygu insanının şiir yolculuğu
Nice ozanlarımız var ki güzel Türkçemizi bir bahçıvan titizliğinde bir ömür ekip biçmişlerdir. Fakat halkımız, özellikle de gençlerimiz bunların çoğundan haberdar değildir. İşte bir ömür Türkçeyi ekip biçen ve halk edebiyatı nazım şekilleriyle duygu ve düşüncelerini ustaca terennüm eden bu ozanlardan biri de "Garip Hasretî" mahlaslı Filat Yazıcı'dır.
"Garip Hasretî" mahlaslı Filat Yazıcı, Bingöl'ün Yedisu ilçesinde doğup büyümüş, daha sonra da ekmeğini kazanmak için bir metropol olan İstanbul'a göç eylemiş bir güzel insan. Fakat onun İstanbul'a göç eyleyen sadece bedeni, duyguları hâlâ Bingöl'deki duygu ve düşüncelerinin aynısı... Yani İstanbul onu değiştirememiştir. İyi ki de değiştirememiş.
Garip Hasretî 1961 senesinde Bingöl'ün Yedisu ilçesine bağlı Şen Köyü'nde dünyaya gelmiş bir halk şairimizdir. Fakat onun şair olmak gibi bir beklentisi ve derdi yok aslında. İçinde biriken duygu ve düşünceleri şiirin gücünü kullanarak insanlarla paylaşıyor.
Filat Yazıcı ilkokulu köyünde, ortaokulu Yedisu ilçesinde, liseyi ise yine Bingöl'ün bir ilçesi olan Kiğı'da okumuştur. Bir kamu kuruluşundan emekli olmuştur. Fakat o, çalışmayı ve üretmeyi çok seven bir insan olarak çalışmaya özel bir kuruluşta devam etmektedir. Şiir yazmayı çok seven Filat Ağabeyin şimdilik üç binin üzerinde şiiri vardır. Garip Hasretî, 'Kültür Bakanlığı Halk Şairi'dir. "Ömür Kervanı" adlı 96 sayfalık şiir kitabı Diksiyon ve Edebiyat yayınları arasında okuyucuyla buluşan Filat Yazıcı, güzel şiirler yazıyor.
"Ömür Kervanı" bizi bize anlatan geleneksel halk nazmının güzel bir örneğidir.
"Ömür Kervanı" "Garip Hasretî" mahlaslı Filat Yazıcı'nın birbirinden güzel şiirlerinin bir araya getirildiği, tabir caizse yüzde yüz milli ve yerli bir halk sofrası... Hasret, ayrılık, ölüm gibi farklı tatların bulunduğu bu sofrada her ne varsa bize ait, her ne varsa bizi yansıtıyor. Ölçü hece, nazım şekilleri koşma, semai, varsağı... Güzellemeden koçaklamaya, taşlamadan ağıda hecenin bütün nazım türleri bu sofrada mevcuttur. Şiirlerde hecenin en güzel örnekleri veriliyor. Kelimeler eğreti durmuyor. Hepsi yerli yerinde. Duygular, şiirin masmavi göklerinde bir kuş misali kanatlanıyor. Eğitimci-Yazar Remzi Özmen bu kitapla ve genel anlamda halk şiirinin ve halk şairinin ilgi alanlarıyla ilgili olarak şunları söylüyor:
"Şüphesiz halk şiiri halkın inançlarını, duygularını, dertlerini, günlük yaşamını, aşkı ve doğaya dair olmak üzere pek çok konuyu işler ve şair bunlardan dilediğini işlemekte de özgürdür. Çünkü o, bazen gelenekleri hatırlatır; bazen dağı, ovayı, gülü, çiçeği; bazen aşkı, sevgiyi işler. Filat Yazıcı, yani diğer adıyla Garip Hasretî kardeşimiz de halk şiirinin son örneklerini bu kitapta toplayarak kalıcı olmasını sağlamıştır. Kitapta göreceğiniz gibi farklı konularda duygular kelimelere dökülmüş, daha çok hece vezniyle yazılmış ve gerçekten de ortaya güzel bir kitap çıkmıştır. Kuşkusuz kültürümüzün yaşaması ve yaşatılması için bu tür çalışmalar ihtiyaç vardır. Emek verip bu güzel şiirleri yazmasından dolayı Halk Şâirimiz Hasretî ’yi, Filat Yazıcı’yı kutlar, başarılarının devamını dilerim."
Filat Ağabey halk şiirinin günümüzdeki en güzel örneklerini vermeye devam ediyor.
"Garip Hasretî" bıkmadan, usanmadan her gün biriken hissiyatını kaleme ve kâğıda döken bizden biri, değerli bir ozanımızdır. Her gün facebook adlı sosyal medya platformunda şiirlerini arkadaşlarıyla ve takipçileriyle paylaşıyor. Tabir caizse günü şiirle yorumluyor.
Filat Yazıcı Ağabey'in sıkı takipçilerinden biri de benim. İyi ki de kendisini sanal âlemde de olsa tanımışım. Benim gibi halk şiirine gönülden sevdalı bir insana Garip Hasretî'nin şiirleri iyi geliyor. Yazdığı ve yayımladığı her şiirini dikkatlice takip ediyorum.
Halk şiiri geleneği, dün olduğu gibi bugün de devam ediyor; inşallah yarın da devam edecektir. Bu geleneğin yaşa(tıl)ması kanımca kültürümüz için çok büyük bir önem arz ediyor. Onun içindir ki, her kim olursa olsun, bu geleneğe hizmet edenleri çok değerli buluyorum. Yerli ve milli kültürün devamı için bu zengin kaynağın kesilmemesi lâzım.
Filat Ağabey halk şiirinin günümüzdeki en güzel örneklerini vermeye devam ediyor. "Garip Hasretî" mahlaslı Filat Yazıcı'ya çağımızın Âşık Veysel'i dersek bence yeridir. Çünkü o da Veysel'in yolundan ve izinden gidiyor. O da tıpkı Âşık Veysel gibi birbirinden güzel ve özgün koşma ve semailer kaleme alıyor. Halk şiirinin güzel örneklerini zamanımıza taşıyor.
Garip Hasretî, siyasetle işi olmayan, halkının ozanı bir gönül adamıdır.
Anadolu insanının bütün karakteristik özelliklerini kişiliğinde bir araya getiren Filat Yazıcı, özünü sözüne yansıtmış değerli bir halk ozanı olarak karşımızda duruyor. O Bingöl'deki duruşunu hâlâ koruyor. Şairleri hakkıyla ve lâyıkıyla tanımak için onların yazmış olduğu şiirlerden hareket etmek en doğru ve geçerli yoldur. Gelin Filat Yazıcı'yı da kendi sesinden ve sözünden tanıyalım. O, "Ben Halkımın Ozanıyım" adlı şiirinde duygu ve düşünce dünyasına dair şu duygu ve düşünceleri dile getiriyor: "Din, namus, vatandır davam/Ben halkımın ozanıyım/Ölene dek eder devam /Ben halkımın ozanıyım//Misafir geldim bu hana /Meylim yoktur şöhret şana /Edirne’den Ardahan’a/Ben halkımın ozanıyım//Elbet vardır bir görüşüm/Birdir benim içim dışım /Siyasetle olmaz işim /Ben halkımın ozanıyım//Tek gayem Hakk'ın rızası//Yolumun doğru hizası/Şehir, köy, mezra, kazası /Ben halkımın ozanıyım//Yaşımız kemâle erdi/Çektik nice gamı derdi/Ayırmadan hiçbir ferdi/Ben halkımın ozanıyım//Helâldir ekmeğim aşım/Eksilmez gözümde yaşım /Dağlar gibi diktir başım/Ben halkımın ozanıyım//Her canlıya var insafım/Daim haklıdan tarafım/Mazlum yanındadır safım/Ben halkımın ozanıyım//Yobaz değilim, dindarım/Muhammed'dir mihmandarım (S.A.V)/Dostlara canım adarım/Ben halkımın ozanıyım//Yolum Ehl-i Beyt’in yolu/Yüreğim sevgiyle dolu /Severim gariban kulu /Ben halkımın ozanıyım//Garip Hasreti mahlasım/Eğriyi kesmez makasım/Gurbet elde bitmez yasım/Ben halkımın ozanıyım"
Özünü ve sözünü yaşayan ve yaşatan bir şairdir Garip Hasretî...
"Geldiğin yeri unutursan gittiğin yerde kaybolursun." sözünü kendisine şiar edinen Garip Hasretî, özünü yaşayan ve yaşatan bir şairdir. Nasıl yaşıyorsa ve nasıl düşünüyorsa şiirlerinde de o hayatı yansıtır. O, günümüz gençliğinin dününden (geçmişinden) habersiz yaşamasını doğru bulmaz, bu duruma hem üzülür hem de içerlenir. Bingöl ve yöresinde kullanılan bir kısım eşyalara verilen adları bu zamanın Bingöl gençliğinin bilmediğini söyler. Bu bilinmeyenleri de şu şiirinde örneklendirir: "Tırşık, yemlik ve kengeri/Sorsam bilmez yeni nesil/Sahan, sitili, lengeri /Sorsam bilmez yeni nesil//Ağıl'ı, komu, mereği /Honçayı, tahta tereği/Bişi, keteyi, çöreği /Sorsam bilmez yeni nesil//Nacak, baltayı, dahreyi /Leğen, teşti, mıcıreyi /Kuşhanayı, üsküreyi /Sorsam bilmez yeni nesil//Hozan, ahpunu,evleği /Sarat, kalburu, eleği /Çuval, hararı, şeleği /Sorsam bilmez yeni nesil//Çırayı, gaz lambasını/Kömbe, tutmaç çorbasını/Atın arpa torbasını/Sorsam bilmez yeni nesil/Hasreti gördü hepsini/Kazan, ibrik, güğüm, sini/Toprak küple testisini/Sorsam bilmez yeni nesil"
Usta Ozan Yazıcı, çocukluğunda Bingöl'de yediği kömbenin tadını unutamamıştır.
Zaman maalesef bütün değerlerimizi v e değerlilerimizi yeni nesillere unutturdu. Öyle ki beslenme biçimlerimiz ve yemeklerimiz de bundan fazlasıyla nasibini aldı. Artık o eski geleneksel tatlar (yemekler) sofralarımızdan çekildi. İşte bunlardan biri de Filat Yazıcı'nın çocukluğunda sıkça yediği Bingöl yemeklerinden biri olan kömbedir. Gençlerimiz artık, pizza ve hamburger gibi "fast food" tarzı şeylerle besleniyor. Hasretî, kömbenin unutuluşunu, sofralardan çekişişini üzülerek şöyle dile getirir: "Unutuldu şimdi şehirde adın/Sendin sofraların kralı kömbe/Tutmaç çorbasıyla artardı tadın/Sendin sofraların kralı kömbe/Seni atarlardı altına közün/Çayırda gölgede yenirdin yazın /Mideyi yormazdın kolaydı hazım /Sendin sofraların kralı kömbe//Köyde sultanıydın sen yemeklerin/Yemek listesinde baştaydı yerin/Rençberin yanında çoktu değerin/Sendin sofraların kralı kömbe"
Filat Yazıcı'nın yolu gurbete düşse de gönlü hep sılada kalmıştır.
"Garip Hasretî" mahlaslı Filat Yazıcı'nın yolu gurbete düşse de gönlü hep sılada kalmıştır. O bedenen İstanbul'da yaşasa da ruhen Bingöl'de, Yedisu'da yaşamaktadır. Yedisu onun her daim rüyalarını süslemektedir. Bunu başta "Diye Şiir Yazıyorum" olmak üzere, onun Bingöl ve Yedisu temalı şiirlerinde yaygın olarak görmekteyiz: "Benden bir hatıra kalsın /Diye şiir yazıyorum /Okuyan nasihat alsın /Diye şiir yazıyorum //Bitsin bu kardeş kavgası /Analar tutmasın yası /Neşe dolsun yürek tası /Diye şiir yazıyorum /Barış lazımdır herkese /Kulak veriniz bu sese /Yeter artık édi bese /Diye şiir yazıyorum //Sevgi kin nefreti silsin /İnsanların yüzü gülsün /Tüm dünyaya huzur gelsin /Diye şiir yazıyorum /Meyil etmem şöhret şana /Gönlüm garibandan yana /Kıyılmasın hiçbir cana /Diye şiir yazıyorum//Yanlış tartmasın terazi /Unutulmasın hiç mâzi /Olmasın oyun fantazi /Diye şiir yazıyorum //Müslümanlar birlik olsun /Özgür Filistin kurulsun /Mescid-i Aksa kurtulsun /Diye şiir yazıyorum /Zulümün ateşi sönsün /Çekilen acılar dinsin /Hasreti köyüne dönsün /Diye şiir yazıyorum"
Şairler, içinden çıktıkları toplumların bir nevi sözcüsüdürler. Toplumda ne yaşanıyorsa, gündem neyle meşgul ise onlar da onu terennüm ederler. Son yıllarda mevcut müspet değerlerimizin kaybolması, güzelliklerin hayatımızdan çekilmesi, genel olarak ifade etmek gerekirse her açıdan yozlaşmamız her şair gibi Garip Hasretî için de ciddi bir mesele olmuştur. Toplumun aynası olan böylesi bir halk şairinin bu konuya kayıtsız kalması zaten beklenemezdi. O da kayıtsız kalamamış ve şu dörtlükleriyle bunu dillendirmiştir: "Kalmadı gelenek, anane, töre /İnsanlık yönünden hep verdik fire/Faydamız dokunmaz garip fakire/Biz böyle değildik, ne oldu bize?//Tükendi merhamet, vicdan pilimiz/Gelene hoş geldin demez dilimiz /Bu şekilde mezra, köy, şehirimiz /Biz böyle değildik, ne oldu bize?//Huzur evlerinde ana babamız /Akrabaya, dosta yok merhabamız /Şahsî menfaattir bütün çabamız /Biz böyle değildik, ne oldu bize?//Bedenimiz değil ruhumuz hasta /Kul hakkı yemede olmuşuz usta /Sınıfta kalmışız bir çok hususta/Biz böyle değildik ne oldu bize?"
Halk tarzında şiir yazmaya hevesli gençler Garip Hasretî'yi mutlaka okumalıdır.
Filat Ağabey hemen her güne bir şiir sığdıran ve halk tarzındaki bu şiirleri sayfa arkadaşlarıyla düzenli olarak paylaşan velût bir şairdir. O; otobüste, metroda ve yürürken rahatlıkla şiir yazabilen; duygu ve düşüncelerini heceyle adeta bir hamur gibi şekillendirebilen usta bir ozandır. Yazdıklarına baktığımızda hemen hepsinin usta işi olduğu görülür. Milli ölçümüz olan hece ölçüsü ve milli nazım birimimiz olan dörtlük onun vazgeçemediği şiir vasıtalarıdır. Heceyle şiir yazmak isteyenler onun şiirlerinden istifade edebilirler.
"Ömür Kervanı" adıyla basılı tek bir kitabı bulunan, halk şiirinin günümüzdeki güçlü kalemi Garip Hasretî'nin şiirleri kendi facebook platformunda, kendisi tarafından yayımlanmaktadır. Bunun yanında "Edebiyat Defteri" adlı sitede 635 şiiri bulunmaktadır.
Garip Hasretî, halk şiirinde kıymeti bilinememiş yaşayan değerlerimizden biridir.
"Garip Hasretî" mahlaslı Filat Yazıcı, kıymeti bilinememiş yaşayan değerlerimizden biridir. Bildiğim kadarıyla onunla ilgili bugüne kadar herhangi bir bilimsel çalışma yapılmış değil. Google arama motoruna ismini yazdığımda böyle bir çalışmaya rastlayamadım. Şayet onunla ilgili bir çalışma yapılmamışsa bu bizim ciddi bir eksiğimiz ve ayıbımız olsa gerek.
Garip Hasretî" mahlaslı Filat Yazıcı'yı daha çok ve de daha yakından tanımamız gerekir. Buna kendisinin değil bizim ihtiyacımız var. Zira bu gelenek her geçen gün tabir caizse kan kaybediyor. Bunun için de kendisiyle ilgili yüksek lisans ve doktora tezleri yapılmalıdır. Bugün ülkemizde resmî ve özel olmak üzere yüzlerce üniversite var. Bu üniversitelerde Fen-Edebiyat Fakültelerine ve Eğitim Fakültelerine bağlı Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri var. Oralarda yüzlerce öğretim görevlisi görev yapıyor. Bu öğretim görevlilerinin binlerce talebesi mevcuttur. Bu öğrencilere Garip Hasretî konusunda bitirme tezleri verilebilir. Kendisi üniversitelere davet edilip konuşturulabilir. Bu hususta şairin memleketi olan Bingöl öncülük edebilir. Zira Bingöl Üniversitesi'nde Fen Edebiyat Fakültesine bağlı Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü bulunmaktadır. Bu gibi taşra üniversitelerinin öncelikle ve özellikle yerel değer(li)leri gün yüzüne çıkarması gerekir. Bingöl'ün, gurbete düşen bu yaşayan değerine sahip çıkması elzemdir. Umarım mesajım ilgililerce alınmıştır. Kendisine şiir dolu uzun ve bereketli bir ömür diliyorum.
CÜMLE DERGİSİ "NURETTİN TOPÇU ÖZEL SAYISI"
M. NİHAT MALKOÇ
İstanbul Küçükçekmece İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, ilçe Milli Eğitim Müdürü Emin Çıkrıkçı hak sahipliğinde "Cümle" isimli bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi çıkarıyor. Derginin künyesine baktığımızda İstanbul Küçükçekmece İlçe Milli Eğitim Şube Müdürü Osman Özgür Özgenç'i derginin Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu olarak görüyoruz. Osman Koca ise derginin yayın danışmanı olarak görev yapıyor. Cümle dergisinin Yayın Yönetmeni ise Dr. Mahmut Turan Ektiren olarak gözüküyor. Derginin Yayın Kurulunda Mehmet Sarıaslan, Tuncay Demir ve İrfan Özer isimleri dikkat çekiyor. Derginin Düzelti(Tashih) ekibi ise Ayşe Kitapçı, Meral Ünlü Yavuz ve Yağmur Arabacı'dan oluşuyor. Sayfa tasarımı ve kapak Selim Çoraklı tarafından gerçekleştirilmiştir. Cemil Meriç'in portresini yansıtan kapak resmi ise Mehmet Yangır'a ait. Söz konusu dergi Küçükçekmece'deki Dr. Oktay Duran Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesinde basılıyor.
Küçükçekmece İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün yayın organı olan Cümle dergisi çok düzenli periyotlarda çık(a)masa da, imkân bulduklarında çıkardıkları sayılar kitap boyutunda ve de kültür, düşünce, sanat ve edebiyat sahasında çok ses getirecek zengin içeriktedir. Bu bağlamda bugüne kadar, kendi deyimleriyle düşünce dünyamızın başat isimleri olan Diriliş Mimarı Üstad Sezai Karakoç'u, Gülistan rehberi Rasim Özdenören'i ve hakikat adamı Mehmet Akif Ersoy'u kapak konusu olarak işlemişlerdi. Son olarak da yine kendi tabirleriyle özellikle eğitim yönünden ve felsefî yönden ülke tarihimizin yakın dönemlerine ışık tutan muallim Nurettin Topçu'yu sayfalarına misafir etmişler. Daha doğrusu Nurettin Topçu'yu her yönüyle işleyen ve irdeleyen zengin muhtevalı bir özel sayıya imza atmışlar. Cümle dergisinin "Nurettin Topçu Özel Sayısı"nda merhumla ilgili şu güzel ifadeler sarf ediliyor:
"Hayatı boyunca içinde yaşadığı toplumun değer ve moral yargılarını hayranlıkla izleyen Topçu'nun; devrin ekonomik, politik, sosyal-kültürel kıtlığı karşısında direnen ve onca karamsar tabloya karşı hayret edilesi derecede ümit besleyen toplumsal dayanışmasıyla geniş aile kültürü takdire şayandır. Fikir işçisidir Topçu, hareket adamıdır. Louis Massignon ile tanıştığı tasavvuf yolculuğunda Abdüzaziz Bekkine hayranıdır. Millet Mistikleri'nin izini sürdüğü kulvarlarda kendine Ahlâk'ı, Ahlâk Nizâmı'nı şiar edinir. Görev yaptığı kurumlarda yıllarca psikoloji, sosyoloji, felsefe, mantık okutmuştur. Amerikan Mektupları-Düşünen Adam Aranızda, Hareket Felsefî-Varoluş Felsefesi'nden esintiler taşır. Taşralı Reha'dır o. İslâm ve İnsan-Mevlâna ve Tasavvuf uğrunda İradenin Davası-Devlet ve Demokrasi'ye dair görüş ve öneriler ortaya koyar. Kültür ve Medeniyet'in İsyan Ahlâkı'dır. Doğu'da Mehmet Akif, Batı'da Bergson üstadlarıdır. Var Olmak onda bir utku, Yarınki Türkiye özlem içeren yurdudur. Türkiye'nin Maarif Davası'nın peşine düşmüş "büyük fetih adamı"dır.
Derginin "Sunuş" yazısında dergi içeriğine dair özet yapılıyor. "Coğrafyamızın kültürel kodlarını isim isim işlemeye, medeniyetimizin mihenk taşlarını sabırla yontmaya devam edeceğiz inşallah. " ifadeleri bizi hem mutlu ediyor hem de içimizi ferahlatıyor.
Ülkemizin hafızalarından kaybolan yerli ve milli bir aydınımızı bizlere hatırlatan Cümle dergisinin "Nurettin Topçu Özel Sayısı"nın arka kapağında şu ifadeler yer alıyor:
"Bu sayıda çağdaş düşüncenin derinliklerinde yankılanan bir sesle buluşmaya davetlisiniz. Nurettin Topçu'nun eğitim ve ruh tasavvuru bilgiye dair alışılmış kalıpları yıkan bir perspektifle yeniden şekilleniyor. Sayfalar arasında gezinirken her kelime sizde uykuya terk edilmiş soruları uyandıracak...
Topçu'nun izinden yürümek, yalnızca bir düşünce yolculuğu değil; kültürümüzün köklerine inen, oradan yükselen yeni anlamları keşfetme vaadi. Burada, yalnızca fikirlerin değil zamanda asılı kalmış bir umudun peşine düşüyoruz; hesaplaşmaların değil, yeniden inşa coşkusunun sesini işitiyoruz....
Elinizdeki sayıyı kapattığınızda yanınızda bir harita taşıyor olacaksınız: Kendi iç dünyanızın kıyılarından başlayıp ortak geleceğimize uzanan bir rota. Ruhun sırlarıyla yüzleşmeye hazır olun. Çünkü gerçek keşif, kitabın dışındaki adımda başlar."
Küçükçekmece İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün yayın organı olan Cümle dergisinin "Nurettin Topçu Özel Sayısı"nda 60 tane kıymetli yazı yer alıyor. 232 sayfalık adeta bir kitap görünümünde olan dergideki yazıların tamamı fikir dünyamızın göz(d)esi Nurettin Topçu'ya dair. Dergide şu yazarlara ait birbirinden kıymetli yazıları görüyoruz:
"Nurettin Topçu'nun Ardından" (Sunuş), "Maarifin Davası: Kapitalist Anlayışa Karşı Ruhun Dirilişi" (Abdullah Nehir), "Nurettin Topçu Örnekliğinde Avrupa'ya Öğrenci Gönderilmesi", (Abit Yaşaroğlu), "Nurettin Topçu ve Kapitalizm" (Adem Levent), "Sürgüne Sebep Olan 'Çalgıcılar' Adlı Yazının Analizi" (Ahmet Kılıç), "Ahmet Kılıç ile Eğitime Adanmış Kutlu Bir Ömür/Nurettin Topçu Söyleşisi" (Oğuz Nedim Kalamış), "Nurettin Topçu'nun İdealistliği ve Muallimliği" (Ahmet Sezgin), "Nurettin Topçu, Mehmet Akif ve Ahlâk" (Aziz Erdoğan), "Arif (A. Bekkine) ile Akilin (N. Topçu) Bitmeyen Sohbetleri" (Bayram Ali Çetinkaya), "Nurettin Topçu'nun Fikirlerinde Maarifi Anlamak" (Berrin Bayburt), "15 Maddede Nurettin Topçu" (Bilal Can), "Reha'nın Mekanizması: Bunalım, Aşk, Çıkışsızlık" (Bilgin Güngör), "Nurettin Topçu Biyografisi" (Duran Boz), "Topçu'nun Milli Mektep Anlayışında Öğretmenlik Mesleğinin Yeri ve Önemi" (Duygu Aksoy), "Nurettin Topçu ve Öğretmen" (Emin Çıkrıkçı), "Türk Düşüncesinin Sahici Duruşu: Nurettin Topçu" (Ercan Yıldırım), "Büyük Fetih Ne Kadar Büyük?" (Ethem Erdoğan), "Mehmet Akif ve Nurettin Topçu" (Fikret Uslucan), "Nurettin Topçu'nun Gözüyle İlham Veren Öğretmen" (Hatice Hale Yurttabir), "Topçu'nun Düşüncesinde Ahlâk ve Bir Nevi Modernizm Eleştirisi" (Halil İbrahim Aydın), "Topçu ve Maarif Davamız" (Hayrullah Türker), "Bir Aksiyon Adamı Topçu" (İbrahim Gürel), "Nurettin Topçu'nun Yarınki Türkiye'si: Kendimize Dönelim" (İbrahim Kaya), "Çizim" (Kübra Şenal), "Mütefekkir Nurettin Topçu, Mütekâmil Bir Mekteptir" (M. Nihat Malkoç), "Topçu'da Hakikat Arayışı" (Mehmet Çalışkan), "Maarifi Dava Bilen Münevver: Nurettin Topçu" (Mehmet Dumlupınar), "İman ve İsyan Heykeli Yahut Topçu'ya Göre Akif" (Mehmet Kurtoğlu), "Bir Mücadele İnsanı Olarak Nurettin Topçu" (Mehmet Nezir Gül), "Nurettin Topçu'ya Göre Bazı Düşünceler" (Mehmet Nuri Yardım", " Nurettin Topçu'nun Reha'sı" (Mehmet Sarıaslan), " Nurettin Topçu'nun Tasavvufî Ahlâk Çizgisi" (Merih Kılıç), "Çizgi" (Muammer Bulut), "Nurettin Topçu'nun Avadanlığı" (Muhammet Sani Adıgüzel), "Türkiye'nin Maarif Davası" (Murat Soyak), "Maarif Davamız ve Nurettin Topçu" (Mustafa Uçurum), "Nurettin Topçu: Sorbonne'da Felsefe Doktorası Veren İlk Türk" (Müzeyyen Hülya Günay), "Bir Ahlâk Elçisi Olarak Nurettin Topçu ve Ahlâk Nizamı" (Nuray Alper), "Topçu ve Maarif Davamız" (Osman Çakmak), "Topçu'da Ontolojik Varyantlar" (Osman Koca), "Nurettin Topçu'nun Türkiye'nin Maarif Davası" (Osman Özgür Özgenç), "Topçu Milliyetçiliğinin Ruh Kökleri" (Ömer Gündoğdu), "Topçu'nun İsyan Ahlâkı" (Ömer Hatunoğlu), "Nurettin Topçu'nun Eğitim Sistemimize Eleştirisi" (Rafet Fener), "Nurettin Topçu'da Tefekkür" (Ömer Garip), "Nurettin Topçu Düşüncesinde İmam Hatip Okulları ve İslâm Enstitüleri" (Rüştü Özdemir), "Her İnsanın İçindeki Taşralı" (Seca Öztürk), "Nurettin Topçu'nun Tasavvufî Dünyası" (Selâmi Şimşek), "Hüzün Kuşanmış Bir Yüreğin Yankısı Var Olmak" (Selvigül Kandoğmuş Şahin), "Çizgi" (Semra Tekin), "Nurettin Topçu'dan Ders Notları" (Süheyla Karaca Hanönü), "Nurettin Topçu'ya Göre Ahlâk, Eğitim ve İdeal Öğretmen" (Süleyman Doğan), "Nurettin Topçu'ya Göre İdeal İnsan, Millet Mistikleri" (Şaban Sağlık), "Nurettin Topçu'nun Gözüyle Üniversiteler" (Şakir Diclehan), "Nurettin Topçu'da İrade Davası, Devlet ve Demokrasi" (Şeyda Başer Eroğlu), "Topçu'nun Ahlâk'ı" (Tahsin Gülhan), "Nurettin Topçu'nun Dindarlık Eleştirisi ve Mübarek Zat Hikâyesi" (Ufuk Sarıtaş), "Nurettin Topçu'ya Göre İnsan, Aile ve Toplum" (Vehbi Ünal), "Bilge Muallim Nurettin Topçu'nun Maarife Dair Feryadı" (Y. Nadi Eraslan), "İslâm ve İnsan/Mevlâna ve Tasavvuf" (Zehra Hatunoğlu), "Son Söz" (İmzasız)
İstanbul Küçükçekmece İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü öncülüğünde yayın hayatını sürdüren Cümle dergisi yine yapacağını yaptı ve kütüphanelerimize "Nurettin Topçu Anıt Sayısı" diyebileceğimiz kitap boyutunda bir dergi daha kazandırdı. Keşke diğer Milli Eğitim Müdürlüklerimiz de böylesine faydalı eserlere (kitap, dergi) imza atsalar. Bu nedenle başta Küçükçekmece ilçe Milli Eğitim Müdürü Emin Çıkrıkçı olmak üzere emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum. Böylesi yerli ve milli eserlerin sayılarının artması temennisiyle...
AKPINAR DERGİSİ VE ŞÂİR İSMAİL ÖZMEL'İN ARDINDAN
M. NİHAT MALKOÇ
Vaktiyle "Ölüm gelmeden cana, /Hû diyelim bir daha." demişti şair.
Hayata gelmenin ve mahdut bir sürede ömür sürmenin bedeli olan ölüm, her geçen gün bozuyor mamur edilmiş bağlarımızı. Cam kırıkları can kırıklarına karışıyor biteviye. Ne hakikatli söylemişti şair Erdem Bayazıt "Ölüm Risalesi" adlı şiirinde "Damla damla oluşuyor hayat/Ölüm kımıl kımıl/Duymak kolay/Anlatmak değil/Her an/Farkındayım/Az az öldüğümün/Ölüm muhakkak/Ve ölüm mutlak/Tek kapısıdır ölümsüzlüğün"
Şairler ölümsüz olmasa da, yazdıklarıyla ölümlerinden sonra da hayata tutunabilirler.
Vaktiyle şair (İsmail Özmel) "Ölüm gelmeden cana, /Hû diyelim bir daha" demişti. Ve şair son kez "Hû" dedi ve tasını tarağını toplayıp sonsuzluk ülkesine iltica eyledi.
İsmail Özmel, hukukçu ve edebiyatçı yönüyle Niğde’nin tanınmış simalarındandı.
Daha dün (23 Temmuz 2025) İsmail Özmel Ağabeyin rahmet-i Rahman'a kavuştuğunu Vezin dergisi sahibi, şair Hikmet Elitaş'ın sosyal medya hesabındaki yazısından büyük bir üzüntüyle öğrenmiş oldum. Edindiğim bilgiye göre İsmail Özmel, uzun süredir sağlık sorunlarıyla mücadele ediyordu. 22 Temmuz’da hayatını kaybettiği haberi, Niğde’de ve edebiyat camiasında derin bir yankı uyandırdı. Derginin yayınına ara verdiği için kendisiyle uzun süre irtibat kuramamıştım. O süreçte neler yaşadığını, hasta olup olmadığını doğrusu bilmiyorum. Rabbim kendisine rahmetiyle muamele eylesin. Mekânı cennet olsun.
Merhum İsmail Özmel, hem hukukçu (avukat) yönüyle hem de edebiyatçı yönüyle Niğde’nin tanınmış simalarından birisiydi. O, sadece bir avukat ve yazar değil, aynı zamanda Niğde’nin kültürel hayatına önemli katkılar sunan entelektüel bir isimdi.Kendisi yaşadığı sürece her iki alana (hukuk ve edebiyat) da unutulmaz katkılarda bulunmuştu.
Güvenilir olması açısından İsmail Özmel'in kendi kişisel sitesindeki biyografisini öncelikle sizlerle paylaşmak isterim: "18.12.1933’te Niğde’de doğdu. Niğde Dumlupınar İlkokulu (1946), Niğde Ortaokulu (1949), dört yıla yakın İstanbul’daki lise öğrencilik yılları (1949-23.6.1953), Niğde Lisesi (1955), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1959) mezunu. Bir süre öğretmenlik yaptı. (1962-1967). Genelde serbest avukat olarak çalıştı. İsmail Terzioğlu, İsmail Bekiroğlu ve Mızrap takma adlarıyla da yazan İsmail Özmel; İLESAM ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir. İlk şiirleri “Türk Sanatı Dergisi” (İstanbul 1952) ve “Uluova Gazetesi’”nde (Elazığ 1953) de yayımlandı. Daha sonra şiir ve yazıları “Niğde” ve “Niğde’nin Sesi” gazetelerinde “Şûle”, “Millî Işık”, “Erciyes” “Boğaziçi”, “ Milli Kültür,” “Türk Edebiyatı”, Türk Dünyası Tarih Dergisi”, “Türk Dili”, “Yesevî”, “Filiz”, “Kültür ve Sanat ”, “Akpınar”, “Berceste” dergileri ile “Tercüman”, “Son Havadis”, “Kayseri Hâkimiyet”, “Bursa Hâkimiyet”, “Hür Anadolu” gibi gazetelerde yayınlandı."
Niğde'nin Ahipaşa Mahallesinde doğan İsmail Özmel'in babası terzi Ahmet, annesi Huriye’dir. Özmel, askerliğini 1960-61 arasında Polatlı Topçu Okulu ve Aşkale’de yedek subay olarak yapmıştı. 1972'de Melahat Hanım'la evlenmişti. Selçuk ve Bekir Serdar adlı çocukları vardır. 1962’den beri de Niğde'de serbest avukat olarak çalışmaktaydı.
İsmail Özmel şiirden denemeye, biyografiden incelemeye birçok kıymetli kitap yazdı.
İsmail Özmel birçok konuda sınırlı imkânlara sahip taşrada (Niğde'de) yaşasa da kalem hüneri ve edebî zenginliği bakımından şehirli kalemlerle boy ölçüşebilecek bir bilgi birikimine ve donanıma sahipti. Ali İhsan Kolcu'nun deyimiyle "İsmail Özmel mesleği dışında şiir, deneme, makale, inceleme, dil ve edebiyat, kültürün değişik alanlarındaki yazılarıyla taşrada yaşayan fakat taşralı kalmayan bir yazar izlenimi bırakmıştır."
Şair, yazar ve hukukçu kimliğiyle başta Niğde olmak üzere, yerel ve genel kapsamda kültümüze büyük katkılarda bulunan İsmail Özmel'in başta şiir olmak üzere biyografi, deneme ve inceleme türlerinde birbirinden kıymetli kitapları mevcuttur. "Bir Daha Yaşamak" (Niğde 1969), "Zaman Kuşun Kanadında" (Kayseri 1984), "Çağır da Geleyim Güzel İstanbul" (İstanbul 1986), "Her Mevsim Bahar" (Niğde 1995), "Türkçenin Rüzgârında Şiirler" (Niğde 2004), "Bütün Şiirler" (Ankara 2006) onun şiir kategorisindeki özgün eserleridir.
Biyografi türünde de kalem oynatan ve güzel eserler ortaya çıkaran İsmail Özmel, bu kategoride "Adana Halk Şairi Sadık Çavuş" (Niğde 1996), "Dünden Bugüne Niğdeli Şair ve Yazarlar" (3 Cilt birlikte-Niğde 2009) adlarında iki kıymetli çalışmaya imza atmıştır.
İsmail Özmel demek biraz da deneme ve inceleme türü demektir. "Özdeyişler" (Ankara 1970), "Türk Musikisi ve Kültürümüz" (İstanbul 1988, 2. bs., Ankara 2006), "Dil ve Edebiyat Yazıları (Niğde 1997, 2. bs., Erzurum 2011), "Kültür ve Tarih Sohbetleri" (Niğde 1999, 2. bs., Erzurum 2011), "Sihirli Zaman" (Ankara 2006), "Bindallı Yazılar" (Ankara 2007), "Denemeler-Yorumlar" (Erzurum 2010) onun bu alandaki değerli kitaplarıdır.
Ömrü öğrenmekle ve yazmakla geçen İsmail Özmel'in "55 Soruda Düşünen İnsan" (İnceleme), "Yansımalar: Bir Yol Hikâyesi: Eflatun Sordu" (Deneme), "81 İlde Kültür ve Şehir-Niğde"(İnceleme), "Geçmişten Günümüze Niğde" (Hatıra), "Doğduğum Şehir Niğde" (Hatıra), "Yunus Emre Tetkiklerine Eleştirel Bir Bakış" (İnceleme), "Muhafazakârlık ve Medeniyet" (İnceleme) velût kaleminden çıkan diğer önemli eserlerdir.
Merhum Özmel; dinî, ahlâkî ve milli temalarda şiirler kaleme alan derûnî bir şairdi.
Şair İsmail Özmel'in şiirde olmazsa olmazı saf Türkçe ve anlamın özgünlüğüdür. Onun şiirlerinin önemli bir kısmı serbest tarzda kaleme alınmıştır. Ama bu tarz şiirlerde de kafiye, redif, aliterasyon, asonans ve kelime tekrarı gibi değişik ahenk unsurlarından yararlanmıştır. "Zamanın yelesinden tutmak","musibetin tebdil-i kıyafet gelmesi" gibi özgün imgelerle ve teşbih, teşhis, tekrir, mübalağa, tenasüp ve tecahül-i arif gibi edebî sanatlarla şiirlerini zenginleştirmiş ve de güzelleştirmiştir. Şiirlerinin bir kısmında da ölçü ve kafiyeye sadık kalmıştır. Şair Mehmet Baş'ın deyimiyle ister serbest tarzda, isterse heceyle olsun şair İsmail Özmel'in "Tam yarım asırdır ocağı hep tütüyor/Türkçenin has bağında bülbül gibi ötüyor/Bir dua sofrasını sermiş Türk’ün iline/Sahip çıkmış her daim Yunusların diline"
Merhum İsmail Özmel dinî, ahlâkî ve milli temalarda şiirler kaleme alan derûnî bir şairdi. Yunus Emre ve Mevlâna gibi hak ve hakikat dostlarına meftundur. O, "Bir dost selâmıdır n'olur kabul et, /Ya feyzin ver ya sohbete dahil et /Seven gönüllere bir derman lütfet//Mevlânâ, Mevlânâ anlat Mevlânâ!/Seven gönüllere kanat Mevlânâ! //Dereler coşunca sığmaz kabına /Bir su gibi aktık geldik kapına,/Kalpleri şevkinle sardı bu mânâ//Mevlânâ, Mevlânâ yol aç Mevlânâ!/Mahzun gönüllere ilaç Mevlânâ!" diyen bir Mevlâna sevdalısıydı.
Merhum Özmel, ömrünün yekûnuna yakınını doğduğu ve doyduğu mümbit topraklar olan Niğde'de geçirse de haddizatında bir İstanbul sevdalısıdır. Bunun içindir ki kendisini çağırması için, Peygamberimizin fethini müjdelediği aziz İstanbul'a adeta şöyle yalvarır: "Çağır da geleyim güzel İstanbul/Bu sevdaya yetmez bir aşkın dili/Bir akşam misafir kalmak mı kabul,/Yaksın fener gibi gökler kandili//Çağır da geleyim güzel İstanbul/Her köşen bin âşık, her taşın sanat/Kubbeler semada, minare kanat/Gönül ikliminde senin saltanat." Yine "Ne Güzelsin Boğaziçi", "Boğaz'da Akşam", "İstanbul Büyüsü", "Rumeli Feneri", "Boğaziçi", "Boğazda Kuşlar", "Boğaz'da Düğün" şiirlerinde İstanbul sevgisinin yansımalarını görürüz.
İsmail Özmel, 73 yaşında dergicilik işine girmiş, bu işi 12 sene sürdürmüştür.
Günümüzde ve dünümüzde dergi çıkarmanın ne kadar zor ve meşakkatli bir iş olduğunu ancak bu işe bulaşanlar bilir. Dışarıdan kolay gibi görünür ama dergicilik hiç de kolay bir iş değildir. Bunu hem maddi hem de manevi açılardan izah edebiliriz.
Bugüne kadar bu zahmetli dergicilik işine yüzlerce kültür, sanat, edebiyat ve bilim sever insan girmiş, bir yere kadar da bu işi devam ettirmiştir. Bu iş aslında iş bölümü ile gerçekleştirilebilecek bir ekip işidir. Ekip olmazsa bütün işler bir kişinin sırtına yüklenir, kişi bir noktadan sonra da bu ağır yükü kaldıramaz, yükün altında kalır; netice alamadan noktalanır. O zamana kadar harcanan onca emek ve gayret, yarı yolda boşa gider.
Kültür ve edebiyat dergiciliği işine giren ve bu alanda bir hayli de yol alan kişilerden biri de, Niğde gibi küçük ve mütevazı bir Anadolu şehrinde Akpınar dergisini çıkaran İsmail Özmel'dir. 0 ki 73 yaşında dergicilik işine soyunmuş ve bu işi 12 sene boyunca tam 77 sayı boyunca büyük bir başarıyla devam ettirmiştir. Derginin her sayısında kendi de yazılar kaleme almıştır. Belki bu süreçte çok yorulmuş, yıpranmış ama gideceği yere kadar da gitmiştir. Gelinen noktada Türkçenin verimli bahçeleri yüzlerce kalem tarafından ekilip biçilmiştir.
Sahibi ve sorumlusu İsmail Özmel olan, son sayısındaki kapakta 77 rakamını gördüğümüz kültür, sanat ve edebiyat dergisi Akpınar, ilk sayısını Ocak/Şubat 2006 tarihinde büyük bir şevkle ve heyecanla çıkarmıştı. O zamanlar derginin genel yayın yönetmeni Niğde Üniversitenden Dr. Nedim Bakırcı'ydı. Yayın kurulunda ise Yard. Doç. Dr. Muzaffer AKKUŞ (Niğde Üniversitesi), Yard. Doç. Dr. Faruk YILMAZ (Niğde Üniversitesi), İsmail ÖZMEL, İsmail SARIKAYA, Dr. Nedim BAKIRCI ve Kibar AYAYDIN isimleri gözüküyordu. Danışma kurulunda (hakem heyetinde) ise Prof. Dr. Abdulkadir YUVALI (Erciyes Üniversitesi), Prof. Dr. Ali Berat ALPTEKİN (Selçuk Üniversitesi), Prof. Dr. Ahmet UĞUR (Erciyes Üniversitesi), Prof. Dr. Esma ŞİMŞEK (Fırat Üniversitesi), Prof. Dr. Nevzat ÖZKAN (Erciyes Üniversitesi), Prof. Dr. Ahmet BURAN (Fırat Üniversitesi) ve Prof. Dr. Pervin ÇAPAN (Muğla Üniversitesi) gibi çok kıymetli ilim insanları vardır.
Araştırmacı, şair ve yazar, aynı zamanda da hukukçu (avukat) olan İsmail Özmel; Akpınar dergisini çıkarmaya başladığında 73 yaşındaydı. Bu yaştaki bir insanın ana dilimize hizmet etmek için böyle meşakkatli bir işe girişmesi az görülen takdire şayan bir iştir.
Bugüne kadar yüzlerce kalem Akpınar dergisinden bir hoş seda bırakarak geçmiştir.
Türkçeye aşk derecesinde bir sevgi ve muhabbetle bağlı olan İsmail Özmel, Akpınar dergisinin ilk sayısında genel anlamda dil, özelde ise Türkçe üzerine açıklamalar yaptığı ilk sayının "Akpınar Üzerine Birkaç Söz" adlı takdim yazısında bu kıymetli derginin adı ve çıkış gayesi üzerine şu sözleri sarf etmişti: "Bir kültür ve edebiyat dergisine olan ihtiyacı uzun zamandır hissediyorduk. Önce bir isim bulmak gerekiyordu. Niğde’nin yaylalarından birisi olan Akpınar’ı dergi adı olarak seçtik. Böylece hem yaylamızın adını unutturmayacak hem onun pınar suları gibi arı duru havasını kültürümüze, sanatımıza ve edebiyatımıza taşıyacak, hem de kültür hayatımızın bir ihtiyacını karşılayacaktık. Bu düşüncelerle yola çıktık."
Merhum İsmail Özmel'in Akpınar yolculuğu Türkçeyi öncelediği, hakkıyla ve lâyıkıyla önemsediği bu hayatî duygu ve düşüncelerle başladı. Tabir caizse içinde yüzlerce şiir, destan, hikâye, masal, deneme, makale, söyleşi ve mektup taşıyan Türkçe treni ilk istasyondan büyük bir aşkla ve heyecanla ve de her hayrın başı olan "bismillah"la kalkmış oldu. 12 sene boyunca da dur durak bilmeden 77 istasyondan geçerek bugünlere geldi.
Gayesi Türkçeyi güzelleştirmek ve bu dilin mevcut güzelliklerini bu milletin her ferdine göstermek ve fark ettirmek olan Akpınar kültür, edebiyat ve sanat treni her geçtiği istasyona (sayıya) birbirinden güzel renkler ve hikâyeler taşıdı. O 77 istasyonda (sayıda) bu gönül trenine kimler binmedi ki... İşte size bu duygu treninde seyahat eden ve kalem yolculuğuna çıkan (kalem oynatan) birkaç örnek kalem ve örnek şahsiyetin ismini zikredeyim: "Ali İhsan Kolcu, Ercan Alkaya, Kibar Ayaydın, İsmail Sarıkaya, Muzaffer Akkuş, Ülkü Güven, A. Vehbi Ecer, Abdülkadir Güler, Ahmet Sıvacı, Abdullah Satoğlu, Murat Soyak, Nâzım H. Polat, Mustafa Argunşah, H. Ahmet Cirit, Ali Berat Alptekin, Ramis Karabulut, Figen Bakırcı, Bekir Oğuzbaşaran, Bedrettin Keleştimur, Adil İzci, Bedran Yoldaş, Şahin Uçar, Tuncer Gülensoy, Sinan Sarıkaya, Hayrettin İvgin, Sadi H. Nakiboğlu, A. Vahap Akbaş, Sadık Tural, Sergül Vural, Yaşar Vural, Oraz Yağmur, H. Rıdvan Çongur, Genç Osman Geçer, Bayram Durbilmez, Namık Aslan, Âşık Feymanî (Osman Taşkaya), İsa Kayacan, İsmail Görkem, İsmail Adil Şahin, Nevzat Topal, Nedim Bakırcı, Tuğba Çebi, Murat Durna, Abdurrahman Kolcu, Nurullah Çetin, Nail Tan, Ahmet Vehbi Ecer, Saim Sakaoğlu, Âlim Gerçel, Semih Çelik, Fikret Dikmen, Doğan Hızlan, Vedat Fidanboy, Muhsin İlyas Subaşı, Esin Ardıç, Vedat Ali Tok, Orhan Şaik Gökyay, Halil Hadi Bulut, Yaşar Çağbayır, Özer Meral, Mehmet Baş, Mustafa Celep, Erdal Noyan, M. Nihat Malkoç, Hadi Önal, Fatih Çelik, Nihat Kaçoğlu, Hikmet Elitaş, Osman Aytekin, Mehmet Nuri Parmaksız, Mustafa Özçelik, Yahya Akengin, Önder Saatçi, O. Hasan Bıldırki, İsmet Bora Binatlı, Hüseyin Akte, İbrahim Berber, İsa Kocakaplan, İhsan Işık, İlkay Coşkun, İsmail Kara, Abdurrahman Adıyan, Yusuf Bal, İbrahim Şaşma, Engin Namlı, Lokman Zor, Mehmet Bahsi, Engin Namlı, Abidin Güneyli, İsa Yar, Cevat Akkanat, Talat Ülker, Harika Ufuk, Oğuz Çetinoğlu, Ahmet Ayaz, Sedat Günay, Seyhan Ecer, Esma Akçin, Gönül Tokayeva, Fırat Ensari, İnci Enginün, Hatice Türkoğlu, Beşir Ayvazoğlu, Cemal Karsavran, Serpil Kaya, Günvar Korkmaz, Ahmet Özdemir, Ali Rıza Kaşıkçı, Ali Rıza Malkoç, Murat Alp, R. Mithat Yılmaz, Mine Çoral, Refik Erden, Yüksel Satoğlu Gemalmaz...vb."
Vaktiyle benim de Akpınar dergisinde birçok yazım ve şiirim yayımlandı.
Niğde merkezli Akpınar dergisi internet üzerinden de pdf şeklinde yayımlandığı için çok eskiden beri söz konusu dergiyi takip ederim. Vaktiyle benim de iki aylık periyotlarla düzenli olarak yayımlanan Akpınar dergisinde birçok yazım ve şiirim yayımlandı. Bunlar arasında şu eserleri sayabilirim: "Ramazan Davulcuları ve Maniler" (Sayı: 40), "Türk Romanında Çanakkale Zaferi" (Sayı: 38), "Yunus Emre'de Öğretmen Sevgisi" (Sayı: 35), "Fikriyatımızın Gözesi: Ergun Göze" (Sayı: 32), "Çanakkale Ölümüne Şahlanıştır" (Sayı: 50), "Yastığı Taştan, Yorganı Topraktan Olanlar" (Sayı: 57), "İntizar Gazeli" (Sayı: 60), "Mehmet Akif'in Duygu Coğrafyası" (Sayı: 61), "Berceste Mısralar" (Sayı: 65)
Bir edebiyat adamı olmasının dışında bir insan olarak da çok değer verdiğim merhum Özmel'le bu süreçte birçok yazışmalarım ve e-mektup alışverişlerim oldu. Fakat kendisiyle yüz yüze görüşme imkânımız hiç olmadı. Uzun bir süre Akpınar dergisini adresime gönderdi. Hatta yazılarımın olduğu sayılardan bir değil, beş tane dergi gönderirdi bana. Sanırım bunu da bir anlamda telif hakkını dergi olarak ödeme niyetiyle yapardı. Yazımın yer aldığı dergileri eşe dosta veya belli yerlere bırakarak derginin geniş kitlelerce tanınıp okunmasını isterdi.
İsmail Özmel'in, yaşarken kıymeti bilinen ender kişilerden biri olduğu söylenebilir.
07 Kasım 2012 tarihinde Niğde Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Konferans Salonu'nda "Yazı Hayatının 50. Yılında İsmail Özmel" paneli gerçekleştirilmiştir. Panelde İsmail Özmel'in değişik yönlerini açığa çıkaran 10 tebliğ sunulmuştur. Yine vaktiyle İLESAM Onur Ödülleri Saim Sakaoğlu, Müjgan Cumbur ve İsmail Özmel'e verilmişti. Bu açılardan bakınca onun yaşarken kıymeti bilinen ender kişilerden biri olduğu da söylenebilir.
Güzel Türkiye'miz her geçen gün birçok değerini ve değerlisini peyderpey kaybediyor. Onlar aradan çekildikçe kıymet hükümlerimiz de ne yazık ki değişiyor ve bozuluyor.
Bir Türkiye ve Türkçe sevdalısı olan İsmail Özmel Ağabey'in ölümü sadece ailesini (çocuklarını) değil, bütün Niğde'yi ve en çok da Akpınar dergisini yetim bıraktı. Şahsî imkânlarıyla 77. sayıya kadar getirdiği Akpınar dergisinin Niğdeli vefalı kültür, sanat ve edebiyat sevdalıları tarafından sürdürülmesi en büyük temennimizdir. Zira Akpınar dergisi çıktıkça onun ruhu da inşirah bulacaktır. Rabbim mekânını cennet eylesin. Ruhu şâd olsun.
GÜMÜŞHANE DEYİNCE AKLIMA GELENLER-5
M. NİHAT MALKOÇ
Gümüşhane deyince aklıma hece şiirinin usta ismi Zülfikâr Yapar Kaleli gelir.
1954 yılında Gümüşhane merkeze 25 km mesafede bulunan Keçikaya (Çukut) köyünde doğan Zülfikâr Yapar Kaleli, hece şiirinin usta isimlerinin başında gelir. Aslında "Kaleli" onun soyadı değildir. Nüfusta "Zülfikâr Yapar" olarak kayıtlıdır. Vaktiyle kendisiyle yaptığım bir röportajda hayatına dair şu ifadelere yer vermişti: "Trabzon Erzurum devlet yolunun Gümüşhane’ye 25 km mesafede ve Gümüşhane’nin doğusunda, güneyi ağustos ayına kadar karı eksik olmayan bir kayanın koynuna yatmış, kuzeyinde Kale bulunan Keçikaya köyünde doğmuşum. Benim köyümün insanının tamamı gurbetçidir. Bu sebeple çok aydın insanı vardır köyümün. Gençleri hep okumuştur. Diğerlerinin de çeşitli memleketler görmüş olması dolayısıyla oldukça kültürlüdür insanımız. On çocuklu dürüstlük abidesi bir annenin birinci çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Babam, bizi okutabilmek için yaz kış çalışmaktan evinin yolunu unutan insan olmuştur. Babamdan dolayı yapmadığımız iş kalmamıştır. Geçim zor, ekmek aslanın ağzındaydı her zaman. Allah gani gani rahmet eylesin ikisine de. Onların dürüstlüğü ve azmi olmasaydı Zülfikar Yapar Kaleli de olmazdı."
Gümüşhaneli şair Zülfikâr Yapar Kaleli, şiirin çilesini çeken adamdır.
