Yeni 'Görücüye Çıkanlar'a...

Yeni 'Görücüye Çıkanlar'a...

Bir selam sürersin namluya;
gönderirsin dağcılara.
Yeni “Görücüye Çıkanlar”a
evirip çevirirsin söyleyeceklerini taraklı yatakta;
tavana dikerek gözlerini:
Dağlar
dizmeyi
düşünürsün
karamuk
dallarına.

Ama gölgelerin kavşağında;
duyguların bir yana,
aklın bir yana çeker boyunduruğu!
Unutmadın hiç;
hep yağmur türkülerinde
yiyecek arar tasmasız kuğu!

Suskun yürekte yoksa soluk,
hekime değil yaranı
dağlara götür;
kavalıyla derman çalsın sana Moruk!

“Görücüye Çıkanlar” senden bekler;
karamuk dallarına dizdiğin dağ soluklarını…
Sen dağsın çünkü
dağ sensin,
Sen dağa aitsin;
dağ senin içcevrin!

“Görücü”ye çıkan genç karşısında tutulur küçük dilin;
Bütün sözcükler susar, o dehşetli yaşam mucizesinin andacında…

Olur a,
dağlara düşer yolun:
Dağ deyip geçmeyeceksin.
Her mevsim başka yaşanır her kıvrımında.
Tavşan gibi çalısına küsmeyeceksin.

Bileceksin; her mevsimi
başka başka
ayrı güzeldir.
Yağlı yılanla bitişir
kayabaşında yüreğin;
verip sıcağa sırtını,
güneşlenirken.
Müthiş akıllıdır zevzek:
Yad ayağı uzaktan tanır,
yürüyüşünden.
Kim dost, kim düşman bilir;
üstattır kendi dalında.
Kıvıl kıvıl kaynaşırken
ufacık yavruları etrafında
“kaçın saklanın” mesajı bile vermez miniklerine;
ayak sesin tanıdıktır.
Sen bir kartal gibi,
otururken kayabaşında…
Ve bir baykuş gibi kucağında
bebiş bebiş sallarken karanlıkları
geceboyunca
nöbet için,
aynı yatağı
kayabaşı yatağını üleşirsin.
Şafakla birlikte,
dolanır ayaklarının dibinde
kedi kuyruğu gibi etine sürtünerek...
Anlarsın;
aş ekmek istiyor
kayanın ulaşılmaz deliğinde çocukları;
biraz naz,
biraz sevgi, biraz da yiyecek.
Açıp azığını bölüşürsün
doğallıkla ve sevinçle.

Yolun düşmemişse birkaç gün-birkaç hafta
zaptettiği mahallere
birkaç gün uğramamışsan ortak yatağa
karşı dağdan dinlersin acı feryatlarını
geceyarısı;
kaygudan uykusu kaçmıştır.
“Soğuk gözleri” yollara düşer, huzursuzlanır.
Kulağı bir ana gibi
dost ayağın yumuşak tıptıplarındadır.
Günler sonra gittiğinde ziyaretine
-ama mutlaka gidersin
çünkü göresirsin! -
önce bir keleplenir,
kelebin ortasından diker başını
silkeler kuyruğunu
açıp sonra kelebini,
akar kayanın yarığına:
Neşesi yerine gelmiştir,
tezden gider gençlerini çağırır.
O sıska yaramazlar
ne çabuk serpilmişlerdir:
Biraz kalınlaşmış, biraz uzamışlardır.
Görür mutlanır umutlanırsın.
Herbiriyle ayrı ayrı söyleşirsin:
Sesini duymak isterler.
Seninle oynaşmak isterler.
Kulağının dibinde kumruca ötmek isterler…
Doğayı, sevgiyi, ekmeği, gülü,
vede “krallık” kurdukları kayabaşını
zevkle-adilane bölüşmek isterler.
Nasılsa okurlar içinden geçenleri;
cansıkıntını, içdepreşmeni, üzgünü...
Nasılsa okurlar içinden geçenleri:
Acılarını ortaklaşmak, yaranı öpmek isterler.

Olur ki,
dağlara düşer yolun:
Dağ deyip geçmeyeceksin;
ve onun özgerçeğini,
yılanını seveceksin.

Bizim “meslek”te
koca bir “muamma” değildir dağlar.
Kahraman mahraman da istemez hani!
Merkür’ün yazıya yığılınca kar;
herkese geçit vermez Mizanlı Deresi.
O, ne cenderme tanır
ne bilmem kaçkazıklı pırpır.
Vahşi, sarp ve acımasızdır.
Orada meydan okusa okusa ayılar okur.
Ve kışı ve açlığı karnında büyüten kurtlar.
Bir de yangınyürek dağcılar!

