YEMEK ŞİİRLERİ

YEMEK ŞİİRLERİ

Bayram Tunca

Aşçılar yapıyor her gün güzel aş
Eve gidiyorum her gün çatık kaş
Hayat ateş pahası işler oldu yaş
Kaldırmıyor bunca yükü, bu baş

Aşçılar yapıyor, her gün şahne yemek
Verirler çok emek, lezzetli olur yemek
..

Devamını Oku
Yusuf Cantürk

BİLMEDİĞİM BİR TAT
(Mayıs -2012)


Bir gün, sırtımda küfe, bağırırken hıyar, taze hıyar! ,
Orta yaşlı bir kadın, muhtemelen sesimi duyar
Çocuk! ‘Bahçemdeki yaprakları süpürür müsün?
..

Devamını Oku
Vecdi Murat Soydan

* Boyu 1.74 idi.Hayatının son dönemlerine kadar 76 olan kilosu hastalığının ilerlemeye başlamasıyla 46'ya kadar düşmüştü. 43 numara siyah rugan ayakkabı giyerdi.

* Atatürk, boğazına düşkün, çok yiyen bir insan değildi. Kendisi bir konuşmasında ziyafetlerde çok yemek yenmesini tasarrufa aykırı bulduğunu ve sağlığa zararlı olduğunu söylemiştir.

* Sabah kahvaltısında çay, kahve içer, fazla bir şey yemezdi. Yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurarak oturur, günün ilk kahvesini ve sigarasını burada içerdi.Bir özelliği de kendi kendine tıraş olmamasıydı. Sigara ve kahveyi severdi. Günde 10-15 fincan orta şekerli kahve ve 40-50 arası sigara içerdi.Soğuk ayranla, bir dilim ekmek yerdi. Bazen bir kâse yoğurt yer, sonra sütlü kahve içerdi.Öğle yemeğinde bir iki dilim ekmek yerdi. Etsiz kuru fasulye, pilav çok sevdiği yemekti. Kuru fasulyeye, yağlı fasulye derdi. Ayran ve limonata içerdi.İki dilim ekmeği ayrana batırarak yerdi. Yoğurdu da ayrıca yiyordu.”Kuru fasulyeye okulda alıştım.” demiştir. Kışla yemeği, askerî yemek sayılmıştır kuru fasulye. İkindi üzeri ekmeksiz bir bardak ayran içerdi.Sofradan genellikle doymuş olarak değil, aç kalkarmış.

Akşam yemeğinin ayrı bir önemi var. Konuklarıyla birlikte yerdi. Devlet görevi akşam yemeklerinde devam ediyordu. Omlet severdi.Özellikle gece geç saatlerde acıkınca peynirli omlet yermiş. Sahanda yumurtayı da severmiş. Etli taze bamya da sevdiği yemeklerdendi. Karnıyarık da sever, pilavla karıştırarak yermiş. Haşlanmış kuşkonmaz da sevdiği bir yemekmiş. Enginarı hiç yememiş. İstediği halde hiç yiyememiş. Hastayken enginar yemek istemiş. Hatay’dan ısmarlamışlar. Fakat kendisi komaya girmiş ve yiyememiş. Ara sıra fava denilen zeytinyağlı, limonlu bakla ezmesinden istediği olurdu. Tatlılarla arası pek iyi değilmiş. Ama gül reçeli severmiş. Meyvelerden kavunu seviyormuş. Kavrulmuş, tuzlu leblebi, fıstık da sevdiği yiyeceklerden. Soğan, sarımsak, pastırma gibi kokulu yiyecekleri sevmiyormuş. İçkilerden rakı ve bira içiyordu. Sofrasında çeşit bol değilmiş.
..

Devamını Oku
Bener Tabiat

yasaklı insan boğazı lekelemelere
bir baba var işten dönerken yakalamış oğlunu klozet üstünde
ikisinin de gergin suratları var toplumdan bozma yapışık
görmezden gelip de; "yıka ellerini, masaya gel! yemek yiycez! "
yemek koyulur masaya çünkü annenin tek görevidir besililemek
televizyon açılır, önce bir abdest alır ahali tükürür gibi penise
haber başlar ardından hava durumu verilir ve başlar dizi
..