Şiire aşkla ve tutkuyla bağlı olan Zülfikâr Yapar Kaleli; şiirin çilesini çeken, özgün bir üslûp sahibi şairdir. Vatan, millet, çile, aşk, ülkü, özlem, edep, zamanın kötülüğü, İslâm ve Türklük gibi milli ve manevi değerlere çok önem veren Kaleli, şiirlerinde bu konulara sıkça yer vermiştir. Yine kendisiyle yaptığım söyleşide ona "Şiir yazmaya nasıl başladınız? Bunun bir hikâyesi var mı?" diye sormuştum. O da şu tatmin edici cevabı vermişti: "Bizim zamanımızda öğrencileri Öğretmen Okuluna (bugün üniversite girişinde olduğu gibi) iki aşamalı sınavla alırlardı. Bu sebepten öğrenciler hep seçkin kişilerdi. 1969 yılında öğretmen okuluna girdim ben. O zamanlar sınıflar arasında rekabet çoktu. Sınıf gazeteleri çıkarılırdı ki bugünkü haftalık gazetelere eşdeğerdi. Bizim sınıfın gazetesinin adı Ergenekon’du. Nedenini hatırlayamıyorum ama bir iki sayıdan sonra “Türk’ün Sesi” diye adını değiştirmiştik. Türk’ün Sesi’nde; hamaset yüklü, kendimce çok güzel olduğunu düşündüğüm bir şiir yazmıştım, on altı kıta. Okulun Müdür Baş Yardımcısı Ekrem Özkan’ın başkanlığında bir heyet gazeteleri kontrol ediyorlar. Ekrem Bey çok sert bir hocaydı. Bu yüzden öğrenciler ondan çekinirdi. Sınıfa girdiler, gazeteyi inceliyorlar. “Bu şiiri kim yazdı?” diye sordu. Korkmuştum, zorla ayağa kalktım ve ‘ben’ dedim. Beni duymamış olacak ki “Bu şiiri yazan çok okumalı çok. Çok okumalı ki iyi yazabilsin” dedi ve gittiler. Şiir gönlüme düşmüştü bir kere. Okudum, okudum, okudum. Çok okudum, az karaladım."
Gümüşhaneli şair Zülfikâr Yapar Kaleli velut bir kalemdir. Başta şiir muhtevalı olmak üzere, bugüne kadar onlarca kitap kaleme almıştır. Bunlar arasında şunları sayabiliriz: "Şafak Türküsü (Ocak Yayınları, 1996, Ankara), Çivinin İki Yüzü (Ocak Yayınları, 1997, Ankara), Güneşe Gölge Düştü (Berikan Yayınları, 1998, Ankara), Düşler Üşüdü (Berikan Yayınları, 1998, Ankara), Manzara (2000), Kitapsız Şiirler (Gündüz Yayınları, 2007, Ankara), Akıl Yanıyor (Gündüz Yayınları, 2007, Ankara), Esence (Gündüz Yayınları, 2007, Ankara), Kızıl İntihar (Gümüşhane Belediyesi Kültür Yayınları, 2013, Trabzon), Güngörmez(şiir), Memleket Yazıları, Göğümüzün Yıldızları"
Zülfikâr Yapar Kaleli, doğup büyüdüğü Gümüşhane'nin tanıklarından biridir.
Bugüne kadar bin'in üzerinde hece ölçülü şiir kaleme alan öğretmen şairlerimizden biri olan Zülfikâr Yapar Kaleli, doğup büyüdüğü ve hâlâ yaşamakta olduğu Gümüşhane'nin tanıklarından biridir. Bu şehir dışında yaşamayı hiç düşünmemiştir. Gümüşhane onun ilham kaynaklarının başında gelmiştir hep. Söyleşimizde kendisine "Gümüşhane’nin yaşayan tanıklarındansınız. Bugüne kadar Gümüşhane kültüründe iz bırakmış kimlerle şahsî dostluklarınız oldu? Kimleri tanıdınız?" sorusunu sorduğumda öncelikle şu önemli isimleri telâffuz etmişti: "Gümüşhane’nin kültür hayatında Turan Tuğlu ağabeyle, şair Talat Ülker Bey var, başı çeken. Talat Ülker, kendisinin dışında çoklarının gün yüzüne çıkmasını sağlamıştır. Bunun yanında bu işe gönül vermiş öğretmenlerin ve çeşitli meslekten kişilerin varlığı da ümit vericidir. Şair Dilâver Cebeci’yi, Nurettin Özdemir ağabeyi, Şinasi Özdenoğlu’nu, Hışır Osman (Osman Nebioğlu)’ı, Âşık Zevrakî (Akif Timurhan)’yi, Tekkeli Hasan Soydaş’ı, Ahmet Erkan Kocatürk’ü, Tacettin Şimşek Bey'i, Niyazi Karabulut’u, Ali Coşkun Hirik dostumu, Fehmi Yakut’u tanır ve sever(d)im. Bir kısmı için “severdim” diyorum; çünkü bu dünyadan göçtüler. Onlara Allah’tan rahmet diliyorum. Tanıdığım ve sevdiğim şair, yazar ve gazetecilerin sayıları o kadar çok ki... Hülasa Gümüşhaneli olup da son elli yılda yaşayanların hepsini tanıdım, sohbet ettim."
Şair ve yazarlar için ilk eser ilk evlât gibi derin anlamlar taşır.
Şair ve yazarlar için ilk eser ilk evlât gibi derin anlamlar taşır. İlk kitabınızı elinize aldığınızda duyguların en doyumsuzunu ve en tarifsizini yaşarsınız. Sanki ilk çocuğunuzu kucağınıza almış gibi alabildiğine mutlanırsınız. Ayağınız yerden kesilir. Bu belki bir ağacın ilk meyve vermesine de benzer. Şair Kaleli de ilk kitabının yayımlanmasıyla birlikte buna benzer tarifsiz mutluluklar yaşamıştır. Kendisine bu minvalde şu soruyu sormuştum söyleşimizde: "İlk çıkardığınız şiir kitabı hangisidir? Bu ilk kitabınızı elinize aldığınızda neler hissetmiştiniz?" O da bu soruya karşılık şu samimi cevabı vermişti bana: "İlk kitabım “Şafak Türküsü” Ocak Yayınları arasında çıktı. Benim için Ocak Yayınları'nın ayrı bir ehemmiyeti vardır. Kitabın basımının her safhasında bulundum. Bittiğinde ayrı bir his kapladı içimi. Biraz da burukluk duyduğumu söylemeliyim. Çünkü kitap baskıya verilmeden önce, seksenden sonra ekmek parası derdine düşenlerden Ocak Yayınları'nın sahibi değerli insan, Dr. Bahattin Ergezer; “Hocam kitaba önsöz yazayım” dedi. (keşke yazdırsaydım, belki bu burukluğu yaşamamış olacaktım.) Bahattin Bey’e “Şiir kitabında önsöz pek hoş durmuyor, önsöze gerek yok.” dedim. “Öyleyse arka kapağa özgeçmişini yazalım.” dedi. Kabul ettim istemeye istemeye. Tahsil hayatımı sordu, “Öğretmenim, yüksek okul mezunuyum.” dedim. Sanki yüz hatlarının değiştiğini hissettim ya da bana öyle geldi. Neyse kitap basıldı ama bendeki bu buruk duygu hiç geçmedi. Fakülte bitirmeye karar verdim. Önce Türkçe Öğretmenliğinden diploma aldım. Sonra Açık Öğretim'de İktisat Fakültesi'ni bitirdim. Şuna inanıyorum ki her şeye rağmen bir şeyleri başarmak çok güzel bir duygu…"
"Âşık Mevlüt İhsanî'nin gözümdeki ve gönlündeki yeri bir başkaydı."
Şâir Zülfikâr Yapar Kaleli, hecenin yaşayan en önemli şairlerinden biridir. Bir iki şiir dışında şiirlerinin tamamını milli ölçümüz olan hece ölçüsüyle yazmıştır. Bakmayın tevazudan dolayı geri durduğuna, o heceyi çok iyi bilen ve Türkçeyle yoğuran usta bir isimdir. Onun hece tarzı şiirleri usta işidir. İmgeleri zorlama değildir. Gelenekten hakkıyla ve lâyıkıyla faydalanır. Edebî sanatları yerli yerinde ve ustaca kullanır. Hecede büyük bir önem arz eden duraklara hakkıyla uyar. Yine vaktiyle bu konuda kendisine sorduğum şu soruya doyurucu bir cevap vermişti: "Şiirlerinizi hece ölçüsüyle, halk şiiri nazım şekillerini kullanarak yazıyorsunuz. Bu konuda bir üstadınız oldu mu? Halk şiirinde kimleri beğenirsiniz?" "Ben çok çocuklu bir ailenin çocuğuyum. Babam inşaat işleri yapardı. Ona yardımcı olabilmek amacıyla yazın gurbete giderdik kardeşlerimle. Genel olarak küçük işler olması münasebetiyle Kars olurdu gurbetimiz. İnşaatta gündüz çalışır, ellerimin paramparça olmasına aldırmadan akşam âşıklar kahvesine gider, gece geç saatlere kadar âşıkları bıkmadan, usanmadan seyrederdim. Yurdun her yerinden âşıklar kahvesine âşık gelirdi. Bu sebepten âşıkların çoğunu tanıdım. Bu tanıma sonradan tanışmaya ve sohbete dönüştü. Bu âşıkların hepsini sevmişimdir. İçlerinden birini daha çok sevmişimdir. Onun yeri gönlümde çok özeldi, hâlâ da özelliğini koruyor. Âşık Mevlüt İhsanî. Mevlüt İhsanî âmâydı ama harika şiir yazardı. Sonradan ustayla çok sohbetlerimiz olmuştur. İzmit’e göçtükten sonra telefonla konuşurduk. Ölümüne yakın yine konuşmuştuk, hasta olduğunu söylemişti. Hak vaki olduğunda Ustaya ithafen “Ağladım” diye uzun bir şiir yazdım. Kelimeler yetersiz kalsa da, şiirimde onu şöyle tasvir ettim: "Aylardan Kasım'dı buz tuttu yürek/Bu buzun sırrını çözmemiz gerek/Vatanım, cennetim, annem diyerek/Toprağı, bayrağı sardım ağladım//Kâinat ağladı, gözyaşı döktü/Felek kement attı boynumu büktü/Sevda zebanisi silahı çekti/Vuruldum, bağrımı yardım ağladım//Gam gelir tazeler yürekte derdi/Nerede bulurum sen gibi merdi/Vakit tamam oldu, vuslata erdi/Mevlit’i İhsan'la kardım ağladım."
Kaleli, öğretmen olması hasebiyle Türkçeyi çok iyi ve titiz kullanan bir şairdir.
Zülfikâr Yapar Kaleli, belki öğretmen olması hasebiyle Türkçeyi çok iyi ve titiz kullanan usta bir şairdir. O asla çalakalem yazmaz, şiiri bir sürece yayarak yazar. Bununla ilgili olarak kendisine sorduğum : "Üslup sahibi bir şairsiniz. Yüzlerce şiiriniz var. Bir şiirin yazılma sürecinden bahseder misiniz? Kaleli bir şiire nasıl oturur, nasıl geliştirir, nasıl tamamlar?" sorusuna verdiği cevap onun şiire kadar ne çok değer ve emek verdiğini gösteren çarpıcı bir cevaptır: "Benim elimde veya cebimde not kâğıtlarım veya defterim vardır. Herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda, herhangi bir nedenle gönlüme düşen sözü bir veya iki dize olarak not ederim. Bu notlarımı eve gelince bilgisayarda “Şiir Atölyesi" adındaki özel dosyama kaydederim. Burada günlerce, hatta aylarca kaldığı olur. Ama hep gözümün önünde durur. Zamanla buna bir dize, bir kıta eklediğim olur. Duygularım çok yoğunsa şiire dönüşür, yoğun değilse ısınmaya bırakılır, ta ki şiir olma vasfını kazanana kadar. Şiir bitmiş olsa da düzenlenmesi gereken yerleri olabileceği düşüncesiyle orada bir süre daha kalır. Bittiğine emin olduğum zaman şiirciği “Basılmamış Şiirler” dosyasına aktarırım. Orada çok sık bakılmasa da, arada bir bakıp irdeleme fırsatım olur. Burada da işin bittiğine kanaat getirdiğim zaman şiiri okuyucunun beğenisine sunarım. Gelen teklif ve eleştirileri dikkate alırım. Haklı gördüklerimi şiirciğe uygular, şiir hâline dönüştürürüm."
Hecenin (geleneksel nazmın) son dönemdeki önemli bir şairi olan ve milletin dertleriyle dertlenen, sevinçleriyle de mutlanan Zülfikâr Yapar Kaleli, şiirlerini hiçbir karşılık beklemeden halk için yazmıştır. Yani o, Hakk'ı ve hakikati halka anlatmıştır. Şiirlerinin yayımlandığı "Antoloji" sitesinde Sevgili okuyucu, bu sayfalarda şiir adına Hakk'a ve hakikate yaraşır ne varsa babamla annemin helâl ekmeklerin ve helâl emeklerinin mütevazı bir semeresidir. Ne kadar hata ve yanlış varsa kabahatlisi benim. Büyük sevdalara adanmış şair yürekli insanların arasında şiir yazmak zor değil. Zor değil, koskoca bir mâzinin tül kanatlarında uyuyan, uyanınca geleceğin büyük Türkiye'sinin ufkunda tuğ olan ruhların ürperişlerini kâğıda dökmek. Bu şiirler 'çirkefin yorganına' sığmadıkları için,'küfrün urganına' çekilen, geleceğin hâmisi gönül erlerinin hikâyesidir. Ben onların acısını ta iliklerimde hissettim. Onların bitmez tükenmez Eyyûbî sabrına şahit oldum. Bu kadar ağır sorumluluğun, bu kadar ağır vebalin semeresi olan bu şiirlerden maddi bir çıkar beklemek, hem sevdiklerime ihanet hem de inançlarımı inkâr olur. Bu yüzden bu şiirleri isteyen istediği yerde, istediği şartta, istediği ortamda yazabilir, okuyabilir, yayımlayabilir, besteleyebilir, türkü veya şarkı yapabilir, kasete okuyabilir, radyoda çalabilir. Bunun için bizden ayrıca izin almaya gerek yoktur. Ancak bir ricam var, lütfen şairinin adıyla olsun. Hakkımız helâl olsun."şöyle bir "Taahhütnâme" kaleme alarak okurlarına şöyle seslenmiştir: "
Şâir Zülfikâr Yapar Kaleli dosttur, dost canlısıdır. Eylemleriyle, duygu ve düşünceleriyle yüzde yüz yerli ve millidir. Bu çağın Yunus'udur. Anadolu'nun sıcaklığını yüzünden ve (s)özünden yansıtan bizden biridir. Gümüşhane'nin yüz akıdır. Hemen her şehirde böyle güzel bir sima vardır ve de olmalıdır. Gümüşhane onunla daha güzel. Rol model arayan gençlerimiz onun yazdıklarını okumalı ve de içselleştirmelidir. Allah kalemini ve kelâmını daim ve kaim eylesin. Rabbim vücuduna sağlık, ömrüne bereket ihsan eylesin.
GÜMÜŞHANE DEYİNCE AKLIMA GELENLER-4
M. NİHAT MALKOÇ
Gümüşhane deyince aklıma öğretmenliğimin ilk yılları gelir.
Gümüşhane deyince aklıma büyük bir keyifle sürdürdüğüm öğretmenliğimin ilk yılları gelir. Gümüşhane, doğasıyla ve insanıyla benim ikinci memleketim diyebileceğim güzel bir şehir. Ömrümün en güzel yılları Gümüşhane'de geçti. 1992'nin 02 Aralık'ında bu güzide şehirde başladı, bugün 33. yılını geride bıraktığım öğretmenliğimin ilk yılları. Bu şehirdeyken evlendim. Bu şehirde doğdu ilk çocuğum. Birçok doyumsuz güzelliği burada yaşadım.
Beş sene öğretmenlik yaptığım Gümüşhane, hafızamda kendine hep yer edindi. İlk evimi tuttuğum Hasanbey Mahallesi'ni, beş sene görev yaptığım Gümüşhane Lisesi'ni ve dört yıl ikamet ettiğim lise lojmanlarını hiçbir zaman unutmadım. Kuşakkaya Dağı'yla Harşit Nehri'yle, Tekke beldesiyle ve Süleymaniye'siyle hiçbir zaman unutmadım Gümüşhane'yi.
Gümüşhane'de bulunduğum beş sene içerisinde bu güzel şehirde iz bırakmaya çalıştım. Başta meslektaşlarım olan öğretmenler olmak üzere, değişik meslek gruplarından birbirinden kıymetli dostlar edindim. Çok kıymeti öğrencilerim oldu. Onları, dününü ve dinini unutmayan ahlâklı fertler olarak geleceğe hazırlamak için gecemizi gündüzümüze kattık.
Gümüşhane deyince aklıma Yedi Meşalecilerden şair Vasfi Mahir Kocatürk gelir.
Gümüşhane deyince aklıma Yedi Meşaleciler edebiyat topluluğunun mensuplarından Vasfi Mahir Kocatürk gelir. O, Türk edebiyatının en önemli isimlerinden biriydi. O, birçok mahareti olan bir kişiydi. Kartvizitinde ‘şair, oyun yazarı, öğretmen, edebiyat araştırmacısı, politikacı’ gibi vasıflar bir aradaydı. 1907 yılında Gümüşhane’de doğan Kocatürk’ün büyüklüğü biraz da, Türk edebiyatında mühim bir yeri olan “Yedi Meşaleciler” e mensup olmasından geliyor. Babasını 1. Dünya Savaşı’nda kaybeden şairin çocukluğu Gümüşhane’de geçmiştir. Daha sonra ailece İstanbul’a taşınmışlardır. Burada sırasıyla İstanbul Koca Mustafa Paşa Numune Mektebini, Darüşşafaka Lisesini bitirmiştir. 1930’da Mülkiye’den mezun olmuştur. Daha sonra öğretmenlik hayatı başlamıştır. Edebiyat öğretmenliği, okul müdürlüğü, milli eğitim müfettişliği yapan şair, eğitim ve edebiyat alanında önemli bir yer edinmiştir.
Araştırmacı, şair ve yazar merhum Vasfi Mahir Kocatürk, halk şiiri formlarını ustalıkla kullanarak hece ölçüsüyle birbirinden güzel şiirler yazmıştır. Şiirleri içerik olarak epik ve lirik özellikler taşımaktadır. Kendisi Yedi Meşaleciler’in en önemli isimlerinden biriydi. “Dağların Derdi (1928), Tunç Sesleri (1935), Geçmiş Geceler (1936), Bizim Türküler (1937), Ergenekon (1941), Hayat Şarkıları (1965)” onun şiir kitaplarıdır. “On İnkılâp (1933), Yaman (1933), Sanatkâr (1965)” şairin manzum oyunlarıdır. O aynı zamanda iyi bir araştırmacı yazardır. “En Güzel Türk Manileri (1933), Lafonten Hikâyeleri (1934), Fransız Edebiyatı (1934), Şaheserler Antolojisi (1 cilt, 1934-1939), Yeni Türk Edebiyatı (1936), Divan Şiiri Antolojisi (1947), Osmanlı Padişahları (1949), Metinlerle Türk Edebiyatı I, II, III (1952), Türk Edebiyatı Şaheserleri (1955), Tekke Şiiri Antolojisi (1955), Metinlerle Edebiyat (1955), Namık Kemal (1955), Şiir Defteri (1958), Hikâye Defteri (1958), Namık Kemal'in Şiirleri (1959), Ziya Paşa’nın Şiirleri (1959), Saz Şiiri Antolojisi (1963), Türk Nesri Antolojisi (1963), Meşhur Beyitler (1963), Türk Edebiyatı Tarihi (1964), Türk Edebiyatı Antolojisi (1967)” onun araştırma-inceleme türünde kaleme aldığı birbirinden kıymetli eserlerdir. Bu arada Kocatürk’ün “La Fontaine’den Hikâyeler(1934), Şarkılar Kitabı(Heinrich Heine, 1948), Elem Çiçekleri(Baudelaire, 1957) adlı çevirileri de vardır.
Merhum Vasfi Mahir Kocatürk’ün dikkat çeken şiirlerinden biri “Şairin Ölümü” adlı eserdir. Gerçekten güzel bir şiirdir bu. Ben de çok severim bu şiiri. Şair, beş dörtlükten meydana gelen bu güzel ve derin anlamlı şiirinde ölümü sevmediğini, yaşamak istediğini haykırıyordu. Fakat yine de ölüm hakikatinin bir gün tecelli edeceğini biliyor ve bunu kabul ediyordu. Bu şiirde ölümünü “ölümlerin en şereflisi ve en mukaddesi” olarak görüyordu: “Ne bir damla gözyaşı, ne yerde yaslı bir mum; / Hazin, loş odalarda ölümü sevmiyorum. / Bir çığ sesiyle nasıl inlerse bir uçurum / Benim öyle verecek kalbim son nefesini...// Ardımda bin bir gönül, ıstırabımdan derin, / Matemini tutacak bir mukaddes kederin; / Ölümün gösterecek dünyaya ölümlerin / Hem en şereflisini, hem de en mukaddesini...”
Şair Kocatürk, 1961’de arkasında birçok eser bırakarak bu fâni dünyadan göçtü. O, kültür ve edebiyatımıza çok önemli katkılarda bulundu. Öğretmenlik hayatı boyunca birçok öğrenci yetiştirdi. İdareci ve politikacı olarak da iz bıraktı. Onun bir kısım akrabaları hâlâ Gümüşhane’de ikamet etmektedir. Bunlardan birisi de kendisi de şair olan Ahmet Erkan Kocatürk’tür. Merhum Vasfi Mahir, Ahmet Erkan Ağabey’in amcasıdır. Çok muhterem bir insandır. Vaktiyle Gümüşhane’de öğretmen olarak görev yaptığım yıllarda onun, amcası merhum Vasfi Mahir’le ilgili hatıralarını dinlemiştim kendisinden. Merhum Vasfi Mahir Kocatürk’ün adının, memleketi olan Gümüşhane’de yaşatılması vefanın bir gereğidir. Gümüşhaneli kıymetli şair ve yazar Talat Ülker Hocam onunla ilgili "Vasfi Mahir Kocatürk (Hayatı–Sanatı-Eserleri)" adlı önemli bir biyografi kitabı kaleme alarak vefasını göstermiştir.
Gümüşhane deyince aklıma Alişan Ergin gelir.
Gümüşhane deyince aklıma Demokrat Gümüşhane gazetesinin sahibi ve başyazarı merhum Alişan Ergin gelir. 22 yaşında genç bir delikanlı olarak öğretmenlikte ilk görev yerim olan Gümüşhane'ye gelmeden evvel, henüz üniversite öğrencilik yıllarımda Trabzon'da Türksesi ve Hizmet gazetelerinde köşe yazıları yazmaktaydım. Öğretmen olarak Gümüşhane'ye atanınca gördüm ki bu güzide şehirde Kuşakkaya ve Demokrat Gümüşhane adlarında iki güzel gazete yayımlanıyor. Bu gazetelerin varlığı beni fazlasıyla mutlu etmişti. İlk işim bu gazetelerin sahipleriyle tanışmak oldu. Önce Kuşakkaya gazetesinin sahibi ve başyazarı Turan Tuğlu ağabeyle tanıştım, sohbetinden istifade ettim. Ardından da Demokrat Gümüşhane gazetesinin hazırlandığı matbaaya giderek Alişan Ergin Hoca'yla tanıştım. Yıllardan beri bu işle uğraşan ve bu mesleğin duayeni olan bu iki kıymetli insanın bana yaklaşımları son derece nezaketliydi. Zira her iki meslek büyüğümüz de nahif insanlardı.
Kuşakkaya gazetesinde de Demokrat Gümüşhane Gazetesi'nde de aynı anda yazmaya başladım. Ara ara hem köşe yazıları yazıyordum hem de "Muhabbet Bağının Gülleri" adında karma bir köşeyi yönetiyordum. Bu köşede değişik kişilerin yazdıkları şiirlere ve kısa yazılara yer veriyordum. Zaman zaman da özlü sözler, kıssalar ve anekdotlar alıntılıyordum.
Derslerim bittikten sonra akşama doğru okuldan şehir merkezine iner, bu gazetelerdeki kıymetli abilerimle kültür, sanat ve edebiyat üzerine sohbetler eder, fikir alışverişinde bulunurdum. Onların mesleki tecrübelerini dinler, kalem hayatımda onlardan istifade ederdim.
Geçen yıl 11 Ocak 2024 tarihinde Demokrat Gümüşhane gazetesinin sahibi ve başyazarı eğitimci-yazar Alişan Ergin'in vefat haberini duyunca yaşadığım o doyumsuz günler bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Baktım da, o günlerden bugünlere 32 yılı arkamızda bırakmışız. 32 yılda hem biz hem de dünya değişmiş. Fakat hatıralar hep hatırda.
Bana her zaman bir abi gibi davranan ve kıymet veren Alişan Ergin'in vefat haberi beni fevkalâde üzmüştü. Bu hem onunla olan şahsî hatıralarımdan hem de kendisinin bu şehir için taşıdığı önemden dolayıydı. Zira onun ölümüyle Gümüşhane önemli bir değerini daha kaybetmişti. Bu şehrin geçmişini ve değerlerini çok iyi bilen merhum Alişan Ergin abi Gümüşhane'nin mümtaz değerlerindendi. Bu şehir onun eksikliğini her zaman hissedecektir.
Yakın zamanda ebediyete uğurladığımız Alişan Ergin 1938 yılında Gümüşhane’nin Merkez Dörtkonak (Edire) Köyü’nde dünyaya gelmişti. İlkokulu Gümüşhane Merkez Dörtkonak Köyü İlkokulu’nda okumuştu. 1955 yılında Erzurum Pulur İlköğretmen Okulu’ndan mezun olmuştu. İlkokul öğretmeni olarak Van Özalp İlçesine tayin edilmişti. Daha sonra Kelkit’in Çimenli, Torul Bahçelik (Coloşana) köylerinde 15 yıl öğretmenlik yapmıştı. Gümüşhane Kız Yetiştirme Yurdu’nda öğretmen ve Müdür Yardımcısı olarak vazifelerde bulunmuştu. Gazipaşa İlkokulu Müdür Muavini iken İlköğretim Müdürlüğü’ne asaleten atanmıştı. Öğretmenler Dayanışma Derneği’nde yöneticilik yapmıştı. 1981 yılında emekliye ayrılmıştı. Oltan Sungurlu ile birlikte Gümüşhane’de Anavatan Partisi kurucuları arasında yer almıştı. 1983 ile 1988 yılları arasında ANAP İl Başkanlığı görevinde bulunmuştu. Gümüşhane’nin en uzun soluklu gazetesi olan, 8 Aralık 1952 tarihinde kurulan Demokrat Gümüşhane Gazetesi’ni 1981 yılı Temmuz ayında Ahmet Kantek’ten satın almıştı. Demokrat Gümüşhane gazetesi Yazı İşleri Müdürü ve köşe yazarı olarak Gümüşhane’ye uzun yıllar hizmet veren Alişan Ergin evli ve bir çocuk babasıydı.
Emekli Öğretmen Hüseyin Ergin’in kardeşi, İl Özel İdaresi Emekli Şube Müdürlerinden Abdulkerim Ergin’in babası, Dr. Ali Uğur Ergin’in dedesi, İl Sağlık Müdürlüğü Eski Şube Müdürlerinden Murat Ergin ve Matbaacı Suat Ergin’in amcaları, gumushane.gen.tr haber sitesi sahibi ve Gümüşhane İHA temsilcisi Recep Ergin ve Gümüşhane Milli Eğitim Müdürlüğü çalışanlarından Mehmet Yücel Ergin’in’in büyük amcaları olan Merhum Alişan Ergin; eğitim, siyaset ve medya dünyasında Gümüşhane’de iz bırakan bir duayendi. O, şimdi çok sevdiği Gümüşhane merkez Dörtkonak Köyü'nde sonsuzluk uykusunu uyumaktadır. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.
Gümüşhane deyince aklıma fotoğraf sanatçısı Güneri Kadirbeyoğlu gelir.
Gümüşhane deyince aklıma fotoğraf sanatçısı Güneri Kadirbeyoğlu gelir. Gümüşhane’nin sevilen simalarından emekli öğretmen, fotoğraf sanatçısı merhum Güneri Kadirbeyoğlu hem Trabzon'un hem de Gümüşhane'nin ortak bir değeriydi.
Beklenmedik bir zamanda aramızdan ayrılan Güneri Kadirbeyoğlu, Gümüşhane’nin yetiştirdiği ‘beyefendi’ mizaçlı insanlardan biriydi. O, bir Gümüşhane âşığıydı. İçinde doğduğu topraklara aşk derecesinde bağlıydı. Kadirbeyoğlu, adı Gümüşhane’yle özdeşleşmiş değerlerden birisiydi. Gümüşhane ona sevginin en üst basamağı olan aşkı çağrıştırırdı. Eğitimci ve fotoğraf sanatçısı olan Güneri Ağabey, dürüstlük ve hoşgörüde emsalsiz bir insandı. Şahsiyetiyle Gümüşhane’nin yerel kimliğini ve insanî yapısını yansıtıyordu. Akif Timurhan(Zevrakî)’ın ardından bu şehre düşen büyük bir acıdır onun aramızdan ayrılışı. Gümüşhane her geçen gün değerlerini kaybediyor, abide şahsiyetler ebediyete göçüyor. Fakat endişe etmeye gerek yok, onların yerinde yeni değerler filizleniyor.
Güneri Bey nice güzel işler yapacakken, genç sayılabilecek bir yaşta ayrıldı aramızdan. Zira O, 65 yaşında olmasına rağmen hayat doluydu. Zamanın içini güzelliklerle doldurma heyecanı ve telâşı içerisindeydi. Fotoğrafçılık onun için bir tutkuydu. O, yazıyla kolay kolay anlatılamayacak pek çok şeyi fotoğrafların diliyle sözsüz anlatmıştır. Deneme yanılma yoluyla fotoğrafçılığın püf noktalarını öğrenmiştir. Fakat bu işten para kazanmayı düşünmemiştir. Onun fotoğrafları çok kere kendisinden izin alma nezaketi gösterilmeden kullanılmıştır. Kendisi çok zengin bir fotoğraf albümüne sahipti. Gümüşhane tarihini yazacakların bu zengin fotoğraf albümünü görmeleri bir mecburiyettir.
Fotoğrafçılık onun en keyifli uğraşıydı. Bu işte maharetliydi. Bununla ilgili olarak Turan Tuğlu Ağabey’in bir yazısından alıntı yapmak istiyorum. Buna merhum Güneri Bey’le Turan Bey arasında geçen bir diyalog olarak da bakabilirsiniz: “Bir gün cep telefonum çaldı, açtım Güneri Kadirbeyoğlu, ‘Ağabey’ dedi, fotoğraf makineni al ve Kuşakkaya tepesinin bir fotoğrafını çek. Ne var ki, dedim… ‘Kuşakkaya tepesini bir bulut çepeçevre sarmış, çok güzel bir görüntü oluşmuş, o güzelliği kaçırmayalım.’ Sen niye çekmiyorsun, diye sordum. ‘Ağabey, ben hastanedeyim, yatıyorum, pencerem Kuşakkaya’ya bakıyor’ dedi.”
Hatıralar ve doyumsuz güzellikler mâzinin sisleri arasında kaldı artık. Şimdi Güneri Kadirbeyoğlu’nu ifade eden mütevazı bir parantez var gözlerimizin önünde. 1943 yılında Gümüşhane’de açılan bu parantez, 2008 yılı kışının iliklere işleyen soğuğunda Trabzon’da bir hastanede sessizce kapandı.(1943–2008)… Bu paranteze dolu dolu 65 yıl sığdırdı Kadirbeyoğlu. Bu 65 seneye de nice güzel şeyler doldurdu. 1965’te öğretmenliğe başlayış, Bayburt’ta geçen görev yılları…1970’li yıllarda Gümüşhane Eğitim Araçları Başkanlığı’ndaki çalışma hayatı… Yıllarca görev yaptığı kurumun başkanı olarak emekliye ayrılış… Yani 1994’te gelen gecikmiş emeklilik… Başarılı hizmetlerle geçen otuz yıl…
Eğitimi insan olmanın ve insan kalmanın gereği sayan bir anlayışla köy köy dolaşıp eğitim camiasını bilgilendirme gayretleri… Ortaokul yıllarında başlayan fotoğraf merakını profesyonelliğe taşıma… Türkiye genelinde pek çok gazete ve dergide birbirinden güzel ve özel fotoğraflara atılan imzalar… Son olarak da Gümüşhaneliler ve Gümüşhane’yi Sevenler Hizmet Vakfının Genel Sekreterliği’ndeki samimi ve karşılıksız gayretler… Gümüşhane’nin gözü, kulağı ve dili olan Kuşakkaya gazetesinde gönüllü çalışmalar… Ve Gümüşhane’nin en büyük camii olan Kemaliye Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından sevenlerin duaları ve gözyaşları arasında Emirler Mezarlığında son bulan şerefli, parlak ve sade bir hayat… O, şimdi çok sevdiği Kuşakkaya'nın eteklerindeki Gümüşhane'de, Emirler Mezarlığı'nda sonsuzluk uykusunu uyumaktadır.Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.
GÜMÜŞHANE DEYİNCE AKLIMA GELENLER-3
M. NİHAT MALKOÇ
Gümüşhane deyince aklıma yiğit dava adamı Ali Metin Tokdemir gelir.
Yiğit dava adamı Ali Metin Tokdemir; yüce Allah’ın "İrci'î"(Geri dön!) emrine uyup bundan 30 sene evvel, 8 Aralık 1995 günü Gümüşhane-Trabzon karayolu üzerinde geçirdiği elim bir trafik kazası sonucu genç yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştu. Yalan dünyayı ve onun içindekileri sonsuza dek arkada bırakıp canından çok sevdiği Yaradan'ına sığınmıştı.
Ülkücü camianın efsanevî isimlerinden olan A. Metin Tokdemir, 21 Haziran 1959 yılında Kelkit’te doğmuştu. İlk ve orta öğrenimini Anadolu’nun çeşitli yerlerinde tamamlayan Tokdemir, Eskişehir İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nden mezun olmuştu. Tokdemir çalışkan ve mücadeleci bir dava adamıydı. Otuz altı yıllık kısa ömründe çok büyük işler yaptı. Siyasete küçük yaşlarda giren bu muhterem insan, Ülkü Ocakları, Ülkücü Gençlik Derneği ve Ülkü Yolu Derneği’nin Aydın şubesinde görev yaptıktan sonra Eskişehir Ülkü Ocakları Başkanlığı’na getirildi. Üniversite yılları siyasetle iç içe geçti.
Merhum Ali Metin Tokdemir, Türk-İslâm ülküsünü rehber edinen ve aksiyon haline getiren kâmil bir insandı. Küçük politikalar onu tatmin etmiyordu. Büyük düşünüyordu her zaman. Onun için de küçük ve çıkarcı politikalara alet olmuyordu. Bencillik denen manevî hastalıktan çok uzaktı. Kendini Allah ve Resul-i Ekrem’in davasına adayan Tokdemir, yaşadığı müddetçe Allah rızası için gecesini gündüzüne katarak azimle çalışmıştır.
Davasına yönelik görevlerini harfiyen yerine getiren merhum A. Metin Tokdemir, Türklük âleminin lideri merhum Alparslan Türkeş tarafından Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı’na getirilerek ödüllendirilmişti. Pek çok üstün meziyetlere sahip olan Tokdemir, Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı görevini başarıyla yürütmüştü. Bu süre içinde küfrün bütün oyunlarını bozan Tokdemir, ülkücü gençliğin oluşmasında aktif roller üstlenmişti.
A. Metin Tokdemir, kitleleri arkasından sürükleyecek lider bir kişiliğe sahipti.
A. Metin Tokdemir, Mevlâna’nın ifadesiyle, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, ilmiyle amil, elif gibi dik duruşlu bir Müslüman'dı. İnançları için tüm zorluklara göğüs geren Tokdemir, azimli ve cesaretliydi. Çok güçlü bir hitabeti vardı. Kitleleri arkasından sürükleyecek maharetlere sahipti. Ömrü yetseydi Türkiye onu çok konuşacaktı.
Cesur dava adamı A. Metin Tokdemir; sözden çok, yaşantısıyla Türk-İslâm ülküsü davasını savunmuştu. Yaşadıklarıyla gençlere örnek olmuştu. Anlattıklarıyla yaşadıkları birbirini tamamlıyordu. O; iman, aşk, aksiyon ve karakter adamıydı. O; başta İslâm âlemi ve Türk dünyası olmak üzere bütün insanlığın gerçek bağımsızlığını arzuluyordu. Bu bağlamda 19–20 Ocak 1990 tarihlerinde Azerilerin Bakü’deki Azatlık Meydanı’nda Rus tankları altında ezildiği sırada, Türkiye genelinde düzenlediği Organize Tel’in Mitingleri’yle Türk milletinin gönlünde taht kurmuştu. Milletçe yürekten desteklenmişti. Bu mitingler sayesinde Türk soydaşlarımız, haklı davalarını geniş platformlarda duyurabilme imkânına kavuşmuştu. Tokdemir’in bu desteği soydaşlarımızın mücadele gücünü ve azmini artırmıştı.
Merhum Ali Metin Tokdemir'in Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı yaptığı dönemde sınır komşumuz Bulgaristan’daki Türk soydaşlarımıza değişik işkenceler yapılıyordu. O, bu olayların üzerine yiğitçe gitti. Bulgar zulmünü Türkiye'nin gündemine oturttu. Onun sayesinde pek çok soydaşımız rahat bir nefes aldı. Bazıları ise Türkiye’ye sığındı.
Metin Tokdemir aydın bir insandı. İyi bir kültürel altyapısı vardı. Her fırsatta kitap okurdu. Özellikle siyaset teorileri ve analizleri üzerinde engin bir bilgi birikimine sahipti. Olayları çok iyi analiz etme becerisi vardı. Bunu hem çok okumasına hem ileri görüşlülüğüne hem de tecrübesine borçluydu. Türk-İslâm ülküsünün muhtevasını fevkalâde iyi bilir ve gençlere aktarırdı. Sıradan sloganlardan ve içi boş ifadelerden haz almazdı. Ülkücülerin aydın insanlar olması gerektiğine inanırdı. Bunu sağlamak için de ocak seminerlerine ağırlık verirdi. "Türk-İslâm Sentezi" ifadesini sevmezdi. Bunun yerine Seyyid Ahmet Arvasi’nin eserine de ad olan ‘Türk-İslâm Ülküsü’ tabirini kullanırdı. Sentez, yalından karmaşık olana, külliden cüziye, zorunludan olasıya, ilkeden onun uygulanmasına, genel yasadan bireysel duruma, nedenden etkiye, öncülden varılan sonuca giden düşünme biçimi, bireşim ve terkip demektir. Oysa ülkücülerin davası İslâm’ın ta kendisiydi. Bunu sentezi olamazdı.
Merhum Tokdemir, Türklüğe ve Müslümanlığa hizmet edenlerin hep yanındaydı.
Ali Metin Tokdemir müthiş bir enerji sahibiydi. Ülkemizi Edirne’den Kars’a, Sinop’tan Anamur’a kadar baştan başa dolaşmıştı. Fakat onun yaptığı turistik gezi değildi. O, insanların mefkûre sahibi olması için çabalıyordu. Gençlerin çağın bataklığına düşmemesi için uğraşıyordu. Türklüğün zilletten kurtulması için koş(uş)turuyordu. Etkili hitabetiyle kitleleri heyecana sevk ediyordu. Vücut dilini çok iyi kullanıyordu. Hakikat adına bildiği ne varsa, yerinde ve zamanında olmak kaydıyla, onu gönüldaşlarıyla paylaşıyordu. Tabir caizse o bir deryaydı. Fakat zaman o deryadan fazlaca nasiplenmemize ne yazık ki müsaade etmedi.
Merhum Ali Metin Tokdemir, Türklüğe ve Müslümanlığa dava şuuruyla hizmet edenlerin hep yanında ve yakınındaydı. Tarihî kişiliklerin unutulmaması için gayret sarf ediyordu. Bu davaya hizmet edenlerin her zaman hatırlanması gerektiğine inanıyor, ülkünün temel taşlarının nisyan bulutları içerisinde kaybolmaması için çırpınıp duruyordu.
Tokdemir'in vefası meşhurdu. İnsanların vefasızlığını içine sindiremiyordu bir türlü. Bununla ilgili olarak söylediği şu söz ne kadar da manidardır: “Ahde vefasızlık imansızlıktır.” Bu söz sanırım bu husustaki her şeyi ifade etmek için yeterlidir. Yine onun “Unutmak tükenmektir.” veciz sözünü hatırlatmadan geçemeyeceğim. Bununla alâkalı olarak her yıl Mayıs ayının son haftasının “Ülkücü Şehitler Haftası” olarak kutlanması fikri ondan gelmişti.
Merhum Ali Metin Tokdemir, milletiyle bütünleşen örnek bir şahsiyetti. Ülkemizin sosyal, ekonomik ve kültürel meseleleriyle yakından ilgilenen ve bu konularda kafa yoran bir aydın bir insandı. O, toplayıcı ve birleştirici bir karaktere sahipti. Türk-İslâm ülküsüne gerçekten inanmış ve aşkla bağlanmıştı. Şahsî sıkıntılarını, davanın ruhuna engel teşkil edecek derecede öne sürmeyen ve hak bildiği yolda yürüyen Tokdemir, sadece davasının başarısını düşünmüştür. Öldüğünde eşine ve minik yavrusuna bir ev bile bırakamamıştır. O; sabırlı, azimli, ahlâklı, basiretli, disiplinli ve kültürlü bir insandı. Bu özelliklere sahip olan Tokdemir, davasının ‘A Takımı’ndandı. Yani birinci derecede öncelikli liderlik meziyetlerine sahipti.
Onun davası ‘İ'lây-ı Kelimetullah’ ve ‘Nizam-ı Âlem’ düşüncesini hâkim kılmaktı.
Merhum A. Metin Tokdemir’in davası ‘İ'lây-ı Kelimetullah’ ve ‘Nizam-ı Âlem’ düşüncesini cihana hâkim kılmaktı. İnandığı davasından zerre kadar taviz vermeden, ‘Nizam-ı Âlem’ ve ‘İ'lây-ı Kelimettulah’ uğrunda Anadolu’yu adım adım dolaşarak verdiği dizi konferanslarla Ülkücü Hareket’e ivme, heyecan ve şuur kazandıran A. Metin Tokdemir, bir ara Türk Ocakları Genel Merkezi’nde, Türk Cumhuriyetleri’nden gelen öğrencilerin koordinasyonu görevini de üstlenmişti. Çünkü o, çok hamiyetli bir kişiydi. Özellikle Türk soydaşlarımızı tutku derecesinde çok seviyordu. Onların esareti yüreğini dağlıyordu.
Merhum A. Metin Tokdemir, Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı görevini müteakip, sırayla Yeni Düşünce, Ortadoğu, Milliyetçi Çizgi ve Hergün gazetelerinde köşe yazarlığı, Yazı İşleri Müdürlüğü ve Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde de bulunmuştu. Onun diğer gazeteci ve yazarlardan farkı, yazdığını yaşaması, yaşadığını yazmasıdır.
Merhum A. Metin Tokdemir, gücünü davasından ve cihat ruhundan alıyordu. Kendini yenileyebilen kâmil bir insandı. Sadece gerçekleri konuşmayı, yeri gelince de susmayı tercih ediyordu. Fakat o, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” hadisini asla göz ardı etmemiştir. Yaşadıkça hep doğruları söylemeye, aksi halde susmaya gayret etmiştir.
Merhum Tokdemir engin bir birikime sahipti. Başta siyaset ve onun olmazsa olmazı hükmünde olan hitabet olmak üzere, her yönüyle donanım sahibi bir insandı. Bu tecrübelerini TBMM’ye taşıyarak Türk milletinin istifadesine sunma niyetindeydi. Bunun için 24 Aralık 1995 seçimlerinde Gümüşhane’den milletvekili adayı oldu. MHP’den milletvekilliğine talip olan Tokdemir hızlı bir propaganda faaliyetine girişmişti. Ölümünden birkaç gün önce, Gümüşhane Dumlupınar İlköğretim Okulu Salonunda düzenlenen gecede yaptığı konuşmada şu ifadelere yer veriyordu. Bu sözler onun ağzından duyduğum son sözlerdi:
“Biz Türk-İslâm ülküsünün erleriyiz. Davamız hak ve hakikat mücadelesidir. Amacım yıllardır unutulan ve hizmetten mahrum bırakılan Gümüşhanelilerin haklarını savunmaktan ibarettir. Nasip olur da Meclis’e girebilirsem, Türk milletinin menfaatlerinin takipçisi olacağım. Milletimizi ezilmişlikten ve itilmişlikten kurtarmak için canla başla çalışacağım. Hor görülmüş ve değerleri ayaklar altına alınmış Türk-İslâm âleminin şahlanması için itici güç olacağım. İnsanımızın inanç özgürlüğünü temin etmek için var gücümle mücadele edeceğim. Söylediklerimi gerçekleştiremezsem verdiğiniz yetkiyi yine sizlere teslim edeceğim. Destek sizden, kısmet Cenab-ı Allah’tandır. Allah bizi utandırmasın.”
Bu sözler onun siyasî duruşunu gösteriyordu aynı zamanda. Ama kısmet olmadı işte. Kaderde olmayanı yaşamak mümkün değildi. O da hayallerinin gerçekleşmesini göremeden bu fâni âlemden bekâ dünyasına göç etti. A. Metin Tokdemir, adaylığının kesinleşmesinden birkaç gün sonra Ankara’daki Gümüşhaneliler Derneği’nin düzenlemiş olduğu toplantıya katılmak için Gümüşhane’den Trabzon’a hareket etti. Trabzon Havaalanı’ndan bineceği uçakla Ankara’ya varacaktı. Fakat o güzel insan, Maçka ilçesine bağlı Başarköy yakınlarında geçirdiği elim bir trafik kazası sonucu yaralı olarak Trabzon Numune Hastanesi’ne kaldırıldı. Oradan Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Farabi Hastanesi’ne sevk edilen Tokdemir, bütün gayretlere rağmen kurtarılamayarak, Cenab-ı Hakk’ın ‘benim ayım’ dediği Recep ayında, 8 Aralık 1995 Cuma günü saat 15.15 sularında Hakk’ın rahmetine kavuştu.
A. Metin Tokdemir Gümüşhane’nin ve şirin Kelkit'imizin medar-ı iftiharıydı.
İçinden çıktığı milleti gibi hürriyetine düşkün olan A. Metin Tokdemir, Allah’tan başkasına kul olmayan, maneviyatı daima maddiyatın üzerinde gören, derviş ruhlu, kâmil bir insandı. Bu kısacık ömründe yılmadan ve yorulmadan kutlu davasının hizmetinde koştu. O, kendini Peygamberin kutlu vekili olarak gören aziz Türk milletinin bir ferdi olmaktan şeref duyuyordu. Şeyh Galip’in şu beytini ölçü edindiği için, insana çok kıymet veriyordu: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/ Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen” (Kendine iyi bak, sen âlemin özüsün. Yaratılışın özünün göz bebeği olan insansın sen.)
Merhum A. Metin Tokdemir, cemiyet adamıydı. Sosyal bir insandı. Toplumu teşhis ve tahlil etmede ustaydı. İnsanların ezilmesine tahammül edemiyordu. Dünyanın, uğrunda yaratıldığı insan kavramına saygı duyulmasının öncelikli bir düşünce olması gerektiğine inanıyordu. Sûret-i Haktan görünerek halkı ezenlere karşı mücadele etmeye ant içmişti. Dünyanın ve dünyayı anlamlı kılan insanın amacından sapması, onu çok rahatsız ediyordu. İnsanların samimiyetsizliği kahrediyordu bu güzel insanı. Her şeye rağmen ümitvar bir ruh yapısına sahipti. Herkes annesini sever ama o, anasına memedeki bir çocuğun düşkünlüğü derecesinde meftundu. Abisi Engin, onun en değerli varlıklarından biriydi. Fakat sevdikleriyle uzun uzun dertleşemedi. Üstelik yeni evli sayılabilecek bir zamanda Hakk’a yürüdü.
Merhum A. Metin Tokdemir Gümüşhane’nin ve şirin Kelkit ilçemizin medar-ı iftiharıydı. Şimdi baba ocağı olan Kelkit’te metfundur; servilerin gölgesinde serinlenmektedir. O, taraflı tarafsız herkesin gönlünde taht kurmuştu. Merhumun vefatı üzerine Gümüşhaneli şair Zülfikâr Yapar Kaleli, yazdığı şu ağıtla Gümüşhanelilerin acısına tercüman olmuştu: “Çileye Metin'di, mertlikte Ali,/ Tokdemir’i kına soktu da gitti/Kanadı yaralı serçe misali,/Gerili yaydaki oktu da gitti//Gün olup binince ecel tahtına,/Kanmadı dünyanın saltanatına,/Bir yolunu bulup Rahman katına/ İsa gibi göğe çıktı da gitti.”
Netice itibariyle bir Ali Metin Tokdemir geçti bu fâni dünyadan. O da herkes gibi kendisine takdir edilen (biçilen) sınırlı ömrü yaşadı. Bu 36 yıl gibi son derece kısa bir zamandan ibaretti. Fakat yaşanan süre kısa olsa da o, bu kısa ömürde arkasında hoş bir seda ve güzel hatıralar bıraktı. Onu bu sınırlı satırlarda anlatmak çok zor. Allah rahmet eylesin.
Gümüşhaneli bu ülkü devine dair sözlerimi "Ali Metin Tokdemir'e Ağıt" adlı şiirimin şu dizeleriyle sonlandırmak istiyorum: "Hissiyatım Ali, yüreğim Metin/Acıyla barışık dost olmak çetin/Allah için sustun, Hak için dedin/Yücelerden geldi mübarek emir/Bizi hârda koyup göçtü Tokdemir//Engin’lere sığmaz hasret ateşi/Gelir mi dünyaya benzeri, eşi?/Işıtsın kabrini iman güneşi/Yücelerden geldi mübarek emir/Bizi burda koyup göçtü Tokdemir/Çilelere karşı göğsünü gerdi/Yalan ayıklayıp hakikat derdi /Kavuştu Rabbine, maksuda erdi/Yücelerden geldi mübarek emir/Bizi narda koyup göçtü Tokdemir..."
GÜMÜŞHANE DEYİNCE AKLIMA GELENLER-2
M. NİHAT MALKOÇ
Gümüşhane deyince aklıma gümüş şehrin altın kalpli insanları gelir.
Gümüşhane deyince aklıma gümüş şehrin altın kalpli insanları gelir. Gümüşhane küçük ve şirin bir Anadolu şehridir. Bu yörenin insanı bu zor coğrafyada zor şartlar altında şekva etmeden kıt kanaat geçinir. Fakat şehirlerini ve onun kadim değerlerini baş tacı ederler.
Gümüşhane, Kuşakkaya’nın eteklerinde kurulmuş, Harşit Çayı’yla ikiye ayrılmış, dağların koynunda uyuyan nazenin bir güzeldir. Burada tarih ve doğal güzellikler bambaşka bir sentez oluşturur. Bu güzel şehir Tarihî İpek Yolu güzergâhı üzerindedir. Adını çok zengin gümüş madeni yataklarından almaktadır. Fakat burada gümüşün yanında altın gibi başka kıymetli madenler de bol miktarda vardır. Doğuda Bayburt, batıda Giresun, kuzeyde Trabzon ve güneyde Erzincan ile komşu olan bu şirin şehir, düşlerinde 1210 metre yüksekten bakmaktadır masmavi denizlere. Denizden uzak düştüğü için dağlarla söyleşmektedir gece gündüz… Harşit’in kulağına fısıldamaktadır dertlerini. Berrak sularıyla, yemyeşil vadisiyle, güler yüzlü, vatansever insanıyla aydınlık yarınlara yol almaktadır düşmanları çatlatırcasına.
Kelkit, Kürtün, Köse, Şiran ve Torul; Gümüşhane’nin aziz evlatlarıdır. Yemyeşil bir vadinin koynunda uyuyan bu şehir, aynı kaderi paylaşır evlatlarıyla. Bizanslılar tarafından kurulan Kelkit, Gümüşhane’nin ilçelerinin en büyüğü olduğu için abi rolündedir şüphesiz... Kürtün; Harşit Çayı kenarında, dağların ve ormanların içerisinde bakir bir görünüme sahiptir. Buraya ‘orman denizi’ diyenler hiç de haksız değildir kanımca. Zira burada ormanlar bütün haşmetiyle ve alımlı güzelliğiyle karşılar sizi. Köse’nin evelek dolması, kelem dolması, siron, fıt fıt haşılı ve pirinçli börek gibi yemekleri damağınızda doyumsuz izler bırakır. Tomara Şelalesi, Şiran’ın güneybatısındaki Seydi Baba Köyü’nde karşılar sizi. Kayaların arasından, tepe yamacından ve yer altından çıkan köpüklü sular bambaşka bir görüntü oluşturmakta, güzel bir fon teşkil ederek gözleri kamaştırmaktadır. Bembeyaz bulutlarla köpüklü sular saflığın aynasından yansımaktadır. Harşit Çayı etrafında kurulan Torul, Karaca Mağarası’yla, Zigana Dağı’yla, Limni Gölü’yle, Yedi Göller’iyle, tarihî köprüleriyle keşfedilmeyi bekliyor.
Gümüşhane, Türkiye’nin en çok göç veren şehirlerinin başında gelmektedir. Bu topraklarda rızkını temin edemeyenler, kendilerini büyük şehirlere atarak orada ekmek kavgası vermektedirler. Gümüşhane, Türkiye’nin büyükşehirlerine çok uzakta bir yerde yer almaktadır. İstanbul’a uzaklığı 1108, Ankara’ya 788, İzmir’e 1368, Bursa’ya 1118 km’dir. Yani gurbetçiler memleketlerinden çok uzaklarda sıla hasretiyle yanıp tutuşmakta, fakat mevcut şartlar bu ayrılığı zorunlu kılmaktadır. Şehrin nüfusu her geçen gün azalmaktadır.
Gümüşhane’nin en yakın komşularından biri Trabzon’dur. Trabzon’da da çok sayıda Gümüşhaneli vardır. Gümüşhane’nin Trabzon’la diyaloğu diğer şehirlerden çok daha fazladır. Bu iki şehrin birbirine uzaklığı 100 kilometre civarındadır. Gümüşhane’yle Trabzon arasında hemen her saat başı ulaşım imkânı vardır. Bu durum, ilişkileri sıcak tutmaktadır. Öte yandan Trabzonlular kendi şehirlerinin dışında çalışma mecburiyetinde kaldıklarında Gümüşhane’yi tercih etmektedirler. Gümüşhane-Trabzon dostluğu her geçen gün daha da pekişmektedir.