Mizanlı, Mizanlı, ah Mizanlı
acemiliği hiç bağışlamadı oldum olası!
Zikzaklı cılgalarda yükünle ilerlerken
hiç aşağı bakmayacaksın.
Olur a, heyecanlanırsın, tökezler ayağın
yada başın döner, kanatsız uçarsın.
Parçalanıverir göz açıp kapayıncaya kadar vücudun
kristal çanak gibi;
doğaya; börtüye böceğe yem,
deveye nal olursun.
Dalmaya gelmez bu cılgalar:
Uçurumların tepesinde yürürken
ve ayağın seslenirken karşı çataktan
gerisin geri;
hiç titretmeyeceksin dizlerini.
Vede hiç, ama hiç
dağılmayacak dikkatin...
Malum; kaygan yere basabilirsin.
Dalgınlıktır,
azrail işsizine davetiye çıkarır
tatlı canınla kedi-fare oynaması için.
“Kaymayı ağaç keser” denir halk arasında.
Yalnız toprak kayması anlamayacaksın bundan;
gökten yıldızının kaymasıdır.

Ağacı hemen unut;
burada,
aşağında
suyu çelip yayacak çalı bile yoktur ki,
tutunasın da perçeminden
kurtulasın dereye yuvarlanmaktan.
Tekerlenip yuvarlanmaya bir başlamayagör,
ikikaya arasındaki yarığa sıkışıp kalmak
en büyük şanstır…
Belki birkaç kırık çıkıkla atlatırsın “badire”yi.

Burada meydan okusa okusa ayılar okur.
Bir de yangınyürek dağcılar!

Cılgalar isyanı öğrenir senden;
bir de hüzünlü şarkıları
bir de gözyaşı kurulayan ağıtları
bir de duyguyu aşkı sevgiyi “kabem insan”ı
sevdayı inancı direnci, “ya sabır”ı
ve hep önünde yürüyen türkülerini...
...şuranı...isyanı...
“...Yaz günü temmuzda
sen terle ben sileyim”i...
“Al silahı vur beline emperyalizme karşı”yı...

Dağlar dosttur insana;
sözanlamaz cendermeden
bilmem kaçkazıklı pırpırlardan daha dost.
Onun da kendince kuralları vardır; ve kuralsızlıkları...
En küçük hatada bile çok çok ucuzdur post!
Dağ hayatı gençlik coşkusu “doyurulan” macera değildir!
Tamamen tercihtir; bilincin silaha dayandığı...
Meşakkatlidir;
ama güzeldir, hoştur.
Yüreğin kara bağlar bazen; katrankarası,
bazen kalaylanmış ay gibi
aynakanatlı hophop bir kuştur.
Kar göbeğe çıktığında ilk geyikler açar yolu:
Emin olmadan oynak yere basmaz geyikler.
Kuşkusu varsa içinde
önce eşer alışkın ayaklarıyla,
bulur beki
sonra basıp geçer tepesinden uçurumların.
Timsah ağzı gibi
can almak için
vahşi çenelerini açmış uçurumların.
Ayılar iz sürer, kurtlar peşlerinden gider.
Belli olmaz şu zemheride; kışkıyamette
şu canpazarında
şans kime güler...
“Felek kime vurur kahpe hançerini…”

Tavşan ayakları karlara dokunmamış gibidir.
Tilki zikzaklarla özellikle çelpeştirir izlerini;
tavşan izlemek sanki onun işi değildir.
İzlerden bir çırpıda okursun,
boyasız kalemsiz yazılmış
sihirli doğanın kitabesini.
Kar göbeğe çıktığında kış avaresi köylüler
birbirlerine görüşmeye giderler.
Ya bir düğündür bahaneleri,
ya bir cenaze!
Yani bir “hayırlı olsun” veya
“başsağlığı” ziyareti.
Aslında biraz muhabbet özlemi ve isteği
biraz da doğalca paylaşma acı tatlı günleri...
Biraz kültürlenme;
karşılıklı bilgi alışverişi
biraz konusuna komşusuna
çevresine yöresine
yayma bildiklerini...
Herbiri birer ayaklı kitap
herbiri birer ayaklı gazete.
Sen çayını yudumlayıp,
yola koyulduğunda gün ışırken
cılgalar senin için hazırlanmıştır…
Kavgadır;
olağandışı dönemler olur;
o zaman sendedir cılga hazırlama sırası.
-Köylüler izlerini görünce derler:
“Bizim çocuklar bugün erkenci
allah sonunu hayır getire! ”-
Artık günboyu kulakları tetiktedir.
Çatışma veya ölüm haberlerinde!
Sen bilirsin bütün bunları; işine bakarsın!

Ayakların çoktan ezberlemiştir vuracağın yolları.
Santimlik kıvrımlar bile aklına
harita gibi
ince ince çizilmiştir.