Gümüşhane’nin saklı güzellileri misafirlerini bekliyor. Başta Karaca Mağarası olmak üzere Santa Harabeleri, Süleymaniye (Eski Gümüşhane), Gümüşhane Konakları, Örümcek Ormanları, Satala Antik Kenti, Zigana Turizm Merkezi, Meryemana Kilisesi, Canca Kalesi, Kov Kalesi, Akçakale, Keçikalesi, Satala Kalesi, Gümüştuğ Kalesi, Torul Kalesi, Daldaban Çeşmesi, Gümüşhane Köprüsü, Tomara Şelalesi, Limni Gölü, Artabel Tabiat Parkı ve Sarıçiçek Köy Odaları ziyaretçilerini güler yüzle ve heyecanla beklemektedir şimdilerde...
Gümüşhane deyince aklıma Gümüşhane Lisesi ve Gümüşhane yıllarım gelir.
Gümüşhane deyince aklıma Gümüşhane Lisesi ve Gümüşhane yıllarım gelir. Beş yıl ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim bu topraklara olan sevgimi kelimelerle ifade etmem çok zordur. Yine de Gümüşhane’de ömrümün baharını (gençlik yıllarımı )geçirmiş bir insan olarak bu nadide coğrafyaya olan sevgimi ve hayranlığımı her fırsatta ifade etmeyi bir borç bilirim. Bu güzel şehrin güzel insanlarına bütün güzellikler lâyıktır. Gümüşhaneliler maddî ve manevî değerlerine sadıktır. Bunun somut örneklerini sıklıkla görebiliyoruz.
Gümüşhane, doğasıyla ve insanıyla benim ikinci memleketim diyebileceğim güzel bir şehirdir. Ömrümün en güzel yılları Gümüşhane'de geçti. 1992'nin 02 Aralık'ında bu güzide şehirde başladı, bugün 32. yılını geride bıraktığım öğretmenliğimin ilk yılları. Bu şehirdeyken evlendim. Bu şehirde doğdu ilk çocuğum. Birçok doyumsuz güzelliği burada yaşadım.
Beş sene öğretmenlik yaptığım Gümüşhane, hafızamda kendine hep yer edindi. İlk evimi tuttuğum Hasanbey Mahallesi'ni, beş sene görev yaptığım Gümüşhane Lisesi'ni ve dört yıl ikamet ettiğim lise lojmanlarını hiçbir zaman unutmadım. Kuşakkaya Dağı'yla Harşit Nehri'yle, Tekke beldesiyle ve Süleymaniye'siyle hiçbir zaman unutmadım Gümüşhane'yi.
Gümüşhane'de bulunduğum o doyumsuz beş sene içerisinde bu güzel şehirde yaptıklarımla ve yazdıklarımla hoş bir seda ve iz bırakmaya çalıştım. Başta meslektaşlarım olan öğretmenler olmak üzere, değişik meslek gruplarından birbirinden kıymetli dostlar edindim. Bunların başında Gümüşhane'nin kültür elçilerinden biri olan kıymetli şair ve yazar Talat Ülker gelmektedir. Bu şehirde çok kıymeti öğrencilerim oldu. Onları, dününü ve dinini unutmayan ahlâklı fertler olarak geleceğe hazırlamak için gecemizi gündüzümüze kattık.
Gümüşhane deyince aklıma şehrin gözü, kulağı ve dili olan Kuşakkaya gelir.
Köklü bir yerel gazete olan Kuşakkaya, kuruluşundan beri Gümüşhane’ye çok şey kazandırmıştır. Gümüşhaneliler dertlerini bu gazeteyle duyurmuşlardır. Gümüşhane’nin gözü, kulağı ve sesi olan Kuşakkaya; gördüğünü yazmış, hiçbir şeyi görmezlikten gelmemiştir. Kuşakkaya gazetesinin adı Gümüşhane’yle adeta özdeşleşmiştir. Bu gazetenin millî meselelerde dik ve tavizsiz, her halükârda Türkiye'den yana asil bir duruşu vardır.
Gümüşhane'nin aynası hükmünde olan ve her neyi varsa o aynadan yansıyan Kuşakkaya bir kültür gazetesidir aynı zamanda. Gazetenin ikinci sayfasında her gün düzenli olarak yayınlanan şiir köşesi bunun ispatıdır. Köşe yazarlarının kaleme aldıkları yazılarda da kültürel konular sıklıkla işlenmektedir. Bu gazetede yazanların ortak sevdası şirin Gümüşhane’dir. Bir Trabzonlu olarak buna ben de dâhilim. Beş yıl ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim bu topraklara olan sevgimi ve muhabbetimi kelimelerle ifade etmem çok zordur.
Kuşakkaya gazetesi son yıllarda bir de internet sitesini yayına soktu. Bu site, gazeteye ulaşamayan gurbetteki Gümüşhaneliler için çok önemli bir hizmet veriyor. Bu sitede güncel Gümüşhane haberlerine ve Kuşakkaya gazetesindeki yazarların yazılarına ulaşabilirisiniz.
Gümüşhaneliler, Kuşakkaya gibi cesur bir gazeteye sahip oldukları için bence çok şanslılar.
Gümüşhane deyince aklıma şehrin akil insanlarından biri olan Turan Tuğlu gelir.
Gümüşhane deyince aklıma Turan Tuğlu gelir. Ömrünü bu topraklarda geçiren ve bu memlekete hizmet edip değer katmaya çalışan Tuğlu, Gümüşhane'nin tabir caizse anıt insanlarından biridir. Mümtaz insan Turan Tuğlu Ağabey, Kuşakkaya gazetesinde her gün yazdığı birbirinden değerli ve aydınlatıcı yazılarıyla gündemi büyük bir hakkaniyetle ve hakkıyla yorumlamaktadır. İlerleyen yaşına rağmen kalemi elden bırakmayan, genç gazetecilere model olan Tuğlu’yu kutlamak gerekir. Gümüşhaneliler, Kuşakkaya gibi köklü bir gazeteye ve Turan Tuğlu gibi usta bir kalem erbabına sahip oldukları için çok şanslılar.
Gümüşhane'ye gelmeden evvel, henüz üniversite öğrencilik yıllarımda Trabzon'da Türksesi ve Hizmet gazetelerinde köşe yazıları yazmaktaydım. Öğretmen olarak Gümüşhane'ye atanınca gördüm ki bu güzide şehirde Kuşakkaya ve Demokrat Gümüşhane adlarında iki güzel gazete yayımlanıyor. Bu gazetelerin varlığı beni fazlasıyla mutlu etmişti. İlk işim bu gazetelerin sahipleriyle bir an önce tanışmak oldu. Önce Kuşakkaya gazetesinin sahibi ve başyazarı Turan Tuğlu ağabeyle tanıştım, sohbetinden istifade ettim.
Görüldüğü üzere Turan Tuğlu Ağabeyle şahsî hukukumuz çok eskilere dayanır. 1992 sonunda Gümüşhane’ye öğretmen olarak atandığımda ilk tanıştığım kişilerden birisi o idi. O zamanlarda başladığım Kuşakkaya köşe yazarlığımı, kısmen aralıklı olsa da, 32 seneden beri devam ettiriyorum. Bugüne kadar yazdığım hiçbir yazıya en küçük bir müdahalede bulunulmamıştır. Bu da Kuşakkaya gazetesinin ne kadar demokrat bir gazete olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Kuşakkaya, benim için gazetecilikte bir mektep görevi görmüştür.
Gazetecilik, gerçekleri eğip bükmeden, olduğu gibi okuyucuya sunmaktır. Faturası ve bedeli ne olursa olsun gazeteciliği onuru için yapanlar böyle davranırlar. Yarım asrı aşkın bir zamandan beri Anadolu’nun küçük bir ilinde, Gümüşhane’de gazetecilik yapan Turan Tuğlu Ağabey bu mesleğin duayenlerinden biridir. Gençliğinden bugüne kadar binlerce köşe yazısına ve habere imzasını atmıştır. Fakat hiçbir zaman gazetecilik onurundan ödün vermemiştir. Doğru bildiklerini yazmaktan sakınmamıştır. Muhakkak o da değişik, ısmarlama haber ve yorum yazma tekliflerine muhatap olmuştur. Fakat hiçbir şüphe ve şaibeye meydan vermeden gazetecilik yapmıştır. Şayet ısmarlama haber ve yazı yazsaydı bugün çok daha farklı yerlerde olurdu. Oysa o, küçük bir büroda Kuşakkaya gazetesi aracılığıyla Gümüşhanelilere doğru haber ve isabetli yorumlar sunuyor; bunun mücadelesini veriyor. Onun gazeteciliğe dair görüşlerini bir yazısından iktibas etmek istiyorum. Bu görüşler gazeteciliğe heveslenenlere veya bu işin içinde olanlara yol gösterecek değerdedir. Genç gazetecilerin bu düşünceleri yabana atmaması, bunları kendine kılavuz edinmesi gerekir:
“Yazılısıyla, görüntülüsüyle bir meslek gazetecilik… Temel amaç, her konuda halkı bilgilendirmek, bilinçlendirmek, kamuoyu oluşmasına katkıda bulunmak… Yanlış yapanları olmaz mı gazetecilerin? Zarar verenleri olmaz mı? Olur elbette. Hangi meslekte olmuyor ki? Gazeteciler de bu toplumun bireyleri, gökten zembille inmiyorlar. Birçok meslekte olduğu gibi, gazetecilik mesleği de özveri isteyen bir meslektir.
Gazeteci korkuyla, tehlikeyle, ölümle, tehditle iç içe yaşar. Savaşta, toplumsal çatışmalarda, yangında, sel felaketinde, depremde, savaşanlarla birlikte, çatışanlarla birlikte, doğal afetlerle mücadele verenlerle birlikte çoğu kez ön saflarda hep gazeteciler vardır. Gazeteciler hep felaket haberi sunmazlar. Güzellikleri de kalemleriyle, fırçalarıyla, fotoğraf makineleriyle, kameralarıyla görüntülerler.
Gördüklerini, düşündüklerini, araştırdıklarını, tespit edebildiklerini yansıtır gazeteci. Gazetecilerin gördükleri, araştırdıkları, düşündükleri, tespit edebildikleri kimilerinin hoşuna gitmeyebilir, kimilerinin zararına olabilir. Bu kimilerinin içinde Başbakanlar da, bakanlar da milletvekilleri de, bürokratlar da, işadamları da, politikacılar da, sıradan vatandaşlar da olabilir. Gazeteci için fark etmez. Gazeteci doğruluğuna inandıklarını yapar. Doğru olmayanları yapan gazeteciler varsa, onları da yine kendi içinde ayıklar. Onlar da boy verir toplumsal aynalarda. Vatandaş onu da görür, ötekini de. Daha çok yarası olanlar gocunur gazetecilerden. Gazeteciler, korkulan ya da öfke duyulan insanlar değildir. Ama gazetecilik şirinlik mesleği de değildir. Herkes gazetecilik konusunda da, başka konularda da ölçülü, mantıklı, hoşgörülü olmalıdır.” (Kuşakkaya Gazetesi, (Gümüşhane), Sayı: 2246)
Turan Tuğlu Bey, gazetecilik mesleğini uzun yıllardan beri sürdürüyor. Bugüne kadar kendi menfaatlerini düşünmedi hiç, ülke menfaatleri doğrultusunda yazdı hep... Milletin değerlerine saygılı oldu, fakat evrensel değerleri de göz ardı etmedi. Aydın Doğan’ın arkadaşı ve hemşehrisi olmasına rağmen, gazetecilikte onunla aynı yolda yürümedi. Kendi çizdiği yolda, yerel imkânlarla yürüdü. Haftalık olan gazetesini günlüğe döndürdü. Bazı çevreler bunun uzun soluklu devam edemeyeceğini düşünse de o, bunu da başardı. Zor şartlar altında güzelliklere imza attı. Her zaman ağırbaşlı olmayı tercih etti; tevazuu elden bırakmadı. Onun gibi bir bilge adamı tanıdığım ve sohbetinde bulunduğum için kendimi şanslı görüyorum.
Gümüşhane, Turan Tuğlu'yla daha güzel, daha demokrat, daha güvenli... Gümüşhaneliler bunun farkındadır. Zira Gümüşhaneliler ona büyük saygı duyuyor ve hürmet gösteriyor. O da bu derin saygı ve samimi hürmet duygularını hiçbir zaman boşa çıkarmıyor.
GÜMÜŞHANE DEYİNCE AKLIMA GELENLER-I
M. NİHAT MALKOÇ
Gümüşhane deyince aklıma kadim bir tarih ve emsalsiz güzellikler gelir.
Gümüşhane deyince aklıma kadim bir tarih ve emsalsiz güzellikler gelir. Gümüşhane, Kuşakkaya’nın eteklerinde kurulmuş, Harşit Çayı’yla ikiye ayrılmış, dağların koynunda uyuyan nazenin bir güzeldir. Burada tarih ve doğal güzellikler bambaşka bir sentez oluşturur. Bu güzel şehir Tarihî İpek Yolu güzergâhı üzerindedir. Adını çok zengin gümüş madeni yataklarından almaktadır. Fakat burada gümüşün yanında altın gibi başka kıymetli madenler de bol miktarda vardır. Doğuda Bayburt, batıda Giresun, kuzeyde Trabzon ve güneyde Erzincan ile komşu olan bu şirin şehir, düşlerine 1210 metre yükseklikten bakmaktadır. Masmavi denizlerden uzak düştüğü için, dağlarla söyleşmektedir gece gündüz demeden. Harşit’in kulağına fısıldamaktadır dertlerini. Berrak sularıyla, yemyeşil vadisiyle, güler yüzlü, vatansever insanlarıyla aydınlık yarınlara yol almaktadır düşmanları çatlatırcasına.
Gümüşhane köklü bir tarihî kentimizdir. Tarihî İpek Yolu’nun üzerinde bulunan bu güzide şehir; altın, gümüş ve bakır madenleri bakımından zengin olduğu için değişik uygarlıklara sahne olmuştur. Şehrin tarihi milattan önce üç binli yıllara kadar götürülmektedir.
Bir açık hava müzesi görünümünde olan Gümüşhane, iki bin yıllık geçmişi olduğu bilinen tarihî İpek Yolu’nun Trabzon’la Doğu Anadolu’nun birbirine bağlandığı noktada bulunmaktadır. Öte yandan, eskiden Tebriz üzerinden Erzurum’a gelenler Gümüşhane üzerinden Trabzon’a ulaşmaktaydı. Gümüşhane bu mühim ticaret yolunun hassas noktasında yer almaktaydı. Bu konumundan dolayı Gümüşhane uzun yıllar önemini hep korumuştur.
Gümüşhane’nin tarihî kıymetleri günümüzde hak ettiği önemi kazanmıştır. Son yıllarda gözler, bu tarihî şehre çevrilmiştir. Gümüşhane’nin tarihî değerleriyle ilgili çalışmalar yoğunlaşmıştır. Bu kıymetler geniş kitlelerle paylaşıldıkça, şehre olan ilgi daha da artmıştır.
Gümüşhane deyince aklıma birbirinden kıymetli söz üstatları, yani şairler gelir.
Gümüşhane deyince aklıma birbirinden kıymetli söz üstatları, yani şairler gelir. Şehirleri en iyi tasvir eden şairlerdir. Şairlerin şehirleri olduğu gibi, şehirlerin de şairleri vardır. Şairler kentlerin kimliğini en iyi açığa çıkaran, adeta şehrin röntgenini çeken söz ustalarıdır. Gümüşhane'nin de birbirinden kıymetli şairleri vardır. Onlar şehrin kültürel kaynaklarından beslendikleri gibi, şehrin kültürel kaynaklarını da beslemişlerdir. Bu değerleri açığa çıkarmak, gelecek nesillere tanıtmak ve aktarmak hem vefanın gereği hem de kökü mâzinin derinliklerine dayanan kültürümüzün yaşaması için olmazsa olmaz işlerdendir.
Hiç şüphesiz ki üzerinde kadim medeniyetimizin derin izlerini taşıyan Gümüşhane’miz de Anadolu’nun görülmeye ve sevilmeye değer bir yerleşim yeridir. Bu topraklardan da pek çok marifetli şairler çıkmıştır. Yedi Meşalecilerden Vasfi Mahir Kocatürk’ten tutun da Şinasi Özdenoğlu’na kadar, Talat Ülker'den Dilâver Cebeci'ye kadar, Nurettin Özdemir’den Âşık Zevrakî’ye kadar, Hüseyin Nihal Atsız’dan Zülfikar Yapar Kaleli’ye kadar, O. Nabi Üçüncüoğlu'dan Posuslu Nuri Baba (Âşık İlhamî)'ya kadar, İbrahim Okur(Âşık Figanî)'dan Hasan Odabaş'a kadar nice söz üstatları şiir ağlarını ördü bu topraklardan aldıkları güçle ve ilhamla. Yeni sesler ve yeni renkler filiz veriyor Gümüşhane’nin dağlarında, vadilerinde, Harşit’inde, Kelkit’inde ve Şiran’ında… Yeni sesler ve renkler kuruyan şiir dağlarını yeşertiyor, umutların filizlenmesine zemin hazırlıyor.
Gümüşhane deyince aklıma Hüseyin Nihal ATSIZ gelir.
Gümüşhane deyince aklıma Hüseyin Nihal ATSIZ gelir. O ki Harşit'in Türkçe yazan, Türkçe yaşayan yiğit delikanlısıdır. O ki ateşle barut arasında geçen çileli bir ömrün kahramanıdır. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının gür sesli şair ve yazarlarından biridir. Yazdığını yaşayan, yaşadığını yazan doğru(cu); üretken, sarsılmaz, güçlü ve gür sesli bir dava adamıdır o. Tarih ve edebiyat sahasında eksik gördüklerini kalemiyle tekmil edendir.
"Bozkurtlar Diriliyor" ve "Bozkurtların Ölümü" romanlarının yazarı da olan Hüseyin Nihal Atsız, edebiyatçılığının yanında, Türk (İnönü) Ansiklopedisi’ne 40 madde yazmış iyi bir tarihçiydi. Her nefeste Türkçülük davasını soluyan Atsız; gözü kara, yiğit bir kalem ve kelâm erbabıdır. Davası için dünyayı ve içindekileri elinin tersiyle itme azmini ve kararlılığını göstermiştir. İkbal ve makam için virgül gibi eğilmemiş, bir ömür elif gibi dimdik durmuştur. O ki, öksüz Türklüğünü bin cihana değişmeyen bir kararlılık ve şahsiyet abidesiydi.
Ziya Gökalp'ten sonraki en büyük Türkçü kabul edilen Nihal Atsız bu kadim davanın sembol isimlerindendi. Memleketin istikbâlini kendi ikbâlinden önde gören Hüseyin Nihal Atsız, gelecekte yetki sahibi olacak, ülkeyi yönetecek ve yönlendirecek gençlerin Türklük şuuruyla yetişmelerini çok arzuluyordu. Onların, geçmişlerinden güç alarak geleceği şekillendirmelerini murat ediyordu. Onun içindir ki yarının büyükleri olacak gençlere tarih şuuru verilmesini elzem buluyor, bir öncü olarak bu uğurda ciddi çalışmalar yapıyordu.
Türkçü düşüncenin bayrak adamı olan Hüseyin Nihal Atsız; tarih, edebiyat tarihi, tenkit, tetkik, biyografi, bibliyografya ve siyasî tarih incelemeleriyle Türk kültürüne ve düşünce hayatına hizmet etmiştir. “Ben bu yazıları bugün için yazmıyorum, gelecek nesiller için yazıyorum.” demiştir. Bunun dışında hiçbir maddi beklentisi, ikbal hesabı olmamıştır.
Hüseyin Nihal Atsız, şair ve yazarlığının yanında hem öğretmen hem de düşünür (mütefekkir)dür. Çok yönlü bir aydın olan Atsız; tarihçi, dilci, edebiyatçı ve fikir adamıdır.
Hırçın bir kalem olan Atsız, Türkçülük konusunda tavizsizdi. O, Türkçülüğü bir yaşam biçimi olarak görüyordu. Bu uğurda akademik kariyerini bile bitirmiş bir insandır o.
Gümüşhane deyince aklıma kelimelere ustaca hükmeden Nurettin ÖZDEMİR gelir.
Gümüşhane deyince aklıma kelimelere ustaca hükmeden Nurettin ÖZDEMİR gelir. Özdemir, 1927 senesinde Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinde doğmuştur. 1951’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olarak serbest avukatlığa başlamıştır. 1961 yılında Gümüşhane’den milletvekili seçilerek 1972’ye kadar Gümüşhane’yi milletvekili olarak temsil etmiştir. 1980 yılında Kültür Bakanlığı Müşavirliğine atanmıştır. 1988 yılında Türkiye Kızılay Derneği Genel Merkez Kurulu üyeliğine, üç yıl sonra da Kızılay Genel Başkan vekilliğine seçilmiştir. Evli ve beş çocuk babasıdır. Merhum Özdemir elli yılı aşkın bir süredir şiirle uğraşmaktaydı. “Hayat Şiiri”, “Yağmur Sonrası”, “Yitik Sevgi”, “Vakit Geçti Yorgunum”, “Zaman ve Aşk” adlı şiir kitapları yayımlanmış ve bazı şiirleri de bestelenmiştir.
Bundan 17 sene evvel 10 Ekim 2007 tarihinde Gümüşhaneli şair Nurettin Özdemir'i görev yaptığım Trabzon Lisesinde ağırlamıştım.Trabzon Lisesi’ni teşrif eden Nurettin Özdemir’le uzun sayılabilecek bir süre boyunca kültür, sanat, edebiyat ve hayat üzerine konuşmuştuk. Kıymetli Şair Nurettin Özdemir’i gıyaben tanırdım. O güne kadar da hiç karşılaşmamıştık kendisiyle. Yeğeni Ali Çetin Özdemir, Trabzon Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni olarak çalışıyordu. Yani mesai arkadaşımdı, üstelik aynı branştandık. Dayısı olan Nurettin Özdemir’le görüşme isteğimi iletmiştim kendisine. O da ilk fırsatta bunu sağlayacağını söylemişti bana. Şair Nurettin Özdemir, Ankara’da yaşıyordu. Seyrek geliyordu Trabzon’a ve memleketi olan Gümüşhane’ye. Trabzon’a, kadim lisemize gelince beni de çağırdılar. Koşa koşa gittim. Çünkü onunla tanışmayı, sohbetinde bulunmayı çok istiyordum.
O gün Nurettin Özdemir Bey, şiirde Ahmet Hamdi Tanpınar’dan çok etkilendiğini anlattı bize. Onunla Haydarpaşa Lisesi’nde karşılaşmış, kendisine uzun bir şiir okumuş, hayranlığını kazanmıştı. Yahya Kemal’i ve Necip Fazıl’ı tanımış, sohbet meclislerine iştirak etmişti. Yabancı şairlerden Rilke’nin tesiri altında kalarak şiirler yazmıştı. Rilke’yi ona tanıtan ve sevdiren de Tanpınar’dı. İstanbul’un tarihî dokusu ve tarihî coğrafyası onu derinden etkilemiştir. O, Türk şiirini çok iyi tanımış, yapıca sağlam eserler vermiştir. Merhum Özdemir, aradan uzun seneler geçmiş olmasına rağmen gençlik yıllarında Trabzon’da yaşadıklarını hiç unut(a)mamıştır. Çıkardıkları Boztepe dergisinden, müdürleri Faik Dranas’tan hatıralar anlatmıştı bize. Özdemir’in diksiyonu çok düzgündü, çok etkileyici konuşuyordu. Merhum Nurettin Özdemir oturup kalkmasıyla, tavır ve davranışlarıyla, en önemlisi de nezaketiyle tam bir Osmanlı beyefendisi imajı veriyordu etrafındakilere.
Şair Nurettin Özdemir’in şiirlerini severek okuyan, üzerlerinde şekil ve içerik analizleri yapan bir şiir dostuyum ben. Vaktiyle kendisiyle ilgili yazılar da kaleme almıştım. O, günümüz şiirinin en güçlü kalem ustalarının başında geliyordu şüphesiz. Şiirlerini serbest tarzda yazmasına rağmen kelimeleri ustaca kullanarak farklı bir ahenk oluşturmuştu. Onun özellikle “Vatan” şiirini çok severim. Bu şiir süssüz ve sade bir dille yazılmasına rağmen şiirsel bir derinliğe sahiptir. O, sade bir dille de güzel şiirler yazılabileceğini göstermiştir.
Gümüşhane deyince aklıma Harşit Çayı'nın yiğit evlâdı Mustafa ÇALIK gelir.
Gümüşhane deyince aklıma Kelkit Vadisinin ve Harşit Çayı'nın yiğit evlâdı merhum Mustafa ÇALIK gelir. O ki Türkiye’nin yetiştirdiği ender entelektüellerinden biriydi.
Merhum Mustafa Çalık, taşradan gelip ülkemizin başkentinde, hayat görüşünden ve ilkelerinden taviz vermeden, elif gibi dimdik durarak varlık mücadelesi gösteren ve bunu fevkalâde başaran bir kişiydi. O, hem eylem hem de söylem adamıydı. Daha doğrusu bu ikisini ustaca birleştiren bir büyük düşünce insanıydı. Çalık,1972 yılında Türk Ülkücüler Teşkilâtı Gümüşhane Şubesi’nde görev alarak hayatının ve geleceğinin yönünü tayin etmişti.
Yaşadığı sürede yüzlerce yazı kaleme alan velût kalem Dr. Mustafa Çalık'ın en büyük eseri 156 sayı çıkan "Türkiye Günlüğü" dergisiydi. Onun dışında "MHP Hareketi/ Kaynakları ve Gelişimi", "Siyasî Yazılar", "Teorik Denemeler" adlarında üç de kitabı bulunuyordu.
İlim ve fikir adamı Dr. Mustafa Çalık Hoca, Türkiye’nin yetiştirdiği ender münevverlerden biriydi. Bu ülkenin dertleriyle dertlenen, sevinçleriyle asude olan sahici bir vatanperverdi. Kıymetli yazar Berat Demirci'nin deyimiyle "O, organik bir münevverdi." Kökü geçmişte (mâzide) olan (aydınlık) bir gelecekti. Celâdet sahibi bir güzel insandı. Onun için fikir namusu her şeyden önce gelirdi. Onun bir davası, bir meselesi, bir kavgası ve bir sevdası vardı. Davası uğruna canı da dahil olmak üzere, her şeyini kaybetmeyi göze alırdı.
Hayata imanın ve irfanın nuruyla bakan Mustafa Çalık, Türk fikir hayatının keskin kalemiydi. Sözü eğip bükmeyi hiç sevmezdi. Kitabın ortasından konuşurdu. Gözünü budaktan sakınmayan bir insandı. Nev'i şahsına münhasır (hiç kimseye benzemeyen, özgün) bir adamdı. O bıçkın (gözü pek, korkusuz, yürekli, yaman, acar) bir delikanlıydı.
Hak ve hakikat dairesinden taşmadan, sünnet ölçülerinde yaşamaya çalışan Mustafa Çalık, bu ülkenin fikir namusu olan ender aydınlarından biriydi. Düşüncelerini sözde değil özde savunurdu. O hiçbir zaman "ne şiş yansın ne kebap" anlayışında olmamıştır. Üsttekini alta, alttakini üste koymamıştır. "Ne bir fazla ne bir eksik" söylemiştir. Hiçbir zaman hakikatlerin nihan olmasına gönlü razı olmamıştır. Taşı hep gediğine koymuştur.
Kıymetli yazar Mustafa Çalık entelektüel birikimi üst düzeyde olan bir insandı. Çok da iyi bir polemikçiydi. Gözünü budaktan sakınmayan bir fikir adamıydı. Siyaha siyah, beyaza da beyaz diyebilendi. Her konuda açık ve netti. Kendisi doktorasını yapmış bir akademisyen olmasına rağmen sohbetleri akademik değildi. Sohbetlerinde dostluğun getirmiş olduğu sıcaklık ve doğallık vardı. Bu da dinleyicilerin aklından çok, kalbine sirayet ediyordu.
Merhum Mustafa Çalık keskin zekâsıyla çevresindeki insanları hep şaşırtır ve kendisine hayran bırakırdı. "Benzemez Kimse Sana" türküsünün sözleri sanki kendisini anlatmak için yazılmıştı. Bir anlamda gönül aynasına yansıyanları ifade etmişti. Yani duygu ve düşünceleri özgür ve özgündü. Yalnız kendisine benzerdi dersek yanlış söylemiş olmayız.
Dr. Mustafa Çalık, özgüveni üst düzeyde olan bir aydındı. İkna gücü yüksek, çok da iyi bir hatipti. Bilgisiyle ve donanımıyla dikkat çekerdi. Onun televizyon kanallarındaki tartışma programlarındaki konuşmaları ilgiyle izlenirdi. Hatta bazı iddiaları gündem belirlerdi. Bu arada doğduğu toprakları, yani Gümüşhane'yi de asla ihmal etmez, sürekli ziyaret ederdi.
BİR GÖNÜL İNSANI İHRAMCIZÂDE İSMAİL HAKKI EFENDİ VE SİVAS ULU CAMİİ M. NİHAT MALKOÇ
Suşehri'yle, Şarkışla'sıyla, Divriği'siyle, Zara'sıyla Sultan şehirdir Sivas.
Gürün'üyle, Doğanşar'ıyla, Kangal'ıyla, Koyulhisar'ıyla, Yıldızeli'siyle, Hafik'iyle, Suşehri'yle, Şarkışla'sıyla, Divriği'siyle ve Zara'sıyla Sultan şehirdir Sivas. Şemseddin Sivasî'siyle, Pir Sultan Abdal'ıyla, Âşık Talibî'siyle, İsmetî'siyle, Ruhsatî'siyle, Sefil Selimî'siyle ve herkesin yakından tanıdığı Aşık Veysel'iyle âşıklar şehridir Sivas.
Sivas bir kadim tarih meşceridir. Bu topraklarda Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet yıllarının izlerini sürebilirsiniz. O Sivas ki tarihin her döneminde önemini hiç yitirmemiştir, her daim önemli bir yönetim merkezi olmuştur. Hititlerin stratejik kalesi, Kadı Burhâneddin, Danişment, Eretna Beyliği’nin başkenti, Selçuklu Devleti’nin Darü’l A’la’sı, Osmanlı İmparatorluğu’nun eyalet merkezi, Cumhuriyetin temellerinin atıldığı Anadolu’nun birlik ve dirlik yurdudur yiğidolar şehri Sivas. O Sivas ki, 108 gün boyunca Millî Mücadelemizin başkentliğini üstlenmiştir. Hürriyete beşiklik etmiştir.
Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi eserlerini bir arada bulunduran şehirdir Sivas. UNESCO tarafından 1987 yılında "Dünya Kültür Mirası" listesine alınan Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası bu şehrin mâziyi yansıtan bir nevi boy aynasıdır. Öte yandan Sarissa antik kenti Sivas’ın görülmesi gereken önemli tarih ve kültür hazinelerindendir. Sebaste, Sipas, Megalopolis, Kabira, Diaspolis (Tanrı Şehri), Talaurs, Danişment İli, Eyalet-i Rum, Eyalet-i Sivas ve Sivas adlarını almıştır zaman içerisinde.
Sivas demek, en çok da şehrin sembol yapısı olan "Ulu Cami" demektir.
Hemen her şehrin maddi ve manevi anlamda alâmet-i farikaları mevcuttur. Bunların başında birçok şehrimizde bulunan "Ulu Cami"ler gelir. Sivas'ın bu anlamda birkaç eserinden biri de 12. yüzyılda inşa edilen Sivas Ulu Camii'dir. Sivas Ulu Camii deyip de geçmemek lâzım. Bu kutlu mabet Anadolu'nun en eski camilerinden biridir. Şehrin ayakta kalan en eski yapısıdır. Bu kadim caminin tarih içindeki yeri ve önemi büyük önem arz etmektedir.
Sivas demek, biraz da şehrin sembol yapılarının başında gelen "Ulu Cami" demektir. Ulu camiler Türkiye'de birçok kadim şehrimizde (Tokat, Şanlıurfa, Uşak, Bursa, Van, Amasya, Antalya, Diyarbakır, Edirne, Erzurum, Hatay, Kahramanmaraş, Kars, Kayseri) olsa da Sivas'taki ulu cami en bilinenlerinden biridir. Bu mabet Sivas'la özdeşleşmiştir.
Sivas Ulu Camii, Sivas'ın Uluanak Mahallesi’ndedir. 1212'de I. İzzeddin Keykavus döneminde onarılmıştır. Timur istilasında tahribata uğramış, 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra Sivas’a hâkim olan Mezit Bey ile Çelebi Mehmet’in ümerasından Beyazıt Paşa arasındaki çarpışma esnasında kısmen yıkılmıştır. 1525'te onarılan cami, 1579'da Sivas valisi Mahmut Paşa zamanında tekrar onarılmıştır. 1955 yılında İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak ve halkın yardımı ile büyük onarım geçirmiş ve ibadete açılmıştır. 2005 yılındaki son onarımla çevre düzenlemesi yapılmış, son cemaat yeri yenilenmiş ve çatı örtüsü değiştirilmiştir.
Sivas Ulu Camii, Dânişmentli dönemi mimarî özelliklerine sahiptir. Kesme taş ile inşa edilen yapı doğu-batı doğrultusunda dikdörtgen planlıdır. Camiye, kuzey duvarının ekseninde ve iki yanında bulunan üç kapı ile girilmektedir. Minare, 13. yüzyılın ilk yarısında caminin güneydoğusuna inşa edilmiş, tuğla örgülü sekizgen kaidelidir. Silindirik gövde, şerefeye doğru düzgün biçimde incelerek yükselir. Kilit örgülü yazı şeritleri firuze renkli sırlı tuğladandır. Şerefe altı mukarnaslarının ilk sırası orijinal olup tuğla, çini ve çini mozaik malzeme ile süslenmiştir. Üst sıralar ve şerefe geç dönemlerde onarılarak yenilenmiştir. Söz konusu cami 117 santimetrelik eğimiyle de dikkatleri üzerine çekmektedir.
Sivas Ulu Camii, Danişmentli Dönemi'nin önemli eserlerinden sayılır.
"Danişmentliler 1178’de Selçuklulara bağlanmasına rağmen adlarına yapılan yapılar yüzyılın sonuna kadar uzanmaktadır. Sivas Ulu Camii’ni de Danişmentli Dönemi'nin önemli eserlerinden saymak mümkündür. Asıl ibadet alanına, kuzey duvarının tam ortasında asıl ve köşelere yakın yerlerden birer olmak üzere üç ayrı kapı ile girilmektedir. İbadet alanının kuzey-güney doğrultusundaki kıbleye (güney duvarı) dikey uzanan on bir sahnı oluşturan kesme taş örgülü yığma 50 adet kırma ayak birbirine sivri kemerlerle bağlanmıştır. Mihrap eksenine uzanan orta sahın diğerlerinden biraz daha geniş tutulmuştur.
Ulu Cami, 54.70 x 33.70 metre iç ölçülerindedir. Yapının asıl giriş kapısı ile diğer kapıları süslemesizdir. 1955 yılı onarımında ortaya çıkarılan özgün mihrabın üzerinde, birbirini kesen sekizgenlerden geometrik örgü motifli iç içe iki sekizgenin kenarlarından çıkan kollarla kesilmesi ile kareler oluşturan süslemeler bulunmaktadır. Onarımda mihrabın süslemeleri taş malzemeyle sade bir şekilde düzenlenmiştir. Üstünde yukarıya doğru gittikçe daralan yedi sıra mukarnaslı kavsaradan başka süsleme elemanı görülmez. Ulu Camii’nin Osmanlı Devrine ait 23 mezardan oluşan bir haziresi bulunmaktadır."(1)
Ulu Cami'nin Dânişmendlilerce XII. yüzyıldan erken yapıldığı düşünülmektedir.
"Sivas Ulu Camii’nin, 1955 onarımı sırasında toprak hafriyatında bulunan kitâbelerinden birinde Selçuklu Sultanı II. Kılıcarslan’ın oğlu Sivas Meliki Kutbüddin Melikşah zamanında Kızılarslan b. İbrâhim tarafından 593’te (1197) inşa ettirildiği belirtilmektedir. Ancak erken dönem Anadolu Türk mimarisi uzmanları, mimari özelliklerinden hareketle caminin Dânişmendliler tarafından XII. yüzyılın daha erken bir diliminde yapıldığını kabul etmektedirler.
İtinalı bir kesme taş işçiliği gösteren yapıda enine dikdörtgen planlı harim kısmı, mihrap duvarına dik uzanan on bir neften meydana gelir. Kalın pâyelere oturan geniş sivri kemerler bu nefleri ayırmakta ve ahşap kirişli düz toprak damı taşımaktadır. Harimin kuzey yönünde aynı ende, yatık dikdörtgen planlı, üç girişle donatılmış bir avlu yer alır. Harimin giriş (kuzey) cephesinde bulunan iki küçük mihrap, ayrıca yine bu cephenin önünde araştırmacıların vaktiyle tespit ettiği kemer ayakları, günümüzdeki ahşap direkli muhdes sundurmanın yerinde aslında pâyeli ve kemerli bir son cemaat yerinin bulunduğunu göstermektedir. Yine bu cephenin ekseninde yer alan basık kemerli taçkapıda son derece yalın bir tasarıma gidildiği, süsleme olarak kilit taşındaki rozet kabartması ile yetinildiği görülmektedir. Aynı yalınlığın hâkim olduğu iç mekânda bazı pâyelerle kemerlere kondurulmuş rozetlerden başka herhangi bir süslemeye rastlanmamaktadır."(2)
Bir gönül insanı İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi
Nasıl ki Sivas deyince "Ulu Cami" akla gelir, öyle de "Ulu Cami" deyince de hak ve hakikat dostu, bir gönül insanı olan İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi akla gelir. Gelin bu mübarek ve muazzez zatı biraz daha yakından ve tafsilatlı şekilde tanımaya çalışalım:
Bir büyük hak ve hakikat dostu olarak tasavvuf göklerinde ay gibi parlayan İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi, 1880 yılında Sivas’ın Sarışeyh (Nalbantlarbaşı) mahallesinde doğmuştur. Babası adliye zabıt kâtibi Hüseyin Hüsnü Bey, annesi ise Medineli Ayşe Hanım’dır. Dedeleri Kâbe örtüsünün yenilenmesi ve değişim vazifesini yaptıkları için ‘Ehramcılar’ diye de anılmaktadır. Soy olarak Hz. Hüseyin’e dayanmaktadırlar. Nakşibendilik tarikatının büyüklerinden Seyyid Mustafa Hâkî Hazretlerinin ihvanıdır. İhramcızâde Rüştiye Mektebinde¸ Sivas Çifte Minare ile Şifahiye Medreselerinde eğitim görmüştür. Arapça ve Farsçayı anadili derecesinde öğrenmiştir.
Hak ve hakikat dostu olan ve ömrünü bu uğurda harcayan İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi, Sivas'ta ve çevresinde yaptığı hayır işleriyle bilinir ve tanınırdı. Onun el atmadığı hayır işi yok denecek kadar azdı. Hayır ve hasenat işleri bir mıknatıs misali onu çekerdi. Bu hususta elinden gelen her imkânı kullanır, kendisinde yoksa, olanlarla irtibat kurarak işlerin yürütülmesini sağlardı. Hayırsever zenginler onun sözünü adeta emir telâkki ederdi. Bu yönüyle baktığımızda onun için tam bir "vakıf adamı" nitelendirmesini yapabiliriz.
Merhum İsmail Hakkı Efendi, çalışmayı ve hayrı çok severdi. Sivas genelinde onun himmetleriyle 100'ün üzerindeki eser imar ve ihya edilerek halkın hizmetine sunulmuştur. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi (k.s)’nin yapım veya tamirine vesile olduğu eserlerden bazıları şunlardır: "Hoca İmam Camii Minaresi, Sivas İmam-Hatip Lisesi, Hayırseverler Camii, Sofu Yusuf Camii, Serçeli Camii, Dikimevi Camii, Zara-Cencin Köyü İçme Suyu, Zara-Cencin Köyü Köprüsü, Tozanlı Köprüsü, Sivas ve çevresinde muhtelif sebil çeşmeleri."
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi'nin Sivas'ın kadim bir anıt eseri sayılan Ulu Cami'ye hizmetleri de çok büyüktür. O, zaman içerisinde iyice eskiyen bu kutlu mabedi adeta yeniden imar ve inşa et(tir)miştir. Sivas'ın yıllardan beri harap ve perişan durumdaki Ulu Camii onun sayesinde tekrar ayağa kaldırılmıştır. O, bu yönüyle tabir caizse Sivas'ın Terzi Baba'sıdır.
Nakşibendi tarikatının Halidiyye kolu mürşitlerinden olan İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi, Sivas'ın gönül sultanlarından biriydi. O, sözün tam anlamıyla bir mektepti. Onun yanına gelenler, hiçbir zaman boş dönmemişlerdir. O, etrafındakilere hep hayrı ve güzellikleri tavsiye etmiş, bu konuda mükemmel bir rol model olmuştur.
"Yâre Yâdigâr", merhum İsmail Hakkı Efendi’nin kaleme aldığı tek eserdir. Bu kıymetli kitap mevlit türünde kaleme alınmıştır. 175 beyitlik bu eser, şeyhi Mustafa Taki’nin "Târîh-i Nûr-ı Muhammedî" adlı eserinin nazma çekilmiş biçimidir. Eserde “Muhammed” redifli 8 beyitlik Türkçe bir kaside ve 8 beyitlik Arapça naat bulunmaktadır.
Bir gönül insanı olan İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Hazretleri, 2 Ağustos 1969 tarihinde Sivas'ta vefat etmiştir. İhramcızâde geride 98 halife bırakmış, kendisinden sonra irşat faaliyetlerinin devam etmesi için makamını Osman Hulusi Ateş Efendi Hazretlerine devretmiştir. Mezarı Sivas Ulu Camii'nin bahçesinde yer almaktadır.
Osman Hulûsi Efendi’nin İhramcızâde Hazretleri’ne İntisâbı
Asrımızın ehemmiyetli velilerinden biri sayılan Sivaslı İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, son dönemin tanınmış mutasavvıflarından Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri'nin mürşidiydi. Hulûsi Efendi'nin kendisine büyük bir sevgisi ve hürmeti vardı. Hulûsi Efendi Hazretleri, İsmail Hakkı Efendi'yi bir sohbet esnasında şöyle anlatmışlardır: “Bir gün Pirimiz İhramcızâde Darende'ye teşrif ettiler. Bizim bahçede oturdular. Çok kalabalık vardı. Bir ara Pir Efendimiz buyurdular ki: ‘Biz Darende’ye ilk geldiğimizde bir çocuk bize yol gösterdi. Çocuğa para ver¬mek istedik fakat o parayı almadı¸ bizden himmet istedi. Biz de ona himmet ettik. İşte o çocuk bu Hulûsi idi. Şimdi¸ Biz Hulûsi olduk¸ Hulûsi biz oldu. Gardaş-larım¸ Darende’mizin kıymetini bilin. Ben Darende’nin suyundan bir avuç su¸ toprağından bir avuç toprak olsam o şeref bana yeter!’ diye buyurdular.
Gözümden ve gönlümden İhramcızâde Hazretleri
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi, gönülleri aydınlatan manevi bir kandildi. Vaktiyle merhum İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi'yi bir şiirimde anlatmaya çalışmıştım. Sözlerimi bu şiirimle hitama erdirmek istiyorum: "Som altın hükmündeydi, hakikat çarşısında/Bahçemizde gonca gül, yârdı İhramcızâde//Utanma duygusunu nakşetti yüreklere/İffetin atan nabzı, ardı İhramcızâde//İçimizi ısıttı Hakk'a dair sözleri/Buz tutmuş zemheride hârdı İhramcızâde//Dünyanın kiri, pası değmedi üzerine/Gönül dağlarımızda kardı İhramcızâde//İrfan sofralarında kalplere azık oldu/Gönül yaralarını sardı İhramcızâde//Kapısını çalanlar hikmetle döndü geri/Yokluğun çarşısında var'dı İhramcızâde//Kula kulluk etmedi, eğilip bükülmedi/Hakikat ordusunda erdi İhramcızâde//Bir gönül adamıydı bu dünya gurbetinde/"Akıl nefsin yuları" derdi İhramcızâde//Gonca güller derendi, hakikat bahçesinden/Gönül gözünde ışık, ferdi İhramcızâde//Hoşgörü ve sevgide okyanuslar gibiydi/Öncelikle nefsini yerdi İhramcızâde//Elif gibi dik durdu zalimin karşısında/Çelikten bariyerdi, surdu İhramcızâde//Kalpleri aydınlattı imanın ziyasıyla/Karanlıkta dolunay, nurdu İhramcızâde//Son nefesine kadar hakikati savundu/Nice güzel hayaller kurdu İhramcızâde//Canına minnet bildi iman coğrafyasını/Her şeyden çok severdi yurdu İhramcızâde//İhlas üzre yaşadı, sebat etti imanda/Şeytana son darbeyi vurdu İhramcızâde" İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi'ye Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.
Dipnotlar:
1)
2) TDV İslâm Ansiklopedisi, Dâmişmendliler maddesi, M. Baha Tanman
15 TEMMUZ, KAPKARANLIK GECEYİ AYDINLATAN KUTLU BİR MEŞALEDİR
M. NİHAT MALKOÇ
15 Temmuz hainlerin ipliğinin pazara çıkarıldığı bir uyanış gecesidir.
15 Temmuz, ihanet sarmalının yüreğimizi çepeçevre sardığı, dondurucu vefasızlığın iliklerimize işlediği ve Temmuz'un kavurucu sıcağında buz kestiğimiz, kan donduran bir kabus gecesidir. Din kisvesi altında halkımızı yıllarca kandıranların ipliğinin pazara çıkarıldığı bir uyanış vaktidir. O gece, Dede Korkut'tan sadır olunan "Kahpe içeriden olunca kapı kilit tutmaz oğul!" beylik sözünün sağlamasıdır ve dahi akbabaların pusuya yattığı bir gecedir. Tuzak kuranların tuzaklarının başlarına geçirildiği bir ibret sahnesidir.
15 Temmuz gecesi bu aziz millet sırtından hançerlendi. Demokrasiye gönül veren bir milletin iradesi yok sayıldı. Millet iradesinin tecelli ettiği TBMM, milletin nafakasından temin edilen paralarla alınan savaş uçaklarıyla bombalandı. Bu da yetmedi, meydanlarda toplanan masum halka ateş açıldı. Kardeş zannettiklerimiz o gece ne yazık ki kalleş çıktı. Bütün bunlar gözlerimizin önünde gerçekleşirken bu büyük millet, kalleşlere haddini üst perdeden bildirdi.
15 Temmuz gecesi tevhid inancının sembolü olan minarelerden okunan salâlar dirilişe, birliğe ve dirliğe çağırdı bize. O gece büyük bir millet olduğumuzu tüm dünyaya müşahhas bir şekilde bir kere daha ilân ettik. Al bayrağa rengini veren kanımız deli aktı gece boyunca. Can korkusundan azade indik meydanlara. Omuz omuza verdik vatanını canından aziz bilen kardeşlerimizle. Kutsallarımıza göz diken ve onları suiistimal edenlere asla fırsat vermedik. Yaşama sebeplerimiz arasında gördüğümüz namusumuza el uzatanların o pis ellerini kırdık. Zalime karşı mazlumun sesi ve hâmisi olduk. Söz konusu vatansa geride kalan her şeyin teferruat olduğunu sadece kâl'imizle (sözümüzle) değil, hâlimizle de bilfiil gösterdik.
Uzun Adam'ın, halkı sokaklara davet etmesiyle darbe girişimi püskürtüldü.
Her on yılda bir darbelerin gerçekleştiği güzel memleketimizde darbe zamanlarında televizyondan okunan bildiriyle evlerinden çıkmamaları salık verilen halk, bu uyarıyla kapısını sımsıkı kilitleyerek sabahı beklerdi. Ama bu sefer öyle olmadı. Uzun Adam'ın halkı sokaklara davet etmesiyle darbe girişimi kısa zamanda püskürtüldü. Böylece büyük bir ezber de bozulmuş oldu. Meydanların asıl sahipleri meydanlara çıkarak hainlere meydan okudu.
15 Temmuz gecesi, bir farkında olma ve farkına varma gecesiydi aynı zamanda. O gece kuzu postuna bürünmüş kurtların gerçek kimliğini idrak eyledik. Sureti haktan görünüp de hakka kuyu kazanları olanca çirkinlikleriyle deşifre ettik. Emperyalizmin uşaklığına soyunanların ve satılmışların ederini de öğrenmiş olduk. Silkindik, titreyip (s)özümüze döndük. Hıyanet odaklarını görünce millî ve manevî reflekslerimiz çok daha güçlendi.
15 Temmuz gecesinde kültürlerin, medeniyetlerin, dillerin ve dinlerin kesişme noktası olan ve mazlumlara umut aşılayan biricik vatanımız Türkiye Cumhuriyeti kana bulandı. İnsanı insanlıktan çıkaran nefret o gece derin uykusundan uyandırıldı. Bizi biz yapan, diri ve iri kılan dinî ve dinî dinamikler derdest edilmek istendi. Gülistanlar haristana (diken bahçesine) döndürülmeye çalışıldı. Hakk'a kul olanlar kula kul olmaya zorlandı.
O gece Musa'nın torunları Firavun'un torunlarını yendi.
Ölümü tebessümle karşıladık o gece. Fâni olandan ebedî olana yürüdük korkusuzca. Yüreklerimiz toplu vurduğu için toplar bile sindiremedi bizi. Akif'in torunları olarak vatanımıza olan sadakat borcumuzu ödedik. Batıla karşı Hakk'ın ve hakikatin yanında olduk. Bu necip milletin aslî fertleri olarak ortak kadere ve ortak kedere karşı tek ses, tek nefes olduk. Bu tavrımızla yığın olmadığımızı, tasada ve kıvançta bir ve beraber olduğumuzu bir kere daha gösterdik. Bizi içten yıkmak isteyen hıyanet mahfillerine fırsat vermedik. Şeref ve haysiyetimize el uzatanların elini kırdık, dil uzatanların ise uzayan dilini kestik.
O gece mazlumların samimi duası zalimlerin nefretine galebe çaldı. Her zaman olduğu gibi "Hak geldi Batıl zail oldu."(İsra 81) Güneş doğunca karanlık kayboldu. Musa'nın torunları Firavun'un torunlarını yendi. Yezid'in avaneleri Hz. Hüseyin'in mirasçıları karşısında tutunamadı. Böylece Akif'in deyimiyle tekerrürden ibaret olan tarih bir kere daha tekerrür etti.
15 Temmuz gecesi sabaha evrilirken kaosun yerini sükûnet, nefretin yerini sevgi, hasedin yerini nasihat, duygusallığın yerini sağduyu, şerrin yerini hayır, suçluluğun yerini masumiyet, hüzün ve kederin yerini sevinç ve sürur, kabalığın yerini nezaket, kötülüğün yerini iyilik, dağınıklığın yerini düzen, gafletin yerini basiret, eblehliğin yerini akıl ve mantık, zorlukların yerini kolaylıklar, riyanın (gösterişin) yerini ihlas (samimiyet) aldı.
15 Temmuz gecesi yerini fecrin aydınlığına bırakırken her zaman olduğu gibi Anadolu irfanı ve izanı kazandı. Kula kulluk edenler, Hakk'a kulluk edenlerden sert bir şamar yedi. Geceden kalan simsiyah bulutlar ufkun aydınlığına tebdil oldu. Umutsuzluklar umuda evrildi. Hain planlar, plan yapanların başına döndü. "Onlar plan yaparlarken, Allah da plan yapıyordu. Allah, plan yapanların en hayırlısıdır." (Enfal Suresi 30. ayet)
15 Temmuz'u 16 Temmuz'a bağlayan gecenin fecrinde yepyeni bir Türkiye'ye, her zamankinden daha güçlü bir şekilde uyanıldı ve onun güçlü liderine dayanıldı.
15 Temmuz, zamanın adeta donduğu uzun ve kapkara bir gecedir.
15 Temmuz yüreklere kor düş(ür)en alevden bir gecedir. O gece birliğimizi, dirliğimizi ve kardeşliğimizi bozmak istediler. Bu öksüz ümmetin son kalesi olan necip milletimize kurşun sıktılar. O gece mandacı zihniyetin artıkları, efendilerinin sadık köpeği olmak için birbirleriyle adeta yarıştılar. Tanklarla milletin can yongalarının üzerinden silindir gibi geçtiler. Pensilvanya'yı üs edinen bir paranoyağın kapıkulu olan şer şebekeleri, ülkemizin medar-ı iftiharı polislere bomba yağdırdılar. Nice gül bahçesi tarumar edildi o kara gecede.
15 Temmuz, o kapkaranlık geceyi aydınlatan kutlu bir meşaledir. O gece şehir vandallarının karşısına çıkıp varlık yokluk mücadelesi verenler Nene Hatunların, Sütçü İmamların, Şahin Beylerin, Şehit Kâmillerin, Kara Fatmaların ölmediklerini bir kere daha ispatladılar. O gece Ömer Halisdemir isimli bir yiğit çıktı meydana. Yiğit Ömer ilk kurşunu sıkarak geceyi aydınlattı. Tetiği çekerken bir an bile tereddüt etmedi. Bu asrın Ulubatlı Hasan'ı otuz kurşun yese de al bayrağı asla yere düşürmedi. O gece bu milletin gönüllü neferleri kahramanlıkta adeta birbiriyle yarıştı. Sonuçta bu necip millet 15 Temmuz gecesi İkinci Kurtuluş Savaşını kazandı. Allah milletimize bir daha böyle büyük acılar yaşatmasın.
15 Temmuz, akrebin yelkovana zehrini zerk ettiği, zamanın adeta donduğu uzun ve kapkara bir gecedir. Bir milletin tekrar dirilişine vesile olan 15 Temmuz, Türk tarihi içerisinde önemli bir dönüm noktasıdır. Tabir caizse, kahramanlar yatağı olan şerefli ülkemiz için bir milattır. O gece anneleri evlâtsız, çocukları babasız, hanımları eşsiz bıraktılar. Gecenin karanlığında, ülkemizi karanlığa gömmek istediler. Fakat iman ışığı karanlığa izin vermedi.
O gece milli iradenin tecelligâhı olan aziz meclisimizi bombaladılar.
O gece canımızdan aziz bildiğimiz yurdumuza salya sümük saldırdılar. Aziz milletimizi nefret oklarına hedef tahtası yaptılar. Milli iradenin tecelligâhı olan aziz meclisimizi bombaladılar. Deli gömleği giyip ortalığı tarumar ettiler. Özlerini ve sözlerini unutarak zalimlerle işbirliği yapıp mankurtlaştılar. O insaf yoksunları önüne gelene kurşun yağdırdılar. Huzurun ve sükûnun adresi olan milletimi kor ateşlere attılar. Yüreklerimizi yangın yerine çevirdiler. İmar çalışmalarıyla şantiyeye dönen Türkiye'yi yakıp yıkmak istediler. Milletin paralarıyla alınan jetlerden ve helikopterlerden millete bomba attılar. Kaostan medet umarak memleketimi kan gölüne çevirdiler. Millî iradeyi tankla tüfekle sindirmeye çalıştılar. Ülkemin kutlu yürüyüşünü yavaşlatmak, hatta durdurmak istediler.
Himmet paralarıyla semiren bu paranoyaklar mazlumların acılarından ve gözyaşlarından beslendiler. Henüz bıyığı bile terlememiş vatan evlatlarını birbirine kırdırdılar. O köhne Bizans artıkları, dünyalar güzeli İstanbul'u, gözlerini kırpmadan büyük bir nefretle bombaladılar. Ölüm ve barut kokan namlularına kurşun yerine nefretlerini sürdüler. Tevhit için göğsünü siper eden bu çağın Musalarına çağdaş Firavun kisvesine bürünerek saldırdılar.
O zalimler ki kan ve nefret kustular o karanlık gecede. Kendilerini milletin ve millî iradenin üstünde görerek Türkiye'nin sinir uçlarına hoyratça dokundular. Şahsî ikballerini milletin ikballerinin üstünde tuttular. Bizden görünüp bize kuyu kazdılar. Sihirbazlar misali karayı ak, ak'ı kara gösterme telaşına düştüler. Kendilerini dev aynasında görüp iyice azdılar. Mısır'da Sisi'nin yaptığını bu cennet vatanda yapmak istediler. Ebu Cehil'in lanetlenen karısı misali hıyanet ateşine odun taşıdılar. Bu milletin canına kast eden bölücülere alkış tuttular.
Hayır hasenat kisvesiyle sözde himmet parası toplayıp milleti soydular. Bugün bizim kitabımızdan, başka bir gün Haçlıların kitabından konuştular. Diyalog adı altında İslâm'ı Hıristiyanlığın paryası yapmayı gaye edindiler. Derisine kan kokusu sinmiş paralı elleriyle paralel kumpaslar kurup devleti ele geçirmeye çalıştılar. Dilli düdük misali çatlak sesler çıkardılar. Tehlike anında korkularından efendilerinin etekleri altına saklandılar. Kurdukları kumpaslarla bu çağın gül yüzlü Yusuflarını, kuyuları andıran kapkara zindanlara attılar.
Kalpleri taşlaşan bu insan müsveddeleri, bu şerefli millete nice tarifsiz acılar yaşattılar.
O gece fetih burçlarından bir dolunay doğdu zifiri karanlığa.
Hürriyet için gül çağında bir gül bahçesine girercesine kara toprağa giren onurlu bir milletin mirasçıları 15 Temmuz'da yine kendisine yakışanı yaptı. Dizginlerini kıran küheylanlar gibi şahlandı dünyaya kahramanlığın ne demek olduğunu öğreten bu şanlı millet. Nehirleri gazi, dağları kahraman olan gül kokulu memleketime barut kokuları sinse de, şehitlerin yarasından yayılan rayihalar o necis barut konularını bastırdı. Gülistan oldu her yer.
O gece fetih burçlarından bir dolunay doğdu zifiri karanlığa. Kıyama durdu hürriyeti kuşanan bu necip millet. O gece tekbirlerin gölgesinde çoğaldık. Birimiz bin oldu, binimiz yüz bin. O gece fecre doğru yürüdük. Biz yürüdükçe karanlıklar aydınlandı. Salyalı zalimlerin beynine inen demirden yumruk olduk. Nice mağrur dağları tuz buz ettik o gece.
Bu millet tarih boyunca ne hıyanetler gördü. Fakat iman cevheriyle hepsini alt etti. Tankların namlusunu millete doğrultanlar, yenilmeye mahkûmdu. Nitekim öyle de oldu. Neticede üniformayı bedenine giyen bazı ikiyüzlülere karşı o şerefli üniformayı ruhlarına giydirenler kazandı. Onlar ki bu büyük destanı mürekkeple değil, asil kanlarıyla gönüllere yazdılar. Aslında zalimler farkında olmadan yüreklere serpilen gaflet küllerini nefret rüzgârlarıyla uçurup yirmi dört ayar som altın misali iman cevherini ortaya çıkardılar.
Milletimizin üzerine karabasan gibi çökenler, bu kutlu toprağa kardeş kanı akıttılar. Köprüler kuran bu asil milletin köprülerini tuttular. Kuduz bir köpek gibi hıyanet zehrini akıttılar. Freni boşalmıştı öfkelerin. Dağlardan kopup gelen çığ gibiydiler. Fakat sert kayalara çarpınca paramparça oldular. Sükût-ı hayale uğradılar. Onlar her devrin zalimleri gibi yine mazlumlara tuzak kurdular. Tuzak kuranların tuzaklarını bozan ve tuzak kuranların en hayırlısı olan Rabbim onların kirli tuzaklarını bozdu. Evdeki hesap çarşıya uymadı çok şükür.
Nemrutlar ve Firavunlar var oldukça İbrahimler ve Musalar da hep var olacaktır.
Beynelmilel bir işgal olan 15 Temmuz'da kutlu direnişe çağıran ezanlarla ve salalarla yıkadık ruhumuzu. Mazlumların ve masumların kanının sular seller misali akıtıldığı bir Kerbelâ'ydı yaşadığımız. Hüseynî hüzünler kuşatmıştı kanayan yürekleri. Yine kör kuyulara atılan Yusuflardı. Değişen sadece zaman ve mekândı. Ebrehe'nin filleri, tuzakları boşa çıkaran ve mazlumların yardımına koşan ebabil kuşlarının pişmiş taşları karşısında sersefil olmuştu.
Yiğitler düğünden döner gibi neşeyle döndüler sımsıcak yuvalarına. Kimileri şehit, kimileri gazilik payesiyle şereflendi. Onlar bu çağın serdengeçtileriydi. Onlar nazlı yârdan geçmemek için serden geçtiler. Ülkülerini ve ülkelerini canlarından aziz bildiler. Onlar öz evlâtlarını yetim bıraksalar da Anadolu'yu öksüz ve yetim koymadılar. Allah'tan gelmişlerdi, ilâhî davete icabet edip yine ona döndüler. Bayraksızlara inat ay yıldızlı al bayrağı kuşandılar.
Bizler bir'in sıfırla çarpımı değil, birlerin yan yana gelerek oluşturduğu emsalsiz bir milletiz. Zira isyanımız da, destanımız da, dermanımız da, fermanımız da, ezanımız da, imanımız da, Kur'an'ımız da, irfanımız da, erkânımız da, limanımız da, divanımız da, beyanımız da, devranımız da, ummanımız da, heyecanımız da, Rahmanımız da birdir bizim. Bu kadar bir'in olduğu yerde hiç ayrılık gayrilik olur mu? Zalimler korksun birliğimizden.
Hayat aslında imanla küfrün çetin mücadelesidir. Nemrutlar var oldukça İbrahimler, Firavunlar var oldukça Musalar da hep var olacaktır. Putlar var oldukça da onları kıracak bir İbrahim mutlaka zuhur edecektir. Şüphesiz ki herkes durduğu safa göre muamele görecektir.
Yüce Allah bu aziz millete bir daha 15 Temmuz misali karanlık geceler yaşatmasın.
TARİH VE KÜLTÜR EKSENİNDE DARENDE VE ŞEYH HAMİD-İ VELİ KÜLLİYESİ
M. NİHAT MALKOÇ
Malatya deyince aklıma maneviyatın harmanlandığı Darende gelir.
Malatya deyince aklıma maneviyatın harmanlandığı Darende gelir. O Darende ki Hak ve hakikat dostlarının uğrak yeridir. Anadolu'nun manevî mimarlarından Şeyh Hamid-i Veli nam-ı diğer Somuncu Baba, ömrünün son kısmında bu toprakları mekân tutmuş, 1412'de vuku bulan ölümüne kadar burada manevî hizmetlerde bulunmuştur. Bu büyük Hak ve hakikat dostu 1412'de vefat edince Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin kıldırdığı cenaze namazı sonrasında halvethanesinin bulunduğu yere defnedilmiştir. Şeyh Hamid-i Veli ki hem Bursa'da hem Aksaray'da hem de Darende'de gönül gergefine sevgi ve hoşgörü nakışları işlemiştir. İnsanları Hakk'a ve hakikate çağırmıştır. Onları sırat-ı müstakime yönlendirmiştir.
Darende, İslâm'ın bendesi olan mütekâmil insanların soluklandığı ender bir gönül coğrafyamızdır. Burada dinî hassasiyetleri inkişaf etmiş nice insan Hak ve hakikat hizmetinde gönüllü erdir. Bu dinî hizmetler hiçbir dünyevî beklenti olmadan (fisebilillah) nice on yıllardan beri aynı heyecanla ve titizlikle devam etmektedir. Bu belki bir hayat tarzıdır onlar için. Bunu gerçekleştirdikleri için onlara ümmet ve millet olarak müteşekkiriz.
Malatya'nın uzağına düşen Darende'yi alelâde bir toprak parçası olmaktan çıkarıp onu gönül coğrafyası yapan, orada medfun olan Şeyh Hamid-i Veli'dir. "Dîvan-ı Hulûsî-i Dârendevî", "Mektûbat-ı Hulûsî-i Dârendevî" ve "Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hutbeler" adlı eserler Somuncu Baba Hazretlerinin biz insanlara bıraktığı kıymetli miraslardır. Bu kıymetli eserleri okumalı ve geleceğin mimarları olacak gençlere okutmalıyız. Zira bu eserlerde işlenen konulara ve hassasiyetlere bugün dünden daha çok ihtiyacımız vardır.
“Somuncu Baba” adıyla bilinen Hamid-i Velî Hazretleri, XIV-XV. asırda yaşayan tasavvuf dünyamızın büyüklerindendir. Bu yüzyıllarda Anadolu ve İslâm âlemi Moğol istilasına uğramıştı. Selçuklu Devleti yıkıldığı için hilâfetin siyasî bir yaptırım gücü söz konusu değildi. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen âlim ve velîlerin büyüklerinden Hamid-i Velî tam da bu zamanda dünyayı teşrif etmişti. Bu belki de Allah'ın bir lütfüydü. Çünkü bu zor zamanlarda karanlıklara ışık olacak bir maneviyat büyüğü gerekliydi. O, bu manevî ışık vazifesini hakkıyla yerine getirecek bir olgunluktaydı.
Gönül sultanlarının vazgeçilmez mekânı, huzur beldesi Darende...
Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerini (nam-ı diğer Somuncu Baba'yı) tertemiz bağrında taşıyan Darende, Türkiye'nin önemli bir maneviyat merkezidir. Manevî ve kültürel açıdan çok zengin bir diyardır. Burada dinî ve kültürel mirasımız hakkıyla ve lâyıkıyla korunmakta ve geleceğe aktarılmaktadır. Hulusi Efendi Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı Hamid Hamidettin Ateş Efendi, Darende'yle Şeyh Hamid-i Veli ilişkisini şu sözlerle dile getirmektedir: "Somuncu Baba Hazretleri, ömrünün son yıllarını Darende’de geçirmiş ve Darende’de ahirete irtihal etmiştir. Somuncu Baba Hazretleri gül kokusunu verdiği Darende’de medfundur. Osmanlı padişahları tarafından verilen fermanlarda bile “Defin-i hâk-i ıtırnâk” olarak kayıtlara geçmesi, gül kokulu, güzel kokulu topraklarda defnedildiğinin ifadesidir. Bu topraklar kokusunu ondan almış, onun neslinin imar ve ihyasıyla hayat bulmuş, ‘Gül ve Gönül Medeniyeti’ onun manevî tasarruflarıyla şekillenmiştir."
Bayramiye Tarikatının kurucusu Hacı Bayram Veli’nin mürşidi olan Gavs-ül Âzam Şeyh Hamîd-i Velî, Darende’nin, çevre il ve ilçelerin manevî fethini sağlamıştır. O Anadolu’nun Eyüp Sultan’ıdır. Çoraklaşan gönüllere âb-ı hayat olmuştur. Peygamberimizin 24. kuşaktan torunu olan Somuncu Baba, Bursa’da çilehanesinin yanında yaptırdığı ekmek fırınında somun pişirip çarşı pazar dolaşarak “Somun, müminler somun!..” nidasıyla insanlara ekmek dağıtmıştır. Zaten kendi adını unutturan “Somuncu Baba” sıfatını da bu yüzden almıştır. “Diriyiz daim ölmeyiz,/Karanlıkta hiç kalmayız,/Çürüyüp toprak olmayız,/Bize gece gündüz olmaz” diyen bu Hakk dostu, 815 (m. 1412) senesinde Darende’de vefat etmiştir. Mübarek kabirleri, kendi zamanında halvethane olarak kullanılan Şeyh Hamid-i Veli Camii içerisindedir. Bu ulu zatın kabri hoş bir görünüme sahip cevizden oyma sandukayla kaplıdır.
Gönül sultanlarının vazgeçilmez mekânı olan huzur beldesi Darende’de Somuncu Baba’nın izlerine rastlamak bizi şanlı mâziye götürür. Halil Taybi ve İnce Bedreddin gibi Hakk dostları, onun Darende’de bıraktığı manevî izlere somut örnektir. Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi de bu kutlu zincirin muhkem halkalarından biridir. Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin soyu Darende’de; oğlu Halil Taybi ile günümüze kadar devam etmektedir.
Tohma Çayı’nın masum çocuğu Darende’nin geçmişten bugüne, tabir caizse maneviyat üssü hâline getirilmesinde mühim rolleri olan Somuncu Baba, yolundan gidenlere şu hayatî tavsiyelerde bulunmaktadır: “Gizli ve aşikâr her yerde Allah'tan korksunlar. Az yesinler, az konuşsunlar, az uyusunlar. Avamın arasına az karışsınlar. Tüm masiyet ve kötülüklerden uzak dursunlar. Daima şehvetlerden kaçınsınlar. İnsanların elindekilerden ümitlerini kessinler. Tüm zemmedilmiş sıfatları terk etsinler. Övülen sıfatlarla süslensinler. Şiir ve şarkı (günaha götürüyorsa) dinlemekten kaçınsınlar. Ayrı bir görüşle, kendini cemaatten ayrı bırakmasınlar. Aç olarak ölseler bile şüpheli hiçbir lokmayı yemesinler.”
Maneviyat erenlerinin, gönül sultanlarının pak yurdudur Darende.
Darende, Hak dostlarının kabirleriyle inanç turizmine aday küçük bir yerleşim yerimizdir. Tohma Çayının emsalsiz güzelliğini cömertçe sergilediği bu diyarda olmak insana büyük bir gönül huzuru verir. Ortasından böyle görkemli bir çay geçen külliye sanırım sadece Darende’de var. Buradaki zikir ehli insanların içinin paklığı yüzlerine fazlasıyla yansımıştır.
Gönüllere tatlı bir huzur veren Darende’nin her yeri bir başka güzeldir; ama türbe ve külliyelerin olduğu yer çok daha mânâlı ve önemlidir. Burası insanı kendine çeken farklı bir çekim gücüne sahiptir. Darende’ye gelip de buraya çıkmamak, buradaki gönül dostlarının mübarek kabirlerini görmemek hoş değil. Çünkü burası Darende’nin ruhudur, kalbidir. Somuncu Baba Camii’nde kılınan namazların ruhumuza kattığı huzur ve huşu da bir başkadır. Sanırım bu huzur ve huşunun kaynağı burada yatan Hakk ve hakikat dostlarının varlığıdır.
Maneviyat erenlerinin, gönül sultanlarının pak yurdudur Darende. Hak ve hakikatin meydanıdır bu güzide topraklar… Ulu Cami’nin açılış hutbesini okuyan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer Somuncu Baba bu toprakların manevî bekçisidir. Gönül sultanları bu topraklarda sonsuzluk uykularını uyumaktadır. Manevî feyizlerle müminlerin gönüllerini fetheden Şeyh Hamid-i Veli ve Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi’nin mübarek kabirleri bu güzel ilçede bulunmaktadır. Onlar bu mübarek ve muazzez toprakların tapuları hükmündedir.
Tarihin derinliklerinden gelen güçlü bir sestir Darende.
Tarihin derinliklerinden gelen güçlü bir sestir Darende. Bu şehir dünle bugün arasında bir çeşit köprü vazifesi görmektedir. Kesme taştan inşa edilen Zengibar Kalesi zamana meydan okumaktadır burada. Ayakta kalmayı başarmış duvarlar sanki gururla poz verirler ziyaretçilerine… Nazlı nazlı süzülen minareler bakan gözlere kim bilir neler neler söyler…
Darende, maddî ve manevî köprülerinin çokluğuyla da tanınır. Manevî köprülerin bir ayağı Somuncu Baba, öbür ayağı ise Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi’dir. Maddî köprüler Osmanlı’dan izler taşır. Bunlardan Kavlak Köprüsü, Darende’de bululan ve halen kullanılan, son Osmanlı dönemi eseri sayılan bir taş köprüdür. Darende’nin Günpınar Köyü sınırları içerisindeki Aşudu(Günpınar) Şelalesi kırk beş, elli metre yukardan, kayaların arasından akarak hoş bir manzara oluşturmaktadır. Bu arada Balaban İçmesini de unutmamak gerekir.
Malatya’nın batısına düşen Darende; Hititler, Asurlular, Persler ve Romalılardan kadim izler taşır. Her iki yanı dağlarla çevrili olan şirin Darende, insana huzur ve sükûn veren emsalsiz bir atmosfere sahiptir. Şehrengizler aciz kalır bu güzel toprakları vasfetmekte.
Geçmişte “Timelkia, Tiranda, Tiryandafil ve Derindere” adlarıyla anılan Darende, bir evliyalar kentidir. Allah dostları, bu toprakların gizeminden ilham almıştır. Yedi bin yıllık bir tarihî geçmişi vardır bu kadim şehrin. Zengibar Kalesi, Hüseyin Paşa Hamamı, Eski Çarşı (Bedesten) , Şeyh Hamid-i Veli (Somuncu Baba) Camii ve Külliyesi, Abdurrahman Erzincanî Camii, Seyyid Abdurrahman Gazi Camii, Maşat Tepe Tümülüsü, Hasan Gazi Şehitlik Anıtı, Balaban Evleri, Kudret Hamamı bu şehri farklı ve özel kılan müstesna mekânlardır.
Darende deyince aklıma Şeyh Hamid-i Veli Külliyesi gelir.
Darende deyince aklıma Şeyh Hamid-i Veli Külliyesi gelir. Şeyh Hamid-i Veli ömrünü hak ve hakikat davasına vakfetmiştir. O, hac farizasını yerine getirdikten sonra Tohma Çayı’nın kenarındaki Darende’ye, Zaviye’ye kurar dergâhını. Burada kabul eder talebelerini. Tohma Çayı’nın ruhlara inşirah neşvesi katan su sesleriyle zikir ve Kur’an sesleri birbirine karışarak bambaşka bir ahenk oluşturur. Bu ilâhî armoni ruhlardaki kiri ve pası silip temizler. 1412 yılına kadar manevî hizmetlerine aralıksız devam eden Somuncu Baba burada son nefesini verir. Ömrünün en bereketli yıllarını geçirdiği Tohma Çayı’nın kenarına defnedilir. Cenazesini Ankara’nın manevî dinamiklerinin başında gelen talebesi Hacı Bayram-ı Veli kıldırır. Oğlu Halil Taybî de ölünce babasının yanına defnedilir. Sağlığında yüzlerce âlim yetiştiren Somuncu Baba’nın manevî tesiri asırlar boyunca, bugüne dek, devam eder. Onun manevî soyunu devam ettirenler, hizmet yarışını büyük bir aşkla sürdürmektedir.
Kayısı diyarı Malatya’nın giriş kapısı olan Darende’yi manevî bir cazibe merkezi hâline getiren Somuncu Baba lâkabıyla bilinen Şeyh Hamid-i Veli Hazretleridir. Darende demek Somuncu Baba (Şeyh Hamid-i Veli) demektir. Onun ardından, son yüzyılda burada manevî hizmetleri yürütenleri de unutmamak lâzımdır. Zira hizmet halkası devam ediyor.
Külliye, Darende’nin başında som altından bir taç gibidir.
Külliye, Darende’nin başında som altından bir taç gibidir. Külliye, Darende’ye vurulan manevî bir mühürdür. Somuncu Baba Türbesi’nin bulunduğu 600 yıllık camii 14. yüzyıl tarihî eserlerindendir. 1596 yılında onarılmıştır. Minaresi, Şeyh Hamid-i Veli neslinden Abidin Paşa tarafından 1685 yılında yaptırılmıştır. Külliye, 1990-2000 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün izni ile Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı tarafından restore edilmiştir. Külliyenin içerisinde bulunan balık kuyuları ve daha sonra yapılan havuzdaki balıkların Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri’nin zamanından kaldığına inanılmaktadır. Titizlikle korunmakta olan balıklar, Somuncu Baba’nın hatırası olarak özenle yaşatılmaktadır.
Zaviye Mahallesi’ni farklı ve özel kılan Somuncu Baba Külliyesi içerisinde inşa edilen Yeni Cami, göze ve gönle hitap eden görüntüsüyle müminleri kendisine çekmektedir. Kesme taştan yapılan bu yeni cami, kadim ve özgün mimarisiyle, geçmişe nazire yapılmış gibi dik, diri ve iri durmaktadır. Caminin insan ruhunu rahatlatan bambaşka bir yapısı ve havası vardır. Bu yeni mabedin şahsına münhasır durumu onu diğer ibadet mekânlarından ayırmaktadır. Pencerelerinin özgün mimarisi ve sayıca çokluğu camiyi benzerlerine nazaran çok daha aydınlık kılmaktadır. Caminin tavanına baktığımızda sıra dışı bir mimarî yine bizi kendine çekmektedir. Tavandaki bu farklı geometrik şekiller insana sonsuzluk hissi vermektedir.
Zaviye’ye, Somuncu Baba Külliyesi’ne gidip de Somuncu Baba Tanıtım Merkezi Müzesini gezip görmeden olmaz. Buradaki kadim objeler ziyaretçilerine sanki zamanda uhrevî bir yolculuk yaptırmaktadır. Söz konusu eşyalar bizi farklı dünyalara götürmektedir.
Somuncu Baba Külliyesi’nin duvar taşlarıyla birebir uyumlu olan avludaki şık mermerler mekâna çok farklı bir güzellik ve masumiyet katmaktadır. Bu mermerler Tohma Çayı etrafındaki tabiî kayalarla da bütünlük ve uyum arz etmektedir. Bunlar hep ince hesaplarla yapılmış mimarî ayrıntılardır. Yeni inşa edilen Taç Kapısı sanki ecdadın heybetini ve haşmetini bugünkü nesillere hatırlatmak için yapılmıştır. Dünden bugüne, bugünden yarına bir köprü vazifesi gören Selçuklu ve Osmanlı karışımı bu klasik mimarî, gözü ve gönlü okşamaktadır. Aynı güzellikler külliyedeki ek cami bölümünde de bizi karşılamaktadır.
Somuncu Baba Külliyesi’nin türbe bölümünde ziyaretçileri duygulandıran pek çok şey mevcuttur. Bunların başında Somuncu Baba Hazretlerinin(Şeyh Hamid-i Veli) mübarek kabri(sandukası) gelmektedir. Mütevazı bir hayat yaşayan, ömrünü İslâm’a ve ihsana vakfeden bu Allah dostu, bu mekânda dirileceği vakti, kıyamet gününü büyük bir sükûnetle bekler gibidir. Bu uhrevî havada kılınan namazların bambaşka bir manevî lezzeti hâsıl olmaktadır. Külliyenin hazire bölümüne girdiğinizde sanki sırlanmış bir âleme girdiğinizi hissedersiniz. Buranın küçük kareciklerden oluşan ahşap tavanı görülmeye değer bir detaydır.
Balıklı ve Kudret Havuzu, Hasbahçe’si, Hamidiye Çarşısı, Tohma Çayı ve heybetli kanyonlarıyla Darende’ye, Zaviye’deki Somuncu Baba Külliyesine mutlaka uğramalısınız.
Külliyeye gelenler, ihtiyaçları olan manevî feyzi ve bereketi temin etmektedir.
İyilik, çerçevesi geniş bir kavramdır. Herkes bu kavrama kendi zaviyesinden bakar. Rasullulah Efendimiz, “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” diye buyurmuştur. Bu fayda maddi olabileceği gibi manevî de olabilir. Darende'deki Şeyh Hamid-i Veli Külliyesi'nde uzun senelerden beri bu düstur hayata geçirilmektedir. Söz konusu külliyeye gelenler, ihtiyaçları olan manevî feyzi ve bereketi temin etmektedir. Allah onlardan razı olsun.
HZ. İBRAHİM'DEN BERİ ADANMIŞLIK RUHUNUN MÜŞAHHAS HÂLİ: KURBAN BAYRAMI
M. NİHAT MALKOÇ
Bayramlar yüzyılları aşıp günümüze kadar gelen köklü dinî geleneklerdendir.
İçimizi kıpır kıpır eden bayramlarımız maneviyat bahçesinin iri gülleridir. O güller ki Resulullah’ın kokusunu taşırlar gönül bahçelerimize. Bayramlar yüzyılları aşıp günümüze kadar gelen köklü dinî geleneklerdendir. İster Ramazan, ister Kurban olsun; dinî bayramlarımız bize ulvî yanlarımızı hatırlatır. Ruhumuza ayna tutarız bu müstesna zaman dilimlerinde. Kaybettiklerimizi anarız. İstanbul’da, Süleymaniye’de bayramın muhteşem coşkusunu yaşayan Yahya Kemal Beyatlı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiriyle, bayramı kelimelerle yakuttan bir abideye dönüştürür. Kim bilir bugünlerde o büyük mabette bayram namazını kılanların kaçta kaçı o ulvî hissiyata vakıf olarak namazlarını eda edebiliyorlar? Bu şiirdeki hissiyatı yaşayan bir nesil var mı bugün? Aslında en büyük kaybımız da bu nesil değil mi? Paramızı, malımızı kaybettiğimizde çok çalışıp tekrar elde edebiliriz? Ya elimizden kayan nesil… Onu tekrar kazanabilir miyiz? Bu düşüncelerle İstanbul şairi Yahya Kemal’in şiirinin bir kısmını sizlere sunuyorum: “Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,/Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymâniye’de.// Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,/ Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi// Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan,/Kalkıyor tozlu zaman perdesi her ân aradan.//Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,/Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir./Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garib âlem bu!..”
Günlerin en müstesnasıdır bayramlar… Ortak değerlerimizin en başta gelenidirler. Daha çok bayramlarda hatırlarız birbirimizi; birlik ve beraberlik tavan yapar bu güzel zaman dilimlerinde. Bir başka kenetleniriz bayramlarda. Hasretler geçici olsa da son bulur bu sayılı günlerde. İçimize doğan sevgi güneşi bir başka ısıtır bizi. Hüznümüzü, acımızı ve yalnızlığımızı paylaşarak azaltır; mutluluklarımızı ise paylaşarak çoğaltırız bu kıymetli günlerde. Bayram gelince aramızdaki mesafeler ortadan kalkar, kurumaya yüz tutan tebessümler yeniden yeşerir dudaklarımızda. Gönüllerimize nur, hanelerimize huzur dolar.
Teslimiyetin remzi olan kurban, Hakk'a ve hakikate adanıştır.
Zaman durmuyor yerinde. Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovalıyor. Neticede hayat döngüsü sürüp gidiyor. Bu akış bizi zaman nehrinde sürükleyip duruyor. İşte öyle de bir Kurban Bayramı daha geldi, geçiyor. Yine milletçe bayram ediyoruz.
"Kurban" sözü lügatlerde mastar olarak "yakınlaşmak", isim olarak ise "Allah'a yakınlık sağlamaya vesile kılınan şey" mânâlarına gelmektedir. Dinî anlamda ise ibadet gayesiyle belirli bir vakitte, belirli şartları taşıyan hayvanı (koyun, inek, deve...vs.) usulünce boğazlamak ya da bu şekilde boğazlanan hayvan” şeklinde tarif edilmektedir.
Kurban, iki dinî bayramdan biridir. Her yıl on gün evvel koşar gelir beldemize; gelişiyle ruh iklimimize renk ve ahenk katar. Zira teslimiyetin sembolüdür kurban… Hakk’a yakınlaşmanın vesilesi… İbrahim’in İsmail’ini Hak için feda etme kararlılığının somutlaşmış şeklidir. Kurban Bayramı’nda gönüller Allah’a daha bir yaklaşır; tekbirler sağanak sağanak iner dil semasından. Gönüllerden gönüllere boşalır sevgilerin en katıksızı… Kazalar ve belâlar bertaraf olur Kurban Bayramlarında… Karanlık yüreklerimize bir dolunay misali doğar bayram neşvesi... Sevgiler yumak yumak birleşip bir sevgi çığına dönüşür gönül yamaçlarında. Duaya kalkan eller boş çevrilmez geri; çölleşen yürekler rahmet damlalarıyla hayat bulur. Bayram sabahında erkenden kalkıp camiye koşar dedeyle torun, aynı safta yönelirler yüce Allah’ın huzuruna. Yürekler Allah’ın aşkıyla çarpar seher vakitlerinde…
Kurban bayramı, diğer dinî ve milli bayramlar gibi bizi birlik ve beraberlik içinde tutuyor. Farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görüp et ve tırnak gibi oluyoruz bugünlerde. En zor zamanlarımızda bile kaderde, tasada, kıvançta ve sevinçte bir olarak bizi ayrıştırmaya, bölüp parçalamaya çalışanları hasetlerinden çatlatıyoruz. Asırlardır İslâm'ın bayraktarlığını yapan bu millet, her dönemde büyük bir vakarla hareket ederek kendine yakışanı yapıyor. Bu onurlu duruş bizi karşımızdaki şer ittifaklarına karşı daha bir güçlü, diri ve iri tutuyor.
İslâm'dan önceki inançlarda da yer alan kurban, bağlılığın ve adanışın sembolüdür. Öyle ki Hz. Âdem'in oğulları Habil'le Kabil'e kadar dayanır. Kurban gerek kavram, gerekse ritüel olarak kültürümüzde çok geniş bir yer tutan bir ibadettir. Kurban kelimesiyle ilgili birçok deyim vardır. Bunlar arasında "kurban olmak" (kurban olduğum), "kurban gitmek", "kurbanlık koyun gibi" ilk akla gelenlerdir. Bunun yanında kurbanla ilgili atasözlerimiz de mevcuttur. "Kurban etiyle köpek tavlanmaz" (Bir rastlantının getirdiği geçici iyi durum, beklenen gerçek iyiliği sağlamaz.), "Nasipsiz köpek, kurban bayramında köy dışında bulunur." (Kısmeti kapanan insanlar ne kadar çaba gösterseler de bunu değiştiremezler.)
İdrâk etmekte olduğumuz mübarek Kurban Bayramı çok mühim mesajları temsil eden (barındıran) büyük bir ibadetin gerçekleştiği zaman dilimidir. Kurban, Allah’a yaklaştırır insanları. Sevgili Peygamberimiz: “Âdemoğlu kurban bayramı gününde Allah için kurban kesmekten daha sevimli bir iş yapmış olmaz.” diyor. Demek ki gücü yeten herkes kurban keserek Allah’a manevî açıdan bir adım daha yaklaşmalıdır. Bunu bir külfet olarak değil, bir fırsat olarak değerlendirmelidir. Fakat her işte olduğu gibi kurbanda da ölçüyü kaçırıp işi gösterişe dökmemeliyiz. Zira ibadette esas olan Allah’ın rızasını umarak (gözeterek) yapmaktır. Nitekim Yüce Allah, kurbanları kastederek “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz, fakat O’na sizin takvanız ulaşır.” buyurarak işin manevî yönüne dikkat çekmiştir.
Kurbana dair ilâhî emirler belliyken bazı kesimler Kurban Bayramı’nı anlamsız tartışmalarla sulandırma peşindedir. Aslında Kurbanla ilgili her şey ayet ve hadislerde açıkça dile getirilmiştir. Bunların ötesinde yorumlar üretip insanların zihnini bulandırmanın bir mânâsı yoktur. Tartışmaları bir kenara bırakarak bayram sevincini doyasıya yaşayalım.
Hakk'a ve hakikate adanışın remzi olan kurbanın hikmetleri pek çoktur.
Yüce Allah’ın her emrinde biz zayıf ve fâni kullar için sayısız hikmetler vardır. Hakk'a ve hakikate adanışın remzi olan kurbanın da hikmetleri pek çoktur. Zira yüce İslâm’ın bütün Müslümanlara vacip kıldığı emirdir kurban. Kurban, Rabbimize teslimiyetimizin şiarıdır. Bu teslimiyetin en güzel örneğini Hz. İbrahim’le onun sevgili oğlu Hz. İsmail vermişlerdi.
Yüce Kur’an’da da ifadesini bulan bu yaşanmış hadise hepimize ibret olacak cinstendir. Bilindiği gibi Hz. İbrahim, oğlunu kurban etmek üzere şimdiki Harem-i Şerif'in bulunduğu yere getirdiğinde içinde hiçbir korku ve tereddüt yoktu. Mademki yüce Yaradan böyle bir şey istemişti, onu her şeye rağmen yerine getirilmeliydi. Hakk’a ve hakikate dair sırların muhtevasını kulların bilmesi muhaldi. O zaman yapılacak iş, sabır ve tevekkülle, verilen vazifeyi ifa etmekti. Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i kurban etmekle görevlendirildiğinde kendini toparlamış, duygularını bir kenara bırakarak kulluğunu ön plana çıkarmıştı. Mademki kuldu, o zaman Rabbinin emrine ram olacaktı. Kulluk ve samimiyet imtihanla ölçülebilirdi.
O, kendisine emredileni gerçekleştirmeye giderken bugünkü moda tabirle blöf yapmıyordu. Emre amade bir ruh haliyle niyetini gerçekleştirmeye kararlıydı. Bu tavır Hz. İbrahim Aleyhisselamın kulluğunun yüceliğini göstermeye yetecek bir davranıştı. Peki, öte yandan kurban edilecek olan Hz. İsmail’in Rabbine ve babasına yönelik teslimiyetine ne demeli? Bunu bizim gibi ruhları karanlıklardan ve karalardan arınmamış insanlar anlayabilir mi? Hangi birimiz durup dururken, göz göre göre bıçağın altına girmeye, ölmeye rıza gösterebilir ki? Yüzünü tam anlamıyla Hakk’a dön(e)meyenler bu sırrı anlayamazlar.
Hz. İbrahim’in, oğluna bıçak çekmesi kininden değil, Hakk'a teslimiyetindendi.
Hz. İbrahim’in oğluna bıçak çekecek olması kininden değil, Hakk'a teslimiyetindendi. Malum olduğu üzere Hz. İbrahim’in Sare annemizden çocuğu olmayınca, “Ya Rabbi eğer beni çocuk sahibi kılarsan onu sana kurban edeceğim” diye bir söz vermişti. Verdiği söz yıllar sonra kendisine hatırlatılmıştı. Eşi Hacer’den dünyaya gelen oğlu İsmail, delikanlılık yaşına gelince verdiği sözü yerine getirmesi istendi kendisinden. Halilullah (Allah dostu) olan İbrahim Peygamber, bu ahvâli oğlu İsmail’e açmıştı. Bu durum karşısında Peygamberin oğlu Hz. İsmail de en az babası kadar büyük bir adanmışlık ve teslimiyet bilinci içerisinde hareket ederek babasına şöyle demişti: “Ey babacığım! Sana emrolunanı yerine getir.” (Sâffât, 37/102) diye kendince son sözlerini söylüyordu. Bir adım sonra gerçekleşecek ilâhî lütuftan da habersizlerdi. Yüce Yaradan onları imtihan ediyordu. Onlar bunun farkındaydılar.
Allah, Kur’an-ı Kerim’de, Hz. İbrahim’in bu zorlu imtihanının seyrini ve neticesini ayrıntılı bir şekilde biz kullarına duyuruyor. Bu hadiseden payımıza düşen sırları almamızı istiyor. Ayette bu olay şöyle özetleniyor: “Her ikisi de Allah’ın emrine teslim olup, İbrahim oğlunu şakağı üzere yere yatırıp, Biz de ona: ‘İbrahim! Rüyanın gereğini yerine getirdin (onu kurban etmekten seni muaf tuttuk).’ deyince (onları büyük bir sevinç kapladı). Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz! Bu, gerçekten pek büyük bir imtihandı. Oğluna bedel ona büyük bir kurbanlık verdik. Sonraki nesiller içinde ona da iyi bir nam bıraktık ki o da, bütün milletler tarafından şöyle denilmesidir: ‘Selâm olsun İbrahim’e!’ Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz.” (Saffat, 37/103–110) Kurbanın özündeki bu büyük sırları kavramadan kurban kesmek yavan bir ibadetten öteye gidemez. Bazılarının sandığı gibi kurban sadece bir et bayramı değildir.
Ne büyük bir imtihandı Hz. İbrahim’inki… Hangi birimiz bu sınavdan onun kadar rahat ve başarıyla çıkabilirdik. Verdiğimiz sözü çabucak unuturduk. Fakat o unutmadı, Allah için en değerli varlığına bıçağı dayadı. Allah da onu mükâfatlandırdı. Bizler de o hadiseden sonra kurbanı bir adanmışlık ve teslimiyet ruhu içerisinde sembolik olarak değil, bir sembol olarak kesiyoruz. Ne mutlu kurbanını sembolik değil, adanmışlık sembolü olarak kesenlere…
Eski bayramlarla bugünkü bayramları kıyasladığımızda özlem başköşeye oturur.
Eski bayramlarla bugünkü bayramları kıyasladığımızda söze hep bir nostalji ifadesi olan "Âh o eski bayramlar!.." nidasıyla başlarız. Gerçekten de eski bayramlar bugünkülerden farklı mıydı? Onları farklı ve güzel kılan asıl unsur neydi? Bugün o duyguları hakkıyla ve lâyıkıyla niçin yaşayamıyoruz? Daha cevap bekleyen bir sürü sorular var zihnimizde.
Eski zamanlarda söz konusu bayramlar, anlamına uygun biçimde kutlanırdı. Bayramlar şehirden uzaklaşıp tatil beldelerine gitmek ve kaçamak yapmak için vesile kabul edilmezdi. Aksine bayramlar sebep sayılarak aileler yakından uzaktan bir araya gelir, sıla-i rahim yapılırdı. Bayram neşesi bayram namazında değil, bir hafta önce başlardı. Aile fertleri tarafından günler evvelinden bayrama hazırlık yapılırdı. Bu minvalde öncelikle genel bir temizlik yapılır, sonradan da mükellef yemekler ve tatlılar hazırlanırdı. İnsanlar hediyeleşmek için adeta birbiriyle yarışırdı. Bayram namazından çıkıldığında uzun bayramlaşma kuyrukları oluşturulurdu. Böylece dostluk ve samimiyet pekiştirilirdi. Ardından mezarlıklara gidilerek ebediyete irtihal eden ana babaya, eşe dosta Kur'an okunur, rahmet niyazında bulunulurdu.
Bayram sabahı herkes erken kalkar, en temiz ve en yeni elbiselerini giyerek güne öyle başlardı. O gün, aile fertleri günler öncesinden planlanmış zengin kahvaltı sofrasında bir araya gelirdi. Kahvaltı sonrasında büyükler kurbanlarını keserdi. Kurban etleri üçe bölünerek üçte biri kurban kesemeyen fakir fukaraya, üçte biri akraba, komşu ve tanıdıklara dağıtılırdı; üçte biri de ev halkına tahsis edilirdi. Böylelikle kurban ibadeti gayesine uygun gerçekleştirilirdi. Bugünkü insanların çoğunun yaptığı gibi etler derin donduruculara tıka basa doldurulmazdı.
İbrahim'ce bir adanış, İsmail'ce bir teslimiyet olan kurban, paylaşmaktır. Manevî bakımdan Allah'a yakın olmaktır kurban. Bizi insan kılan vefanın ve sadakatin timsalidir. Birlik ve beraberlik duygularının coştuğu; hüznün, acının ve yalnızlıkların paylaşılarak azaltıldığı uhrevî bir zaman dilimidir. Müslümanların müşterek bir değeri olan kurban berekettir, yarınlara dair umuttur. Kurban, Allah'ın biz müminlere bir lütfü ve keremidir.
Bir aya yakın bir zamandan beri Kurban Bayramı'nın telâşı ve sevinci içerisinde yaşıyorduk milletçe. Bu süreç içerisinde şehirlerimizde kurban satış alanları kuruldu. Aileler kıran kırana pazarlıklar neticesinde kurbanlıklarını alarak bayramı beklemeye başladılar. Çocuklarımız da bu bayram sayesinde inek, koyun ve keçi gibi hayvanları pazarlarda yakından görüp tanıma fırsatı buldular. Bütün zorluklara rağmen güzel şeylerdi yaşananlar.
Yoksulların tenceresinde de et pişebildi bu Kurban Bayramı'nda. Et kokusu yayıldı yetim sofralarına. Yüzleri güldü solgun benizlilerin. Bolluk ve bereketin esintisi, ruhlardaki yangınları söndürdü. Zenginler, senede bir kez olsa da, hatırladılar düşkünleri. Paylaşmanın ve bölüşmenin doyumsuz hazzını doyasıya yaşadılar bu mübarek ve muazzez bayramda.
Köylerdeki bayramlarla şehirlerdeki bayramların mukayesesi
Günümüzde köylerimizde bayram heyecanı hâlâ devam ediyor. Köyde bayram arifesinin seher vaktinde başlar bayrama dair coşku ve doyumsuz heyecan… Fedakâr köy kadınları birkaç gün önceden misafirlerine tattıracakları yemeklerin hazırlığına girişirler. Bayram sabahı erkekler bayram namazlarını kılıp cami önünde topluca bayramlaşırlar. Cemaattekiler eve dönmeden mezarlara gidip yasin-i şerifi veya bildikleri sureleri okurlar. Ölülerin affı için dua ederler. Sonra köydeki yaşlılar ve hastalar ziyaret edilir. Onlara moral verilir. Şifa bulmaları için Allah’a yalvarılır. Gençler, büyüklerin ellerini öperek bayramlarını kutlarlar. Yaşlılar da karınca kararınca imkânları ölçüsünce onlara harçlık verirler. Çocuklar asla hafife alınmaz, onların gönülleri alınır. Bizler bugün de ‘âh o eski bayramlar…’ diyorsak bunun sebebi geçmişte yaşadığımız güzel hatıralardır. Bugünkü nesillerin de eski bayramların güzelliklerini hafızalarına nakşetmeleri için biz büyüklere büyük görevler düşüyor.
Peki, şehirlerde durum nasıl? Şehirlerde bu anlamlı günlerde kaç kişi bayramlaşıyor, selamlaşıyor? Tanımadığımız kişiyle selâmlaşmak ve bayramlaşmak garip geliyor bize. Oysa bütün Müslümanlar kardeştir. Bu kardeşlik ille de kan bağına dayanması gerekmiyor. Aksine İslâm kardeşliği manevî açıdan soyca kardeşlikten daha ileridir. Müslüman olmayan öz kardeşinizi sev(e)mezken, İslâm’la şereflenen din kardeşinizi sevmek durumundasınız.
Kurban Bayramı tekbirlerle girer hayatımıza. Cümle mevcudat coşar ve vecde gelir bu tekbirlerin arifesinde. Bayramlar, hayatın keşmekeşinde bunalan ruhlarımızı yumuşatır. Sıradanlaşan ve iyice çekilmez hale gelen hayat, bayramların yaydığı doyumsuz iksirle renklenir. Yitiğimiz olan manevî huzur, belirli günlerle sınırlı olsa da, hayatımıza geri döner.
Son yıllarda bayramlar çağın eğlence kültürünün mazbut bir sığınağına dönüştürüldü. Özellikle hafta sonlarıyla birleştirilip dokuz güne uzatılan tatillerde insanlar evlerinden uzaklaşarak tatil beldelerine koşuyorlar. Bu zaman aralığını tatil için fırsat görüyorlar. Oysa bayramlar küçüklerin büyüklerini ziyaret edip ellerinden öptüğü, hastaların, yetimlerin, kimsesizlerin hatırlandığı, düşkünlere sahip çıkıldığı zaman dilimleriydi. Aslında bu uzun tatil aralıkları uzaktaki yakınlarımızın ziyaret edildiği, hatıraların canlandırıldığı, dostlukların pekiştirildiği fırsatlar olarak görülmelidir. Böylece o eski güzel günler geri gelecektir.
Kurbanıyla ve ramazanıyla ömrümüzün güzide gül çağları olan bayramlar zaman zaman acılaşan hayatımızın neşe kaynağıdır. Birlik ve beraberliğin çimentosudur. Bu vesileyle Kurban Bayramı'nızı en içten dileklerimle kutlar, bu bayramın İslâm âleminin birliğine ve uyanışına vesile olmasını yüce Rabbimden niyaz ederim. Sözlerimi vaktiyle kaleme aldığım "Bayramınız Bayram Olsun" adlı şiirimden aldığım dörtlüklerle tamamlamak istiyorum: "Öfkenin ateşi sönsün/Bayramınız bayram olsun/Ömrünüz bahara dönsün/Bayramınız bayram olsun//İncitmeyin hiçbir canı/Akıtmayın masum kanı/Mutluluk sarsın her yanı/Bayramınız bayram olsun//Gül açsın gönül bağımız/Yeşersin yürek dağımız/Yansın sevgi çerağımız/Bayramınız bayram olsun// Ayrı gayrımız olmasın/Gonca gülümüz solmasın/Gözümüze yaş dolmasın/Bayramınız bayram olsun// Bahar evrilmesin kışa/Yürekler dönmesin taşa/Filmi almayalım başa/Bayramınız bayram olsun//Ağlamasın ana, bacı/Kimse yaşamasın acı/Budur mutluluk ilâcı/Bayramınız bayram olsun//Hayata aşk ile bakın/Muhabbet ateşi yakın/Düşmanlık gütmeyin sakın/Bayramınız bayram olsun/Yunusça sevin herkesi/Yankılansın aşkın sesi/Çalınsın sevda bestesi/Bayramınız bayram olsun."
TARİHÎ VE KÜLTÜREL YAPISIYLA EYÜP SULTAN VE EYÜP SULTAN HAZRETLERİ
M. NİHAT MALKOÇ
Eyüp Sultan ve civarı İstanbul'un kalbi mesabesindedir.
Eyüp Sultan deyip de geçmemek lâzım. İstanbul'un ruhu ve kalbidir Eyüp Sultan. Bu şehrin tarihinin ve talihinin ön sözüdür (mukaddimesi) tarihe not düşülen bu kutlu topraklar.
Nebî-yi Zîşân Efendimiz’in, Medine’yi teşriflerini müteakip onu evinde misafir eden Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin medfun olduğu kutlu bir yerdir Eyüp Sultan ilçesi.
Bu şehir Suriçi istanbul'un dışında kalsa da Hz. Halid b. Zeyd’in (Ebû Eyyûb el-Ensârî) burada medfun olmasından dolayı Eyüp Sultan ilçesi, başta dindar kesimler olmak üzere, geniş halk toplulukları tarafından her zaman bir başka kıymetli tutulmuştur.
O Eyüp Sultan ki Konstantinopolis'ten İstanbul'a evrilen bu kadim şehrin aziz ve muhterem misafirini koynunda saklar. Söz konusu mekânın kıymetinden dolayı nice yüzyıllardan beri Fatih Sultan Mehmed'den Sultan Bayezid'e, Yavuz Sultan Selim'den Kanunî Sultan Süleyman'a, II. Mahmud'dan II. Abdülhamid'e kadar Osmanlı padişahları burada büyük törenler eşliğinde kılıç kuşanır, tahta cülûs ve biat merasimleri gerçekleştirirlerdi.
Dünkü(kadim) Eyüp'ten bugünkü Eyüp Sultan'a uzanan süreç ilgi ve dikkat çekicidir. Şehrin tarihî dokusunun oluşmasında bilge insan Mimar Sinan'ın büyük tesiri vardır. Onun 30’a yakın eseri Eyüp Sultan ilçesi sınırları içerisindedir. Onun inşa ettiği eserler Eyüp Sultan'ın kadim kimliğinin oluşmasında etkili olmuştur. Çoğu külliye olan ve banilerinin adıyla anılan bu eserler klasik Osmanlı mimarisinin tipik örneklerini teşkil etmektedir. Emir Buhari Zaviyesi Mescidi, Defterdar (Nazlı Mahmud Çelebi) Camii, Nişancılar (Nişancı Mustafa Paşa) Camii, Müzevvir (Süleyman Subaşı, Münzevi, Karcı Süleyman) Mescidi, Kapuağası (Davud Ağa) Mescidi, Şah Sultan Camii, Ali Paşa (Cedid Ali Paşa, Semiz Ali Paşa, Kurukavak) Camii, Dökmeciler Mescidi ve Zal Mahmud Paşa Camii bu döneme ait cami ve mescitlerden bazılarıdır. Bunlara türbe, hamam ve saraylar da eklenebilir.
Malum olduğu üzere, Akşemseddin’in Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin mezarı olarak gösterdiği bu bölgeye İstanbul'u bir İslâm şehri yapan Fatih Sultan Mehmed, 858 (1454) yılında bir türbe ve 864 (1459) yılında İstanbul’un ilk selâtin camiini inşa ettirmişti. Böylece Eyüp bir maneviyat merkezi olma yolunda büyük atılımlar gerçekleştirmiştir.
Konstantinopolis'ten İstanbul'a dönüşen bir coğrafyanın kalbi olan Eyüp, İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’un imar ve iskânı için başlattığı çalışmaların ilk ayağı olmuştur. Bu çerçevede ilk vakıfların kurulduğu mekân da burası olmuştur. Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren Eyüp Sultan semtinde kurulan muhtelif vakıf eserler için 181 vakfın kurulduğu tespit edilmiştir. Bu vakıflar aracılığıyla ve teşvikiyle buraya değişik yerlerden yoğun göçler gerçekleşmiştir. Gelenler o günkü Eyüp'ün temellerini atmışlardır.
İstanbul'un manevî hafızası: Eyüp Sultan Külliyesi ve Türbesi
Eyüp Sultan Külliyesi ve Türbesi İstanbul'un manevî çehresini oluşturur. Eyüp Sultan Camii ve çevresinde bulunan medrese, aşhane-imaret, hamam ve türbeden oluşan külliye Fâtih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’un fethinin hemen sonrasında inşa edilmiştir.
Fatih Sultan Mehmet 1453 yılında Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin türbesini yaptırdıktan beş yıl sonra 1458 tarihinde Eyüp Sultan Câmii’ni yaptırıp ibadete açmıştır. Câmiye ilâve olarak bir medrese, bir hamam, bir imaret ve bir çeşme de inşa edilmişti.
Eyüp Sultan Camii, İstanbul'da değişik zamanlarda meydana gelen depremler ve afetler sonucunda zarar görmüştü. Bu güzel mabet en büyük hasarı 1766'da meydana gelen depremde gördü. Bu depremin sonrasında yapılan onarım yetersiz kalınca, otuz yıl sonra Sultan III. Selîm (1789-1807) tarafından yeniden inşa edildi. III. Selîm, çıkardığı fermanda önce câminin Fatih tarafından yapıldığı şekliyle aslı korunarak onarılmasını istemiş, ancak bunun mümkün olmadığı mimarlar tarafından belirtilince tamamen yıkılmasını emretmiştir. Temeli 1798 yılında yeniden atılan câmi, Mimar Uzun Hüseyin Ağa nezaretinde 28 ay gibi kısa bir zamanda tamamlanarak 1800 tarihinde bizzat sultan tarafından ibadete açılmıştır.
Bizlere on ciltlik Seyahatname'yi bırakan meşhur seyyahımız Evliya Çelebi İstanbul'un manevî ruhunu üzerinde taşıyan bu cami hakkında şöyle der: "Leb-i deryâya karib âsitâne-i Ensârî'de düz bir zeminde bina edilmiştir, bir kubbelidir. Mihrap tarafında yarım kubbesi daha vardır, lakin o kadar yüksek değildir. Caminin içinde amud yoktur. Orta kubbe etrafında metin kemerler vardır. Mihrabı ve minberi musanna değildir. Hünkâr mahfili sağ taraftadır. İki kapılı , biri sağ canibde yan kapısı, diğeri kıble kapısıdır. Sağ ve solda iki minaresi vardır . Haremin iç tarafı hücrelerle müzeyyendir. Ortasında cemaat maksûresi vardır. Bu maksûre ile kabr-i Ebû Eyyûb arasında asumana ser çekmiş iki çınar vardır ki cemaat sayesinde ibadet ederler. Bu haremin de iki kapısı var, garp kapısında taşrada büyük bir harem daha vardır, içinde dut vesair ağaçlarla yedi adet büyük çınar vardır."
Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin varlığı, İstanbul'un bu kadim semtini değerli kılmıştır.