Kapatsan gözünü; yine yürürsün
gündüzlü geceli.
Sen kar yararken idmanlı adımlarınla
ya da sessiz beyazda yüzerken kollarınla
şuranda günleri geleceği yüklenmenin bilinci...

İzlerin yılan gibi kıvrılarak gelirken peşinden
...uzak menzillere;
“operasyon çemberi”ni yarıp götürürsün geleceğe;
o umut günlerini...
...devrimi, devrimciliğini...
…parmağın, yüreğinin tetiğinde!
Çantanda birkaç kitap, broşür, bildiri...
Birkaç avuç kuru gıda, bir-iki konserve...
Tuz biber
çökelek ekmek
biraz da şeker.
Birkaç sayfası
“önemsiz sözcükler” karalanmış defter:
Günlükler, anılar, anekdotlar, gözlemler,
notlar, öyküler, şiirler vesaire.
Hayatın ipine dizilmiş
“önemsiz” inci taneleri...

Dağcıysan,
dağı dağ gibi yaşayacaksın.
Yaşadıkların sığmayacak “günlükler”e!
İnci taneleri önemsiz kalacak günün hayhuyundan.
Dost bir yılan gözüyle çakıştığında bakışın,
yada
gövdeyi patlatıp uçlanmış yabani erik burcuyla
seviştiğinde gözlerin;
içindeki görünmez akıntıyı;
o kaynağı
o içten kükreyen enerjiyi
senin bile yazamayacak kalemin.
Yalnızca doya doya duygulanacaksın.
Yalnızca doya doya oynaşacaksın.

Mayıs yağmurları bastığında karınca yuvalarını
o küçük akıntılara kapıldığında yumurtaları
ve henüz depolamayı yetiştiremedikleri için
yeraltında ucundan çimlenen bayat buğday taneleri
yüzerken toprak yalayan su yüzünde;
toplayıp şefkatli ellerinle
işçi karıncaların yeniden bulacakları
bir tümseğe yığacaksın...
Unutacaksın
hiç olmadık zamanda
uykunda
arasıra etini çimdiklediklerini…
Ve yağmur sonrası
tutanaklarından ayrılıp
korunaklarından çıkıp
dağılanları hepbirelden toplayıp
yeni yuvalarına taşımalarını
şevkle hayretle izleyeceksin.
Şaşacaksın böylesine organize ve mükemmel ortaklaşmaya.

Hiç düşünmeyeceksin; yardım elini uzatırken
içgüdülerinle mi, duygularınla mı hareket ettin.
Dolayımsız yapacaksın; ama yalnızca içinden geleni...

Bir ayı gelip birkaç metre ötende yatacak:
Silahının gölgesinde korkusuz uyuyacak.
“İyi ki üstüme abanıp boğmamış” demeyeceksin.
O bilir çünkü kiminle boğuşacağını...
Kimbilir;
kaç kez izlemiştir sen farketmeden
zulada bir yerden
o kararlı yürek akışlarını.
Ve kimbilir;
sen farketmeden
kurşunların,
o pusudayken
kaç kez yalayıp geçmiştir kulağını
ve kaç kez saymıştır korlu cıvcıvlarını…

Dumanlı havanın panzehiri kasırgadır.
O da bilir
bu dağlarda kasırga kim
sis duman kimdir.
Sana niye dalaşsın;
bilir ki, sen onun arkadaşısın.

Dağdır bu:
Yiğidin kavga,
kavganın harman yeri.
Yaralı arkadaşını
sırtında selden geçiren olur.
Bu kavgada, kan kaybını önlemek için
gömlek yırtıp yarasına basan olur.
Uğrunlatıp arkadaşlarını
ardına bakmadan sığınaktan kaçan olur:
Arkadaşları yakalamasın diye
ayakları poposuna değe değe
tüyerek
paçasını sıvamadan
kendini suya atıp karşıya geçen de…
Yada teslim edip silahını yerel dostun birine
-arkadaşlarına verilmek üzere-
şehre inerek
bile bile ihbarlatıp kendini
“yakalanan” da bir kırkahvesinde.
Yada “göresidim anamı” diyerek
takılıp dayısının yanına “izinli” giden;
sonra adamının adamının adamı
subaylar bulup
en tepelere yüksek rüşvet vererek
kendini “evden” götürten
sopasız işkencesiz bildiklerini “sınırlı” öten
birkaç yılla kendini kurtaran(!) olur.

Ve arkadaşlarından biri
“söz verdiği tarihte”
bölgeye; yerine
dönmediği için
engelli haliyle; tek eliyle
“sığınak” ve “depo” kazan
“yangından mal kaçırmak” için
acele acele...
Ve ne derinlik, ne enginliktir ki,
“dönmeyen”e değil
sigarasızlığa küfrede küfrede.