Peygamberimize yedi ay boyunca evini açan Ebû Eyyûb el-Ensârî, Allah’ın adını yüceltmek ( İ’lâ-yı kelimetullah) maksadıyla doksan yaşlarında İstanbul'un fethi için yollara düşmüş büyük bir hak ve hakikat dostudur. Fethi görmek kendisine nasip olmasa da, bu uğurda varlığını ve niyetini ortaya koymuş, İstanbul’un kalbinde vefat etme şerefine nail olmuştur. Asırlar sonra, fethin Nebi tarafından övülmüş komutanı Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası Akşemseddin’in gördüğü bir rüya üzerine vefat ettiği yer tespit edilmiş, halen ziyâretgâh olan o yere, onun adına bir makam ve bir türbe inşa edilmiştir. Türbenin yanına da bugünkü Eyüp Sultan Camii inşa edilmiştir. Eyüp Sultan şehri de bundan sonra o kutlu türbenin ve caminin etrafında şekillenmiştir. Fatih döneminde başlayan imar hareketleri oğlu Sultan II. Bayezid ve torunu Kanuni Sultan Süleyman zamanında artarak devam etmiştir. Zamanla cami ve türbenin etrafına birçok hânedan mensubu, âlim ve paşa tarafından çeşme, mektep ve dergâhlar yapılarak söz konusu mekân daha da zenginleştirilmiştir.
"Dersaadet" ve "Darüsselâm" olarak da nitelendirilen İstanbul'u şereflendiren Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin türbesi bugüne kadar sadece Türkler tarafından değil, dünyanın dört bir tarafından gelen Müslümanlar tarafından da ziyaret edilmektedir. İstanbul'un fatihi "Sultan II. Mehmed"in türbesi bile bugüne değin onun kadar ziyaret edilmiş değildir.
Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin varlığı, İstanbul'un bu kadim semtine bambaşka bir manevi hava ve itibar katmıştır. Burası adeta cennete açılan bir kapı olarak görülmüştür. Öyle ki birçok insan, ölünce bu semtteki mezarlığa gömülmeyi arzulamış, vasiyet olarak yakınlarına iletmiştir. Bugünkü Eyüp Sultan Mezarlığı böylece devasa bir kabristana dönüşmüştür. Bunun yanında vefat eden itibarlı insanlar Eyüp Sultan Camii ve türbesi etrafında onlarca hazirede defnedilmiştir. Bu insanların tercihinde Eyüp Sultan Hazretlerinin büyük bir etkisi olmuştur.
Eyüp Sultan ilçesi, Müslüman halkımızın büyük bir saygı ve hürmetle sıkça ziyaret ettiği bir mekândır. Çünkü halkımız bu türbeyi ve camiyi, ilk İstanbul kuşatması sırasında vefat eden Ebû Eyyûb el-Ensârî'den dolayı kutsal addetmekte, dua ve niyazlarının bu kutlu mekânda kabul edileceğine (geri çevrilmeyeceğine) inanmaktadır. Başta kadınlar olmak üzere, kendini dindar kabul eden hemen herkes bu camide ve türbede huzur ve sükûn bulmaktadır. Bu mübarek şahsın halk katındaki asıl kıymeti Hz. Muhammed(sav) ile olan dostluğundan dolayıdır. Peygamberine hürmet eden halkımız onunla iltisaklı kim ve ne varsa ona da o derece hürmet etmektedir. Eyüp Sultan Hazretleri sevgisinin asıl kaynağı budur. Bu hürmet ve muhabbet, haddizatında halk dindarlığının açık bir tezahürüdür.
Şair ve yazarların gözünde ve gönlünde yücelen Eyüp Sultan ve çevresi
Tarihî ve dinî açıdan önemli bir yer olan Eyüp, Fetih’ten itibaren devrin önde gelen şair ve yazarlarının övgüyle anlattıkları bir yerleşim yeriydi. Tâcizâde Câfer Çelebi, Âdile Sultan, Fasih Dede, Beliğ, Nedim, Leylâ Hanım, Keçecizâde İzzet Molla, Âşık Ömer, Eşref, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Attila İlhan, Hüsrev Hâtemi, Hâlid Ziyâ Uşaklıgil, Hâlide Edip Adıvar, Ahmet Râsim, Nâhit Sırrı Örik, Rûşen Eşref Ünaydın, Refik Hâlid Karay, Sermet Muhtar Alus, Mehmed Âkif Ersoy, Hâlid Fahri Ozansoy, Necip Fâzıl Kısakürek, Sâmiha Ayverdi, Orhan Okay ve İlber Ortaylı bunlardan bazılarıdır.
Arınmış gönüllerde apayrı bir yere ve öneme sahip olan Eyüp Sultan, her devirde kalplerde yer etmeye devam etmiştir. Neredeyse hiç kimse bu semte ve onun kutlu misafir(ler)ine bigâne kal(a)mamıştır. Kimi dünya kimi de gönül gözüyle temaşa etmiş burada olup bitenleri. Onun içindir ki hemen herkesin gözünde ve gönlünde kendince bir Eyüp Sultan semti tasavvuru vardır. Bunlardan biri de; bildiğini yaşayan, yaşadığını yazan gönül ehli bir âlim olan Abdülbaki Gölpınarlı'dır. Merhum Gölpınarlı’nın ifadesiyle “Eyüp, yatırıyla bir kutsîliktir, camisiyle bir tarihtir, selvisiyle bir çağdır, güvercinleriyle, hasta, garip leyleğiyle insanlıktır. Daha önceleriyse oyuncağıyla çocuktu, kebabıyla iştahtı, kaymağıyla lezzetti, haccın tamamlanması için ziyareti gerekli sayılmasıyla inançtı Eyüp.”
Şair Yahya Kemal Beyatlı'nın gönül gözüyle “Bir Rüyâda Gördüğümüz Eyüp”
Türk şiirinin abidevî şahsiyetlerinden olan Yahya Kemal Beyatlı'nın da belirttiği gibi “İstanbul ölüleriyle yaşayan bir şehirdir.” Fakat Eyüp Sultan, bunun en bariz yaşandığı bir semttir. Eyüp Sultan Mezarlığı şehrin yanı başında dirilerle bir ve beraberdir. Şair Yahya Kemal Beyatlı “Bir Rüyâda Gördüğümüz Eyüp” adlı yazısına “Türklerin ölüm şehri Eyüp, Avrupa toprağının bittiği sahilde İslâm cennetinin bir bahçesi gibi yeşil duruyor. Bu ölüm şehrine bir defa girenler, kendilerini bir servi ve çini rüyası içinde kaybolmuş gibi hissettikleri zaman biliyorlar mı ki hakikaten bir rüyada bulunuyorlar.” cümleleriyle başlar.
Romancı ve hikâyeci Refik Hâlid Karay da “Eski Ramazanları Yâd” adını taşıyan yazısında Eyüp’le ilgili olarak şunları dile getirir: “Arife günü erkekler bir taraftan, kadınlar öbür taraftan, muhakkak, Hazret-i Hâlid’i ziyârete gitmek mûtattı. Türbeden evvel mezaristana uğrardık; Edirnekapısı hâricinde âile mezarlığı… Öyle hatırlıyorum ki yalnız başıma oracığı, elan, bulmaya imkân yoktur. Mezar taşı ormanının kuytu, uğultulu, ücra bir kenarında îmar ve tezyin görmemiş yosunlu kırlar… Orada okur, üfler, yüreğimizde aynı zamanda bir genişlik ve kasvet duyarak, galiba vazîfemizi yapmaktan mütevellit bir ferah ve ölüme yakın bulunmaktan gelen bir melâl, âheste âheste arabalarımıza binerdik. Bu ne büyük, ne ucu bucağı bulunmaz bir servistandı… Ta Eyüb’e kadar loşluk, uğultu ve yalnızlık içinde, konuşmak cesâretini bulamazdık. Orada bizi hayat yeniden karşılar, kucaklardı: Oyuncakçı dükkânları, şekerciler, kahveler ve dilenci kafileleri… Türbenin avlusuna ne güçlükle, itişe kakışa girilirdi… İğne atsan yere düşmezdi, fakat kumrularla güvercinler gene dolaşacak yer bulur, o gün darı yemekten kursakları heybe gibi şişerdi. Hanımlar türbeye girmezlerdi, dışarıda hâcet penceresinde okuyup geri dönerlerdi. Erkeklerle gittiğim zaman tâ gümüş işlemeli sandukaya kadar, pür-hürmet yürür, inleye inleye, hattâ gözümüzden yaşlar gelerek Allah’a yalvarır, şükreder ve geri geri giderek dışarı öyle çıkardık."
Sâmiha Ayverdi "İstanbul Geceleri" adını taşıyan hatıralarında Eyüp’ü anlatır.
Eserlerinde milli ve manevi duyguları ustaca ve samimiyetle terennüm eden Cumhuriyet Dönemi kadın yazarlarımız içerisinde önemli bir yere sahip olan romancı ve hikâyeci Sâmiha Ayverdi de "İstanbul Geceleri" adını taşıyan hatıralarında Eyüp’ü şu satırlarda dile getirir: “Eyüp, merkezden muhîte doğru yelpaze gibi açılan şehrin içinde, yarı müstakil ve karakteristik hayatı ortasında, her şeyi kendi çatısı altında arayıp bulan kimselerin merdümgirizliği içinde, kendi kendine yeten bir semt sayılırdı. Avlusunda, kışın bile bir topal leyleği, durup dinlenmeden yağan bir güvercin sağanağı bulunan camiinden ve memleketin dört köşesinden ziyaretçi toplayan türbesinden, sükût işareti veren zenci parmakları gibi, havaya kalkmış hesapsız servilerinden başka, oyuncakçıları, kebapçıları, kaymakçıları, aşçıları, bahçeli bahçesiz sıra sıra kahvehâneleriyle nam almış bir çarşısı da vardı."
Peygamber kokusunu Medine'den İstanbul'a kadar taşıyan Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin mübarek türbesiyle, o türbenin yanı başında günde beş vakit ezanları gönüllerimize ziyafet olarak sunan Eyüp Sultan Camisi'yle, külliyeleriyle, dergâhlarıyla, ölülerle dirilerin hemhâl olduğu, adeta bir nekropolü andıran Eyüp Sultan Kabristanı'yla, onlarca türbeleriyle, yüzlerce insanın medfun olduğu hazireleriyle, saraylarıyla, İstanbul'u temaşa etmek için gidilip görülmesi gereken Piyer Loti Tepesi'yle ve Feshane'siyle Eyüp Sultan eşsiz bir dünyadır.
KUZEY'İN OĞLU: VOLKAN KONAK
M. NİHAT MALKOÇ
Halkın sanatçısı Volkan Konak, alaylı değil mektepliydi.
"Kuzey'in Oğlu" lâkabıyla bilinen ve geniş kitlelerce tanınan Türk halk müziğinin güçlü sesi Volkan Konak, 31 Mart (2025) gecesinin ilk saatlerinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde verdiği konser sırasında aniden fenalaştı. KKTC Mağusa Devlet Hastanesi’ne kaldırılan Konak, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetti. 58 yaşında vefat eden Volkan Konak, sevenlerini derinden üzerek "Her nefis ölümü tadacaktır."(Külli nefsin zâikatü'l-mevt) (Âl-i İmran, 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebut, 29/57)
ayetinin gereği her fâni gibi ölüler kervanına katıldı. Yepyeni bir yolculuğa çıktı.
Volkan Konak'ın, mesleğini icra ettiği sahnede bir bayram gecesi, genç sayılabilecek bir yaşta öleceğini kendisi dahil, hiç kimse bilemezdi.(öngöremezdi.) Hayat böyle bir şey işte. Bizler de yaşımıza, varlığımıza (paramıza) ve şöhretimize güvenerek ölümü unutmamalıyız. Zira biz onu unutsak da o bizi hiç unutmuyor, Azrail bizi bir gölge gibi takip ediyor.
Karadeniz müziğinin o doyumsuz ezgileriyle büyüyen ve bu ezgileri büyütmek ve yaygınlaştırmak için büyük bir mücadele veren Volkan Konak, 1967 yılında Trabzon’un Maçka ilçesinin Yeşilyurt köyünde doğmuştu. İlk, orta ve lise eğitim hayatı memleketi Maçka'da geçmişti. Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’nda eğitim almıştı. Buradaki eğitiminin ardından aynı üniversitede halk müziği üzerine yüksek lisans da yapmıştı. 1991 senesinde yüksek lisansını başarıyla tamamlamıştı. Yani o iyi bir müzik eğitimi almış, bu alanda ilerlemişti. Başka bir tabirle söylemek gerekirse o, alaylı değil mektepliydi. Sağlam bir müzik temeline sahipti.
"Suların Horon Yeri"nden "Dalya"ya müzikle geçen dolu dolu bir ömür...
Volkan Konak, sanat ve müzik hayatına 1989 yılında Maçka yöresinde yaptığı derleme çalışmalarıyla ilk adımını atmıştı. Bu ilk müzik albümü "Suların Horon Yeri" adını taşıyordu. İlk albümünün dinleyiciyle buluşmasından sonra ilk bestelerini de vermeye başlamıştı. Bu çerçevede başta Nazım Hikmet olmak üzere Yaşar Miraç, Ömer Kayaoğlu, Sunay Akın ve Sabahattin Ali gibi sol kültür menşeli ve Karadeniz kökenli şairlerin şiirlerini besteledi. En önemlisi de müziğine etnik motifler katarak kendine özgü bir tarz geliştirdi.
Volkan Konak, 1993'te hazırladığı ikinci albümü olan "Efulim"le müzikal anlamda yereli evrensel formlarla buluşturdu. 1994'ün sonlarına doğru "Gelir misin Benimle?" adıyla üçüncü albümünü çıkardı. Askerlik nedeniyle bir süre mecburen müziğe ara verdikten sonra adıyla da özdeşleşen ve kişiliğini yansıtan "Volkanik Parçalar" albümü geldi. Kendi müzik firması olan Kuzey Müzik Prodüksiyon'u kurduktan sonra da "Pedaliza" adını verdiği albümünü hayranlarınla buluşturdu. Karadeniz yöresine ait türküleriyle tanıdığımız Volkan Konak 1998'den itibaren İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Ege Bölgesi'nden de türküler söylemeye başladı. Bunu Kıbrıs (KKTC) türküleri takip etti. Yani o, zamanla türkü coğrafyasını genişletti. Bu, doğal olarak da onun hayran kesimini de o nispette arttırdı.
Özgün bir sese ve yoruma sahip olan Volkan Konak, 2000 yılında altıncı albümü olan "Şimal Rüzgârı" albümünü DMC'den çıkardı. Onu 2003 senesinde "Maranda" adlı albüm izledi. 2006'da "Mora" adını verdiği sekizinci albüm müzikseverlerle buluştu. Sonra 2006'da "Mora" geldi. Onu 2009 yılında "Mimoza" adını verdiği dokuzuncu albümü takip etti. 2012'de "Lifor", 2015'te "Manolya" , 2017'de "Klasikler-1" hayranlarıyla buluşmuş, 2019'da ise son çıkan albümüyle müzik dünyasına ve sevenlerine tam karşılığıyla "Dalya" demiştir.
Volkan Konak, sadece albüm çıkarmakla yetinmemiş; uzun yıllar boyunca Show TV, Star TV, TNT ve Kanal 1 televizyonlarında "Kuzeyin Oğlu Volkan Konak" adıyla müzik ve eğlence programı hazırlayıp sunmuş; bu programlarda müzisyenleri seyirciyle buluşturmuştur.
Aynı zamanda söz konusu müzik ve eğlence programlarında şarkı ve türküler söylemiştir.
Halk tarafından sevilen ve takdir gören bir sanatçı olan Volkan Konak, değişik zamanlarda farklı kurum ve kuruluşlardan ödüller alarak onore edilmiştir. Bu ödüllerden bazıları şunlardır: "1997-Politika Dergisi, En İyi Müzik Sanatçısı; 2003- Kral Televizyonu, En İyi Halk Müzik Sanatçısı; 2005- Başkent Grubu, Yılın Altın Adam Ödülü; 2005- Kral Televizyonu, Yılın Halk Müziği Sanatçısı; 2005- Magazin Gazetecileri, Yılın Sanatçısı; 2005- D.M.C - Maranda Albümü, Elmas Plak; 2006- MÜ-YAP - Mora Albümü, Altın Plak; 2009- Altın Kelebek Ödülleri, Yılın Halk Müziği Sanatçısı; 2010- D.M.C - Mimoza Albümü, Platin Plak; 2010- Kral Tv, Türk Halk Müziği Özel Ödülü; 2011- TRT Müzik, En İyi Halk Müzik Sanatçısı; 2011- TRT Müzik, Yılın En İyi Televizyon Müzik Programı (Kuzeyin Oğlu - Show TV); 2011- 38. Altın Kelebek Ödülleri, Türk Halk Müziği Erkek Solist Ödülü"
Maviyle yeşilin koyun koyuna olduğu asil bir coğrafyanın hırçın çocuğuydu o...
Maviyle yeşilin koyun koyuna olduğu bu asil coğrafyanın hırçın çocuğu olan Volkan Konak, içinden çıktığı genelde Karadeniz, özelde Trabzon insanının duygu ve düşüncelerine başarıyla tercüman olmuştu. Onun içindir ki kendisine "Kuzey'in Oğlu" sıfatı verilmişti.
Volkan Konak, kıyısında doğup büyüdüğü Karadeniz gibi hırçındı. Belli ki hırçınlığını Karadeniz'in sert dalgalarından almıştı. Dalgalar sesine, sesi de masmavi dalgalara karışmıştı. Evinin karşısındaki Maçka ve biraz yukarısındaki Zigana dağları gibi heybetliydi o. İçi içine sığmayan bir adamdı o. Bu özellikler zamanla onun karakterinin kodlarını oluşturdu.
Karadeniz türkülerinin emekçisi Volkan Konak, çok iyi bir Trabzonlu ve Trabzonsporluydu. Trabzonspor'la aynı tarihte dünyaya gelmişti. (1967) O, Trabzonspor'dan beş ay büyüktü sadece. O da, İstanbul'un üç büyüklerine kafa tutan Trabzonspor gibi asiydi, başka bir tabirle söylemek gerekirse dik kafalıydı. Kimseye minneti ve eyvallahı yoktu. Her nereye gittiyse Trabzonlu ve Trabzonsporlu kimliğini büyük bir gururla ve onurla oraya taşıdı.
Volkan Konak, Karadeniz yerel müziğini evrensel formlarla birleştirdi. O, daha çok yaşanmış hikâyelerin besteleriyle tanınan bir müzisyendi. Onun, kardeşi Nuran Bahçekapılı tarafından yazılan, kendisi tarafından bestelenen "Cerrahpaşa" türküsünü bilmeyen yok gibidir. Bu türküde, kanserden ölen bir babanın ölümünden duyulan derin üzüntü anlatılıyor. Çernobil Nükleer Santrali faciası sonrası artan kanser vakalarına dikkat çekiliyor. Sözler adeta yüreğe işliyor: "Vay seni Cerrahpaşa/İçmem suyundan içmem/Bir dahaki seneye/Yolci da gelup geçmem//Yaş akar gözüm sızlar/Ne kalur gerisine?/Herkesun bir derdi var/Durur içerisinde// Doktorlar da bilir mi?/Babamin acisini/Cerrahpaşa'ya koydum/Canumun yarisini"
Şimdi türküler, kanadının biri kırılmış körpe bir serçe kuşu misalidir.
Besteci ve söz yazarı olan Volkan Konak, aynı zamanda iyi sayılabilecek bir şairdi. Konserlerinde söylediği türkülerinin arasına kendisine ait şiirlerinden serpiştirerek dinleyenlerinin gönlüne girdi. Bunun yanında konserlerinde yaşanmış hikâyelere de yer verdi.
Volkan Konak, eskilerin deyimiyle ismiyle müsemma bir adamdı. İsminin özelliklerini fazlasıyla yansıtıyordu. Demem o ki çok kere "Volkan" olan adının özelliklerini davranışlarıında da gösteriyordu o. Çabuk patlayıp tez sönüyordu bir derin tebessümle. O; hak bildiğini eğilmeden, bükülmeden ve de çekinmeden söyleyen sıra dışı bir sanatçıydı.
Trabzonlu bir şair olan Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Âh bu türküler/Türkülerimiz/Ana sütü gibi candan/Ana sütü gibi temiz/Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla/Köyümüz, köylümüz, memleketimiz./Âh bu türküler,/Köy türküleri/Dilimizin tuzu biberi/Memleket ahvalini onlardan sor/Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen'i/Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni.../Ben türkülerden aldım haberi." dediği türküler Volkan Konak'ın bir ömür üzerine titrediği ve başarıyla dillendirdiği gönül mektuplarıydı. Onun müziğe en büyük hizmeti, yaşanmışlıklarla dolu Karadeniz türkülerini yaşamak ve yaşatmak için sarfettiği gayretti.
Şimdi Karadeniz türküleri mavisini kaybetmiş gökyüzünden, yeşilini kaybetmiş yaylalardan farksızdır. Şimdi türküler kanadının biri kırılmış bir serçe kuşu misalidir.
Ölürsem Anadolu’da bir köy mezarına gömün beni.
Karadeniz müziğine bir ömür hizmet eden ve bu müziğin ülke genelinde sevilmesini ve tanınmasını sağlayan Volkan Konak, yaşarken vasiyetini dile getirmiş bir sanatçıydı. O, sosyal medyada ve birçok platformda yayımladığı vasiyetinde, doğduğu ama doy(a)madığı topraklara, Trabzon'un şirin ilçesi Maçka'ya, burada sonsuzluk uykusuna yatan sevgili babasının yanına gömülmeyi arzuluyor ve bu minvalde şunları söylüyordu: “Nasip olur da göremezsem o günü, yani kurtuluştan önce ölürsem – ki öyle de görünüyor – beni alın, Anadolu’da bir köy mezarına gömün. Şair beni bağışlasın ama Karadeniz’de, Maçka’da, Düz Tarla'da babamın yanına gömülmeyi isterim. Mezarımın bir yanında Hasan Bey’in vurdurduğu ırgat Osman yatsın. Diğer yanımda ise kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe olsun; çavdarın dibinde ama… Türküler, şehir aydınlığında taze insanı anlatır. Yanık benzin kokusu vardır, tarlalar artık orta malı olmuş, kanallarda su akıyor. Ne jandarmadan ne de kuraklıktan korku kalmış. Ama biz belki de bu türküleri duyamayacağız. Duyacak değiliz. Toprağın altında yatan ölüler vardır. Kara dallar gibi çürürler, uzun uzun. Sağırdırlar, kördürler, dilsizdirler. Ama ben bu türküleri söyledim. Evet, henüz dizilmedi o sözler ama söyledim. Yanık benzin kokusunu duydum. Traktörlerin resmi bile daha çizilmedi. Benim sessiz ve ıssız komşularıma gelince; Irgat Osman ve Şehit Ayşe büyük hastanede çekip gittiler. Yaşarken sağlıklarının kıymetini bile bilemediler. Dostlar, yoldaşlar… Eğer nasip olmaz da göremezsem o günü, ölürsem kurtuluştan önce yani, beni alın ve Anadolu’da bir köy mezarına gömün. Ve son uyarıma gelince: Tepemde bir çınar olsun yeter. Taş maş da istemem ulan!”
Volkan Konak'ın bir bahar akşamı Mağusa'da öleceğini kim nereden bilebilirdi ki?
İnsanların kimilerine göre doğru, kimilerine göre de yanlış siyasî tercihleri vardır. Bunlar kişinin nerede durduğuna ve nereden baktığına göre değişir. Volkan Konak'ın da her insan gibi belli bir siyasî düşüncesi vardı. Hatta kendine göre dinî yaklaşımları da söz konusuydu. Şimdi ölü henüz musalladayken bunları konuşmanın ve irdelemenin yeri ve zamanı değil. Allah hepimizin yaptıklarını en iyi gören ve ona göre muamele edendir. Bizler Allah'ın alanına girme hakkına sahip değiliz. Sorgulayan ve gereğince yargılayan odur. Bizler ölüye iyi dediğimiz için cennete, kötü dediğimiz için de cehenneme gitmez. Ölülerin ardından kötü konuşmak caiz değildir. Hz. Aişe validemizden rivayet edilen bir hadisi şerifte Peygamberimiz (asm) "Bir arkadaşınız öldüğü zaman onu bırakın, onu gıybet edip ayıplamayın." buyurmuştur. Herkes ahiret için kendi biriktirdiklerine (gönül aynasına) baksın. Demem o ki sakın ha (haşa, sümme haşa) Allahlığa soyunmayın. Allah adına karar vermeyin.
İnsanları dinden ve siyasetten bağımsız ve tarafsız olarak değerlendirmeyi bir türlü beceremiyoruz. Çıkış noktamız genelde din ve politik duruş oluyor. Oysa insanın bir de yaptıkları ve hayata katttıkları vardır. Onları bir türlü görüp değerlendiremiyoruz.
İnsanın bin bir hâli var. Hepimiz beşeriz, gün gelir elbet biz de şaşarız. Bazen günümüz günümüze uymaz. Öyle zamanlar gelir ki canımız boğazımızdadır, bu ruh hâliyle söylenip dururuz. Fakat söylediklerimiz bir gün bağlamından koparılıp yaygın düşüncemiz ve inancımız olarak gösterilmeye çalışılır ne yazık ki. Oysa sözü bağlamında anlamak gerek. Ötesi gıybet ve kul hakkıdır. Gıybet ve kul hakkının İslâm inancındaki yeri bellidir.
Kim ne derse desin, beni öncelikle ve özellikle ilgilendiren Volkan Konak'ın özel hayatı değil, sanatı ve sanatçı kişiliğidir. Şahsın özel yaşamını yargılayacak merci bellidir. Hem bu dünyada en kolay iş, klavye kahramanlığı ve itibar cellatlığı yapmaktır.
O meşhur ve duygu yüklü "Mağusa Limanı" türküsünü yürekten söyleyen Volkan Konak'ın bir bahar akşamı Mağusa'da öleceğini kim nereden bilebilirdi ki? Maçkalı olarak bilinen Erkan Ocaklı'nın ardından yine bir başka Maçkalı sanatçı olarak tanınan ve bilinen Volkan Konak'ın da bu dünyadan göçmesi, ülkemizin soyut kültür hazineleri olan o kıpır kıpır Karadeniz türkülerini hem öksüz hem de yetim bıraktı. Karadeniz türkülerine hayat veren ve onları adeta gönül göklerinde uçuran Volkan Konak'a amelince rahmet diliyorum.
DÜNDEN BUGÜNE TÜRK KÜLTÜRÜNDE HIDRELLEZ BAYRAMI
M. NİHAT MALKOÇ
Faruk Nafiz Çamlıbel'in deyimiyle “Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek"
Tarih boyunca bizleri birbirimize bağlayan ve sımsıkı kenetleyen kadim kültürel değerlerimiz vardır. Bu değerler öyle kısa bir zaman diliminde elde edilmemiştir. Bin yılların ürünüdür kültürel değerlerimiz. Onlar bizi ayakta tutuyor, onlar sayesinde tek yumruk oluyoruz. Bazı bölgelerimizde gelenek ve göreneklerimiz hukukî kaidelerden ve dinî inançlarımızdan daha tesirli olabilmektedir. Çünkü öyle geleneklerimiz vardır ki bunlar Türklerin İslâmiyeti kabulünden daha eskilere dayanır. Hayatımıza müspet tesirleri olan ve İslâmiyetle çatışmayan örf ve âdetlerin yaşatılmasında sayısız faydalar vardır. Bir zamanlar, Türk şiirinin en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilen ve Beş Hececilerden biri olan Faruk Nafiz Çamlıbel, Batılı kültürü yerli kültüre tercih eden, kimliğini kaybetmiş mankurtlara ve kültürel değerlerini Doğu milletlerinkinden üstün gören Batılı milletlere şöyle sesleniyordu: “Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,/Bizim diyarımızda bin bir baharı saklar!/Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek/İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar”
"Beş Hececiler"den Faruk Nafiz Çamlıbel'in milli duygularımızı dillendiren "Sanat" şiirindeki duygu ve düşüncelerine katılmamak mümkün mü? Gerçekten de bizim kültürümüz ve sanatımız Avrupa’nınkiyle kıyaslandığında bizimkinin çok daha zengin olduğu ayan beyan görülür. En azından bu hususta alnımız ak, başımız dik olmalıdır. Bize kültür ve medeniyetten dem vuranların, hatta ders vermeye kalkanların tarihine ve kültürüne bakınca olumlu manada fazla bir şey göremeyiz. Ya bizim millî ve manevî birikimimiz? Bu değerleri yaşamayı bir kenara bırakın, bunları öğrenmeye bile bir ömür yetmez. Yine aynı Çamlıbel, “Sanat” şiirinin devamında muhataplarının yüzüne şu kararlı ifadeleri adeta bir şamar gibi indiriyor: “Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken/Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz/Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken/Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz”
Türk kültürünün en mühim unsurlarından biri de Hıdrellez Bayramı'dır.
Israrla belirttiğimiz gibi dünden bugüne, bugünden yarına kuvvetli bir köprü vazifesi görecek zengin kültürel birikimlerimiz vardır. Anadolu’nun dört bir köşesi bunların nişaneleriyle doludur. Fakat bunların kıymetini bildiğimiz söylenemez. Hatta ülkemizde bu zenginliğin farkında olmayan, Avrupa’ya gıpta eden, Batı’nın kültürel kaynaklarından beslenmeyi marifet sayan özüne yabancılaşmış sözde aydınların sayısı hiç de az değildir.
Anadolu, dostluğun ve kardeşliğin doyumsuz güzelliklerinin yaşandığı bir toprak parçasıdır. Bu coğrafyada nice güzellikler paylaşılmıştır bugüne dek… Farklılıklarımız gökkuşağının renkleri misali apayrı bir zenginlik ve güzellik katmış kültür atlasımıza. Bazıları, farklılıklarımızı çatışma unsuru haline dönüştürmenin çirkin ve aşağılık mücadelesini vermişse de sağduyu her zaman galip gelmiştir. Dostluk ve kardeşlik daima kazanmıştır. Zira doğruların aydınlığı, yalanların karanlıklarını bastırmaya muktedirdir.
O kadim müspet geleneklerini yaşatmayan milletlerin devamına zinhar imkân yoktur. Onlar milleti kaynaştıran çimento kabilindendir. Geleneklerimiz ceddimizin bize mirasıdır. Geleneklerimiz hayat tarzımızı ve dünyaya bakış açımızı yansıtırlar. Atalarımıza saygı duyuyorsak bunları yaşatmak da boynumuzun borcudur. Fakat olumsuz gelenekleri de cahillik sayıp bir an evvel terk etmeliyiz. Töre cinayetlerini bu grup içerisinde sayabiliriz.
Türk kültürünün en mühim unsurlarından biri de her yıl mayıs ayının altısında kutlanan Hıdrellez Bayramı'dır. Bu, mevsimlik bayramlarımızdan biridir. Türkiye’de ve Türk dünyasında benimsenen bir bayramdır. Rûz-ı Hızır (Hızır Günü) olarak adlandırılan hıdrellez, Hızır ve İlyas peygamberin yeryüzünde buluştuklarına inanılan bir gün olması nedeniyle kutlanmaktadır. Hızır ve İlyas sözcükleri birleşerek halk ağzında "hıdrellez" şeklini almıştır.
Hıdrellez iki tabiat bayramından birisidir.
Hıdrellez iki tabiat bayramından birisidir. Öteki de nevruzdur. Hıdrellez; “ederlez, idernez, hıdırellez” biçimleriyle de söylenir. Bilindiği üzere Hızır inancı bizim kültürümüzde apayrı bir yer tutar. Bununla ilgili atasözlerimiz de vardır. Bunlardan en önemlisi” Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” şeklinde ifade edilenidir. Hatta “Hızır gibi yetişmek” diye ifade edilen deyimimiz de bu inancın kültürümüze yansımasından başka bir şey değildir.
Halkımız birikimlerini geleceğe taşımıştır. Kültürümüz o birikimler üzerine temellendirilmiştir. Halk inançlarına göre sene, yaz ve kıştan ibarettir. Kış altı ay, yaz da altı ay sürer. Yaz mevsimi hıdrellezde başlar ve 7–8 Kasım’da sona erer. Kış mevsimi de bu tarihte başlar, hıdrelleze kadar devam eder. Hıdrellez gününün de öğleye kadar kış, öğleden sonra ise yaz olduğunu söylerler. O gün halk büyük bir neşe içerisinde kırlara çıkar. Piknik yapılır. İp atlanılır, salıncakta sallanılır. Hatta bazı yörelerde salıncakta sallanmakla günahların döküldüğüne inanacak kadar bu işe kendini kaptıranlar görülmektedir. Üç yıl yaşadığım Türkmenistan’da bu inanç yaygındı. Bu yüzden o gün salıncak kavgaları olurdu.
Hıdrellez günü, Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Rûmî takvim olarak da bilinen Julyen takvimine göre 23 Nisan günü olmaktadır. Halk arasında kullanılan takvime göre eskiden yıl ikiye ayrılmaktadır: 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre "Hızır Günleri" adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise "Kasım Günleri" adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 6 Mayıs günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelir ki, bu da kutlanıp bayram yapılacak bir olaydır. Yani halk 6 Mayıs’ta iki mevsimli dünyalarında büyük bir değişimi ve dönüşümü yaşamaktadır. Önemli bir kaynak olan İslâm Ansiklopedisi'nin "Hıdrellez" maddesini yazan Ahmet Yaşar Ocak, daha çok Batı Türk dünyasında kutlanan bir halk bayramı olan hıdrellezle ilgili şu görüşlere yer vermektedir: "Yalnız Anadolu, Balkanlar, Kırım, Irak ve Suriye Türklerine mahsus bir halk şenliği olan hıdrellezin buralarda özellikle 6 Mayıs’ta kutlanması iklim ve tabiat şartlarıyla bağlantılıdır. Bu tarih, sözü edilen bölgelerde ilkbahardan yaz mevsimine geçişi belirlemekte olup hicrî takvim sistemiyle hiçbir ilgisi yoktur. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece güneşin Ülker burcuna girdiği bir zaman parçasıdır. Bu tarihten 7-8 Kasım’a kadar bu burcu güneşin batışından sonra görmek mümkün değildir. Yılın diğer günlerinde ise Ülker burcu güneş battıktan kısa bir süre sonra görülebilmektedir. Bu suretle astronomik gözlemlere ve tabiat şartlarına uygun bir şekilde yıl kış ve yaz olmak üzere iki mevsime bölünmüştür. 8 Kasım bütün özellikleriyle kışın başlangıç tarihini, 6 Mayıs’a rastlayan hıdrellez günü de gerçek anlamda yazın başlangıç tarihini oluşturmaktadır."
Milletimizin geçmişten bugüne taşıdığı kadim değerlerimizden biridir hıdrellez.
Milletimizin geçmişten bugüne taşıdığı kadim değerlerimizden biridir hıdrellez. Halk tarafından benimsenmiş, 6 Mayıs günü hiçbir özel çağrı yapılmamasına rağmen bu hususi gün geniş katılımlarla kutlanagelmiştir. Bu yönüyle milletimizi kenetleyen, bir araya getiren güçlü bir bağ olmuştur. Hızır’ın mahiyeti kesin olarak bilinmese de onunla ilgili rivayetler çoktur. Hızır inancının yaygın olduğu ülkemizde Hızır’a atfedilen özelliklerin bazıları şunlardır:
“Hızır, zor durumda kalanların yardımına koşarak insanların dileklerini yerine getirir. Kalbi temiz, iyiliksever insanlara daima yardım eder. Uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik sunar. Dertlilere derman, hastalara şifa verir. Bitkilerin yeşermesini, hayvanların üremesini, insanların kuvvetlenmesini sağlar. İnsanların şanslarının açılmasına yardım eder. Uğur ve kısmet sembolüdür. Mucize ve keramet sahibidir.”
Hıdrellez yazın güzelliklerini coşkuyla kucaklamaktır. Tabiata sığınmaktır bir anlamda. Ağaçlara, ekinlere el açmaktır. Uyanan toprağın suyla buluşarak güzelliklere kanatlanmasıdır. Hıdrellez bolluk ve bereketin müjdecisidir. Toprağın cömertliğinin ve güler yüzünün şahlanışıdır. Bu yüzden halkımız hıdrelleze çok büyük değer verir. Bu günle ilgili inançlar çoktur. Bu inançlar çok eski dönemlere dayanır. Fakat bu davranışların önemli bir kısmının mantıklı bir dayanağı yoktur. Fakat halk onları benimsemiş ve bugüne kadar getirip yaşatmıştır. Bu günde yapılması gereken şeyleri şöyle sıralayabiliriz:
Hıdrellez gece ibadetle geçirilir. Ertesi gün temiz giyimli olarak dolaşmak gerekir. Bunun için en güzel elbiseler giyinilir. Evde genel temizlik yapılır. Çeşitli yiyecekler hazırlanır. Hıdrellez günü için yumurta kaynatılır. Ağzı açık bükme, katmer, börek, irmik helvası vb. gibi yemekler hazırlanır. Hıdrellez sabahı erken kalkmak uğurlu kabul edilir. Sabahleyin dua edilmesi, dilek ve temennilerde bulunulması, toplu olarak ailece yemek yenilmesi, Kur'an kıraati, sabah namazından önce kabir ziyareti; yapılması gereken âdetler olarak görülmektedir. Bu günde kadınlar ellerine ve ayaklara kına yakar. Dilekler bir kâğıda yazılarak akarsuya bırakılır. Meselâ İzmir ve çevresinde dilek kâğıtları hıdrellez sabahı denize bırakılmaktadır. Nişanlı çiftler arasında karşılıklı hediyeler gönderilir.
Hıdrellez günü evler ilâçlanmaz. Nasip süpürülür inancı ile bazı bölgelerde evler süpürülmez. Kuru baklagiller bir torba içinde bahçede ağaçlara asılır. Hıdır Baba’nın kamçısıyla bunlara dokunması ve bereket getirmesi dileği tutulur. Buna benzer biçimde ev, araba, çocuk ziynet eşyası resimleri de yapılarak bahçede muhtelif yerlere asılır.
Hıdrellez günü yapılmaması gerekenler olduğu gibi, yapılması gerekenler de vardır.
Evde kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalan genç kızların başları üzerinde hıdrellez günü yeni, kullanılmamış kilit açılır. Hıdrellez günü, açların doyurulmasına, dargınların barıştırılmasına, üzüntülü olanların sevindirilmesine çalışılır. Hıdrellezde içki içilmez, kumar oynanmaz. Yoğurt çalınır. Ancak maya kullanılmaz. Yoğurdun tutması halinde eve Hıdır’ın uğradığına inanılır. Hıdrellez günü kırlara gidildiğinde hıdrellez azığını çalma âdeti yaygındır. Evin pencere ve kapıları kapatılmaz. Bunlar böylece sıralanır gider… Bunlar gelenektir. Mantıklıdır, değildir tartışmasının yapılması yersizdir. Zira halk bunları benimsemiştir.
Hıdrellez günü yapılması şart olan işlerin yanında, yapılmaması gereken işler de vardır. Halkımız bugün yapılması gereken işler konusunda gösterdiği hassasiyeti, yine o gün yapılmaması gerektiğine inandığı işlerde de gösterir. Bugün içerisinde şunlardan kaçınılır:
Hıdrellez günü sabah erkenden kalkmayan kişinin işleri ters gider. Geç kalkmak kusur addedilir. Hıdrellezde salıncakta sallanmayanın o yıl çeşitli rahatsızlıklarla karşılaşabileceğine inanılır. Salıncakta sallanma bir bakıma ateş üzerinden atlama şeklinde o yıl için sağlık ve sıhhat dileği geleneği ile aynıdır. Hastalıkların, dertlerin sallanma sırasında döküleceğine inanılır. Hıdrellez günü çamaşır yıkanmaz. Yünlü giyecekler güneşe çıkarılır. Hıdrellez günü un elenmez ve ekmek yapılmaz. Yeşil ot, dal veya çimen koparılmaz. Çiçek toplanmaz. Bağ ve bahçelerde çalışılmaz, tarlaya gidilmez. Hıdrellez günü akşama kadar un kabına veya hamur tahtasına el sürülmez. Eve kuru çalı çırpı götürülmez. Böyle sıralanıp gider.
Hıdrellez Bayramı'nda her yörede farklılık arz eden inançlar ve uygulamalar vardır.
6 Mayıs günü, o klasik tanımlamayla söylersek Edirne'den Kars'a, Sinop'tan Anamur'a kadar Türkiye'nin dört bir tarafında büyük bir coşkuyla ve heyecanla kutlanan Hıdrellez Bayramı'nda hemen her yörede farklılık arz eden inançlar ve uygulamalar mevcuttur. Meselâ Kars’ta Hıdırellez için geçen yıldan saklanan buğday, sac üzerinde kavrulur. Daha sonra sacdan alınıp "kir kire (el değirmeni) ile çekilip kavurga yapılır. Bakır bir tasa alınan kağut, boş bir leğen, su dolu ibrik, kullanılmamış havlu, ayna, tarak, küçük bir maşrapa ve bir kaşıkla birlikte boş bir odaya bırakılır. Böylece Hızır’ın odaya gelip leğende abdest alacağına, tastaki kağuta elini basıp içine su dökerek karıştıracağına ve eve bereket getireceğine inanılır. Hafta boyunca odalarda toplanılarak kavurga, kağut yenir. Kavrulan Hıdırellez buğdaylarından birkaç avuç, bir torbada bahara saklanır. Ekilecek tohuma katıldığında ekilecek ürünün bereketli olacağına inanılır. Yine Trabzon’un Şalpazarı ilçesindeki ritüele göre, hıdrellez günü kayıkla denizin kıyısında dolaşılması, bütün dert ve sıkıntıları giderir. Yine aynı yerde hayvanlar süslenerek deniz kıyısında yıkanır. Bu uygulamanın temelinde kötülüklerden arınma inancı yatar. Balıkesir’de genç yaşlı demeden herkes salıncaklara biner. Gençler kel olmamak için, yaşlılarsa günahlarının döküleceği inancıyla salıncağa binerler. Afyon’daki kutlamalarda da evlenmeyi dileyenler, sabah namazından sonra yanlarına bir asma kilit alarak, evli ya da yaşlı bir kadınla birlikte Karahisar Kalesi'ne gider. Kilit kaleye varmadan önce kapatılır. Kaleye çıkıldıktan sonra yaşlı veya evli bir kadın bu kilidi kızların başında açar. Böylece kısmetlerini de açmış olur. Öte yandan hıdrellez gününde Tekirdağ’da yemek hazırlığının önemli bir bölümünü kuyruk adı verilen yiyecek tepsisinin üzerine yiyecek toplanması oluşturur. Bu tepsiye isteğe göre her türden yiyecek konur. Bazı köylerde buna “Teferrüç Tepsisi” adı yerilir. Tepside börek, mısır ve piliç bulunur. Hıdrellez'e çağırma işini o yıl kuyruğu satın alan kişi yapar. Satın almada karşılık olarak hiçbir şey verilmez; satış temsilidir. Buna "kuyruğu satın almak ve kuyruğu satmak" denir.
Son Söz Niyetine...
İslâmiyet, Hızır (Hıdır) ve Hazret-i İlyas'ın Allahü teâlânın sevgili kullarından olduklarını haber vermekte fakat onlar adına mukaddes bir günün varlığını bildirmemektedir. Yani demem o ki Hıdrellez gününün İslâm dininde dinî hüviyeti ve kudsiyeti yoktur. Yani hıdrellezi İslâmiyet'in bir şiarı olarak değil Türklüğün birlik ve beraberliğinin bir şiarı ve dayanak noktası olarak görmek, abartıya kaçmadan yaşamak ve yaşatmak mümkündür.
Halkın inançlarıyla alay etmek, onları küçümsemek ve çağdışı bulmak köksüzlüğe işarettir. Türk milleti, geçmişine sahip çıkmasıyla ve değerlerini yaşatmasıyla bugünlere gelmiştir. Yarınlarımızın aydınlık olması için aynı yolda ve çizgide ısrarla yürümeliyiz.
Bizi birlik ve beraberlik ekseninde bir araya getiren geleneklerimizi ve göreneklerimizi yaşamak ve yaşatmak millet olarak temel vazifemizdir. Onları ayrıştırıcı unsurlar olarak değil birlik ve beraberlik vesilesi saymalıyız. Hain odaklar bizleri birbirimize düşürmek için bu güzel hasletlerimizi kötüye kullanmaya çalışacaklardır. Bizler bu milletin değerlerini kendine değer bilen kadirşinas insanlar olarak düşmanların o ayrıştırıcı çirkin oyunlarına hiçbir zaman gelmeyeceğiz. Cehaleti yüzünden bu pespaye oyunlara gelenlerin de elinden tutup onların, söz konusu hadiselere basiret nazarlarıyla bakmalarını sağlayacağız. İnsanları inançları, gelenek ve görenekleri üzerinden aşağılamak ve dışlamak hiçbir zaman müspet bir davranış tarzı olmamıştır. Kadim geleneklere sahip olan bu ülke, geçmişten getirdiği değerleri, bugünün ilmî verileriyle birleştirerek muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkacaktır. Kültürümüzle ilmimizi aynı potada eriterek birlik ve beraberlik vesilesi yapacağız.
Dününden haberdar olan herkes kabul eder ki hıdrellez, Türk dünyasının ortak kültürel değeri olması yönüyle kadim coğrafyamızda önemli bir yere ve öneme sahiptir. Türklük dünyasında ve Anadolu’da kutlanan hıdrellez, birliğimizi pekiştirmektedir. O ki ortak inançlarla ve ortak heyecanlarla yüzyıllardır kutlanılmaktadır. Tıpkı nevruz gibi hıdrellez de bu coğrafyada bundan sonra da kutlanmaya devam edecektir. Hıdrellez gününüz kutlu olsun.
TARİHÎ VE KÜLTÜREL YAPISIYLA DÜNDEN BUGÜNE İZNİK
M. NİHAT MALKOÇ
Bursa'nın alâmet-i fârikalarından biridir İznik.
Dünyaca ünlü çinileri, Ayasofya'sı ve gölüyle Bursa'nın alâmet-i fârikalarından biridir İznik. Zira İznik deyince Bursa, Bursa deyince de İznik akıllara gelir. Bu güzel ilçe, dünyada eşine az rastlanan mutena ve müstesna bir şehirdir. Kadim tarihî, eşsiz doğası, zengin kültürü ve paha biçilemeyen antik eserleri bakımlarından bir açık hava müzesi görünümündedir.
Tarihî özellikleriyle ve tabii güzellikleriyle zamana adeta meydan okuyan İznik, Bursa’nın 86 kilometre kuzeydoğusunda, İznik Gölü’nün doğu kıyısında yer alan kadim bir Osmanlı şehridir. İznik’te ilk uygarlık izlerinin MÖ 4000 yıl öncesine kadar gittiği bilinmektedir. Fakat toplu yerleşmeler MÖ 2500 yıllarında höyüklerle ortaya çıkmıştır.
Roma döneminin meşhur Yunan filozofu, tarihçi ve coğrafyacısı Strabon’a göre bugünkü İznik kenti İ.Ö 316 yılında İskender’in komutanlarından ve saltanat soyunun kurucusu olan Antigonos Monophthalmos tarafından "Antigonia" adıyla kurulmuştur.
İznik'in adının nereden geldiği merak konusudur. "Makedonyalı Büyük İskender’in ölümünden sonra kumandanlarından Antigones, milâttan önce 316 yılına doğru o zamanlar Askania denilen İznik gölünün kıyısında kurduğu bu şehre kendi isminden hareketle "Antigoneia" adını vermiştir. Antigones milâttan önce 301’de Lysimakhos’a karşı açtığı savaşta ölmüş ve galip gelen Lysimakhos şehrin adını karısı Nike’den esinlenerek Nikaia’ya çevirmiştir; daha önceki ismin Helikore olduğu da söylenir."(TDV İslâm Ansiklopedisi)
Tarihte ne çok badireler atlattı İznik. 1071 yılında Malazgirt Meydan Muharebesi ile Anadolu’ya giren Selçuklu Türkleri hızla batıya ilerleyip, 1075 yılında İznik’i fethetmişler. Selçuklu Türkleri kenti ancak yirmi iki yıl kadar ellerinde tutabilmiştir.
İznik, Sultan Orhan Bey (1326-1362) zamanında 1331 tarihinde Osmanlılar tarafından fethedildi. Böylece İznik 234 yıllık bir aradan sonra yeniden Türk idaresine girmiş oldu. Dört büyük imparatorluğa başkentlik yapma şerefine erişen İznik, Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra önemli bir ilim ve kültür merkezi durumuna gelmiştir. İznik II. Murat ve Çandarlılar döneminde yeniden imar edildi; bu kapsamda birçok cami, medrese, han, hamam inşa edildi. Kurtuluş Savaşı sırasında da İznik oldukça zor günler geçirmiş, 21 Eylül 1920’de Yunan kuvvetlerince işgal edilmiştir. Bu tarihten itibaren dört defa el değiştirmiştir.
Birçok farklı millete, kültür ve medeniyete tanıklık eden İznik, Cumhuriyet döneminin başlarında Kocaeli’ne bağlı bir yerleşim merkezi iken 1927 yılında bir bucak merkezi haline gelmiş ve Bursa’nın Yenişehir kazasına bağlanmıştır. 1930’da ise yeniden kaza merkezi olmuştur. Bugün ise Bursa'ya bağlı 50 bin nüfuslu tarihî ve modern bir şehir konumundadır.
İznik; Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de önemini korumuştur.
Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de önemini koruyan İznik, Osmanlı'nın ilk payitahtı Bursa'nın kadim, şirin ve güzide bir ilçesidir. Roma döneminde birinci konsilin toplandığı bu tarihî şehir, 8 bin 500 yıllık geçmişin izlerini bütün haşmetiyle barındırmaktadır.
Bir süre Bitinya Krallığına başkentlik de yapan İznik'in adına altın sikkeler basılmıştır. Bunun için de "Altın Şehir" unvanıyla anılmıştır. Gotlar, Doğu Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar gibi önemli devletlerin parmakla gösterilen mamur şehirlerinden biri olmuştur.
İznik, o emsalsiz tarihî ve tabii güzelliğiyle dünyada eşine ve benzerine rastlanması güç bir yerleşim yeridir. Bire bin veren bu bereketli topraklar, başta tarih öncesi çağlar olmak üzere, tarihin her döneminde insanların ilgi odağı ve gözdesi hâline gelmiştir. Osmanlı'nın kültür mirasını günümüze taşıyan İznik; İstanbul Kapı ve Lefke Kapı, suların altındaki kayıp şehir ve bazilikasıyla misafirlerini ağırlamak için her geçen gün sabırsızlanıyor.
İznik'te bulunan Sarı Saltuk Türbesi, Çandarlı Hayrettin Paşa Türbesi, Çandarlı İbrahim Paşa Türbesi, Kırgızlar Türbesi, Merdivenli Kaya, Dörttepeler Tümülüsü, Herakles Kaya Kabartması, Şeyh Kutbuddin Camii ve Türbesi, Elmalı (Çivisiz Ahşap) Camii, İznik Nilüfer Hatun İmareti, Türk İslâm Eserleri Müzesi dışarıdan gelen ziyaretçilerin ilgi odağıdır.
Bursa'nın gözbebeği olan İznik, adeta bir höyükler şehridir.
Bursa'nın gözbebeği olan İznik ilçesinde dört önemli höyük vardır. Bunlar Çakırca, Karadin, Yüğücek ve Çiçekli höyükleridir. Bu höyüklerin geçmişi MÖ 2500 yıl öncesine dayanmaktadır. Çakırca Höyüğü, İznik Gölü’nden 2 km. içeride, adını aldığı Çakırca Köyü’nün 2 km. doğusunda İznik’in 5 km kuzey batısında, Orhangazi karayolunun güneyinde yol kenarında yükselmektedir. Çevresi 200 m. yüksekliği 9 m. dir. Bu ölçüleri ile bölgedeki büyük höyükler arasında yer alır. Karadin Höyüğü, İznik ilçesinin doğusunda İznik-Mekece karayolunun 13. km’sinden 2 km. içeride, aynı adlı köyün güneydoğusundadır. Höyüğün çevresi 150 m. yüksekliği 8 m’dir. Çiçekli Höyüğü, Bursa il merkezinin kuzeydoğusunda İznik’in yaklaşık 4 km doğusundadır. İznik-Mekece karayolunun hemen güneyinde yer alır.150×150 m. boyutlarında 8 m. yüksekliktedir. Üyücek olarak da bilinir. Yüğücek Höyüğü, İznik Gölü’nden 1 km uzakta yer almaktadır.100 m. çevreli 3 m. yüksekliktedir.
Medeniyetler şehri İznik ilçesinde 2020 yılında yapımına başlanan İznik Müzesi, 14 Ocak'ta ziyarete açılmıştır. Dört farklı uygarlığa ait eserlerin bulunduğu müzede neolitik dönemden Osmanlı'ya uzanan süreçte yer alan 1500'e yakın eser sergilenmekte olsa da bu tarihî eserler arasında en çok lahitler ilgi çekmektedir. Müzenin Hisar Odası bölümünde Roma dönemine ait Antigonos, Tanrılar ve Truva'dan esinlenilen Akhileus ile Anne-Kız lahitleri sergileniyor. Bunların içinde milattan sonra 2'nci yüzyılda yapıldığı bilinen ve bir kadının, kocasının ölümünün ardından yaşadığı üzüntüyü gösteren Antigonos lahdi öne çıkıyor.
Mavi ateşin düştüğü yerdir İznik.
Mavi ateşin düştüğü yerdir İznik. O ateş ki kadim bir medeniyete renk ve ahenk olmuştur. Zira İznik deyince hemen herkesin aklına öncelikle bu şehrin adıyla özdeşleşen çini gelmektedir. Bu kadim şehir, tabir caizse çininin başkentidir. Çinicilik sanatı bu şehirde, usta ellerde hayat bularak 14. ve 15. yüzyıllarda altın dönemini yaşamıştır. Dönemin birçok cami ve saraylarının bezenmesinde çini kullanılmıştır. Birbirinden güzel çiniler bu binalara ayrı bir güzellik ve ihtişam katmıştır. Çeşitli dönemlerde yaşayan sanatkârlar, dönemin sosyal yaşantısını, inançlarını motiflerle sembolize ederek zamanın ruhunu yansıtan çinilere işlemişlerdir. Bugün İznik çinileri teknolojiyle birleşerek daha güçlü bir noktaya evrilmiştir. Hem bu gerçekleştirilirken kalite ve estetikten de hiçbir şekilde ödün verilmemiştir.
İznik'te çinicilik zaman zaman sekteye uğrasa da yine de bugüne gelebilmiştir. Bunda İznik Vakfı'nın büyük katkılarını unutmamak gerekir. Geçmişte ve yakın zamanda İznik çinileri birçok farklı binaya değer kttı. Mescid-i Aksa Camii’nin içindeki yapılardan biri olan Kubbetü’s Silsile’nin (Zincirli Kubbe) bakım ve onarım çalışmalarında İznik Vakfı’nın çinileri kullanıldı. 1998’de hizmete açılan, konumu itibariyle Adana’nın sembolü haline gelen ve 28 bin 500 kişiye ibadet imkânı sunan Sabancı Camii’nde de İznik çinileri kullanıldı. 2011’de Avrupa’nın en büyük adliyesi olarak açılan İstanbul Adalet Sarayı’ndaki çeşitli mekânlara minyatür ve gravürlerden oluşan 11 pano, konferans salonuna da İstanbul Üniversitesi’nin giriş kapısının resmedildiği gravür bir çalışma tasarlandı. Ulusal ve uluslararası ölçekte etkinlikler düzenlenen ve farklı sektörlerden profesyonelleri buluşturan Haliç Kongre Merkezi’nin fuaye alanına Galata Köprüsü ve Eminönü’nün resmedildiği gravür çalışması yapıldı. 2010 yılında gerçekleştirilen çalışmada Mimar B. Haldun Erdoğan ile birlikte çalışıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı binasının hemen yanında bulunan camiinin VIP salonundaki kolonlara İznik Vakfı çinileriyle S-lale figürü işlendi ve oturma salonuna Mekke’yi merkez alarak dünyadaki önemli camileri gösteren minyatür çini çalışması yapıldı. Bunların sayılarını çok daha artırabiliriz. Bu da gösteriyor ki çinicilik İznik'te hâlâ yaşatılıyor.
İznik deyince Ayasofya Orhan Camii akla gelir.
İznik deyince öncelikle Ayasofya Orhan Camii akla gelir. Bu tarihi mabet, Orhan Gazi'nin İznik'i 1331 yılında fethetmesiyle kiliseden camiye dönüştürülmüştür. Bu tarihî caminin, Romalılar döneminde de tapınak olarak kullanıldığı ve 7. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu döneminde üzerine bazilika inşa edildiği biliniyor. 11. yüzyılda depremde tamamen yıkıldığı tahmin edilen caminin, mimarisinde mühim değişiklikler yapılmış; nefler, payeler ve bunların arasında yerleştirilen sütunlarla ayrılarak yeniden inşa edilmiştir.
Kadim bir mabet olan Ayasofya Orhan Camii, 16. yüzyılda geçirdiği yangından sonra Kanunî Sultan Süleyman'ın emriyle Mimar Sinan tarafından mimarisi de değiştirilerek tamir edilmiştir. Bu sırada güney tarafa sağ sahnın köşesine mihrap yerleştirildi. İçindeki kemerler ve bunların dayandığı sütunlar kaldırılarak geniş açıklıklı büyük kemerler yapıldı.
1920 senesinde Yunanlar tarafından yakılıp harap edilen bu tarihî yapının, 2007 yılında Bursa Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün başlattığı tadilat çalışmaları sırasında üstü çatıyla kapatılarak yıkık durumdaki minaresi tamir edildi. İznik'in Ayasofya'sı, 6 Kasım 2011 tarihinde Kurban Bayramı'nın birinci günü, bayram namazıyla yeniden ibadete açıldı.
Tarihî kaynaklara göre yaklaşık 850 yıl kilise olarak açık kalan Ayasofya, Hıristiyanlıkla ilgili önemli kararların alındığı çok önemli bir yerdi. Bu mekânın adı, yazılı belgelerde ilk kez 787 yılında Patrik Trasios yönetiminde toplanan ve 350 piskoposla çok sayıda keşişin katıldığı 7. Konsül dolayısıyla geçiyor. O zamana kadar kiliselerde yasak olan freskin (duvar resmi) 7. Konsül'de serbest bırakılması kararı alınmıştı.
Bu şehir kadim bir tarihî muhit olmasının yanında edebî bir muhittir de.
İznik dört büyük imparatorluğa başkentlik yapma şerefine erişmiş, pek çok devlet adamı, âlim, sanatkâr ve şâiri bünyesinde barındırmış kıymetli ve bereketli bir şehirdir. İlk medresenin Orhan Gazi tarafından burada kurulması önemli bir dönüm noktasıdır. Eşrefzâde Dergâhı da bu kadim topraklara manevi bir değer katmıştır. Yine İznik’in kültürel, sosyal ve ekonomik anlamda gelişmesine katkıda bulunan Çandarlı Vezir ailesinin varlığı şehrin bir anlamda talihidir. Bu şehir kadim bir tarihî muhit olmasının yanında edebî bir muhittir. Hatta Osmanlı şehirleri içinde 31. edebî muhittir. Bu topraklarda 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Abdurrahîm Tırsî, Bekâyî, Derûnî, Eşrefoğlu Rûmî, Eşref-i Sânî, Halîlî, Hamdî-i Evvel, Hamdî-i Sânî, Hâyalî, Hilmi, Hümâmî, Kurbî, Kutbî, Lütfullah Efendi, Nikâbî, Sadri, Selâmî, Sır Ali Efendi, Sırrî, Sun’î, Vahyî ve Veznî olmak üzere yirmi iki şâir yetiştirmiştir.
Eşrefoğlu Rûmî deyince İznik, İznik deyince de Eşrefoğlu Rûmî akla gelir.
Eskilerin “Şerefü`l-mekân bi`l-mekîn” sözü meşhurdur. Bu sözün mânâsı; bir makamın şerefi, orada oturan kişi(ler)den gelir, yani bir makamı dolduran o makama şeref verir. Şehirler de öyledir. Orada yaşayan önemli kişiler o şehrin sembolü olurlar. Şehir onlarla tanınır, bilinir. XV. yüzyılın meşhur mutasavvıflarından Eşrefoğlu Rûmî, İznik’in en tanınmış şâiridir. Eşrefoğlu Rûmî deyince İznik, İznik deyince de Eşrefoğlu Rûmî akla gelir.
Babasına istinaden "Eşrefoğlu" diye anılan şâirin asıl adının "Abdullah" olduğunu Bursalı Mehmed Tahir belirtmektedir. Eşrefoğlu’nun 754 H. / 1353 M. tarihinde İznik’te dünyaya geldiği yaygın kanaattir. Kadirîler arasında Abdülkadir-i Geylânî’den sonra tarikatın ikinci pîri sayılan Eşrefoğlu Rûmî daha hayatta iken büyük bir velî kabul edilmiştir. Menâkıb-ı Eşrefzâde’ye göre 874’te (1469-70) muhtemelen 100 yaşlarında İznik’te vefat eder ve daha sonraları camiye çevrilen dergâhın hazîresine defnedilir. "Divan", "Müzekki'n-Nüfûs", "Tarikatnâme", Eşrefoğlu Rûmî'nin bilinen belli başlı eserleridir. Allah rahmet eylesin.
MESUT DOĞAN'IN ÖYKÜ YOLCULUĞUNUN 3. DURAĞI: "GÖKYÜZÜ ARAYAN" M. NİHAT MALKOÇ
Mesut Doğan hikâyede belli bir izden gitmiyor, yeni bir iz oluşturuyor.
Hikâyeci Mesut Doğan bugüne kadar hikâye türünde üç kitap kaleme alsa da, yazdıklarının edebî derinliği, hayal ve kurgu zenginliği bakımından günümüz hikâyesinin önemli isimlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü yazdığı hikâyeler özgün metinler. Hikâye türüne yeni açılımlar getiriyor. İzden gitmiyor, yeni bir iz oluşturuyor. Bu da edebiyatta yazarı değerli kılıyor.
Özgün hikâyeleriyle dikkat çeken yazar Mesut Doğan, edebiyat alanında bir eğitim almadı. Ortaöğrenimini Ziraat Lisesi'nde tamamladı. Üniversitede iktisat okudu. Bankacılık ve sigortacılık alanında yüksek lisans yaptı. Birçok sağlık kuruluşunda üst düzey yöneticilik görevlerinde bulundu. Yani ne eğitim hayatında ne de meslek hayatında yolu edebiyatla kesişmedi. Ona rağmen şiirle ve hikâyeyle hemhâl oldu. O, eğitim ve meslek olarak edebiyat kökenli olmayan az sayıdaki şair ve yazardan biridir. Fakat şahsî gayretleriyle büyük bir ilgi duyduğu edebiyat sahasında kendini yetiştirdi. Bu anlamda bu alandaki mevcut kabiliyetlerini daha da inkişaf ettirdi.
"Babamın Son Günleri"nden bugüne Mesut Doğan'ın hikâyecilik serüveni
Şair ve yazar Mesut Doğan'ın ilk öyküsü olan "Babamın Son Günleri" Şadırvan dergisinde yayımlandı. Böylece ilgi duyduğu hikâye türüne ilk adımını attı. Devamında şiir ve yazıları Aylık Dergi'den Mavera'ya, Kardelen'den İkindi Yazıları'na, Düş Çınarı'ndan Kayıtlar'a, Dergâh'tan Ardıç'a, İstanbul Bir Nokta'dan Mahalle Mektebi'ne; Hece Öykü'den Aşkın E-Hâli'ne dek değişik mecralarda görülmeye başladı. Öyküleri ise ağırlıklı olarak Hece Öykü, Dergâh, İstanbul Bir Nokta, Öykü Gazetesi ve Mahalle Mektebi dergilerinde yayımlandı. Böylece zaman içinde daha çok tanınır ve bilinir oldu. Dergilerde yayımlanan hikâyeleri zamanla iki kapak arasına alındı.
Usta yazar Mesut Doğan, hikâye alanında hem iyi bir gözlemci hem de iyi bir tahkiyeci olarak dikkat çekiyor. Aynı zamanda hikâyede çok önemli olan güçlü betimlemeler yapıyor. Adeta kelimelerle resim çiziyor. Mekânları, insanları ve eşyaları okuyucunun gözü önünde başarıyla canlandırıyor. Zengin bir imge dağarcığına da sahip olan Doğan, hikâyeyi şiire yaklaştırarak şiirle hikâye arasında güçlü bağlar ve köprüler oluşturuyor. Hikâyelerinin çoğunda eşyalar ve nesneler adeta birer kimlik ve kişilik kazanarak okuyucuyu farklı ve gizemli dünyalara götürüyor.
Mesut Doğan'ın 88 sayfadan meydana gelen "Gökyüzü Arayan" kitabı raflarda
Mesut Doğan'ın 88 sayfadan meydana gelen "Gökyüzü Arayan" adlı hikâye kitabı Şubat 2025'te, son dönemlerin öne çıkan yayınevlerinden biri olan Hece Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulmuş. Söz konusu kitap "Nice insanların gölgesinde serinlediği, zamanımızın Yesevi’si Mehmet Ali Kalkan Ağabey için…" ithafıyla başlıyor. Adına bu değerli hikâye kitabı ithaf edilen şair Mehmet Ali Kalkan Beyefendi; Hoca Ahmet Yesevî'nin, Mevlâna'nın ve Yunus Emre'nin gönül tezgâhında dokunmuş engin gönüllü bir insan. Şair Kalkan, söz konusu kitabı ele aldığı bir değerlendirme yazısında "Kitabın adıma ithaf edilmesi güzel ama benim haberim olsaydı istemezdim, öyle abartılı da yazdırmazdım." diye de ekliyor. Sözün yeri gelmişken birkaç söz de kıymetli şair ve yazar Mehmet Ali Kalkan'dan etmek isterim. Mehmet Ali Kalkan'ı ben sosyal medya platformlarından facebook kanalıyla tanıdım. İyi ki de tanımışım. Kendisi kadim kültürümüzün ve irfanımızın geleceğe taşınması için büyük bir gayretle çalışan ve bu minvalde yazan değerli kalem erbaplarından biri... Mesut Doğan'ın "Gökyüzü Arayan" adlı hikâye kitabını da onun sayesinde tanıdım ve temin ettim. Zira kendisi bu kitapla ilgili güzel ve doyurucu bir yazı kaleme aldı facebook sayfasında. Bu yazıyı beğenenler arasından kura çekerek beş takipçisine, arkadaşı da olan Mesut Doğan'ın "Gökyüzü Arayan" kitabını gönderdi. Bu kadirşinas davranıştan dolayı kendisini yürekten kutluyorum. Günümüzde bu gibi nahif davranışlar nadirattandır.
"Gökyüzü Arayan" adlı kitabın başında yazar Mesut Doğan'la ilgili aşağıdaki biyografik bilgiler veriliyor: "Afyon doğumlu. Eskişehir’de ilk ve ortaokul. Bursa Ziraat Lisesi yatılı. İstanbul askerlik ve memuriyet, üniversite. Trabzon evlilik. Yine Eskişehir, hastane yöneticiliği. Kalite danışmanlığı, yurt içi ve yurt dışı (Paris, Bilbao) kalite ödülleri. 3 yıl Sağlık Bakanlığı geçici görev ve tüm illerde verdiği eğitimlerde Anadolu insanını yakından tanıma. Hâlen on üç yıldır havuzda Oblomov gibi yatmakta… Şiir Kitapları: Ağzı Karanfilli Dost (Beyan Yayınları); Gezi ve İnceleme: Düşlerin Son Sığınağı Endülüs (İz Yayıncılık), Çin Kadar Uzak Can Kadar Yakın Şehirler (Okur Kitaplığı); Hikâye Kitapları: Meczupların Görevleri (Hece Yayınları), Unutulmuş Sesler Odası (Ötüken Neşriyat-Loras Yayın Kitap); Roman: Oblomov’un Dönüşü (İz Yayıncılık)"
Keşke usta şair ve yazarların kitapları tek bir yayınevinden külliyat olarak çıkabilse...
Mesut Doğan'ın yukarıdaki biyografisine bakıyorum da Mesut Doğan'ın bugüne kadar yayımlanan kitaplarının hemen hepsinin farklı yayınevlerinden çıktığını görüyorum. (Beyan Yayınları, İz Yayıncılık, Okur Kitaplığı, Hece Yayınları, Ötüken Neşriyat, Loras Yayın Kitap). Söz konusu yayınevlerinin hepsinin bir derdi ve davası var. Bu açıdan güzide yayınevlerimiz. Fakat keşke bu kitaplar farklı yayınevlerinden değil de tek yayınevinden çıksalar. Bunu sadece Mesut Doğan için demiyorum. Birçok kıymetli şair ve yazarımızın yayımlanan eserlerine baktığımızda bu eserlerin farklı yayınevlerinden çıktığını görüyorum. Bu ne yayınevlerinin ne de şair ve yazarın hatasıdır. Şair ve yazarın en önemli derdi, kitabının en kısa zamanda ve en kaliteli baskıyla okuruna ulaşmasını sağlamaktır. Yayınevi de okur tarafından satın alınacak ve çok okunanlar arasına girecek (rağbet edilecek) kitaplar basmak ister. Bu iki kesimin amacı çoğu kez örtüşmediği için yayıncılıkta böylesine yamalı bohça garabeti ortaya çıkıyor.
Usta hikâyeci Abdullah Harmancı'nın Mesut Doğan'la ilgili değerlendirmeleri
"Gökyüzü Arayan" adlı kitabın arka kapağında hikâyeci Abdullah Harmancı, Mesut Doğan'la ilgili şunları söylüyor: "Mesut Doğan, öykü yolculuğunun üçüncü durağına Gökyüzü Arayan’la varıyor. Bütün Mesut Doğan metinlerini sarmış olan duygusallık, tadında bırakılmış hüzün, Gökyüzü Arayan’ın öykülerini de bir atmosfer gibi çevreliyor. Okurun metne sarılmasına ve metinde kalmasına neden olan hüzün, zaman zaman nostaljik yaklaşımlarla birlikte hızını artırıyor. Kırsal kesim insanlarına odaklanan yazar, kimi zaman bu insanları, toplumsallığın sınırlarında gezinirken resmediyor. Mesut Doğan’ın metaforik dilden yararlandığı ve dünya hayatını, insanın varoluşunu sembolik düzlemde ele aldığı görülüyor. Şiir, gezi yazısı, roman gibi türlerde de eser veren Mesut Doğan, Gökyüzü Arayan’la öykü türündeki yerini pekiştiriyor."
Mesut Doğan, 14 hikâyesinde 14 farklı dünyanın kapılarını açıyor okurlarına.
Mesut Doğan'ın "Gökyüzü Arayan" adlı hikâye kitabında "Çağıran, Ağıtçı, Pambıkçı İban Efendi, Yol, Kum Tanesi, Işıklar İçinde, Her Şeyi Söyleyiveren, Gökyüzü Arayan, Talihsiz Bir Olay,Yolun Yolu, Uzaklığın Yakınlığı, Dünya Yükü, İçimizdeki Ateş, Hurdalıkta Bir Cillop" adlarını taşıyan 14 güzel hikâye bulunuyor. Kitabın 88 sayfa olduğunu düşündüğümüzde (on sayfası da hikâye dışı sayfalar) hikâyelerin toplamda 78 sayfa tuttuğunu, hikâyelerin her birinin ortalama 5-6 sayfa olduğunu görüyoruz. (Çağıran 7, Ağıtçı 6, Pambıkçı İban Efendi 8, Yol 10, Kum Tanesi 4, Işıklar İçinde 7, Her Şeyi Söyleyiveren 2, Gökyüzü Arayan 10, Talihsiz Bir Olay 4,Yolun Yolu 5, Uzaklığın Yakınlığı 4, Dünya Yükü 4, İçimizdeki Ateş 4, Hurdalıkta Bir Cillop 3 sayfa). Bu da söz konusu eserin bir solukta okunabilecek bir kitap olduğu izlenimini veriyor bize. Görünüşte böyle olsa da hakikatte durum hiç de öyle değil. Zira Doğan'ın hikâyeleri bir solukta okunup anlamlandırılabilen türden değil. Bu hikâyelerin çoğu metaforik bir anlatıma sahip, onun için de bir kere okuyunca anlamak pek de mümkün olmuyor. Tekrar okumak gerekebiliyor.
Mesut Doğan, hikâyelerinde özgün söyleyişleriyle(üslûbuyla) dikkat çeken bir isimdir.
"Gökyüzü Arayan" kitabındaki ilk hikâye olan "Çağıran"da, hikâyenin kahramanı (Belli ki bu yazarın kendisidir.) uzun yıllar geçtikten sonra korkulu gözlerle beş kardeş kamyonun toz duman içinde savrulan kasasında ayrıldığı köye geri döner. Çocukluğunun geçtiği köyün dünü bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer. eski günleri hatırlayarak hüzünlenir. Önleri barajlarla kesilmiş derelerde artık bir damla su bile yoktur. Köyde kimse kalmamıştır. İnsanlarla birlikte anılar da çekilmiştir köyden. Dünle bugün arasında çok şey değişmiştir. Köy, bıraktığı köy değildir. Yazarın deyimiyle "Belki de insanlar burayı terk edip gittiğinden artık sular da uğramaz olmuştu."
Hikâyenin kahramanı olan çocuk, ilkokul günlerine gider. O yıllarda öğretmeni ondan bir abaküs getirmesini istemiştir. Fakat elde avuçta yoktu(r). Yazar bunu "Yokluğun soğuk bir rüzgâr gibi insanların içine işlediği zamanlardı. " ifadesiyle dile getirir. İş başa düşmüştür. O da babası üzülmesin diye uzun uğraşlar sonucu çubuktan bir abaküs yapar. Ellerinde kesikler oluşur bunu yaparken . Fakat neticede bir iş başarmanın doyumsuz sevincini ve özgüvenini yaşar içinde.
Mesut Doğan, "Gökyüzü Arayan" kitabının "Çağıran" hikâyesinde "Uzun yıllar şehirde mevsimlerden habersiz yaşadım. Baharın geldiğini saksıda açan bir çiçekten anladım." diyen hikâye kahramanı aracılığıyla şehirleşmenin insanları hayattan ve tabiattan kopardığına vurgu yaptırır.
Bugüne kadar hikâye türünde üç eser kaleme alan hikâyeci Mesut Doğan, özgün söyleyişleriyle dikkat çeken bir isimdir. Bunlara "Çağıran" hikâyesinden şu örnekleri verebiliriz: "zamanı mühürlemek, geçmişin zorlu düğümlerini çözmek, anıların ağırlığını sırtında taşımak, sararıp dökülen zaman, yokluğun soğuk bir rüzgâr gibi insanlığın içine işlemesi, sessizliğin garip rahatsız edici sesi, yaşlı bir adam gibi nefes nefese çöken kızıllık, her şeyin hızla bir bilinmezliğe gömülmesi, hiçliğin acı verici ve yıpratıcı acımasızlığı, her bitişe bir başlangıç eklemek...vb. " Bu gibi özgün ve edebî söyleyişleri yazarın diğer hikâyelerinde de sıkça görebiliyoruz.
Mesut Doğan'la şair Mehmet Ali Kalkan'ın dostluğu ve yazar dayanışması
Kendisi de değerli bir şair ve yazar olan Mehmet Ali Kalkan'a ithaf edilen bu kıymetli hikâye kitabında şair Kalkan'ı anlatan hikâyeler de mevcuttur. "Gökyüzü Arayan" adlı hikâye bu konuda güzel bir örnek teşkil ediyor. "Facebook hesabında her gün aksatmadan köyünü ve çocukluğunun geçtiği evi anlatmayı sürdürüyordu." diye başlayan cümle bizi buna götürüyor. Zira Mehmet Ali Kalkan Bey, Facebook hesabında "Köyümden.. Gönlümden..." başlığı altında birbirinden güzel yazılar kaleme alarak okuyucularını dünde dolaştırıyor.
"Gökyüzü Arayan" kitabındaki hikâyeler gönül gözüyle okundukça kendini ele veriyor.
"Gökyüzü Arayan" kitabındaki hikâyelerinde Mesut Doğan, okuyucuyu metne ortak ediyor. Metinlerdeki derinliğin bir gereği olarak pasif okuyucudan aktif bir okuyucu profili çıkarıyor. Okuru, olayları seyreden olmaktan çıkarıp metindeki hayatın merkezine çekiyor.
Şahsî kanaatim odur ki Mesut Doğan'ın "Gökyüzü Arayan" kitabındaki hikâyeler bir kere okunmakla anlaşılabilecek, eskilerin tabiriyle künhüne vakıf olunabilecek metinler değil. Söz konusu metinler kaba bir ilk okuyuştan sonra ikinci kez de okunmayı gerekli kılıyor. Zira "Gökyüzü Arayan"daki hikâyeler "laylaylom" cinsinden sığ metinler değil. İkinci kez okunmayınca metindeki anlam derinliği kolay kolay yakalanamıyor. Zaten bu ikinci okuyuş hikâyeleri hakkıyla ve lâyıkıyla zihnimize oturtmamızı, anlamlandırmamızı ve zenginleştirmemizi mümkün kılıyor. Yoksa ilk okuyuş sureta kalıyor. Zihnin nazarları kabuktan içe sirayet edemiyor. Anlamak, anlamlandırmak ve zenginleştirmek belli bir gayret ve derinlik gerektiriyor. Sığ düşününce sığ kalıyor. Metinler gönül gözüyle okundukça kendini cömertçe ele veriyor.
"Gökyüzü Arayan"daki her hikâye okura ayrı bir edebî zevk ve lezzet sunuyor.
Mesut Doğan'ın "Gökyüzü Arayan"daki hikâyelerinin hepsi de bağımsız metinler olarak karşımıza çıkıyor. Yani tabir caizse o, bu kitabında okuyucuyu 14 farklı dünyaya götürerek bir anlamda duygu coğrafyasında gezdiriyor. Yani birbirinin devamı niteliğinde nehir tarzı hikâyeler yazmıyor. Böylelikle de birbirinden farklı hikâyelerle farklı dünyalara yelken açan okurun doğal olarak muhayyilesi zenginleşiyor. Öte yandan da her hikâye okura ayrı bir edebî lezzet sunuyor. Bireyin iç dünyasına yönelik yeni keşif imkânları sağlıyor. Okur, metinle farklı karakterlere bürünüyor. Okuyucu kahramanların ruh dünyalarının derinliklerinde seyrü sefer ediyor.
Mesut Doğan'ın "Gökyüzü Arayan"daki hikâyelerine baktığımızda kendisinin derin bir tasavvuf kültürüne vakıf olduğu kanaatine varıyoruz. Bu anlamda güçlü bir metafor dili kullanıyor. Büyük bir imtihan için dünyaya atılan insanın dünyadaki varlığının neden'i, niçin'i ve anlamı sorgulanıyor. Dünyanın geçiciliğine sürekli vurgu yapılıyor. Hikâyelerde ekseriyetle, kâinatın genişliğine kıyasla insanın bir kum tanesinden de küçük olduğu gerçeği ısrarla vurgulanıyor.
Yunus Emre'den İsmet Özel'e duygu ve düşünce dünyasında gezinti imkânı...
Hikâyeci Mesut Doğan "Gökyüzü Arayan" adlı hikâye kitabında Yunus Emre, Mevlâna, Ahmet Yesevî, Bediüzzaman Said Nursî, Muhyiddin-i Arabî, İbn Rüşd, Gazali, Bayezid-i Bestami, Molla Cami, Sadi-i Şirazî, Russell, Tales, Konfüçyüs, Kevin Warwick, Buzzati, Maslow, Horatius, Henrik Ibsen, Thomas Mann, Carl Gustav Jung, İsmet Özel, Ahmet Kutsi Tecer gibi Türk ve dünya edebiyatına, tarihine, bilimine ve dinî hayatına mal olmuş şahsiyetlerden alıntılar yapıyor. Böylelikle de bir çeşit tanık gösterme yoluna giderek metinlerini daha da zenginleştiriyor. Hikâyelerdeki alıntılar okurun yeni eserlerle ve yeni yazarlarla tanışmasına vesile oluyor.
"Gökyüzü Arayan" kitabının yazarı Mesut Doğan, kitaptaki 14 hikâyenin hemen hepsinde sıkça devrik ve eksiltili cümlelere yer veriyor. Bu, benzer eserlerde pek de rastlanan bir durum değil. Kanaatimce bu gibi eksiltili söyleyişler tadımlık olduğunda metni güzelleştirirken, miktarı artınca metne halel getirebiliyor. Bu hususta ölçüyü iyi ayarlamak gerekiyor. Yoksa ipin ucu kaçabiliyor. Buna şu paragrafı örnek gösterebiliriz: "Anıların ve çocukluğumun yaşım ilerledikçe peşimde uzayıp beni yoran, yavaşlatan gölgesinden ve ağırlığından onları kesip kurtulduğuma. Eninde sonunda geleceğim yer burasıymış gibi garip bir duyguyla çarpıldığıma. Sonsuzluğa dek uzayan bir hiçliğin acı verici ve yıpratıcı, bizi sayısız kapılardan geçiren sonra her bitişe bir başlangıç ekleyip sağa sola savuran acımasızlığına… Her şeyi sabırla eritip içinde yok eden toprağa… Suyu kesilen derenin yatağında yıllarca bekleyen taşın rahatına… Gözyaşlarımı tutamadığıma."
"Allah, Mesut Doğan'ın kaleminin ucunu açık etsin."
Mesut Doğan "Gökyüzü Arayan" adlı hikâye kitabında çok kere gerçeğin dışına (yaşanan hayatın ötesine), imgeler ve metaforlar dünyasına çıkıyor. Çok kere bunlara hikâye mi masal mı, doğrusu ne diyeceğimize karar vermekte güçlük çekiyoruz. Okur, anlatılanların gerçek olmadığını/olamayacağını bile bile anlatıları okumaya artan bir ilgi ve heyecanla devam ediyor, payını alıyor. Yazar bu konuda maharetini konuşturarak okuyucusunu bir çeşit hipnotize ediyor.
Mesut Doğan ilk iki hikâye kitabından (Meczupların Görevleri, Unutulmuş Sesler Odası) sonra bu alanda bir hayli yol aldığını, tabir caizse çıraklık ve kalfalık dönemlerini geçtiğini, ustalık devrini yaşadığını gösteriyor. "Gökyüzü Arayan" adlı hikâye kitabı bunun sağlaması oluyor.
Mesut Doğan, Türkçeye çok hakim bir yazar olarak dikkat çekiyor. Türkçenin bütün imkân ve kabiliyetlerini hikâyelerinde azamî derecede kullanıyor. Bunu yaparken dilimizden çoktan beri çekilmiş Arapça ve Farsça sözcüklere tevessül etmiyor. Yaşayan Türkçeyi tercih ediyor. Okuyucu her hikâyede Türkçenin farklı bir lezzetini gönül diliyle tatmanın keyfini doyasıya yaşıyor.
"Gökyüzü Arayan" kitabındaki hikâyelere baktığımızda hemen hepsinin de üslûp olarak son derece akıcı; muhteva olarak yol gösterici ve ufuk açıcı metinler olduğunu açıkça görüyoruz. Öte yandan Mesut Doğan'ın hikâyelerinde hem felsefî bir derinlik hem de şiirsel bir çeşni var.
Başta son eseri "Gökyüzü Arayan" kitabındaki hikâyeler olmak üzere, Mesut Doğan'ın hikâyeleri türün yeni ve özgün örnekleri olarak okuyucuya edebî bir ziyafet imkânı sunuyor. Sözlerimi, bu kıymetli hikâye kitabıyla buluşmama vesile olan şair ve yazar Mehmet Ali Kalkan'ın Mesut Doğan için yaptığı, "Amin" deyilesi şu duasıyla bitiriyorum: "Allah, Mesut Doğan'ın kaleminin ucunu açık etsin. O, güzellikleri yazmaya, biz de okumaya gayret edelim inşallah..."
BAYRAMLAR BAYRAM OLA, GÖNÜL HUZURLA DOLA!
M. NİHAT MALKOÇ
Rabbimiz oruç ibadetini lâyıkıyla ifa ettiğimiz için bizi bayramla ödüllendiriyor.
Zaman boşluğunda akıp giden zerreler misaliyiz. Tutunacak bir dalımız da yok bu akışta. Bir koşturmacadır sürüp gidiyor. Nice hakikatleri ıskalayarak gerçeklerden uzak yaşayıp gidiyoruz. Günler günleri, geceler geceleri kovalayıp duruyor peşi sıra. Ne çabuk geçti bir aylık ramazan günleri? Şimdi elveda ya şehr-i ramazan demenin burukluğunu yaşıyoruz. Rahmet ve bağışlanma ayı olan ramazanı geride bıraktığımız için üzülsek de Hakk’a karşı kulluk vazifemizi yerine getirdiğimiz için seviniyoruz. Hüzünle sevinç arasında farklı duygular yaşıyoruz bugünlerde. Rabbimiz oruç ibadetini ifa ettiğimiz için bizi bayramla ödüllendiriyor. Ömrü olanlar için nice ramazanlar gelip geçecektir zaman içerisinde. Fakat gelecek seneki ramazanda ve bayramda bir kısım insanlar ömür sermayesini tamamlayacakları için aramızda ol(a)mayacaklar. Onlar hoş bir seda bırakacaklar geride. Zaman değirmeni bir gün, onlar gibi bizleri de çarklarında un ufak edip öğütecektir. Ahiret saadeti için hayata bu nazarla bakmalı ve kulluk vazifelerimizi ona göre yeniden tanzim etmeliyiz. Altın kâsede bizlere sunulan vakti hayırlı eylemlerimizle sevaba döndürmeliyiz.
Müstesna zaman dilimleri olan bayramlar hayatımızın gülen yüzüdür.
Bir aylık ramazan orucunu gönül huzuru içerisinde tutup ramazana ‘Elveda’ dedik. Geride kaldı yaşadığımız. Fakat bu sayılı günlerin tadına doyamadık. Ramazanı çok özleyeceğiz. Şimdiden on bir ay geriye doğru saymaya başladık bile. Ramazan nasıl hızlı geçtiyse önümüzdeki on bir ay da öyle hızlı geçecek ve ömrü olanlar yeni ramazanlara ‘Merhaba’ diyecektir. Bu akış, ömrün nihayetine dek öylece sürüp gidecektir.
Bayramlar hayatımızın gülen yüzüdür. Bayramlar gönül sürurumuzdur. Fakat son yıllarda her şey gibi bayramlarımızı da yozlaştırdılar. Artık bayram demek tatil demek! İnsanlar bayram gelince (tatil birleştirilip uzatılmışsa) kendilerini tatil beldelerine atıyorlar. Yaşlıları ziyaret etmek, hâl hatır sormak, ellerini öpmek çok eskilerde kaldı. Bayramlar buluşmaların ve hasret gidermenin adresiyken şimdilerde tatil vesilesi oldu.
Geçen zaman birçok şeyi kökten değiştirdi. Nerede o eski sıla-i rahimler? Nerede o mezar ziyaretleri? Nerede o Kur’an okumalar. Ev ev dolaşıp bayramlaşmalar nerede? Şeker ve tatlı ikramları… Bayram namazına gitmenin o doyumsuz tadı ve heyecanı… Bunları doyasıya yaşayamıyoruz artık. Bayramlarımızın içini boşalttılar. Onların da ruhunu çaldılar. Gerçekçi olmak gerekirse bugün de böyle bir bayram yaşıyoruz. İçi boşaltılmış bir bayram…
Ramazan Bayramı'na "Şeker Bayramı" deyip onu itibarsızlaştırmayalım.
Müslümanların iki büyük dinî bayramından biri olan Ramazan Bayramı, İslâm dinine göre Hicrî Kamer yılının dokuzuncu ayı olan ramazan ayının ardından onuncu ay olan şevval ayının ilk üç günü boyunca kutlanan dinî bir bayramdır. Müminlerin manevî şölenidir.
Dinî bayramların vakti "kamerî takvim"e göre hesaplandığı için, bayramlar her yıl aynı tarihe rastlamaz. Her yıl onar günlük gerilemeyle gelen Ramazan ve Kurban Bayramları böylece değişik mevsimlerde kutlanabilmektedir. Bu da hayatımıza ayrı bir renk ve heyecan katar. Bir bakarsınız yazın ortasında, bir bakarsınız güz başında karşılar sizi bayramlar.
Gönüllerimizi hoş eden ve ruhumuzu tazeleyen Ramazan Bayramı'na halk arasında “Şeker Bayramı” da diyoruz. Çünkü bu bayramda herkes birbirine şeker ikram eder; tatlı yenilir, tatlı konuşulur. Bugüne özel akide şekerleri, güllaç tatlıları, demirhindi şerbetleri ve hamur işi poğaçalar, simitler hazırlanır. Biz yine de o güzelim ve kadim "Ramazan Bayramı" ifadesi dururken "Şeker Bayramı" demeyelim. Ramazanı itibarsızlaştırmayalım.
Ramazan Bayramı'na, o gün fıtır sadakası verilmesinden dolayı ‘Fıtır Bayramı’ adı da verilmektedir. Adı ne olursa olsun bu bayram Müslüman-Türk’ün en özel günlerinden biridir. Ümmet kavramının gerçek manada hayata geçirildiği kutlu zaman dilimidir.
Bayramlar dostluklara köprüdür. Kadim değerlerimizin başında gelen dinî bayramlar, birbirinden uzak düşmüş aile fertlerinin buluşup kaynaşması için güzel bir vesiledir. Bu müstesna günde tatlılar, şekerler, çikolatalar ikram edilir. Baklava en çok sevilen ve ikram edilen tatlılardandır. Ayrıca küs olanların bayram sebebiyle barışması da güzel bir gelenektir. Zira bir müminin mümin kardeşiyle üç günden fazla dargın kalması helâl değildir. Bayramlar dargınlıkların ortadan kalkmasına ve dostlukların kurulmasına zemin hazırlarlar.
Gazze'de aylardan beri acılar yaşanırken bayram etmek ne mümkün?
Zaman bir su misali mecrasında akıp gitti yine. Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Yepyeni ve taptaze coşku ve heyecanlarla dolu bir Ramazan Bayramı'nı milletçe idrak ediyoruz. Bu, bizim için bahtiyarlıkların en heyecan vericisi olsa gerek.
Fakat bu yıl, bayramı biraz daha buruk yaşıyoruz. Çünkü Müslüman toprakları kan ve gözyaşıyla sulanmış ne yazık ki. Müslümanların feryadı ve elemi bir türlü dinmiyor. Gazze'de aylardan beri doğrudan İsrail, dolaylı olarak da Amerikan zulmü yaşanıyor.
Bu zor şartlar altında olsa da bayramlar diğer günlere nazaran farklı bir atmosferi hayatımıza taşıyorlar. İçimizin kıpır kıpır olmasını sağlıyorlar. Gönül dünyamızı şenlendiriyorlar. Akrabalarımızı ve cümle dostlarımızı görüyoruz bu mânâda. Bayramlar olmasa sıla-ı rahim mevhumu lügatimizden silinecek maazallah. İyi ki bayramlar var.
Bayramlar merhamet duygularımızın inkişaf ettiği müstesna zaman dilimleridir. Bu mübarek günlerde cömertliğimiz tutar. Barış ve kardeşliğe vesiledir bayramlar. Dostlukların pekiştiği, sevinçlerin çoğaldığı, hayallerin gerçek olduğu, belki durgun, belki yorgun, yine de mutlu, yine de umutlu, sevgi dolu anların hayatımıza aksidir bu güzide ve müstesna günler.
Kâinatın yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun ki ramazan bereketiyle, bolluğuyla geldi, tüm insanlık için hayırlara vesile oldu. Gönüllerimizin pası silindi. Bir ay da olsa hayatımız düzene girdi. Cinayet ve kavgalar önceki zamanlara nazaran kat kat azaldı. İnsanlar hâl ve hareketlerinde vicdanının sesine kulak verdi. Büyük bir imtihanı hayırlısıyla geçtiler. Rabbimiz kullarının bu iyi hallerine karşılık onlara bayramı bahşetti.
Dinî bayramların yeri apayrıdır hayatımızda.
Hayatımızın en güzide zaman dilimidir bayramlar. Hem dinî hem de millî bayramlar diğer günlerden çok farklıdır şüphesiz. Fakat özellikle dinî bayramlarda bambaşka bir hava eser gönül coğrafyamızda. Adeta kanatlanır hissiyatımız. Gönül kuşu enginlerde yol alır.
Gönüllerin İslâm’la aydınlandığı ülkemizde bütün bayramlar bir başka kutlanır. Fakat dinî bayramların yeri apayrıdır hayatımızda. Onlara başka bir değer verir, başka bir gözle bakarız. Halkımız uzun asırlardan beri Ramazan ve Kurban bayramlarını benimsemiş ve sevmiştir. Gerçi millî bayramlar da milliyetçilik duygularımızın zirveye çıktığı zaman dilimleridir. Fakat bunlar dinî bayramlarımız kadar halk katında ön planda değildir.
Dinî ve millî bayramları milletçe kenetlenmeye vesile kılmalıyız. Dört tarafı şer güçlerle çevrili olan ülkemizin birlik ve beraberliğe her zaman çok ihtiyacı vardır.
Ramazan ve kurban bayramlarında herkeste bir telaş ve heyecan gözlenir. Çocuklar ve büyükler sabahın ilk ışıklarıyla yataklarından kalkarak bayram namazını kılmak üzere evden ayrılıp caminin yolunu tutarlar. Herkesin yüreği büyük bir sevgiyle ve heyecanla atar. Bayram sabahlarında hemen herkes erkenden kalkar sımsıcak yatağından. Büyükler bayram namazından döndüğünde bayramlaşma faslı başlar uzun süre. El öpenler bir yandan da bayram harçlığını indirirler ceplerine. Bunu bir karşılık değil, gönülden kopmuş bir hediye olarak düşünmeliyiz. Bu gelenek uzun yılların toplumsal birikiminin bugüne yansımasıdır.
Bayramlar sadece dirilerin değil, ölülerin de hatırlandığı, yâd edildiği müstesna zaman dilimleridir. Sabahleyin camilere koşan müminler bayram namazını huşu ve huzur içerisinde kıldıktan sonra birbirleriyle bayramlaşırlar. Yüreklerden yüreklere dostluk köprüleri kurulur. Bayramlaşmaya gelenlere tatlılar, şekerler, türlü taamlar ikram edilir. Ailece kahvaltı yapılır. Ölüler de unutulmaz. Dirilerden sonra ölüler ziyaret edilir. Mezarlıklar vefalı insanlarla dolup taşar. Kur’an’ın nidası uhrevî bir atmosfer oluşturur mezarlıklarda. Bazılarının gözünden hâlâ oluk oluk gözyaşları süzülür. Onlar şehit aileleridir. Ciğerpareleri olan evlâtları hain kurşunlara hedef olmuştur. Onlar hayatlarını vererek bu güzel toprakları bizlere kazandırmışlardır. Büyük şair Mehmet Akif’in deyimiyle onlara aguşunu açmış peygamber. Aileler hem hüzünlü hem de gururludur bu yüzden. Fakat yaralı yüreğe söz kâr etmez ki!...
Günümüzde bayram coşkusu eskiye nazaran giderek azalmaktadır.
Günümüzde bayram coşkusu eskiye nazaran maalesef yok denecek kadar az. İnsanlar hayatın acımasız çarklarında ezilip büzüldükleri için bayramların hazzını yeterince tadamıyorlar ne yazık ki. Çünkü değerler ve ihtiyaçlar çok değişti zamanımızda. Dün hiç de ihtiyaç olarak görülmeyenler, bugün ihtiyaç sayılıyor. İnsanların gelir düzeyleri arasında korkunç boyutlarda uçurumlar var. Dar gelirliler bayrama buruk giriyor her zamanki gibi. Zira yine elde avuçta yok bir şey. Anne ve babalar çocuklarına karşı mahcup ve boyunları bükük haldeler. Bu durumu vaktiyle kıymetli şair Abdurrahim Karakoç “Bayramlar Bayram Ola” adlı şiirinde ne kadar da güzel dile getirmişti: “Güneş yükselmeden kuşluk yerine/Bir adam camiden döndü evine/Oturdu sessizce yer minderine/Kızı ‘bayram’ dedi, yalınayaklı/ Adam ‘bayram’ dedi tam ağlamaklı//Eli öpüldükçe içi burkuldu/Konuşmak istedi dili tutuldu/Güç bela ağzından bir ‘of’ kurtuldu/Oğlu ‘bayram’ dedi sırtı yamalı/Adam ‘he ya’ dedi gözü kapalı//Düşündü kış yakın, evde odun yok/Tenekede yağ yok, çuvalda un yok/Yok yoka karışmış: tuz yok, sabun yok/Avrat ‘bayram’ dedi eğdi başını/Adam ‘evet’ dedi, sıktı dişini”
Bugün de yukarıdakinin benzeri hazin manzaralar yaşanmıyor mu ülkemizde sanıyorsunuz? Tok olan, aç insanın hâlinden ne anlar ki!... Bencillik almış başını gidiyor. Paylaşmak sözde kalmış. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir Nebi’nin ümmeti olmamıza rağmen bu anlayışın zerresi kalmamış bizde. Oysa bayramlar paylaşmanın ve dostluğun zirveye çıktığı müstesna günlerdir. Fakat bu anlayış mâzide kaldı anlaşılan. Oysa acılar paylaşıldıkça azalır, neşeler paylaşıldıkça artardı İslâm anlayışına göre.
Yüreklere sevgi ve barış tohumları ekmek için birer vesileydi yaşadığımız o güzide bayramlar. Kavga, kin ve nefrete set çekmek için bayramlar iyi bir fırsattı. İçimizi kıpır kıpır oynatan, dostluk, barış ve huzur eken bahçıvandı bayramlar. Hayatımızın öznesi olan çocuklar, gönüllerince eğlenirlerdi bu özel ve güzel günlerde. En çok da onlar yaşardı bayramları doyasıya. Ellerine tutuşturulan harçlıklarla bir kat daha artardı bayram neşeleri. Bunun için de iple çekerlerdi bu müstesna günleri. İçimizdeki heyecan ve şevk, hayatın her zerresine yansırdı bu emsalsiz günlerde. Sanki gökyüzü de gülümserdi bizimle beraber. Güneş daha bir arzuyla ısıtırdı maddenin soğuk ikliminde buzlanan uzak düşlerimizi.
Bayramlar zenginlerden çok, fakirlerin ve garibanların hakkıdır.
Bayramlar zenginlerden çok, fakirlerin ve garibanların hakkıdır. Zenginler için zaten diğer günler de bayram sevinciyle geçer. Çünkü onlar her gün dilediklerini yemekte, dilediklerini giymektedir. Ya garip gurebalar? Onlar ancak bayramlarda sevinebilmektedir.
Bayramlar ekseriyetle neşeli günlerdir. Fakat buna rağmen gizli bir hüzün var bayramlarda. Hele dostlarından uzaklarda bayram geçirenler için bu hüzün ikiye, üçe katlanır. Kaybettiklerimiz geçer gözlerimizin önünden. Boş kalan koltuklar acımızı katmerleştirir. Gözlerimiz birilerini arar da beyhude yorulur. Ufuklarda bir gölge arar dalıp giden ıslak gözlerimiz. Ufuklar da ketum davranır, saçıp dökmez sırlarını. Giden gitmiştir ardına bakma fırsatı bile bulamadan. Şimdi çok uzaklarda Kerem’e dönüşür ayrılığın çarklarında ezilen yürekler. Âh ne zordur gurbette bayramlar… Sahi dünya da bir gurbet değil mi ya! Sözlerimi Alvarlı Muhammed Lütfi Efe Hazretleri’nin bir dizesiyle sürdürmek istiyorum: “Mevlâ bizi affede / Bayram o bayram olur / Cürm-ü hatalar gide / Gör ne güzel ıyd olur...”
Yoksullar, kimsesizler ve yaşlılar gözetilirdi geçmişteki doyumsuz bayramlarda. Bayram kavramı ilk onları akla getirirdi. Fakat bugün bayramlar da bireyselleşti her şey gibi. Bayramları da sadece içimizde yaşıyor ve yaşatıyoruz. Paylaşmanın olmadığı yerde bayramlar ne kadar bayram olabilir ki? Hangimiz bu mübarek günlerde, gözü kan yaş dolan bir garibin gözyaşını sildik; kimsesizin derdine derman olduk, yalnızlığını paylaştık. Bu gibi dinî, ahlâkî ve sosyal hassasiyetler çoktan unutuldu. Neden ama neden? İnsanlıktan mı uzaklaştık ne?
‘Nerede o eski bayramlar?’ diye söze başlarız hep. Bu nostalji fırtınası dinecek gibi değil. Resulullah Efendimiz: “İki günü aynı olan zarardadır.” demişti. Bizim iki günümüz aynı değil, aksine her günümüz aynı. Çelişkiler yumağı içerisinde bir önceki günümüz, bir sonrakiyle benzeşiyor. İflasa sürükleniyoruz farkında olmadan. Manevî kayıplarımız artıyor. Her doğan gün zarar bizim için. Bu, maddî iflastan daha beter. Her geçen gün çamura saplanıyoruz. Geçen her dakika, bizi bizden koparıyor. Aynadaki suretimize yabancılaşıyoruz.
Ne güzeldi o eski bayramlarımız. Bu güzelliği anlatmaya kelimeler kâfi değildi. Eş dost, akraba ve mezar ziyaretleri bayramların ayrılmaz bir parçasıydı. Fakat günümüzde bayramlar tatil için birer fırsat olarak görülüyor. Tatilciler kazanıyor, insanlık kaybediyor.
Eskiden bayramlara günler öncesinden hazırlanılırdı.
Eskiden bayramlara günler öncesinden hazırlanılırdı. Nur yüzlü nineler, tatlılar için hamur açardı. Dedeler torunlarına bayramlıklar alırdı. Oysa günümüzde dedeler ve nineler huzurevlerine, Darülaceze’ye yollandı. Evlerde ne dede kaldı ne de nine. Geniş aileden çekirdek aileye dönüş gerçekleşti. Artık elini öpüp hayır duasını alacağımız yaşlı ninelerimiz ve kalbindeki nur, sakalına yansımış dedelerimiz yok hanelerimizde. Onları bayramlarda ya hatırlamıyoruz ya da huzurevlerinde, adet yerini bulsun diye göstermelik ziyaret ediyoruz.
Bayramlarda gidip gelmeler sıkça yaşanırdı eskiden. Buluşma zamanlarıydı. Artık telefonla kutluyoruz eş dost bayramlarını. Hatta kısa bir mesajla geçiştiriyoruz işi. Oysa bir dostunuzun boynuna sarılmak, onu öpüp koklamak ve onunla dertleşmek neye değmez ki?
Bayramlar bayram ola, gönül huzur ve neşeyle dola! Gelin bayramlarımıza eski heyecanını ve manasını iade edelim. Yiğit düştüğü yerden kalkar. Bayramlara bayram neşesi katalım. Komşularımızı, eş, dost ve akrabalarımızı ziyaret edelim. Büyüklerin ellerinden öpüp hayır dualarını alalım. Aramızdan ayrılan yakınlarımızı da unutmayalım; kabirlerine gidip Kur’an-ı Kerim okuyalım onlara. Zira hepimizin gideceği nihai durak değil midir kara toprak?
Lâfta kalmasın bayramlar… Bayramlara kaybolan ruhunu kazandıralım.
İnsanların en mutlu günleri olan bayramlar, edebiyatımıza da konu olmuştur.
İnsanların en mutlu günleri olan bayramlar edebiyatımıza da konu olmuştur. Birçok şairimiz bayram coşkusunu ve heyecanını şiirlerine yansıtmıştır. Edebiyatımızın en büyük isimlerinden biri olan şair Yahya Kemal Beyatlı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinde bayramın manevî cephesini o harikulâde üslûbuyla şöyle yansıtıyordu bizlere: “Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede /Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de /Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, /Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi /Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan, /Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan. /Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,/Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir./Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garip âlem bu!.. /Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu... /Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir; /O seferlerle açılmış nice yerlerdendir. /Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık /Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık; /Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, /Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya. /Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor, /Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.”
Biz Yahya Kemal’in bu şiirindeki asil hissiyatı maalesef tadamıyoruz bugün. Bayramlar bayram tadında geçmiyor ne yazık ki. Zaman pek çok şeyle birlikte bayram coşkumuzu da aldı yüreğimizden. Bayramlar eskisi gibi haz vermiyor inananlara. Çünkü dünyaya ve hayata bakışı değişti insanların. Maddiyat, maneviyata tercih edildi. İnsaf duyguları törpülendi. Böyle de olsa bayramları bayram gibi yaşamalı ve yaşatmalıyız. Biz yaşayamıyorsak bile bu ulvî hisleri geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza yaşatmalıyız.
Sevginin ve merhametin şiarı olan eski bayramları çok arıyoruz.
Geçmişe özlem duymak, insanoğlunun en büyük özeliklerinden biridir. Eski ramazanlara ne kadar özlem duyuyorsak eski bayramlara da o kadar özlem duyuyoruz. Geçen zaman bizleri iyice yozlaştırıyor. Eski bayramları çok arıyoruz. Eski dostlukları bugün bulamıyoruz. Günümüzde her şey paraya ve makama endekslenmiş. Makamlar büyüdükçe insanlar küçülmüş. Üstte olanlar düşmekten korkar olmuş, sırf bu korku yüzünden kendi olabilme onurunu göstermekten uzak kalmışlar. Duygularla vücut dilleri ahenkli değil.
Biz orta yaşlı insanlar o eski ramazanları ve bayramları görme ve yaşama imkânı bulduğumuz için onları bugünkü ramazan ve bayramlarla kıyaslayabiliyoruz. Bugünkü gençler onu bile yapmaktan mahrumdurlar. Onlara acımamak elde değil. Onlar tabir caizse sılada gurbeti yaşıyorlar. Ne kendileri ne de özendikleri olabiliyorlar. Bir çeşit araftalar.
Hayat şartları ne olursa olsun çocuklarımıza bayram neşesini tattıralım. Onları bayram sevincinden mahrum etmeyelim. Çok küçük de olsa onlara bayram hediyesi alalım. Böylelikle bayram, öteki zaman dilimlerinden daha ayrı ve ayrıcalıklı olsun. Bayram harçlığını da ihmal etmeyelim. Bazı şeyler verdikçe bereketlenir. Siz verin ki Allah da size versin Boşluk olmalı ki o boşluğun dolması söz konusu olsun. Mübarek Ramazan Bayramı'nızı içtenlikle kutluyor, İslâm âleminin uyanışına ve kurtuluşuna vesile olmasını yüce Allah’tan niyaz ediyorum.
SÖZDEN ÖZE BİR GÖNÜL SULTANI: SÜNBÜL SİNAN EFENDİ
M. NİHAT MALKOÇ
Konstantinopolis'ten İslâmbol'a, Suriçi'nden metropole...
Bugün "İstanbul" adıyla andığımız ve bağrımıza bastığımız Konstantinopolis, imparator Konstantin (Constantinus) tarafından milâdın dördüncü asrında kurulmuştur. O günden bugüne köprülerin altından ne sular akmış, nice insanlar bu kadim topraklarda yaşayıp göçmüştür. Her gelen İstanbul'da bir iz bırakarak sonsuzluk yolculuğuna çıkmıştır.
Sultan II. Mehmed'i "Fatih" yapan ve Peygamber Efendimizin övgüsüne mazhar kılan aziz İstanbul, dünyanın gıptayla baktığı mümtaz bir şehir olmuştur. O ki Bizans ve Osmanlı olmak üzere iki büyük imparatorluğa ve Latin devletine başkentlik yapmıştır. Avrupa, Asya ve Afrika’nın tarihinde önemli bir yere sahip olan bu kadim şehir, Doğu ve Batı dünyasının tam ortasında yer alması hasebiyle de büyük bir ehemmiyete sahiptir.
İstanbul'un fethinden bugüne (2025-1453) 572 sene geçmiştir. Konstantinopolis veya Doğu dünyasındaki ifadesiyle Konstantiniyye’nin Türkler tarafından 1453’te ele geçirilmesi, dünya tarihini yeniden şekillendirmiş (dizayn etmiş), Orta Çağ'ın kapanıp Yeni Çağ'ın açılmasına vesile olmuştur. Bu büyük (kutlu) hadisenin mimarlığı da gencecik yaşında fetih ümidiyle yatıp fetih rüyaları gören Osmanlı'nın 7. padişahı II. Mehmed'e nasip olmuştur.
Byzantium’dan Fatih’e Suriçi'nde bir deveran...