Dağdır bu, doğaldır!
Yiğidin kavga,
kavganın harman yeri:
Burada çürük cevizler ayıklanır.
Kızmaca darılmaca olmaz gönülsüze.
Sen yalnızca “ben varım” diyen
gönüllü
kalıcı yiğitlerle kıkırdaşacaksın.

Dağcısın sen, dağ-istanlısın:
Ne ahbapsın
ne çavuş.
Çavuşun yok
ahbabın çok…
İncinmeyecek gocunmayacak;
yeni dinamiklere ulaşacaksın
yeni derinliklere açılacaksın...
Engin denizde moralini yükseltecek kulaçların!

Dağcısın sen:
Dağsın!
Dağı,
dağ gibi yaşayacaksın.
Ve
sevdan
dağ
olacak.
Dağ,
senin “ciğerparen” olacak.
Ötüşte kumrularla bülbüllerle
yırtışta aslanlarla şahinlerle
çoğalışta mantarlarla…
Sevişte menekşelerle
duruşacak koşuşacak
yarışacak karışacaksın...
Bir yanın insan
bir yanın azman
bir yanın yangın
bir yanın dingin
bir yanın engin
bir yanın kumsal
bir yanın ırmak
bir yanın balık
bir yanın yürek
bir yanın silah
bir yanın yumruk
bir yanın yıldız
OLACAK!
Sözü, tınıyı, ahengi, bilinci yaşamına yedirip
devrimci yola koyulacaksın.
Tek de kalsan yenilgilerin Eylül havalarında
küllerinden isyan ateşini canlandıracaksın.
Zırhın çelik aklın
OLACAK.

Şiir konuşmak isteyecekler seninle…
Şiir konuşulmaz, yaşanır.
Bir şeftali çekirdeği gibi
yarıp sert yaşamın zırhını
çıplak sözcükler fışkırtacaksın
o onulmaz mahzenlerden.
Oturup sözcüklerin
kuyu gibi derin
kayadibi gibi serin
gölgesine
aklını sis yarmaya yoracaksın.
Ve yıldızlara
uçurtma
salacaksın.

Birikip sözcük salkımlarının
üreğen çardak altında
içip “kavgada düşen”
yıldız
kümelerinin
kanşarabını
duasız aminsiz ruhlanacaksın...

“Görücüye Çıkanlar”a söylediğin artı bir sözün yoktur ustalara:

“Nice asırlar geçirdik hep beraber
daha da ne asırlar geçireceğiz! ”
Nice atlar koşturacağız
asırların sırlı-sihirli yollarında;
köpüklenerek ağızları
akakmaları terleyerek
deli yellerde yelelenerek
karaelmas saçları...
Nice yeni asırlarda kalacak,
ufku mühürlemiş nalizlerimiz!

“Altı asırdan fazladır,
kanlı konuşan şu topraklarda
son kış olacak yirmibirinci asır.
Yaşarken de, ölürken de
reddedeceğiz sömürüyü, zulmü, işkenceyi;
ve “devrim”de ısrar edeceğiz inatla muratla!
Sevgi toplumunu kuracak
ortak aklımız, inadımız ve coşkumuz;
acımız, emeğimiz, ellerimiz ve düşlerimiz!
Kimseye hırsızlatmayacağız geleceğimizi...”
şarkılarından ilham-lanacaksın.
Devrimci damarının ayışığını;
yaşarken de, ölürken de
göğsünü gere gere
alnın açık yüzün ak
haykıracaksın...

Muzaffer Koç
Kayıt Tarihi : 24.12.2008 11:01:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Kırlangıç’ın Yayın Notu: Yeni “Görücüye Çıkanlar”a… bölümü aslında çok eski bir çalışmadır arkadaşlar. Bunu bazı arkadaşlar biliyordu da; başkalarına çıtlatmadıydık. Dolayısıyla kendime ilk kez “otosansür” uygulayarak makas atmıştım. Bir yazar arkadaşa “alo ileti” yaptım birkaç gün önce. Yayınlanmasına “olmaz” verdiğim için fena kahırlanmış. “Bir tek o okumamalıymış bunları… Sadece onun tüyleri diken diken olmamalıymış… Sanal dünyanın kıyısında köşesinde, heyecanımı tüketmemeliymişim…” Yani veryansın hayli uzun… Ne bulmuşsa yukarıdaki soğuklukta… Ben çok aradım; pek dişe dokunur bir şey bulamadım. Buyrun bir de siz arayın; ne bulacaksanız “çığlıksız soluşlar”ın içinde… “Kiraz Ana”yı kırmıyorum. “Nefesi daralmış”; soluklanır umarım. Unutmadan; eğer “tike kadar” bir et bulursanız; bu kuru-yavan kemikteki müsveddelerde; benim şu naçizane “kandilim”e de damlatın bari yağlarından… Hasbel kadar ışıtır belki, örümceksiz 'mağaristan'ımı… Engin gönülle kalın…

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Muzaffer Koç