Dün olduğu gibi bugün de Suriçi denince İstanbul, İstanbul denince de Suriçi akla gelmektedir. Öyle ki İstanbul, bu tarihî yarımadayla adeta özdeşleşmiştir. Bugünkü modern görünümlü metropol İstanbul, Suriçi'nin çok uzaklarına kadar taşsa da, kadim İstanbul bu mahalde bütün haşmetiyle (ihtişamıyla) yaşamakta, gönüllerdeki yerini sağlamlaştırmaktadır.
Suriçi, İstanbul'un tarihî yarımadası olarak da bilinir. Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma tarihî sarayları, camileri, kiliseleri ve diğer önemli yapıları ihtiva eder. Önemli semtleri arasında Süleymaniye, Zeyrek, Cibali, Fener ve Balat bulunur.
İstanbul'u Osmanlı (dolayısıyla İslâm) topraklarına dahil eden Fatih Sultan Mehmed, Fetih'ten hemen sonra İstanbul’da çok kapsamlı imar, iskân ve kültür faaliyetlerine girişmiştir. Fethi takip eden günlerde İstanbul'da ilim faaliyetlerinin başlaması için bazı kiliseler zaman kaybedilmeden medreseye çevrilmiştir. Bununla beraber külliyeler yapılmıştır. Bu kapsamda harabe halindeki Havariyyun kilisesinin temelleri üzerinde 1463 yılında cami, Sekiz Sahn (Sahn-ı Seman) Medresesi, sekiz Tetimme Medresesi, Kütüphane, Tabhane ve İmaret, Darüşşifa, Darüttalim, Kervansaray ahırları, Fatih ve zevcesi Gülbahar Sultan Türbeleri vs. olmak üzere bir çok birimden oluşan Fatih Külliyesi'nin inşasına başlanmış, külliye 1471 senesinde hizmete açılmıştır. Bu külliyede eğitim faaliyetleri hemen başlatılmıştır.
İstanbul'un ilim ve irfan müesseselerinin merkezi konumundadır tarihî ve kadim Suriçi. İlim merkezlerinin başında gelen Fatih Medreselerinden yaklaşık bir asır sonra kurulan ve medrese teşkilatı açısından en yüksek seviyeyi temsil eden Süleymaniye Medreseleri yine bu mahalde inşa edilmiştir. 1550-1557 tarihleri arasında tamamlanan söz konusu külliyede cami, dört medrese, darülhadis, tıp medresesi, darüşşifa (bimarhane), darüzziyafe, tabhane, sıbyan mektebi, hamamlar ve türbeler bulunmaktadır. Bu kapsamlı külliyede dinî, hukukî ve edebî derslere ek olarak hendese ve riyaziye derslerine de yer verilmiştir.
"Bir mücevher gibi Sünbül Sinan'ın rûhu yanar..."
İstanbul'un ruhunu iliklerine kadar hissettiren aziz ve necip coğrafyanın adıdır Suriçi... Onun da ruh merkezi bence Koca Mustafa Paşa'dır. Koca Mustafa Paşa deyip de geçmemek gerek... Koca Mustafa Paşa demek Suriçi demek, Suriçi demek Fatih demek, Fatih demek İstanbul demek... Koca Mustafa Paşa demek Sünbül Sinan demek, Koca Mustafa Paşa demek Merkez Efendi demek... Koca Mustafa Paşa demek ilâhî aşk demek, maneviyat demek...
Kadim Türk şiirinin zirvesindeki şahsiyetlerden biri olan Yahya Kemal Beyatlı, "Kocamustâpaşa" adlı şiirinde bu semtteki hayatı ve manevi atmosferi öyle içten, öyle derin ve öyle içselleştirerek anlatıyor ki kelimeler kanatlanıyor sanki. Bu semtten bahsederken Sünbül Sinan'a ve onun mücevheri andıran ve yanan ruhuna göndermelerde bulunuyor: "Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakîr Istanbul!/Tâ fetihten beri mü'min, mütevekkil, yoksul,/Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada/Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü'yâda/Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyyetimiz/Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz/Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;/Yaşıyanlar değil Allâh'a gidenlerden uzak/Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı/Hisseden kimse hakîkat sanıyor hulyâyı/Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada,/O kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada,/Geçer insan bir adım atsa birinden birine,/Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine//Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor;/Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:/"Gitme! Kal!/Sen bu taraf halkına dost insansın;/Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın/Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,/Avutur gamlıyı, teskîn eder endîşeliyi;/Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,/Bir mücevher gibi Sünbül Sinan'ın rûhu yanar/Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,/Vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak!..."
Büyük bir içtenlikle ve özlemle tarihî Suriçi'ndeki Koca Mustafa Paşa semtini adeta kelimelerle resmeden Yahya Kemal'in dudaklarından sonunda şu mahzun mısralar dökülür: "Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan/Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;/Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;/Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük/Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,/Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı/Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda/Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!"
Halvetiyye tarikatından Sünbüliyye koluna Sünbül Sinan Efendi
Asıl adı Yusuf Sinan olan ve halk arasında "Sünbül Sinan" olarak bilinen kıymetli Hak ve hakikat dostu 1452'de Merzifon'da doğmuş, 1529'da da İstanbul'da vefat etmiştir. "Sünbül" lâkabı ona şeyhi Cemâl-i Halvetî tarafından verilmiştir. Diğer lakapları Zeynüddin ve Sinanüddin'dir. Babasının adı (Kayabeyoğlu) Ali'dir. Ailesi hakkında başka da bilgi yoktur. Hayatına dair bilinenlerin önemli bir kısmı, halifelerinden Yâkub Efendi’nin oğlu Şeyh Yûsuf Sinâneddin’in “Menâkıb-ı Şerîf ve Tarîkatnâme-i Pîrân” adlı eserinde babasından naklen verdiği bilgilere dayanmaktadır. Onun dışında söylenenler pek de güvenilir bilgiler değildir.
Sünbül Sinan ilk tahsilini memeleketi olan Merzifon'da yapmıştır. Daha sonra ilmin en büyük kapısı olan İstanbul'a gelerek medrese tahsiline başlamıştır. İlerleyen zaman içerisinde devrin tanınmış âlimlerinden Efdalzâde Hamîdüddin’in talebesi olmuştur. Medrese yıllarında tasavvufa pek sıcak bakmayan Sünbül Sinan, bir arkadaşının etkisiyle Halvetiyye tarikatının ana kollarından Cemâliyye’nin pîri Cemâl-i Halvetî’ye intisap ederek tasavvuf yoluna girmiştir. Üç yıl talebelik döneminden sonra icazet alarak irşat vazifesiyle Mısır'a gitmiştir.
Hocası, Halvetiyye tarikatının Cemâliyye kolunun kurucusu ve bu tarikatın İstanbul’daki ilk temsilcisi, âlim ve şair Cemâl-i Halvetî hac yolunda vefat edince Sünbül Sinan, hac dönüşü hocasının vasiyeti gereği İstanbul'a gelerek şeyhinin kızı Safiye Hatun'la evlenmiş, Koca Mustafa Paşa Dergâhı’nda postnişin (şeyh) olmuştur. 1494 yılından vefatına kadar (1529), kendi adıyla anılacak olan Koca Mustafa Paşa Dergâhı’nda 35 yıl irşad faaliyetini sürdürmüştür. Bunun yanında Ayasofya ve Fatih camilerinde vaazlar vermiştir. Yavuz Sultan Selim, yaptırdığı caminin açılış merasiminde vaaz etme görevini ona vermiştir.
İstanbul'un büyük velilerinden olan Sünbül Sinan, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman dönemlerini görme ve o dönemlerde irşat vazifesini yerine getirme bahtiyarlığını doyasıya yaşamıştır. Sünbül Efendi, Muharrem 936’da (Eylül 1529) vefat etmiştir. Cenaze namazını Fâtih Camii’nde Osmanlı devleti şeyhulislâmlarından Kemalpaşazâde (İbn-i Kemal) kıldırmıştır. Cenaze namazının akabinde İstanbul Suriçi Kocamustafapaşa’daki Kocamustafapaşa Dergâhı'nın haziresine defnedilmiştir. Şeyhin ölümüne zamanın önemli şairleri tarafından “Eyledi bostân-ı zühdün sünbülü me’vâya azm”; “Cânına Sünbül Sinân’ın Fâtiha”; “Üstâd-ı aşk.” ifadeleriyle tarihler düşürülmüştür.
Sünbül Sinan, şiirle de yakından ilgilenen bir söz ve gönül sultanıdır.
Sünbül Sinan birçok talebe yetiştirmiştir. Başta Merkez Efendi olmak üzere Yâkub Germiyânî, Cem Şah Efendi, Akşehirli Cemal Efendi, Maksud Dede, Kefeli Alâeddin Ali, Çavdarlı Şeyh Ahmed Dede onun halifeleri arasında sayılabilir. Sünbül Efendi'nin vefatından sonra yerine damadı Merkez Efendi postnişin olmuş, Sünbüliyye tarikatını yaygınlaştırmıştır.
Sünbül Sinan, sema ve devrana çok önem vermiş, bu özelliğinden dolayı devrin âlimleri tarafından şiddetli şekilde eleştirilmiştir. Yapılan bir va'zın, okunan âyetlerin veya söylenen ilâhîlerin etkisiyle duygulanan ve coşan bir sûfinin çoğu kez iradesi dışında yerinden fırlayıp dönmeye başlamasına devir, devran, deveran, sema ve benzeri isimler verilmektedir. Sünbül Sinan "Risâletü’t-taḥḳīḳiyye" adlı eserinde devranın kâfir oyununa benzetilmesine, ona raks denilmesine şiddetle karşı çıkmaktadır.
Şeyhliğinin yanında divan şairi de olan Sünbül Sinan'ın "Risâletü’t-tahkikiyye, Risâle Der Hakk-ı Zikr ü Devrâ, Risâletü eṭvâri’s-sebʿa, Tarîkatnâme, Risâle fî deverâni’s-sûfiyye" adlarında kıymetli eserleri mevcuttur. O, bu eserlerinde ve çoğu şiirlerinde tarikat adabını anlatmış, bu konularda yapılan eleştirilere ve hücumlara cevap(lar) vermiştir.
Sünbül Sinan Efendi sanatla ve onun çok mühim bir şubesi olan şiirle (Divan şiiri) ilgilenen bir kalem erbabıdır. Bu yüzdendir ki onun yolundan gidenler (müntesipleri) sanatla, musikiyle ve şiirle ilgilidir. “Gel ey sâlik diyem bir söz ki haktır” dizesiyle başlayan on beyitlik bir ilâhîsi bestelenmiş ve dergâhlardaki ayinlerde okunmuştur. İşte onun birkaç dizesi: "Gel ey sâlik diyem bir söz ki hakdır/İşitir Hakkı şol kim hak-kulakdır/Hadîs-i Hak durur hak söz hakîkat/Egerçi söyleyen dildir dudakdır//Şular kim geçmedi cân u cihândan/Ne duydu ‘aşkı ne de duyacakdır/Sorarsa hânkâh-ı ‘aşkı zâhid/Makâm-ı ‘âlîdir ulu ocakdır//Münevver olamaz zühd ile zâhid/Anın yeri karanlık bir bucakdır/Kalanlar zühd ü takvâda mukarrer/Sefer ehli değildir o durakdır"..."Sarây-ı vahdet olmuşken makâmım/Bu kesret âlemin seyrâna geldim/Çü birdir Sümbülî ma'rûf ü ârif/İdüp da'â deme irfâna geldim"
İstanbul'un manevî mekânlarından Sünbül Sinan Efendi Türbesi
Köklü bir tarikat olan Halvetiyye tarikatının Sünbüliyye kolunun kurucusu olan Sünbül Sinan'ın İstanbul'daki türbesi dün olduğu gibi bugün de en çok ziyaret edilen türbelerden biridir. Sünbül Sinan Türbesi, İstanbul'un Fatih ilçesinde bulunan tarihî bir yapıdır. Hak ve hakikat dostları, bu büyük Allah dostunun türbesini görme iştiyakındadır.
Hak ve hakikat dostu Sünbül Sinan'ın türbesinin de yer aldığı Kocamustafapaşa, İstanbul'un Fatih ilçesi sınırlarında yer alan tarihî bir semttir. Burası adını Sadrazam Koca Mustafa Paşa’dan almıştır. II. Bayezid saltanatı sonunda ve I. Selim saltanatı başında 1511-1512 döneminde sadrazamlık yapan Osmanlı devlet adamlarından olan Koca Mustafa Paşa, Bizans döneminden kalan Ayios Andreas Manastırı Kilisesi’ni 1489 yılında camiye çevirmiştir. Fakat Koca Mustafa Paşa demek en çok da Sünbül Sinan demektir. Çünkü bu semtin Müslüman kimliği Sünbül Sinan'ın ve onun talebesi olan Merkez Efendi'nin eseridir.
Sünbül Sinan Türbesi bugünkü görünümünü Sultan II. Mahmud Han (1808-1839) zamanında yapılan onarım ve Serasker Mehmet Rıza Paşa'nın 1920 yılından önce yaptırdığı restorasyonla almıştır. İlk yapıldığı zaman sekizgen planlı olan türbe, bugün yuvarlak planlı ve üzeri kubbelidir. Türbenin güneyine yamuk planlı bir giriş bölümü eklenmiş, bu bölüme Sünbül Efendi ile Serasker Mehmet Rıza Paşa'nın mezarlarının bulunduğu bölümün kapıları açılmıştır. Ayrıca burada Hattat Ömer Efendi'nin mezarı ile bir de kuyu bulunmaktadır.
Osmanlı'nın yetiştirdiği gönül er(en)lerinden Sünbül Sinan Efendi, gönül göğümüzün parlak yıldızlarından biridir, yolumuzu aydınlatandır. O, hakikatin izini kendisine iz edinmiş bir alperendir. Rabbim izini iz etmeyi bizlere nasip ve müyesser eylesin. Ruhu şâd olsun.
100. SAYISINI GERİDE BIRAKAN BİZİM KÜLLİYE DERGİSİ
M. NİHAT MALKOÇ
Derin düşünürümüz Cemil Meriç'in deyimiyle "Hür tefekkürün kalesi" olan dergiler genelde aylık, bazıları iki, bazıları da üç aylık periyotlarda ziyaret ederler gönül hanelerimizi. Sayıları az olsa da altı aylık ve yıllık olarak çıkanları da yok değildir.
Bizlere yitiğimizi hatırlatan kültür, sanat ve edebiyat dergileri en önemli zenginliğimizdir. Bu dergiler şehirlerin bir çeşit alâmet-i farikalarıdır. İçerisinde dergi çıkan ve dergi kültürü üst düzeyde olan şehirler öteki şehirlere nazaran çok daha kıymetlidir. Zaman içerisinde derginin adıyla şehrin adı öyle bir özdeşleşir ki birini söyleyince öbürü akla gelir.
Bazı şehirler kültür, sanat ve edebiyat birikimleriyle hafızalara kazınmıştır. Taşra da bu şehirlerin başında Elazığ gelir. Buna Bursa, Kahramanmaraş, Erzurum, Konya, Sakarya, Antalya, Kayseri, Sivas, Şanlıurfa, Bilecik, Manisa, Mersin, Niğde, Tokat, Çorum, Denizli, Karaman, Eskişehir, Osmaniye, Gaziantep, ve Trabzon gibi şehirleri de eklemek mümkündür. Kadim kültürümüzün mirasçısı olan ve bu kıymetli mirası geleceğe taşımak gibi ulvi bir derdi olan bazı öncü şehirlerde bir kısım kültür, sanat ve edebiyat adamlarının üstün gayretleriyle, onca zorluklara katlanılarak, birbirinden güzel dergiler çıkarılmaktadır. Bu çerçevede Kayseri'de Erciyes, Çıngı, Küçük Dergi, Düşünen Şehir; Bursa'da Akatalpa, Bursa'da Zaman; Kahramanmaraş'ta Dolunay, Yitiksöz, Evvelahir, Mevsimler, Berducesi, Alkış, Yarpuz, Hece Taşları, Açıkkara, Ihlamur, Hamle, Ardıç, Edik, Çetem; Çorum'da Şehir Defteri; Trabzon'da Kıyı, Mortaka, T, Ruhun Gemisi,Yunus; Samsun'da Gergef, Yolcu; Niğde'de Akpınar; Antakya'da Güney'de Kültür; Manisa (Salihli)'da Bizim Ece; Mersin'de Maki; Tokat'ta Kümbet, Kümbet Altında; Osmaniye'de Güneysu; Antalya'da Nevzuhur; Karaman'da Yeni Vezin; Malatya'da (Darende merkezli) Somuncu Baba, Gümüşhane'de Şehrengiz dergisi hafızalarımızdaki yerini koruyor. Bunların bir kısmı hâlâ çıkmaktadır, bir kısmının maalesef başta ekonomik olmak üzere, çeşitli nedenlerle yayın hayatı son bulmuştur.
Dergiler bir çeşit kültür, sanat ve edebiyat tarlalarıdır. Bizleri bir millet hâline getiren, birlik ve bütünlüğümüzü sağlayan dilimizi; tabir caizse bu tarlalarda ekip biçeriz. Neticede farklı şekillerde ve farklı tatlarda birbirinden güzel söz ürünleri ortaya çıkar. Bunlardan zamana direnebilenler kalıcı olur, direnemeyenler de gözlerden ırak yerlerde kalarak unutulur.
Neresinden bakarsan çok meşakkatli bir iş olan dergicilik bir sevda işidir. Bu sevdaya müptelâ olmayanlar bu işe başlasalar da onu uzun vadede devam ettiremezler. Zira dergicilik çok büyük maddi ve manevi fedakârlıklar gerektirir. Dergi çıkarma işine soyunanın, her şeyden evvel çok sabırlı olması gerekir. Çünkü bu iş bir çırpıda netice alınacak bir iş değildir. Dergicilikte bir çiftçi misali tohumu atıp beklemeniz yetmez. Tohumu attığınız toprağı düzenli olarak sulayacaksınız. Bu da yetmez, çapalayacaksınız. Bu da yetmez, düzenli olarak ayrık otlarını temizleyeceksiniz. Bu da yetmez; soğuktan, tipiden, dondan, aşırı yağmurdan koruyacaksınız. Yoksa bütün emekleriniz bir don veya bir fırtına olayından sonra boşa gidebilir. Onun içindir ki taşrada bir dergiyi yerel imkânlarla yaşatmak her türlü övgüye lâyıktır. Taşrada dergi çıkarmak bir iddiadır. Bu iddiasını gerçekleştirenlere selâm olsun.
Dergicilik birkaç gönüllünün gayretleriyle ayakta kalan bir kültür-sanat alandır. Tahmin edersiniz ki bu zorlukların başında maddî (ekonomik) sıkıntılar gelmektedir. Son yıllarda kâğıt fiyatları ve kargo ücretleri akıl almaz şekilde artmıştır. Öyle ki fiyatlar dokunanın elini yakıyor. Bu bağlamda derginin kargo gönderme ücretinin bir derginin basım maliyetinden daha fazla olduğunu söylersek mesele daha iyi anlaşılır. Sakın abarttığımızı ve ironi yaptığımızı sanmayın. Kitap ve dergilerin kargo ücreti, almış başını gidiyor. Bu yüzden bir merak neticesinde dergiciliğe bulaşanlar bir daha da bu işe kolay kolay teşebbüs edemiyorlar. Bir sevda mesleği olan dergicilik de eski ihtişamlı günlerini mumla arıyor.
Gakkoşlar diyarı güzel Elâzığ'ımız henüz bozulmayan, kültürünü, sanatını ve edebiyatını muhafaza ve müdafaa edebilmiş ender şehirlerimizden biridir. Bu aziz ve güzide şehirde, 1999'da yayın hayatına başlayan, çeyrek asrı aşkın bir zamandan beri "Bizim Külliye" namıyla bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi çıkarılmaktadır.
"Bizim Külliye" dergisi geçen seneki "Haziran -Temmuz-Ağustos 2024" sayısıyla yüzüncü anıt sayısına erişmiş bulunmaktaydı. Bu, Elazığ gibi küçük sayılabilecek bir Anadolu şehri için çok büyük bir başarı ve gururdur. Dile kolay 100 (yazıyla yüz) sayı, hem de taşrada.
Bizim Külliye dergisi şahsen abone olmadığım halde uzun yıllar boyunca üç ayda bir düzenli olarak adresime gönderildi. Kimse para pul sormadı bize. Kültür hizmeti dediğin budur. Fakat bir yere kadar. Ta ki kâğıt ve kargo giderleri olağanüstü bir noktaya gelene kadar... Bu nedenledir ki dergi arşivim içinde Bizim Külliye'nin müstesna bir yeri vardır.
100. sayısını geride bırakan Bizim Külliye dergisi bütün zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen yayın yolculuğunu devam ettirmekte ısrarlı görünüyor, devam ettiriyor da. Zira derginin 100. anıt sayısından sonra 102. sayısı da okurlarıyla buluştu. Bizim Külliye'nin "Suç ve Ceza" kapak konulu 102. sayısına (son sayısına) baktığımızda künyesinde şu isimleri görürüz: Derginin sahibi İzzetpaşa Vakfı adına Prof. Dr. Necip İlhan'dır. Derginin Genel Yayın Yönetmenliğini uzun senelerden beri kıymetli şair ve yazar Nazım Payam yapmaktadır. Yazı İşleri Müdürü olarak da Mustafa Yalçın ismi görülüyor. Derginin Danışma Kurulu'nda Yavuz Bülent Bakiler, Yahya Akengin, Prof. Dr. Milay Köktürk, Prof. Dr. Levent Bayraktar, Prof. Dr. Ebru Burcu Yılmaz, Prof. Dr. Vefa Taşdelen, Doç. Dr. Birol Bulut, Dr. M. Naci Onur, Dr. A. Faruk Güler, Necati Kanter ve Ömer Kazazoğlu gibi birbirinden önemli isimler yer alıyor. Derginin şair ve yazarları zamanla değişse de, yaygın olarak eserleri yayınlanan şu isimleri görüyoruz: "Nazım Payam, Seval Koçoğlu, Ömer Kazazoğlu, Levent Bayraktar, Vefa Taşdelen, Mustafa Özçelik, Yusuf Dursun, Yahya Akengin, Muhammet Hüküm, H. Ömer Özden, Yaşar Bedri (Özdemir), Muhsin İlyas Subaşı, Hızır İrfan Önder, Rıfat Araz, Nurettin Durman, Davut Güner, İsmail Bingöl, Misli Baydoğan Teber, Şaban Sağlık, Osman Suroğlu, Taner Namlı, Rabia Dirican, Süleyman Daşdağ, Namık Açıkgöz, Mehmet Baş, Halistin Kukul, Kemal Batmaz, Muhammet Enes Kala, D. Mehmet Doğan, Yunus Emre Vural, Belkıs Altuniş Gürsoy, Mehmet Toygar Özdemir, Maksut Yiğitbaş, Gıyasettin Dağ... vb."
1999 senesinde Elâzığ'ımızda çıkmaya başlayan Bizim Külliye dergisi üç ayda bir hem basılı hem de dijital (PDF) olarak okurların istifadesine sunuluyor. Dergi her sayısında belli bir kapak konusunu enine boyuna irdeliyor. Bugüne kadar sinemadan tiyatroya, yenilikten gerçekliğe, mimariden düşe, vefadan vedaya, göçten deliliğe, medyadan hayvanata, fütüvvetten âhiliğe, Kıbrıs'tan Azerbaycan'a, hayattan ölüme kadar pek çok önemli konular kapak konusu olarak, birbirinden kıymetli kalemler tarafından işlenmiştir. Bunlardan bazılarını dikkatlerinize sunmak istiyorum: "Edebiyat ve Kimlik", "Edebiyat ve Hayvanat", "Medyadaki Edebiyat", "Edebiyat ve Toplum",, "Ömrünü Türkçemize Adamış Yabancılar", "Edebiyat ve Gerçeklik", "Edebiyatçı Kadınlarımız", "Edebiyat ve Medeniyet", "Azerbaycan Edebiyatı", "Sinema ve Edebiyat", "Yazı ve Yazarlık", "Ölüm ve Edebiyat", "Edebiyat ve Yenilik", "Edebiyat ve Mimarî", "Kuzey Kıbrıs Türk Edebiyatı", "Edebiyat ve Düş", "Edebiyatımızda Hikâye", "Edebiyat ve Kahraman", "Mehmet Akif Ersoy ve İstiklâl Marşımız", "Saklı Taraflarıyla Edebiyatçılarımız ve Edebiyatımız", "Edebiyatta Göç", "Edebiyatta Ben ve Biz", "Edebiyatta Delilik", "Edebiyatımızda Veda ve Vefa", "Edebiyatımız ve Cumhuriyetimiz", "Sanatla Münasebetimiz", "Edebiyat Mahfilleri", "Edebiyatımızda Hayat ve Ölüm", "Fütüvvet ve Âhilik", "Edebiyatımızda İyilik ve Kötülük."
Dergicilikte esas olan devamlılıktır. Nice dergiler vardır ki birkaç sayı yayımlandıktan sonra çeşitli nedenlerle bir daha okurlarıyla buluşamamış, bir anda ortadan kaybolmuşlardır. O yüzden "Bizim Külliye" dergisinin hiç ara vermeden koskoca 25 seneyi büyük başarılarla ve yüz sayılık kıymetli arşiviyle geride bırakması her halükârda takdire ve tebrike şayandır. Bizim Külliye dergisinin yüzlü sayıları görüp bugünlere ulaşmasını sağlayan dergi yönetimine, onları destekleyen İzzetpaşa Vakfı'na, şair ve yazarlara hassaten teşekkür ediyorum. Bizim Külliye dergisi de onun yaşatanlar da hep yaşasın. Nice güzel sayılara...
ÜSTAD ARİF EREN'DEN "ÂRİFANE SÖZLER VE SEÇİLMİŞ BEYİTLER"
M. NİHAT MALKOÇ
Günümüz yaşayan şairlerinin en önemlilerinden biridir üstad Arif Eren. O, bugüne kadar Türk şiirine birbirinden güzel yüzlerce şiir armağan etmiştir. 20 Kasım 1938'de Kahramanmaraş'ta doğan Arif Eren, ilk ve ortaokulu Maraş'ta okumuştur. İlköğretmen Okulu ve Erzurum Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitirdikten sonra Karaman Lisesi, Bursa Kız Öğretmen Lisesi, Bursa Anadolu Lisesi, Kahramanmaraş Kız Meslek Lisesi, Ticaret Lisesi ve Eğitim Enstitüsünde Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yapmıştır. 1993'te emekli olmuştur. "Bu Kent Sende Kalsın(1965), Yurt Tesbihi(1975), Hayatı Huzura Ayarlamak (1985), Görkemli Denge (1996), Zaman Yerinde Durmaz (2006), Ses İpine Asılan Sözler-Seçilmiş Şiirler (2019), Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" onun kıymetli eserleridir.
İlk şiiri Çağrı dergisinde yayımlanan Arif Eren'in şiirleri bugüne kadar "Hisar, Varlık Yıllığı, Türk Edebiyatı, Milli Kültür, Dolunay, Defne, Ilgaz, Elif, Toprak, Tepe Edebiyatı, Seviye, Kültür ve İnsan, Doğuş Edebiyat, Harman, Yeni Edebiyat Yaprağı, Çınar, Genç, Kardelen, Alkış, Güneysu, Kırağı, Mevsimler" adlı fikir ve sanat dergilerinde yayımlanmıştır. Dergi deyince kendisi tarafından 30 sayı yayımlanan Mevsimler dergisini unutmamak gerekir.
Şairler otağı (veya yatağı) diyebileceğimiz Kahramanmaraş'ımızın yüz akı şairlerinden biri olan Arif Eren, şairliğinin yanında bilge bir insandır. Onun birbirinden güzel vecizeleri (özdeyişleri) mevcuttur. O, bir anlamda "Tiryaki Sözler" adlı çok kıymetli bir kitabı bizlere hediye eden merhum şair Cenap Şahabettin'in günümüzdeki uzantısıdır. Şahabettin'in "Tiryaki Sözleri"ni çoğumuz biliriz de Arif Eren'in "Ârifane Sözler"ini çoğumuz bilmeyiz. Aslında bu bir eksikliktir. Anlam bakımından bu kadar yoğun ve derin olan bu sözler kenarda köşede kalmamalıdır. Sağlaması yapılmış (tecrübe edilmiş) bu sözler kulaklarımıza küpe olmalıdır.
"Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" Öncü Kitap tarafından kitap halinde okurların istifadesine sunulmuştur. 112 sayfadan meydana gelen bu kıymetli kitap adından da anlaşılacağı üzere iki bölümden meydana geliyor. Kitabın ilk bölümü "Ârifane Sözler" adını taşıyor. Kitapta sekiz sayfada 141 tane Arif Eren imzalı vecizeye yer veriliyor. İkinci bölüm ise "Seçilmiş Beyitler" adını taşıyor. Bu bölümde alfabetik sıraya göre (A'dan Z'ye kadar) sıralanmış onlarca özlü ve yoğun beyit okuyucuların ilgisine ve istifadesine sunulmuştur. Yine aynı kitapta 78 sayfada 400'ün üzerinde seçme beyit yer alıyor. Yoğurt var, süzme yoğurt var. Teşbihte hata olmaz, bu beyitler süzme yoğurt kabilinden, yani özün özü...
"Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" kitabı Arif Eren'in Ön Söz"üyle başlıyor. Eren, Ön Söz'ünde "Anahtar bir kapıyı, güzel söz her kapıyı açar. Açılan kapılar insanın yaşamını düzenler. Pişmanlıklar, keşkeler ve bizi üzen hüsran hep sözle olur. Bu bakımdan aklın vize vermediği hiçbir söz dil gümrüğünden geçmemelidir. İnsan diliyle dost olup onun düşmanlığından kurtulmalıdır. Birçok insan bunun farkında olmadan yaşar. Yerli yersiz konuşur. Bu tür konuşmalar hoş karşılanmaz. Dil kendi haline bırakılırsa aklın kontrolünden çıkar, telâfisi mümkün olmayan sonuçların suçlusu olur. Küskünlükler, kavgalar, hatta ölümler bile kötü söz yüzünden gerçekleşir. Bilmeliyiz ki yürek sevgiyle, dil sözle güzelleşir. Şiir meclislerinde, sanat toplantılarında ve aile arasındaki sohbetlerde yeri geldikçe okunan bir beyit ya da bir mısra konuşmayı daha çekici hale getirir. 'Ârifane Sözler' bölümüne seçtiğim beyitlerimi de ekleyince 'Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler' adlı bu kitap gerçekleşti. Kitabın, şairlerin beğenisini kazanacağına genç şairlere yol göstereceğine ve sanat sevenler tarafından zevkle okunacağına inanıyorum. " sözlerine yer veriyor.
Günümüz şiirinin iftihar kaynaklarından biri olan şair Arif Eren Türkçeyi bir kuyumcu titizliğiyle ve anlam yoğunluğuyla işleyerek ona hizmet etmiştir. Onun derin anlamlar içeren birbirinden güzel vecizeleri bunun canlı şahitleri gibidir. Bu vecizelere örnekler vermek istiyorum: "Şiir, ses ipine söz asmak sanatıdır. Şair, ses ipine söz asan sanatçıdır. Şiirin konuştuğu yerde nesir susar. Kitap aynadan daha vefalıdır, her yaşta insanı güzel gösterir. Karar vermekte geç kalma, zaman yerinde durmaz. Dil kendi hâline bırakılırsa aklın kontrolünden çıkar. Şahsiyet saygın yaşamanın bir simgesidir, rozet gibi her yakaya takılmaz. Şahsiyet namuslu insanın şeref madalyasıdır. Erkeğin gücü kadına korku değil güven vermelidir. Kadına şiddet hayvanî bir duygunun belirtisidir. Mutlu evin penceresi sokağa küsmez. Kısmet neredeyse ayaklar oraya götürür. Gideceği yeri bilmeyen, geldiği yeri bulamaz. Yükseklerde makam arama, tapulu yerin mezarındır. Temeli yalan olan konuşma, küçük bir sallantıda yıkılır. Dalkavukluk bir şahsiyet hastalığıdır. Vicdan kirlenirse dil arsızlaşır. Sabah namazı ibadet kapısının anahtarıdır. Ayna bir ömür boyu güzelliği saklayamaz. Hayat güzelliğini yitirmesin diye ölüm bir sır olarak kaldı. Oruç yürekte açan sabır çiçeğidir. Öğretmenin eskitemez öğrettiklerini zaman, silemez imzasını hiçbir silgi. Öğretmen gönlü ve kafası birer gergef yüreklere sevgi, beyinlere ışık dokur. İnsanları ayırsalar da seven gönüller aynı yerdedir. Aşkın şifresi unutuldu mu gözler gözlerde, yürek yürekte kilitli kalır. Göz bahçesinin söz salıncağında fazla sallanılmaz. Sevmeyen yüreklere ayrılık dikeni batmaz. İlkbahar terazisi renk ve koku ile dengelenir. Dikenin ele batması gülü kıskandığı içindir. Umut can evinde açan mutluluk çiçeğidir, onu soldurmayın. Yürümeyi sabır yolunda öğrenenin ahlâkı güzel olur. Yanlış yolda yürüyen, gideceği adreste huzur bulamaz. Bir insana hak etmediği değeri verirsen, o ölçüde değerini yitirirsin. İnsan farkında olmadan konuştuğu sözlerle kendini anlatır. Sanatın dokunulmazlığını hiçbir güç kaldıramaz."
Bugüne kadar Türk edebiyatına yüzlerce şiir kazandıran Arif Eren, üslûp sahibi bir şairimizdir. Onun şiirleri başka şairlerinin şiirlerine benzemez. Bu yönüyle özgün bir şairdir. Onun şiirleri zamanın hoyrat ellerinden kurtularak zamanımıza kadar gelerek rüştünü ispatlamıştır. İlk bakışta kolay gibi görünen mısraları, hakikatte söylenmesi zor ifadelerdir. "Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" kitabında bu düşüncemizi örneklendiren yüzlerce mısra mevcuttur. Bunlardan bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum: "Açılmış bir beyaz nilüferdir içi/Gözlerinin berrak sularında", "Adresi hangi dönülmez yerde/Yoluna mıhlanıp kaldı gözlerim", "Anıları yansıtan bir aynadır zaman/Ay yüzerken ırmakta", "Aldığı nefes, attığı adım sonrası/Ne olacağını bilemez insan", "Anahtarı kayıp kapılar gibi/Bilinmez ne zaman açılır yollar", "Arkasından özlem duyulan günler/Kuşlar gibi uçtu uzak yerlere", "Arkalarında iyi izler bırakarak/Dualarla bu dünyadan gittiler", "Aşk vatan ve din farkı gözetmemiş/Kerem'le Aslı'yı sevda kül etmiş", "Akan sular söndüremezdi/Kalbinde yansaydı aşk ateşi", "Bakmayın şiirde söylenenlere/Mısralara sığmıyor mutluluk", "Bilemezsin ömür takviminin yaprağında/Neler yazılı bugün", "Boş yere yük etme/Söküp at sevgisiz kalbi", Biliyorum bu kentten giderken/Gölgem bile yanımda olmayacak", "Bir salıncakta geçmiş zaman sallanır/Vefalı günler mevsim mevsim hatırlanır", "Bir takvimi yok/Bilinmez/Ne zaman başlar yolculuk", "Böyle olur garibin sevdası/Dumansız ateş gibi içten kanar", "Biliniz ki insanı insan değil/İnsanı vicdanı sorgular", "Bir dokunulmazlığın var/Güzelliğine/Bir şey yapamıyor yıllar", "Boynunda hüznün yağlı sicimi/Sallanırken gecenin darağacında/Bir soran olmaz nedir gerekçe", "Böyle şakşakçı seyirci varken/Telden ne diye insin cambaz", "Bu çıkmazda direnmek niye?/Rızkın mı kesildi insanlıktan?", "Canciğer dostlar vardır/Yanıma gelenler arasında/Gözlerim gelmeyenleri aradı", "Can ateşinde pervane gibi/Kendi canına kıyar bezginlik", "Çekilmez olmuştur artık hayat/Çiçek açmaz bir daha arzular..."
"Ârifane Sözler ve Seçilmiş Beyitler" adlı kitabın sonunda şairin biyografisi yer alıyor. Bu bölümde şairin hayatından, eserlerinden, şiirlerinin yayımlandığı dergilerden, hakkında yazılan kitaplardan , hakkında yapılan lisans tezlerinden, aldığı ödüllerden, şiirlerinin yer aldığı antolojilerden, şiirlerinin bulunduğu ansiklopedilerden, şiir kitaplarına yazılan yazılardan , katıldığı şiir şölenlerinden bahsediliyor. Son olarak da "Arif Eren'in Eserleri Hakkında Yazılmış Yazılardan Seçilmiş Örnekler"e yer veriliyor. Bu kısımda Bahaettin Karakoç, Mustafa Ceylan, Prof. Dr. Kemal Timur, Sevinç Çokum, Hatice Eğilmez Kaya, Prof. Dr. Sabina Almamedova, Doç. Dr. Eşgane Babayeva, Prof. Dr. Latifoğlu Hüseyinzâde, Ramazan Avcı, M. Nihat Malkoç, Sara Gürbüz Özeren, Celâlettin Kurt ve Doç. Dr. Sönmez Abbaslı isimlerini görüyoruz. Bu son bölümde, yukarıda sayılan edebiyatçıların (şair ve yazarların) Arif Eren'in hayatına ve şiirine dair görüş ve çıkarımlarına yer veriliyor.
Örnek kişiliğiyle, ağır başlı duruşuyla ve güçlü karakteriyle gençlerimize rol model olabilecek bir şahsiyet olan şair Arif Eren'in şiir dünyasından nasiplenmeliyiz. Onun şiirlerini okuyup Türkçemizin güzelliğini doyasıya yaşamalıyız. Ayakları yere basan, kanatları göklere değen gerçek şiir arıyorsak adresimiz Arif Eren'dir. Kendisine şiirimize yaptığı bu büyük hizmetlerden dolayı teşekkür ediyor; hayırlı, bereketli ve sağlıklı bir ömür diliyorum.
"HAYATINI ŞİİRE ADAYAN BİR SES: ARİF EREN"
M. NİHAT MALKOÇ
Türk şiirinin tartışmasız yaşayan en büyük ustalarından biridir Arif EREN. Bu büyük söz ustasıyla ilgili bugüne kadar çeşitli araştırma-inceleme çalışmaları yapılmıştır. Fakat bunlara yeni halkalar eklemek kültürel bir ihtiyaçtır. Zira Arif Eren'in şairliği birkaç kitaba sığmaz. Her yeni eser onun hayatına ve şiirine yeni açılımlar ve zenginlikler getirir.
Edebiyatla ve onun en çok rağbet gören meyvesi olan şiirle ilgilenen herkes Arif Eren'i bir yere kadar tanır ve bilir. Yine de biz onunla ilgili birkaç cümlelik tanıtım bilgisi verelim: "1938 yılında Kahramanmaraş'ta doğan Arif Eren, ilk ve ortaokul öğrenimini memleketinde yaptı. Erzurum Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünü bitirdi. Çeşitli liselerde ve eğitim enstitüsünde Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı ve emekli oldu. İlk şiiri 1964 yılında Çağrı dergisinde yayınlanan şairin şiirleri daha sonra Hisar, Varlık Yıllığı, Türk Edebiyatı, Milli Kültür, Defne, Ilgaz, Elif, Seviye, Güneysu, Tepe Edebiyatı, Dolunay, Alkış, Edebiyat Yaprağı gibi edebiyat dergilerinde yayımlandı. 2005 yılında Antalya Şair, Ozan, Yazar ve Ressamlar Kültür Derneği (ANŞO-YAD) tarafından 2. Şairler Buluşması'nda yılın Akdeniz Büyük Şiir Ödülü'ne lâyık görüldü. Arif Eren, şiirlerini Bu Kent Sende Kalsın (1963), Yurt Tesbihi (1975), Hayatı Huzura Ayarlamak (1985), Görkemli Denge (1996), Zaman Yerinde Durmaz (2006) ve Arif Eren Hayatı-Sanatı-Şiirleri (2010) adlı eserlerinde topladı."
Kıyametin provası diyebileceğimiz 6 Şubat Depremi'nin vurduğu şehrin ağır yükünü omuzlarında taşıyan Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi onca sıkıntılara göğüs germenin yanında kültür, sanat ve edebiyat faaliyetlerine de aralıksız devam ediyor. Belli ki kültürel altyapıyı fiziksel altyapı kadar önemsiyorlar. Son olarak bunun ispatı niteliğinde bir çalışmaya imza attılar. Türk edebiyatının yaşayan ustalarının başında gelen kıymetli şair Arif Eren'le ilgili nefis bir biyografi kitabı yayımlayarak okuyucuyla buluşturdular.
Prof. Dr. Kemal Timur ve Bayram Kayabaşı tarafından büyük bir araştırma ve inceleme sonucu kaleme alınan "Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" adlı kitap Arif Eren şiirini sevenlere çok büyük bir armağan oldu. Aldık, okuduk ve şükranlarımızı sunduk.
"Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" adlı bu kıymetli eseri kaleme alan Prof. Dr. Kemal Timur ve Bayram Kayabaşı adlı yazarlar eserlerinin "Takdim" bölümünde kitaplarına konu edindikleri, son dönem şiirimizin büyük ismi Arif Eren'le ilgili şunları söylüyorlar:
"Asırlar boyunca insanı etkileyen en güçlü sanatçı şair, en güçlü sanat ise şiir kabul edilmiştir. Zira insanlığın ruh ikliminin şekillenmesinde ve motivasyonunda şiir önemli bir unsurdur. Dolayısıyla şair olan Arif Eren’in hayatının, sanatının ve eserlerinin incelendiği bu çalışmada onun Türk şiirine ve edebiyatına yapmış olduğu katkılarına yer verilmiştir.
Sanata şiirle başlayan Arif Eren, sonraki dönemlerde aynı sanatla çalışmalarına devam etmiştir. Bu çalışmamızla, Eren’in şiir dünyasının ve sanat anlayışının bütün yönleriyle ortaya çıkarılması şairin sanat anlayışının daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Günümüz şiirinin, özelde de Kahramanmaraş’ın yaşayan önemli şairlerinden biri olan Arif Eren, özellikle 1980 sonrası Türk şiirinde etkili olmuş bir isimdir. 1965 yılında "Bu Kent Sende Kalsın" adı ile yayımlanan ilk şiir kitabı ile tanınan şairin diğer şiir kitapları da yayımlandıkları dönemde büyük ilgi görmüştür. Eren, şiirle, sanatla ve edebiyatla altmış yılı aşkın bir ömür geçirmiştir. Bu altmış yılı aşkın sanat hayatında şiir ile olan bağı derinleşerek devam etmiştir. Bu çalışmada 1964’ten bugüne Türk edebiyatının yarım asrı aşan yolculuğunda rol almış Arif Eren’in hayatı, sanatı ve şiirimizdeki yeri üzerinde durulacaktır."
Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları arasında okuyucuyla buluşturulan 420 sayfalık devasa "Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" kitabı gerçekten de şair Arif Eren'le ilgili merak edilenleri ayrıntılı olarak ortaya koymuştur.
Prof. Dr. Kemal Timur ve Bayram Kayabaşı tarafından kaleme alınan "Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" adlı kitap Kahramanmaraş Büyükşehir Belediye Başkanı Fırat Görgel'in "Şiirin Başkenti Unvanına Bir Katkı Daha" adlı yazısıyla başlıyor. Yazısında Kahramanmaraş'ın değerlerine ve değerlilerine vurgu yapan Belediye Başkanı Fırat Görgel satır aralarında şu görüş ve düşüncelere yer veriyor: "Şair Arif Eren’in bütün eserlerinden seçmelerin yer aldığı bu biyografik çalışma da kültür dünyamıza önemli bir katkı olacaktır. Maraşlı şairlerinin kendini ifade etmedeki her türlü sorunlarını bir alt yapı sorunu gibi ele alıp ilgilenmek mecburiyetindeyiz. Şiirin şehri Kahramanmaraş geçmişte yetiştirdiği sanat insanlarının yolunda, gelecekte de edebiyatın yegâne adresi kalmaya devam edecektir. Bu sebeple, belki de kültür alanında en çok etkinlik ve yayın yapan, kitaplar çıkaran belediye olmaktan memnunuz. Bizim bu kültür meşalesini halkımızın bilgiyle, sanatla, kültürle kaynaşması için sürekli taşımak ve geleceğe ulaştırmak gibi bir sorumluluğumuz var. Bu sorumluğun bilincinde olarak, Arif Eren gibi yaşayan şairlerimizin eserlerini, fikirlerini ve ulusal düzeyde sanat adamlarının çalışmalarını sürekli gündemde tutuyoruz, halkımızla buluşturuyoruz. Şair Arif Eren’in hayatı ve eserleriyle ilgili bu çalışma onun yarım asrı aşan sanat yolculuğunda ortaya koyduklarını sizlerle buluşturmayı amaçlamaktadır. Kitapta şairin hayatı, sanatı ve şiirimizdeki yeri titiz bir çalışmayla incelenmiştir."
"Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" isimli kitap "Takdim, Giriş, Hayatı, Dostlarının Kaleminden Arif Eren, Şairin Sanatını Değerlendiren İsimler, Dergicilik Faaliyetleri, Sanatı, Beslendiği Kaynaklar, Klasik Türk Şiiri ve Kültürü, Arif Eren ve Selimiye, Arifçe Şiirler, Poetikası, Şiirlerinde Öne Çıkan Temalar, Dil ve Üslup, Şiirde Dış Yapı, Nazım Birimi, Vezin, Şiirde İç Yapı, Edebî Sanatlar, Eserleri, Diğer Eserleri Hakkında Yazılan Kitap Çalışmaları, Sonuç" olmak üzere 22 bölümden oluşuyor.
"Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" adlı kitabın bölümlerinin de alt bölümleri var. "Hayatı" adlı bölümde şairin "Doğum Tarihi, Aile ve Yakın Çevresi, Annesi, Eşi, Öğrenim Hayatı, Öğretmenlik Hayatı, Askerlik Yılları ve Evliliği, Şiirlerinin Yer Aldığı Antolojiler, Katıldığı Etkinlikler ve Aldığı Ödüller, Yapılan Röportajlar, Biyografisinin Yer Aldığı İnternet Siteleri" hakkında ilgi çekici, doyurucu ve doğru bilgiler veriliyor. "Şairin Sanatını Değerlendiren İsimler" bölümünde "Bahattin Karakoç, Mustafa Özçelik, Şevket Bulut, Abdülkadir Güler, Nuhuz Olcay Kılıç, Sevinç Çokum, Mustafa Ceylan, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. Talat Sait Halman, Prof. Dr. Kemal Timur" gibi, edebiyat deyince yakından tanıdığımız kişilerin şair Arif Eren'le ilgili görüş ve değerlendirmelerine yer veriliyor. "Dergicilik Faaliyetleri" kısmında "Mevsimler Dergisi, Mevsimler Dergisiyle İlgili Değerlendirmeler, Şair Eren'den Arifçe Sözler" alt başlıklarına değiniliyor. "Sanatı" kısmında "Sanatının Kaynakları, Zaman ve Mekân, Aile Çevresi, Okul Çevresi, Doğup Büyüdüğü ve Yaşadığı Çevre" geniş bir biçimde irdeleniyor.
Arif Eren'le ilgili doyurucu bilgiler içeren "Hayatını Şiire Adayan Ses: Arif Eren" adlı kitapta şairin "Beslendiği Kaynaklar" şöyle sıralanıyor: "Genel Kültür ve Edebî Kaynaklar, Türk Tarihi ve Kültürü, Din ve İnanç, Gönül Coğrafyası Anadolu, Halk Şiiri ve Kültürü, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Âşık Garip, Hurşit ile Mahmihrî, Dede Korkut Hikâyeleri"
Kitaptaki "Klasik Türk Şiiri ve Kültürü" adlı bölümde "Leylâ ile Mecnun, Batı Şiiri ve Kültürü, Romeo ve Juliet" alt başlıkları; "Arifçe Şiirler"de "Göz Bahçesinde Seyran, Umut Kapısı, Çözülür Düğümler, Alevler İçinde Ufuk, Yaralar Sevgiyle Sarılmalı, Havuz, Benlik Çıkmazı, Umduğunu Bulamayan Ağaç, Görkemli Denge" alt başlıkları; "Poetikası" bölümünde "Şiirin Tanımı ve Özellikleri, Şiir ve Gelenek, Şair, Şair ve Otorite, Din ve İnanç Algısı, Şairin Misyonu" alt başlıkları; "Şiirlerinde Öne Çıkan Temalar" bölümünde "Çocuk, Doğa Tabiat, Ölüm, Ayrılık ve Yalnızlık, Aşk, Kadın, Toplumsal Olaylar, Ev ve Aile, Zaman Kavramı, Din ve Tasavvuf, Tarih, Mekânlar, Tarihî Şahsiyetler" alt başlıkları; "Nazım Birimi" bölümünde "Beyit, Dörtlükler, Bent (Üçlük, Beşlik, Altılık, Yedilik)" alt başlıkları; "Vezin" bölümünde "Hece Vezni, Serbest Ölçü, Uyak ve Redif, Uyak Düzeni, Uyak Çeşitleri" alt başlıkları; "Edebî Sanatlar" bölümünde "Teşbih, Mübalağa, Telmih, İstiare, Teşhis ve İntak, Tezat, İstifham" alt başlıkları; "Eserleri" bölümünde ise "Şiir Kitapları, Bu Kent Sende Kalsın, Yurt Tespihi, Hayatı Huzura Ayarlamak, Görkemli Denge, Zaman Yerinde Durmaz, Ses İpine Asılan Sözler (Seçme Şiirler)" alt başlıkları bulunuyor.
Belediyeler sadece fiziksel altyapıyı değil kültürel altyapıyı da düşünmek ve imar etmek zorundadırlar. Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi gerek deprem öncesinde gerekse deprem sonrasında bunu en güzel gerçekleştiren belediyeler arasında bir/incidir. Diğer belediyelerimizin de kültürel altyapıyı düşünme ve geleceğe aktarma sorumlulukları vardır. Bunu ihmal edersek, zihinlerde büyük hasarlara neden olan kültürel depremler nesillerimizin yarınlarını tehdit edecektir. Bu da geçmişle olan köprüleri atılan geleceğimizin çalınması demektir. Tebrikler Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi! Onlar bütün zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen yine kendilerine yakışanı yaptılar. Bu arada kitaba konu olan kıymetli şair Arif Eren Ağabeyimize de, bu medeniyetin bir ferdi olarak Türk şiirine yaptığı katkılardan dolayı teşekkür ediyor; kendisine sağlıklı, uzun ve bereketli bir ömür diliyorum.
NESNELEŞTİRİLEN KADINLAR ASLINDA HAYATIMIZIN ÖZNESİDİR
M. NİHAT MALKOÇ
Her geçen gün feminizme kurban edilen kadınlar hayatımızın öznesidir.
Kadınlar hayatımızın öznesidir. Onların olmadığı bir hayat, nereden bakarsanız bakın eksiktir. Kadın elinin değdiği her iş başa varır. Onlar annedir, abladır, bacıdır, vefalı eştir. Kadınlarına değer vermeyen toplumların ilerlemesi, muasır medeniyet seviyesine yükselmesi mümkün değildir. Bunun canlı örneklerini geçmişteki yaşantılar açıkça göstermiştir.
Toplumların belkemiği olan kadınlarımızın kıymetleri yeterince bilinmiyor. Bazı ülke ve bölgelerde ayrımcılığa tabi tutuluyorlar. Acıları evvela kadınlar çekiyor. Ailenin yükünün en ağırını onlar taşıyor. Aileyi kadınlar ayakta tutuyor, dengeyi sağlıyor, çekip çeviriyor.
Kadınlarımız anne olmaları vasfıyla varlık sebebimizdir aynı zamanda. Kadınlarımız hayatın ağır yükünü omuzlayarak erkeklere yardımcı olan eli öpülesi mübarek varlıklardır. Onlar olmasaydı, erkekler hayat denen bu ağır yükü öyle kolay taşıyamazlardı.
İnsanları ‘kadın-erkek’ diye ayrıma tabi tutup değerlendirmek ne kadar ahlâkî ve samimi bir davranış olur? Bu hususta ciddi endişelerim var. Çünkü kâinatı yaratan Allah, kendisinin halifesi olarak dünyaya gönderdiği insana hitap ederken onun cinsiyetini ön planda tutmuyor. Ayetlere baktığımızda bunların çoğunun “Ey insanlar…” diye başladığını görürüz. Hiçbir ayet “Ey erkekler, ey kadınlar...” diye başlamıyor; Rabbimiz genel hitapta bulunuyor. Çünkü Allah, insanî vasıfları esas alarak kullarına sesleniyor. Kulu bir bütün olarak görüyor.
Dünya kurulduğundan bugüne kadar, şöyle veya böyle, kadınlarla erkekler birbiriyle kıyaslanmış, müspet ve menfi kanaatler ileri sürülmüştür. Fakat birbirini tamamlayan bu iki kesim genelde birbiriyle uzlaştırılacak yerde, aksine "feminizm" adı altında kışkırtılmıştır. Bu tutum, her iki kesime de sevgi ve zaman kaybettirmiştir. Oysa kadınla erkek bir elmanın eş parçaları gibi görülmeliydi. Onları düşmanlaştırmak hiç kimseye bir şey kazandırmamıştır.
Kadınların mağduriyetinin zeminini hazırlayanlar genelde vefa duygusundan bîhaber erkeklerdir. Görünen o ki gelinen noktada erkekler kadınları hakkıyla ve lâyıkıyla taşıyamıyor. Çoğu erkek yaşadığı ortamın tek hâkimi olmak istiyor. Tabii ki bunlar sağlıklı ruh halleri değildir. Hayat paylaşmaktır. Acılar paylaşıldıkça azaldığı gibi, mutluluklar da paylaşıldıkça çoğalır. Paylaşmak için de kadınlar her zamanda ve zeminde yanı başımızdadır.
Eski Türklerde kadın çok kıymetli ve muhterem bir varlıktı.
Eski Türklerde kadın çok kıymetli bir varlıktı. Kadına duyulan saygı ve sevgi üst düzeydeydi. Öyle ki "ana hakkı" ile "Tanrı hakkı" bir tutulmuştur. Türk dillerindeki kelimelerde cinsiyet ayrımının (müennes/müzekker, erkeklik/dişilik) olmaması da kadınla erkek arasında fark gözetilmediğini gösterir. Aksine kadın bazı yerlerde daha ön plandadır.
Eski Türklerde aileye çok büyük bir kıymet verilmiş, ailenin ayrılmaz bir parçası olan kadın, adeta baş tacı edilmiştir. Kadın her şeyden evvel eş ve anne olarak görülmüştür. Ailenin, dolayısıyla da toplumun mutluluğu ona endekslenmiştir. O ki çocuk doğurmakla kalmaz, onu besler, büyütür, ona kol kanat gerer, ilk eğitimini de kendisi verir.
Eski Türklerde kadın, anneliğinin yanında daima kocasının yanında ve yakınında yer alan asil bir kahramandı. Kadın ata biner, silah kullanır, yeri geldiğinde düşmana karşı kahramanca savaşır. Orta Asya Türk devletlerinden İskitlerde, Hunlarda, Göktürklerde ve Uygurlarda kadınlar çok mühim konumdaydı. Hakları ve yetkileri çoktu. Özellikle İskitlerde kadınlar asker olarak yetiştirilir, erkeklerle birlikte savaşırlardı. Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Mete’nin hanımının imzalamış olması eski Türklerde kadının hangi konumda olduğunu göstermesi açısından önemlidir.Oysa Batılı devletlerde kadın estetik bir unsur olmanın ötesinde bu gibi özelliklere sahip bir varlık olarak görülmez.
Eski Türk devletlerinde kadınlar cemiyet hayatında olduğu gibi, siyasî hayatta da önemli roller üstlenmiştir. Hun Türklerinde kadın, erkeğin eksiklerini tamamlayan bir unsur olarak görülürdü. Türklerde devlet işleri de dahil olmak üzere, kadının dahil olmadığı iş yok gibiydi. Yabancı devlet elçileri hakanın huzuruna çıkarken eşleri de yanlarında bulunurdu. Hatta hakanların eşleri tek başlarına bile elçileri kabul etme hakkına sahiptiler. Kabul törenlerinde, ziyafetlerde, şölenlerde hatunlar hakanın solunda otururdu. Siyasî ve idarî meselelerde görüş beyan ederlerdi. Bunların ötesinde kadınlar harp meclislerine bile katılırdı.
İslâmiyet'in kadınlara bakışı sağlam temellere dayanmaktadır.
Yüce Allah biz insanları bir erkekle bir dişiden yaratmıştır. Bu, kadınla erkeğin birbirini tamamlamaları içindir.O isteseydi tek cinsten de ibaret olabilirdik. Fakat hikmeti icabı bizleri iki ayrı cins olarak yaratmayı tercih etmiştir. Bunda da şüphesiz ki sayısız hikmetler vardır. Allah’ın yaratış hikmetinden sual edilmez. Her şeye hikmet nazariyle bakmalı ve varlığın içinde saklı olan hikmeti görmeliyiz. Yüce Rabbimiz kadının yaratılışıyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Onda sükûn bulup durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır." (Rum Suresi 21. Ayet)
İslâmiyet'in kadınlara bakışı sağlam temellere dayanmaktadır. Bunu Kur'an ayetlerinde ve hadislerde açıkça görürüz. Bilindiği gibi İslâmiyet gelmeden evvel, Arap Yarımadasında kadınlar hor ve hakir görülüyordu. Gerçi geçmişteki Avrupa’ya baktığımızda orada da kadının ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü, hatta insan yerine konulmadığı, uğursuz sayıldığı bilinen bir gerçektir. Dünyada kadının onuru ayaklar altındayken İslâmiyet insanlığın üzerine bir güneş gibi doğarak kadının üzerindeki buzları eritmiştir. Bu yüce din sayesinde anamız, bacımız, eşimiz olan kadınlar gerçek kimliğine kavuşmuştur.
Günümüz Müslümanları arasında kadına değer vermeyen kişiler varsa, bu yüce dinimizin meselesi değildir. Bu, kişilerin şahsî tasarruflarının vahim bir sonucudur. Avrupa’daki ahlâksızlıkları Hıristiyanlığa bağlayamayacağımız gibi Türkiye’deki ve diğer İslâm ülkelerindeki menfî hareketleri de Müslümanlığa bağlayamayız. Aksine kişi Müslümanlığa ne kadar sarılırsa ahlâksızlıklardan, maddî ve manevî ziyandan o ölçüde uzak olur. Müslümanlık manevî temizliğin özüdür. Bu inancın gereğini yerine getirenler pak bir ruha sahiptir. Bunu içtimai hayatta görmek mümkündür.
Dinimiz emir ve yasaklar konusunda kadın erkek diye bir ayrıma gitmiyor. Malum olduğu üzere Kur’an’ın hitabı “Ey kadınlar, ey erkekler” şeklinde değil, “Ey iman edenler!” şeklindedir. Temel hak ve sorumluluklar hususunda da muhatap insandır. Bunun erkeği, dişisi diye bir ayrım söz konusu değildir. Allah katında üstünlük ancak takvadadır. Öyle kadınlar vardır ki Allah’a yakınlık ve kulluk bakımından erkeklerden fersah fersah ilerdedir.
İslâm, insanı bir bütün olarak muhatap alır. Kadın olsun, erkek olsun; kişi Kur’an ahlâkıyla ahlâklandıkça yücelir. Ondan uzaklaştıkça da zelil ve rezil olur. Şereflerin en büyüğü Müslüman olarak yaşamak ve iman üzere emaneti teslim etmektir. İmtihan sırrına vakıf olduğumuz sürece kâmil mümin vasfını kazanacağız; ondan koptukça sıradanlaşacağız.
Kadına karşı şiddet, en sık rastlanan insan hakları ihlâllerindendir.
Dünyada kadınların elinin değmediği yenilik yok gibidir. Gerçekten de dünyadaki her eserde kadının hüneri apaçık görülmektedir. Onlar erkeklerin yaptığı işlerin pek çoğunu yapmakla kalmamış, evin kadını, çocukların annesi olması rolüyle asıl ağır yükü omuzlamışlardır. Geleceğin nesli onların maharetli ve mübarek ellerinden geçmiştir.
Kadın her alanda erkeğinin yanında yer almıştır. Onun ağır yükünü paylaşarak hafifletmiştir. Analık ve eşlik vazifelerini şikâyete mahal vermeden büyük bir görev aşkıyla, zevkle ve hakkıyla yerine getirmiştir. Onlar kurdukları mutlu yuvaların temellerinin sağlam olması için her türlü fedakârlığı ve feragati göstermişlerdir. Bu yolda ezilmeyi bile göze almışlar, hatta ezilmişlerdir. Fakat hiçbir zaman zalimlerden ve ezenlerden olmamışlardır.
Erkeklerin adeta eli, ayağı ve dili olan kadınlarımız bunca fedakârlıklarına yeterince karşılık bulamamaktadırlar. Maalesef günümüzde kadınlarımız onca yararlılıklarına rağmen şiddete maruz kalmaktadırlar. Bu, çağdaş Türkiye’nin ağlayan yüzüdür. Bu çirkin suret bizi gelişmiş dünya devletlerine karşı küçük düşürüyor. Ülkemiz bu ilkelliği asla hak etmiyor.
Kadına karşı şiddet dünyanın genel sorunlarından biridir. Fakat geri kalmış ülkelerde diğerlerine nazaran daha yaygındır. Birleşmiş Milletler Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi kadınlara yönelik şiddeti; “ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma” (1. madde) şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanımın son yorumlamalarına “kadını ekonomik ihtiyaçlardan yoksun bırakmak” da dâhil edilmiştir.
Toplumların belkemiği olan kadınlarımızın kıymetleri yeterince bilinmiyor. Bazı ülke ve bölgelerde ayrımcılığa tabi tutuluyorlar. Acıları evvelâ kadınlar çekiyor. Ailenin yükünün en ağırını onlar taşıyor. Aileyi kadınlar ayakta tutuyor, dengeyi sağlıyor, çekip toparlıyor.
Kadına karşı şiddet, en sık rastlanan insan hakları ihlâllerindendir. Üstelik bu sadece Türkiye’nin meselesi de değildir. Gelişmişler de dâhil olmak üzere pek çok dünya ülkesinde hayatın yükünü sırtlarında taşıyan kadınlara şiddet uygulanmaktadır. Bu, insanlık dışı çirkin bir eylemdir, bizimle her şeyini paylaşan kadına vefasızlığın en vahimidir.
Millet olarak İslâm dinini hakkıyla ve lâyıkıyla anlasak ve yaşasak aile içi şiddet diye bir meselemiz olmaz. Çünkü gerçek Müslüman hiç kimseye zulmetmez; herkese adil davranır. İslâmiyet'in yegâne kutsal kitabı olan Kur'an-ı Kerim ve hadisler var oldukça bizim Batı'dan akıl ve kanun almamıza gerek yok. Onların kanunları bizim toplumumuzu ifsat eder.
Dünya Kadınlar Günü'nün başlangıcının yürek burkan hikâyesi
Kadının olmadığı bir hayat düşünülebilir mi? Kadınlar her zaman hayatın içindedir, öyle de olmalıdır. Çünkü hem nüfus olarak, hem de tesir olarak hayatın öbür yarısını teşkil ederler. Fakat nedense Mart ayı geldi mi, özellikle 8 Mart’ı içine alan hafta içerisinde, iletişim araçlarının çoğu, kadını sömüren yayınlar yaparlar. Feminizm adı altında kadınlarla erkekleri düşmanmış gibi gösterme yarışına girerler. Bundan bile fayda (rant) elde etmeye kalkışırlar.
Aslında kadınla erkek birbirini tamamlayan iki parçadır. Birinin yokluğu hayatı eksik kılar. 8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanması, uluslararası düzeyde kabul gören bir hâl alması 1970’lere rastlasa da, bu tarihe kaynaklık eden olay ve dünya kadınlarının ortak bir gün kutlama isteğinin gündeme gelişi 1800’lerin ortasını bulur. ABD’nin New York kentindeki Cotton tekstil fabrikasında çalışan işçi kadınlar, 1800’lü yılların ortalarından beri daha iyi çalışma şartları, emeklerinin karşılığında hak ettikleri ücret ve daha iyi yaşam için mücadele vermektedir. Ama bunca yıllık mücadeleye rağmen elde edebildikleri pek bir şey yoktur. En sonunda, 8 Mart 1908 günü, haklarını alabilmek için son çare olarak greve giderler. Ancak patronlar bu greve zalim bir şekilde müdahale ederler. Greve giden kadınlar fabrika binasına kilitlenirler. Patronlar bu yolla grevin başka fabrikalara sıçramasını engellemek isterler. Ancak beklenmedik bir şey olur ve fabrika yanmaya başlar. Ne yazık ki yangından fabrikada bulunan kadın işçilerden çok azı kaçarak kurtulmayı başarır Yanan fabrikadan kaçmayı ve fabrikanın çevresine kurulmuş olan barikatları aşmayı başaramayan 129 kadın işçi yanarak ölür. O günden beri 8 Mart, Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanıyor.
Nereden bakarsanız bakın, dünyanın en zor zanaatıdır kadın olmak…
Kadın, dünyamızın ışığıdır. O hem ışıtır hem de yürekleri ısıtır. Kadın hayatın her sahasında varlığını hissettirmektedir. Onlar erkeklerin gözbebeğidir; başlarımızın tacıdır. Fakat bu kutsal varlığı suistimal eden erkekler de az değildir. Bukalemun misali renkten renge girerek kadının şahsiyetini, istekleri doğrulduğunda yönlendirenler hep olagelmiştir. Art niyetli kişiler dünyadan silinmedikçe bundan sonra da kadınlar kötü emellere alet edilecektir.
Nereden bakarsanız bakın, dünyanın en zor zanaatıdır kadın olmak. İş kadını, ev kadını, anne ve eş olmak. Bunlar kolay mı sanıyorsunuz? Töre cinayetlerine kurban giden, dövülen, hakarete ve cinsel tacize uğrayan, yaşamın dışına itilmeye çalışılan kadınlar gördükleri kötü muameleye rağmen yine vazifelerinin başındadır. Alınları ak, başları diktir.
Ülkemizde her yıl, dünyada olduğu gibi 8 Mart’ta Dünya Kadınlar Günü kutlanıyor. Bazı kesimler bu anlamlı günü, kadınların gövde gösterisi hâline dönüştürmeye çalışıyor. 8 Mart’ı kadınların erkeklerle mücadele günü hâline dönüştürmek isteyenler her iki kesime de zarar verdiklerinin farkında mıdırlar? Erkeksiz bir kadın eksik olduğu gibi, kadınsız bir erkek de aynı ölçüde eksiktir. Gaye üzüm yemek değil de bağcıyı dövmekse bu, kimseye bir şey kazandırmadığı gibi, meselelerin çözümü hususunda topluma zaman kaybettirir.
Tarihimizde 93 Harbi olarak anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Erzurum’daki Aziziye Tabyası’nın savunulmasında kahramanca savaşan, mermileri sırtlayan Nene Hatun, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın avukat Süreyya Ağaoğlu, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın tiyatro sanatçısı Afife Jale, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın heykeltıraş Sabiha Bengütaş, Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kadın doktor Safiye Ali, dünyanın ilk bayan savaş pilotu Sabiha Gökçen, fırsat tanındığında kadınların neler yapabileceğini, nelere kadir olduklarını gösteren sembol isimlerdir. Bu şahsiyetler milletin gönlünde yaşamaktadır. ‘Feminizm’ adı altında kadın erkek düşmanlığını körükleyenlerin bu öncü kadınları örnek alarak kadın konusuna yapıcı bir tutumla yaklaşmaları herkesin yararınadır.
21. yüzyılda Türkiye’de hâlâ ‘kadının adı yok’ diyenler hatayı biraz da kendilerinde aramalıdır. Türkiye’de kendilerini yetiştiren, eğitim alan kadınlar her yerde erkeklerle boy ölçüşebiliyorlar. Kadınların üst kademelerde görev almasını engelleyen kanun mu var? Aksine ülkemizde bazı alanlarda kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık bile yapılıyor.
Günümüzde ülkemizdeki kadınlar pek çok kilit noktada görev yapıyor; işlerinde çok da başarılı oluyorlar. Fakat bu demek değildir ki kadın toplumda istenilen düzeyde temsil ediliyor. Bu konuda yine de ciddi meselelerimiz vardır. Bunları da elbirliğiyle, gürültü patırdı çıkarmadan halledebiliriz. Her işte olduğu gibi bu konuda da samimiyet esastır.
Filistinli kadının her günü acı ve keder içerisinde geçer.
Kadınlar sıkıntıların merkezinde bulunuyor. Hayatî tehlikeler ve savaşlar bakımından dünyanın en sıcak bölgelerinden biri olan Filistin’de ölümle yaşam arasında sıkışıp kalan kadınların yaşadıklarını duyunca insanın merhamet duyguları gözyaşlarına karışarak akıyor. İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında kadınlar kocalarının yanı başında kurtuluş mücadelesi veriyorlar. Bu kutsal davada eşlerini hiçbir zaman yalnız bırakmıyorlar. Bu kahraman kadınlar şahadet mertebesine erişmek için kendilerini silahların önüne atabiliyorlar.
Filistin’de erkek nüfus hızla azalıyor. İsrailliler, Müslüman erkeklerin kökünü kurutmak için planlı bir çaba içerisindeler. Filistinlilerin ailelerindeki erkeklerin çoğu ya şehit olmuş, ya da gazi… Bu ailelerde yük kadınların omzuna yüklenmiş durumdadır. Kocasını savaşta yitiren kadınlar, çocuklarını sahiplenip yaşama mücadelesi veriyorlar. Yemiyorlar; çocuklarına yediriyorlar, içmiyorlar onları içiriyorlar, giymiyorlar yavrularını giydiriyorlar. Evlâdına kol kanat germe duygusu yüksek olan analar, Filistin’de vatanları ve çocukları için yaşıyorlar. İşgalcilerin ölüm yağdırdığı bu topraklarda kadın olmak çok ama çok zor…
Filistinli kadınlar vatanları için ölmeyi ve hapse girmeyi göze alabilen sıra dışı insanlardır. Yaşadıkları zorlu hayat onları dirençli kılmıştır. Günümüzde İsrail zindanlarında kurtuluşu bekleyen mücadeleci Filistinli kadınlar vardır. Buradaki kadınlar açlığa ve susuzluğa mahkûm ediliyor. Bilerek zorlaştırılmış, gayri insanî şartlarda yaşamaya mecbur bırakılıyorlar. Zindanlarda hasta düşen kadınların tedavilerine müsaade edilmiyor. Bu kör olası hapishanelerde doğuran kadınlar bile var. Yeni doğan çocuklar anneleriyle beraber mahkûm hayatı yaşamaya zorlanıyorlar. Böylelikle Filistinli bebekler gözlerini hayata açar açmaz hapishaneyi tanıyorlar. Sorarım size: Ne günahı var bu kadınların, ne günahı var bu bebeklerin? Cevabını da vereyim isterseniz: Bu kadınların günahı; ülkelerinin işgaline direnmeleri, bebelerin günahı da haysiyetiyle yaşama mücadelesi veren, özgürlük isteyen annelerin çocukları olmaları… Gerçek bundan ibarettir, öbürler yalan yanlıştan ibaret… Saldırganlıkta sınır tanımayan, insaf fakiri siyonistlerden başka ne bekliyordunuz?
Filistinli kadının her günü acı ve keder içerisinde geçer. Çünkü ya eşini ya çocuğunu bu topraklar için şehit vermiştir. Eşi ya da çocuğu İsrail zindanlarında ömür çürütmektedir. Şanslı olanların çocukları ve eşleri sağ olsa da onlar da ya bir baskında ya da adi bir saldırıda şehit olmaya namzettir. Onun için Filistinli kadının geceleri gözüne uyku girmez. Hayat arkadaşını ve çocuğunu uyurken doya doya seyreder. Çünkü yarının neler getireceği, neler götüreceği hiç belli değildir. Bu topraklar acı gelecekleri bağrında uyutmaktadır.
Filistinli kadınlar teslimiyetin veya mücadelenin kaçınılmaz olduğu bir hayata doğuyorlar. Onlar onurlarını ve vatanlarını baş tacı ettikleri için teslimiyeti değil, mücadeleyi tercih ediyorlar. Bunun bedelini de çilelerle ödüyorlar. Filistinli kadınlar silahların gölgesinde yaşamaya mecburlar. Filistin’de kadınlar ateşten gömlek giyiyorlar üzerlerine. O gömlek onları yakıyor ama onu çıkarıp da atamıyorlar. Dünyanın sözde kadın teşkilatları Filistinli kadınların bu dramını görmüyorlar mı acaba? Yoksa Filistin’de yaşayan hemcinslerini kadından ve insandan saymıyorlar mı? Asıl mağdur, asıl ezilen Filistinli kadınlar olduğuna göre niçin bu eziyetleri, acıları, trajedileri görmezlikten geliyorlar? Avrupa’daki kadının korunmaya ihtiyacı yok. Asıl korunması gereken Filistinli kadınlar. Fakat korunmuyorlar işte.
ÖDÜLLE TAÇLANDIRILAN KİTAP: "KAR RENKLİ ÇOCUKLUĞUM"
M. NİHAT MALKOÇ
Oldum olası anı (hatıra) kitaplarını severim. Çünkü onlar kurgu değil hayatın ta kendisidir. Fakat istisnalar dışında hemen herkes anılarını yazmak için yaşlanmayı bekler. Bu hem siyasîler hem de edebiyatçılar için geçerli genel bir eğilimdir. Bunun temelinde anılarda geçen kişileri deşifre etme endişesi de yatar. Onun için de anılarını yazmak için yaşlanmayı bekler siyasîler ve edebiyatçılar. Çoğu kere de ömrü vefa etmez; yazmaya imkân bulamadan anılarla mezara gömülürler. Bu kültür ve edebiyat için çok büyük bir kayıptır.
Bugüne kadar binlerce öğrenci yetiştiren Termeli Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Ahmet Sezgin Hocam böyle düşünmedi ve anılarını yazmak ve yayımlamak için hemen eyleme geçti. Neticede çok kıymetli bir hatırat çıktı ortaya. Bu belki de anılarını yazmayı bekleyenlere de bir mesaj ve çağrı oldu. Bunların da ötesinde birçok kişiye örnek oldu.
Bugüne kadar yazdığı birbirinden kıymetli kitaplarla gönül dünyamızı aydınlatan eğitimci-yazar Ahmet Sezgin Hocam, son olarak "KAR RENKLİ ÇOCUKLUĞUM" adıyla çok güzel bir anı kitabı kaleme aldı. Çocukluk anılarını zamanın hoyrat elinden kurtardı.
Eğitimci-yazar Ahmet Sezgin'in "Kar Renkli Çocukluğum" anı kitabı iki bölümden meydana geliyor. Bu bölümler "Kar Renkli Çocukluğum(1966-1977)", Terme ve Ortaokul Yıllarım (1977-1980) diye adlandırılıyor. Bu da gösteriyor ki Ahmet Sezgin Hocam söz konusu bu kıymetli kitabında ömrünün ilk 14 yılını (1966-1980) anlatmış. Anlaşılan o ki 1980 sonrasını (ki bu bugün itibariyle 44 yıla tekabül ediyor.) müstakbel bir kitaba bırakmış.
Güçlü bir hafızası olduğu kadar güçlü de bir kalemi olan Ahmet Sezgin, kitapla aynı adı taşıyan "Kar Renkli Çocukluğum (1966-1977)" bölümünde şu ara başlıklara yer vermiş: "Sülâlemiz ve Sevgili Ailemiz, Huzurlu Mahalle Hayatımız, İlginç Bir Kaçırılma Olayı, Miliç'teki Hoca Mektebimiz, Okuma Aşkım ve Naile Öğretmenimiz, Canım Babama Derin Hasret, Fedakâr ve Sevgili Babam, Gül Yürekli Annem ve Güllerimiz, İlkokulum ve Mazhar Öğretmenimiz, Kar Renkli Çocukluğumun Oyunları, Çocukluğumuzun Doğal Oyuncakları, Çocukluğumuzun Sevimli Hayvanları, , Sevimli Kedimiz ve Köpeğimiz, Silah Merakımızın Bize Yaşattıkları, Okulumuzdaki Kutlama Sevinçleri, Takım Tutma ve Futbol Sevgimiz, Heyecanlı Yüzme Hatıralarımız, Arımdere Irmağında Balık Tutmamız, Efsane Muhammed Ali ve Biz, Meyve ve Sebze Toplayıp Yeme Zevki, "Bir Sene Ütü Garantili Kumaş", "Eyvah Okula Geç Kaldım Ya Anne!", Kar Renkli Çocukluğum, Dayak Acısı mı Gönül Yarası mı?, "Camdan İki Büyük Göz Bakıyor", Helâl-Haram Hassasiyetimiz, Sarıyazı'da Hayvanlarımızın Peşinde, Duru Çocukluğumun Su Kuyusu, Gül Çocukluğumuzun Ramazanı, Köyümüzdeki Çalışma Hayatımız, Bereketli Fındığın Çilesi ve Sabrımız, Şen Çocukluğumun Samsun Fuarı, Yüreklerimizi Yakan Vefat Haberi, Çocuklukta Bir Yangın Tehlikesi, Çıktım Erik Dalına, Saf Çocukluğumuzun Bayramları, Çocukluğumun Yanık Türküleri, Kahramanımız Cüneyt Arkın, İmam-Hatip Ortaokuluna Gidişim, Köy ve Çocukluğumuzdan Ayrılış"
Aziz dost Ahmet Sezgin'in 192 sayfadan meydana gelen "Kar Renkli Çocukluğum" adlı anı kitabının "Terme ve Ortaokul Yıllarım (1977-1980)" adını taşıyan son bölümünde ise şu alt başlıklara rastlıyoruz: "Eski Terme'deki Hayatımız, Bir Düğün ve Yol Maceramız, İmam-Hatip Ortaokulumuz, Sevgili Havagül Bebeğe Bakmak, Ortaokul Yıllarındaki Oyunlarımız, Televizyonla Sinema Arasında, Bizim Çocukluğumuzdaki Terme, Yağ Kuyruğu ve Kuyruk Acılarımız, Gül Çocukluğumuza mı Darbe?, Çocukluk Fotoğrafları"
"Kar Renkli Çocukluğum" adlı hatıra kitabının arka kapağında bu kıymetli anı kitabına dair şu önemli tanıtıcı ifadelere yer veriliyor: "Dostoyevski: 'Bir insanın ilk çocukluk yıllarından itibaren baba evinde sahip olduğu anılardan daha değerli hiçbir şey yoktur.' diyor "Karamazov Kardeşler" isimli romanında. Eğitimci- Şair-Yazar Ahmet Sezgin de "Kar Renkli Çocukluğum" isimli anı kitabında "ömrümün cenneti" dediği çocukluk hatıralarını çok samimi, akıcı, duru, etkileyici ve edebî bir üslûpla kaleme alarak bizleri iyilik, güzellik, edep, sevgi, merak, zevk, sevinç, huzur, tebessüm, hüzün, çile, özlem, sabır, umut, tabiat, hayal ve şiir dolu heyecanlı ve anlamlı bir yolculuğa çıkarıyor.
Ahmet Sezgin, "Kar Renkli Çocukluğum" hatıratıyla 1970'li yıllarda ağırlıklı olarak Samsun / Terme'nin bir köyünde geçirdiği saf çocukluk yıllarını anlatarak hayatına ve yüreğine dokunan ailesiyle sevdiklerine, hayvanlarına, evine ve mahallesine karşı vefa borcunu ödemek istiyor öncelikle. Yazar; bu anı kitabıyla 45-50 yıl önceki Terme ile Türkiye'nin sosyo-ekonomik, kültürel durumunu; "masum Anadolu'nun saf çocukları"nın hak, hakikat, ilim ve irfan yolunda ibretlik çile, inanç, azim, sabır ve başarı hikâyesini; bir şair-yazarın yetişmesine de kaynaklık eden zengin halk kültürüyle anonim halk edebiyatımızı eğitimci-yazar bakışı ve çocuk duyarlılığıyla yansıtmaktadır ayrıca.
Ahmet Sezgin'in 14 yıllık çocukluk dönemini (özellikle de ilkokul ve ortaokul yıllarını) "içindeki çocuğu" yaşatarak anlattığı "Kar Renkli Çocukluğum" isimli anı kitabını 7'den 77'ye her yaştaki okurun zevkle okuyacağına, gül kokulu hatıralarda çocukluğundan bir şeyler bulup yüreğine dokunacağına inanıyoruz. Kitabın çocuk edebiyatı özelinde halk kültürüyle edebiyatına da katkı sunacağını umuyoruz."
"Kar Renkli Çocukluğum" kitabında Ahmet Sezgin Bey'e dair birçok ilginç anekdota rastlıyoruz. Bu bağlamda kitaptan Ahmet Sezgin Hoca'nın çocukken kaçırıldığını, tanıdıklarla karşılaşılınca da bırakıldığını öğreniyoruz. Yine kitapta 12 Eylül askerî darbesinin toplum üzerindeki olumsuz yansımalarını görüyoruz. Ahmet Hoca gördüğü ve bizzat yaşadığı yağ kuyruklarından hüzünle bahsediyor. Çünkü o kuyruklardan birinde yağ alamadan evine dönmüştür. Bu durum onun ruhunda ve çocuk yüreğinde travmalar oluşturmuştur.
Termeli olan yazar Sezgin, çocukluğundaki Terme'yi ayrıntılı olarak anılarında gözler önüne seriyor. Babası Hollanda'da işçi olan Ahmet Sezgin Bey'in evlerinde siyah-beyazlı dönemi yansıtan tek kanallı bir de televizyonları vardır. İmam-Hatip Ortaokulunda okuyan yazarımız, kitapta ortaokul yıllarındaki oyunlara ve okul anılarına değinerek nostaljik duygular yaşıyor ve de yaşatıyor. Onun çocukluk yıllarında Cüneyt Arkın'ı rol model aldığını ve çok sevdiğini yine bu kitaptan öğreniyoruz. Türkülere olan sevgisini, eski bayramları, eskiden geçirdiği yangın tehlikesini, Samsun Fuarını, hemen her Karadenizlide var olan silah merakını, sevimli kedi ve köpeklerini, fındık toplama eğlencelerini, çocukluğunun ramazanlarını, helâl haram hassasiyetlerini, Arımdere Irmağı'nda balık tutma ve yüzme maceralarını, futbola olan ilgisini ve onun tezahürü olan Fenerbahçe sevgisini, çocukluğunun oyunlarını ve doğal oyuncaklarını, annesini ve gurbette yaşamak zorunda kalan babasını ne kadar çok sevdiğini ve ona ne kadar hasret duyduğunu bu kitabın satır aralarından öğreniyoruz. Bu hatıralar bizleri de çocukluğumuza götürüyor ve bize o günleri yaşatıyor.
Eğitimci-yazar Ahmet Sezgin'in "Kar Renkli Çocukluğum" anı kitabında sadece kendisinin hayatına değil yaşadığı zamana da ışık tutuyor. Bu durum söz konusu kitabı bir aile ve bir şahıs kitabı olmaktan çıkarıp bir dönem kitabı şekline dönüştürüyor.
Türkiye'nin köklü yazar kuruluşlarından biri ve bence en donanımlısı olan Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) her sene yılın edebiyatçılarını ve kültür adamlarını yazmaya teşvik etmek ve vefa duygusunu yaşatmak amacıyla yılın en önemli kültür, sanat ve edebiyat eserlerini seçer, sahiplerini de bu şekilde onurlandırır. Her sene sonunda olduğu gibi bu sene de Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) "2024 Yılı Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödülleri"ni kazanan isim ve eserleri açıkladı. 2024 yılında "Hatıra(t)" dalında eğitimci-yazar Ahmet Sezgin'in "KAR RENKLİ ÇOCUKLUĞUM" adlı anı (hatıra) kitabı ödüle lâyık görüldü. Çok da isabetli oldu bence. Zira büyük bir keyifle ve heyecanla okuduğum bu hatıra kitabı, bu ödülü fazlasıyla hak etti ve okuyucusuyla buluştuktan çok kısa bir süre sonra hak ettiği ödülünü aldı. Yani başka bir deyişle hak yerini buldu. Eğitimci-yazar Ahmet Sezgin Hocamı bu gayretinden ve bu gayretin semeresi olan "Hatıra" dalında yılın yazarı ödülüne layık görülmesinden dolayı yürekten kutluyorum. Rabbim kalemini ve kelâmını daim ve kaim eylesin. Hayırlı uğurlu olsun. Bu arada kendisinden hatıratının devamını merakla bekliyoruz.
ŞAM'DAN GÖYNÜK'E AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİ
M. NİHAT MALKOÇ
XV. yüzyılda yaşayan Akşemseddin, ülkelerin ve gönüllerin fâtihidir.
Dün olduğu gibi bugün de dünyanın en muhteşem şehirlerinden biri olan İstanbul deyince hepimizin aklına, bu şehri Bizans'tan kurtararak İslâm toprağı yapan II. Mehmed, nam-ı diğer Fatih gelir. Fakat her nedense II. Mehmed'i "Fatih" yapan "Akşemseddin" pek de bilinmez. Daha doğrusu birçok mühim kişi tarafından fethedilmeye kalkışılan bu güzide şehrin fatihinin nasıl bir eğitimden ve terbiyeden geçirildiğini nedense çok da merak etmeyiz.
İstanbul'un maddeden fâtihi II. Mehmed olsa da, bu şehrin manevî fâtihi Sultan II. Mehmed'in kıymetli hocası Akşemseddin Hazretleri'dir. Çünkü o, İstanbul'u fetheden başkomutanın ruhunun hamurunu gönül teknesinde abdestle, ihlâsla ve imanla yoğurmuştur. O, fetih ruhunu ve düşüncesini, çağ açıp çağ kapayan II. Mehmed'in gönlüne yerleştirmiştir. Bunun ötesinde fetihle ilgili olarak onu cesaretlendirmiştir. Bu nedenledir ki Fatih Sultan Mehmed'in manevî komutanı olan Akşemseddin, İstanbul'un fethinde çok önemli bir rol oynamıştır. Onun Anadolu'nun İslâmlaşmasındaki rolü de fevkalâde büyüktür.
Akşemseddin deyip de geçmemek lâzım. Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza olan Akşemseddin hem mutasavvıftı hem büyük bir âlimdi hem tabipti hem de şairdi. Akşemseddin, büyük İslâm âlimi Sühreverdî’nin torunlarındandır. Nesebi Hz. Ebû Bekir’e kadar uzanır. Onun asıl adı Muhammed, lakabı ise Şemseddin’dir. "Akşemseddin" olarak meşhur olmuştur. Bir diğer lakabı da Akşeyh’tir. Zira o bembeyaz elbiseler giymekten hoşlandığı için, hocası Hacı Bayram Veli onu bu sıfatla nitelendirmişti, onun için de çevresinde "Akşeyh" olarak tanınmış, geniş kitlelerce böyle bilinir olmuştu.
Akşemseddin Hazretleri, 792 (1390) yılında Şam'da doğmuştu. Babası Şeyh Hamza'nın soyu ta Hz. Ebu Bekir'e kadar uzanmaktadır. Babasının Şeyh Şehabeddin Sühreverdî'nin torunlarından biri olduğu söylenir. Rivayetlere göre yedi yaşlarında babasıyla birlikte Anadolu'ya, o zamanlar Amasya'ya bağlı olan Kavak'a gelmişlerdir.
Son yıllarını Göynük’te geçiren gönüller sultanı Akşemseddin'in yedi oğlu ve beş kızı dünyaya gelmiş, bunlardan Fazlullah babasının postuna oturarak tarikatı devam ettirmiştir.
Etrafına ışık saçan Akşemseddin Hazretleri, İstanbul'umuza manevî mührünü vuran bir abide şahsiyettir. Fetihten sonra Ayasofya'da kılınan cuma namazında ilk hutbeyi o okumuştur. Uzun yıllar Osmanlı Medreselerinde çalışarak yüzlerce talebe yetiştirmiştir.
Halk arasında "Akşeyh" olarak meşhur olan Akşemseddin Hazretleri, ilk öğrenimini ilim ehlinden biri olan babasından almıştır. Öte yandan çocuk yaşta Kur'an-ı Kerim'i ezberleyerek hafız olmuştur. İyi bir dinî eğitim gördükten sonra da Osmancık Medresesi'nde müderris(bugünkü anlamda profesör) olarak görevlendirilmiştir. O, dinî eğitimle yetinmemiş, aynı zamanda iyi de bir tıp tahsili görmüştür. Araştırmaya ve öğrenmeye daima ilgi duymuştur. Akşemseddin dinî ve tasavvufî yönüyle tanınsa da mikrobu Pasteur’den dört yüzyıl yıl evvel bulmuştur. Bu konuda en önemli eseri Maddet’ül Hayat’tır.
15. yüzyılda yaşayan Akşemseddin, ülkelerin ve gönüllerin fâtihidir. Akşemseddin'in en büyük eseri İstanbul'u fethederek bu şehri İsyanbol'dan İslâmbol'a dönüştüren Fatih Sultan Mehmed'dir. Bunun yanında onun göz nuru sayılan ilmî eserleri arasında şunları da sayabiliriz: "Risalet-ün-Nuriyye, Def’ü Metain, Risale-i Zikrullah, Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli, Malumat-ı Evliya, Maddet-ül-Hayat, Nasihatname-i Akşemseddin"
Hayata gönül gözüyle bakan Akşemseddin'in, talebesi Fatih Sultan Mehmet'e mektubu
Hayata gönül gözüyle bakan Akşemseddin Hazretleri, Fatih'in hocası olmasaydı belki de İstanbul'un fethi gerçekleşmeyecekti. Bilge bir insan olan Akşemseddin'in, talebesi Fatih Sultan Mehmet'e yazmış olduğu mektubu, bugün de okunması ve ibret alınması gereken tarihî bir vesikadır. Zira o sıkıntılı zamanlarda Fatih'in yanındakilerden bazıları, o zamanki adıyla Konstantinopolis'in fethinin zamanlamasının doğru olmadığını, bunun büyük hezimetlere yol açacağını, kuşatmanın derhal kaldırılması gerektiğini yüksek sesle dile getiriyorlar ve genç Mehmed'in aklını çelmeye çalışıyorlardı. Akşemseddin bu çetin zamanlarda talebesine gönderdiği bir mektupta II. Mehmed'e hitaben şöyle söylüyordu:
"Şimdi yumuşaklık ve merhamet gerekmez. Bu hususta kusuru görülenler, fethe muhalif olanlar tespit edilip, bunlar görevden azil dâhil, gereken en şiddetli ceza ile cezalandırılmalıdır. Eğer bunlar yapılmazsa kaleye yeni bir hücuma kalkışıldığında, hendeklerin doldurulmasına karar verildiğinde gevşeklik gösterilecektir. Bilirsiniz, bunlar yasaktan (zordan) anlayan Müslüman'dır. Allah için canını, başını ortaya koyan azdır. Meğer bir ganimet göreler, canlarını dünya için ateşe atarlar.
Şimdi sizin yapmanız gereken bütün gücünüzle, fiilen, emirle, hükümlerinizle, sözünüzle işe sarılmanız, gayret göstermenizdir. Bu tür görevler, gerektiğinde merhameti ve yumuşaklığı az, şiddet kullanabilecek, zora başvurabilecek kimselere verilmelidir. Bu, hem geçmişteki uygulamalara, hem de dine uygundur. Allah şöyle buyuruyor: "Ey şanlı Peygamber! Kâfirlerle, münafıklarla sonuna kadar savaş ve onlara karşı sert ol, yumuşak davranma. Onların varacakları yer cehennemdir ki, orası varılacak ne kötü yerdir"
Ankara'nın manevî güneşi Hacı Bayram Veli'nin sadık mürididir Akşemseddin
Akşemseddin Hazretleri, Hak ve hakikat yolunda yalpalamadan dosdoğru yürüyebilmek için bir rehbere ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Onun içindir ki kâmil bir mürşit arayışı içerisindeydi. Bu yüzden o zamanlar Halep'te büyük bir şöhreti olan Zeynüddin-i Hâfi'ye intisap etmek üzere Halep'e gitmiştir. Fakat gördüğü bir rüya üzerine geri dönmüş ve Ankara'ya gelerek zamanın büyük mürşidi Hacı Bayram-ı Veli'ye intisap etmiştir. Ankara'daki manevî eğitimini ve nefis terbiyesini tamamlayan Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Velî'nin halifesi mertebesine kadar yükselmiştir. Bir süre Beypazarı ve İskilip'te bulunan Akşemseddin, daha sonra bugünkü Göynük ilçesine yerleşerek irşat ve tedris faaliyetlerine burada devam etmiştir. Milâdî 1429'da şeyhi ve piri Hacı Bayram'ın vefatından sonra halife olarak irşat postuna oturmuş ve tarikatın Bayramiye kolunu sürdürmüştür.
Aynı zamanda çok kıymetli bir Divan şairidir Akşemseddin Hazretleri
Divan şiiri Osmanlı Devleti zamanında padişahlardan vezirlere, paşalardan münevverlere kadar hemen herkesin ilgi duyduğu bir sanat dalıydı. Osmanlı padişahlarının da şiir yazdıkları, o dönemler hakkında bilgisi olanların malumudur. Fatih Sultan Mehmed'in "Avnî" mahlasıyla bir divan teşkil edecek kadar şiir yazdığı bilinen bir gerçektir. İşte öyle de Fatih'in hocası Akşemseddin Hazretleri de şiire gönül veren Hak ve hakikat dostlarından biridir. Akşemseddin, tasavvuf yoluna girdikten sonra şiire ilgi duymuş, dinî ve tasavvufî muhtevalı şiirler yazmıştır. Tasavvuf içerikli şiirlerinde Şems, Şemsî ve Şemseddin mahlaslarını kullanmıştır. Onun dinî ve tasavvufî şiirleri geniş kitleler tarafından bilinmese de okunmaya ve üzerinde düşünülmeye değerdir. Akşemseddin'e ait 38 şiir Prof. Dr. Kemal Eraslan tarafından mecmualardan bulunup çıkarılarak ilgililerin dikkatine sunulmuştur.
Kâinata gönül nazarıyla bakan Akşemseddin, dünyaya geliş gayesini bilen ve bu minvalde şuurla yaşayan mütekâmil bir insandı. O, mürşidi Hacı Bayram-ı Veli'yi çok sever ve ona derin bir saygı ve muhabbet duyardı. Hocasına hitaben yazdığı şu anlamlı şiir, vefanın kıymetini bilenler için okunmaya değerdir: "Âşık oldum sana candan/Pirim Hacı Bayram Velî/Farıg oldum bu cihandan/Pîrim Hacı Bayram Velî//Irak mıdır yollarımız/Taze midir güllerimiz/Hub söyler bülbüllerimiz/Pirim Hacı Bayram Veli//Al yeşil zeyn olmuş üstü/Server Muhammed’in nesli/Yaratan Allah’ın dostu/Pirim Hacı Bayram Velî//Akşemseddin der varılır/Azim tevhidler sürülür/Yılda bir çağı bulunur/Pirim Hacı Bayram Veli//Sensin Allah’ın Velîsi/ İki Cihanın dolusu/Evliyaların ulusu/Pirim Hacı Bayram Velî"
Eyüp Sultan Hazretleri'nin kabrinin manevî kâşifi Akşemseddin'dir.
Dünyevî ilimlerle uhrevî ilimleri birleştiren Akşemseddin Hazretleri, Osmanlı’nın yükselme döneminde yaşamış, İstanbul’un manevî fâtihi unvanını kazanmış ve Peygamber Efendimizin müjdesine nail olmuş bir Allah dostudur. Akşemseddin Hazretleri, Peygamber Efendimizi yedi ay boyunca misafir eden Eyüp Sultan Hazretleri'nin kabrini keşfeden büyük bir Allah dostudur. Eğer o bu büyük Allah dostu Eyüp Sultan'ın mezarını tespit etmeseydi bugünkü Eyüp semti bu adla anılmayacaktı. En önemlisi de İstanbul büyük bir değerinin farkında olmadan yaşayacaktı. Bu bile İstanbul'a büyük bir manevî hizmettir.
Akşemseddin'in Göynük'teki türbesi, talebesi Sultan Fatih tarafından yaptırılmıştır.
Akşemseddin Hazretleri, talebesi Fatih Sultan Mehmed'in çağrısıyla, çağ açıp çağ kapayan İstanbul'un fethine bizzat katılmıştı. Askerlerin ve Fatih'in moralinin diri tutulmasında çok faydaları olmuştur. Fetihten sonra Göynük'e dönen Akşemseddin Hazretleri, Hicrî 863(Milâdî 1459) yılında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Kabri Göynük'tedir.
Fatih Sultan Mehmed in hocası Akşemseddin Hazretlerinin Türbesi Fatih Sultan Mehmed tarafından 1464 yılında Bolu'nun Göynük ilçesinde yaptırılmıştır. II. Mehmed'in hocası Akşemseddin Hazretleri'nin Türbesi'yle ilgili olarak TDV İslâm Ansiklopedisi'nde şu bilgiler verilir: "İstanbul'un manevî fatihi kabul edilen ve Fatih Sultan Mehmed'in hocası olan Akşemseddin'in türbesi Süleyman Paşa Camii yanındadır. Kapı kemeri aynasındaki Arapça kitabesine göre 792'de (1390) dünyaya gelip 863 Rebiülâhir sonlarında (Şubat 1459) vefat eden Şeyh Akşemseddin için 868(1463-64) yılında yaptırılmıştır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin matbu nüshasındaki bir notta türbenin harap olması üzerine hazine-i hassadan masrafı karşılanarak yeni ve güzel bir türbe yapıldığı belirtilmiştir. 1952 yılından itibaren türbenin dış mimarisi tamir görmüş, bu sırada içindeki sandukaların yerleri değiştirildiği gibi, bir tanesi de anlaşılmayan bir sebepten kaldırılarak yok edilmiştir.
Akşemseddin Türbesi, çapı 4.80 m. kadar olan bir altıgen biçimindedir ve kesme taştan yapılmıştır. Üstünü kurşun kaplı bir kubbe örter. Her cephesinde altlı üstlü ikişer pencere vardır. Kapı çerçevesi basit, sade ve Osmanlı devri Türk türbe mimarisinin klasik çağının mütevazı bir örneğidir. Son tamirde sandukaların yanlara yerleştirilmesi gibi yanlış bir işin niçin yapıldığının izahı mümkün değildir. Türbede Akşemseddin'den başka iki oğlu da yatmaktadır. Evliya Çelebi, Akşemseddin'in pek çok sayıdaki oğul ve torunlarının adlarını vererek bunların çoğunun onun yanında yattıklarını bildirir. Şeyhin sandukası Anadolu'da Selçuklu devrinde çok görülen ceviz ağacından işlenmiş sandukaların bir benzeridir. İki yan cephesinde kabartma harflerle bir hikmet ile bir hadis-i şerif yazılmıştır. Baş taraftaki aynasında rûmîlerle bezenmiş yine bir hadis-i şerif, diğer aynada ise bir hakim sözü görülür. Akşemseddin'in sandukası. Osmanlı devrinde yapılan ağaç sandukaların sonuncusu olarak özel bir değere sahiptir."( TDV İslâm Ansiklopedisi Akşemseddin Türbesi-Semavi Eyice)
Akşemseddin Hazretleri'nin hayat tecrübelerinin yansıması olan kıymetli sözler
Ömrü ilim, irfan ve güzellikler peşinde koşmakla geçen Akşemseddin Hazretleri'nin birbirinden güzel, özlü söz ve nasihatleri mevcuttur. Bu sözler onun hayat tecrübelerinin birer yansıması hükmündedir. Bunlara örnek olarak şu güzel ve anlamlı sözleri verebiliriz: “Her işe besmele ile başla. Temiz ol, daim iyiliği adet edin. Tembel olma, namaza önem ver. Nimete şükret, belâya sabret. Dünyanın mutluluğuna mağrur olma. Kimseye kızma, etme cefa. Kimsenin nimetine haset etme. Kimseyi kötüleyip kaht etme (atıp tutma). Senden üstün olan kimsenin önünden yürüme. Çok uyumak kazancın azalmasına sebep olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti Kur’an-ı Kerim oku. Daima Allahü Tealaya hamd et. Hem Cehennem azabından endişeli ol, kork. Gücün yeterse haset kapısını kapat, hasedi terk et. Kendini başkalarına methetme. Namahreme bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırıp, viran eyleme. Edepli, mütevazı ve cömert ol."
BULGARİSTAN'IN AYDOS ŞEHRİNDEN 0SMANLI'NIN İLK PAYİTAHTI BURSA’YA : İSMAİL HAKKI BURSEVÎ
M. NİHAT MALKOÇ
İsmail Hakkı Bursevî, iyi bir Müslüman olma gayreti içerisinde olmuştur.
Tasavvuf göğünün yıldızlarından biri olan İsmail Hakkı Bursevî, Ekim 1653'te (Zilkade 1063) bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan Aydos’ta doğmuştur. Uzun süre Bursa’da yaşadığı ve burada vefat ettiği için “Burûsevî” (Bursevî), bir müddet Üsküdar’da ikamet ettiği için “Üsküdârî”, Celvetiyye tarikatına mensup olduğu için de “Celvetî” isimlerini de kullanmıştır. Fakat o, "Bursevî" adıyla bilinir ve tanınır olmuştur.
İsmail Hakkı Bursevî'nin, İstanbul'da tasavvufî çevrelerle yakın ilişkisi olan babası Mustafa Efendi, İstanbul’un Aksaray semtinde doğup büyümüş, evi yandığı için bugün Bulgaristan toprakları içinde kalan Aydos'a yerleşmiştir. Annesi Kerime Hanım ise evlâdı İsmail Hakkı henüz yedi yaşındayken hayatını kaybetmiştir. Bu yüzen de büyükannesinin yanına yerleşmek mecburiyetinde kalmıştır. Bursevî, "Kitâbü’s-Silsileti’l-Celvetiyye" ve "Tamâmü’l-Feyz fî Bâbi’r-Ricâl" isimli eserleri başta olmak üzere, diğer bazı eserlerinde kendisi ile ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir. Bu eserler onun hayatına ışık tutmaktadır.
İsmail Hakkı Bursevî, küçük yaşta babası ile birlikte Osman Fazlı Efendi’nin sohbet ve zikirlerine katılmış ve yedi yaşında iken tahsile başlamıştır. Hoca Şeyh Abdülbâki ile birlikte Edirne’ye giderek ondan din ve fen bilgileri dersi almıştır. Buradan icazetnamesini aldıktan sonra İstanbul’a gelerek Atpazarı’ndaki hocası Şeyh Osman Efendi’nin dergâhına yerleşmiştir. Kısa zamanda manevî olgunluğa erişmiştir. İrşad için Bursa’ya, bir müddet sonra da Üsküp’e gönderilmiştir. Orada bir zaviye yaptırmış ve irşada başlamıştır.
On yıl boyunca Üsküp’te kalan İsmâil Efendi, hocasının manevî işaretiyle 1685 tarihinde Bursa’ya geri dönmüştür. Hocasının Magosa’ya gittiğini duyunca o da Magosa’ya gitmiştir. İsmâil Hakkı Efendi hocasının vefatından sonra Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul güzergâhı ile Bursa’ya gelmiştir. Sultan II. Mustafa’nın daveti üzerine Edirne’ye gitmiştir. Daha sonra tekrar Bursa’ya geri dönerek orada dergâh, mescit ve çilehane odalarından oluşan bir külliye yaptırarak, bu yerin adını "Câmi-i Muhammedî" koymuştur.
Çok küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm okumayı öğrenen İsmail Hakkı Bursevî, iyi bir Müslüman olma gayreti içerisinde olmuştur. İki defa kutsal topraklara giderek hac ibadetini yerine getirmiştir. O, İbn-i Arabî’ye olan sevgisiyle ve muhabbetiyle bilinirdi. Onun içindir ki İbn-i Arabî’nin kabrinin bulunduğu Şam'a giderek üç sene boyunca burada yaşamıştır.
Bir gönül sultanı olan İsmail Hakkı Bursevî, ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirmiştir. İsmail Hakkı Bursevî'nin ders aldığı hocalar arasında Atpazarî Osman Fazlî İlâhî, Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Abdülbakî Efendi, Şeyh Muhammed b. El-Kurra ve Hafız Osman gibi isimleri sayabiliriz. Onun manevi şahsiyetinin gelişmesinde Muhyiddin İbn Arabî, Sadreddin Konevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Celvetiyye tarîkatinin büyüklerinden Mehmed Muhyiddin Üftade ve Aziz Mahmud Hüdayî önemli bir yer tutar.
Söz ustası, mütefekkir ve mutasavvıf İsmail Hakkı Bursevî'nin şairliği
Asıl adı "İsmail" olan İsmail Hakkı Bursevî, şiirlerinde "Hakkî" mahlasını kullanmıştır. Bu isim zamanla onun adının bir parçası olmuştur. İsmail Hakkı, özellikle Balkanlarda vazifeliyken yazdığı eserlerinde “en-Nâsıh” unvanını kullanmıştır.
Çok sayıda şiir kaleme alan İsmail Hakkı Bursevî, şiirin muhtevasının kötü olmadıktan sonra şiirin sakıncalı olmayacağını savunmuştur. Kendisi de bu minvalde şiirler yazmaya gayret etmiştir. Ayetlerden ve hadislerden süzdüğü mesajları şiir diliyle geniş kitlelere ulaştırmıştır. Yazdığı şiirlerde sade bir dil kullanmaya (anlaşılır olmaya) çalışmıştır.
İsmail Hakkı Bursevî, bir şair olmaktan ziyade, büyük bir mutasavvıftır. O, eserlerinde daha çok tasavvufun esas temel unsuru olan vahdet-i vücûd meselesini sade bir şekilde açıklayan bir din âlimi ve arif kişidir. Bu nedenle onun eserlerinin ekserisi şerh mahiyetinde olmakla birlikte, bilhassa bu yorumlarının çoğu tasavvufî konuları en kolay bir şekilde halletmesi bakımından diğer mutasavvıflar arasında ayrı bir yere sahiptir. O, manzumelerinde edebî sanat ve hüner göstermekten çok, tasavvufî anlayışları dile getirme amacı gütmüştür.
Çok sayıda manzumesi olan Bursevî, mürettep bir divan sahibidir. Kaleme aldığı manzumelerinin 10 binden fazla olduğunu bizzat kendisi haber vermektedir.Onun şiirleri Allah'ın birliğine ve övgüsüne yöneliktir. O yüzden de bu şiirler okuyucularına huzur ve sükûn verir. Şiirleri düzyazılarından daha sade ve anlaşılırdır. Şiirlerinde ayet ve hadislerdeki hükümlere yer verilmektedir. Atasözleri ve kıssalar da onun şiirini daha etkili kılmaktadır. Yine o, şiirlerinde tasavvufî terbiyeden ve tarikatların işlevinden bahseder. Mürşid-i kâmil, mürîd-i sâdık, sûfî, tevhid, zikrullah, Allah’ın isim ve sıfatları, Hz. Muhammed ve diğer bazı peygamberlerin özellikleri, zühd ve irfan gibi konular üzerinde durur.
İsmail Hakkı Bursevî 'nin şiire dair en önemli eseri olan "Divan"ı 1687'den bu yana yazdığı şiirlerden meydana gelmektedir. Toplam beyit sayısı 3153 olan bu nüshadaki şiir mevcudu 360 gazel, on bir tanesi hece vezniyle altmış altı ilâhi, elli dört rubâî, elli müfred, bir mesnevi, bir tahmîs, iki terkibibend, bir terciibend ve değişik şekilli on dokuz manzumeden oluşmaktadır. Bir diğer şiir kitabı olan Mi‘râciyye (1709) Bursa’da yazılan 477 beyitlik manzumeden meydana gelmektedir. Bir diğer eseri ise "Manzûmât" adını taşımaktadır. Bu eserde şairin 1705 yılında kaleme aldığı 150’yi aşkın manzumesini kendi el yazısı ile kaydettiğini görüyoruz. Yine onun şiir sahasında "Ferâhu’r-rûh", " Rûhu’l-Mesnevî", " Kitâbü’l-Envâr", " Şerḥ-i Naẓmü’s-sülûk", "
Kayıt Tarihi : 29.6.2023 13:52:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!