Devamını Oku
İbrahim Aslı

Bağırın yemek istiyorum diyerek.
Siyah almış başını gidiyor.
Göz görmüyor şişmanca bir umut.
hayalin ardında sevimli bir kamçı şaklıyor.
sadece minik bir kız çocugu ağlıyor.
yemek istiyorum diyor.
bağıramıyor muş muş?
..

Devamını Oku
Fevzi Öztürk

Seni hep odanın kenarına koyardik.etrafını minderle doserdik çevrenide boş birakirdik ki iyice isinalim diye
Kış gunllerimizin en sıcak dostu sendin
Senin cevrenide toplanıp sohbeten haz aldık,senin çayın ile tatlandik,ben ilk Siirimi o ela gozlu kıza senin yani başında yazdım sen çitir çitir odunlari yerdin içimdeki korda beni izmirin o soğuk ayaz gecelerinde yorgznim ile,senin sıcaklığın vardı üzerimde.senin uzerinde babamın abdst gugumunun ıslık sesi hayallerimin fon muziigi gibiydi tavana vuran sarı golgende askimin resmini cizerdim..
Hele pazar sabahları şöminende kızaran ekmeğe margarin sürüp afiyetle yemek yokmu yanında bi tutam çökelek birazda zeytin ee bide çayın Uff be halil ibram sofrası gibi tatlı olurdu...
Içli yanardin bazen agit tuterdi bacandan sevda türküsü fisilfardi yüreğin gümbür gümbür sezermiydin ne içimdeki burukluğu kederi derlesir gibiydin benimle...
Hep senin dibindeki pencereye verirdi yüzünü babam elinde tesbihi dilinde Allah dalar giderdi rahmetli senin sıcaklığında kestirirdi namaz vaktine kadar.anam mutfağı yanına taşımıştı malum senin sıcaklığında yemek...bir başka tatliydi hic unutmam bi keresinde çok usumustum isinalim dedik yaktın avuclarimi,yüreğimin yanigi yetmezmiş gibi yinede sana kizamadim hee bide neyi severdim,bizim evin karşısındaki tepelerden mantar toplardim da uzerinde pisirirdik bide tuzladimmi hani suyu cikardida icerdim Uff be ne datli olurdu ama...
Yıllar geçti sobacik yıllar oldu seni fırlatıp attık kimimiz bir eskiciye sattık seni oysaki sattığımız hayatimizmis
..

Devamını Oku
Münevver Erilmez




Trenler Trenler, ahh trenler, her gün gelip geçersiniz. Kiminiz kara kiminiz ak. Trenleri gördükçe, arkadaşım Hacer Hanımın hikâyesini hatırlarım. l7 Ağustos depreminden önce tanımıştım Hacer Hanım’ı Karasu’da. Sanki yıllardan beri tanıyormuşçasına, sarıldık birbirimize, 17 Ağustos gecesi kumlarda yatışımız, evlerinde kalan aşımızı suyumuzu paylaşmamızı hiç unutamam. Ada pazarındaki evlerine giderken, çocukların bayram sevinciyle dolan yürekleri gibi olurdum. Sanki 5–6 yaşlarında çok sevdiğim anneanneme gidiyorum, elini öpüp bayram harçlığı alacağım, elbisesinin iç cebinden çıkaracağı akide şekeri veya cevizle ne kadar mutlu olursanız o kadar mutlu olurdum, Hacer Hanımların Adapazarı’ndaki tek katlı, bahçeli, etrafı şimşir ağaççıklarıyla çevrili şirin evlerinde. Bahçe kapısından içeri girdiğimde şimşirlerin ilâhi kokusuyla mest olurdum. Radyodan devamlı' kara tren 'türküsünü istek yapmasını merak eder dururdum. Yüreğindeki küllenmiş yarasının kor olarak kalmasıydı, trenler.

Babası Hasan Efendi Yunanistan’ın hatırı sayılı zenginlerindendi, komşuları da Rum idi ama ayrı gayri yoktu aralarında. Kardeş bilmişlerdi yıllar yılı birbirlerini, hatta kendi yaşıtı okul arkadaşı Eleni ile kan kardeşi olmuşlardı. Okulda da iyi bir öğrenciydi. Okullarında Osmanlıca, Rumca ve Kuran dersi mecburi idi. Oradaki evleri de güllerle bezeli idi, şimşirlerle bezeli bahçesinde, kirazlar merhaba derdi yaza ilk önce, sırayla armut, incir takip eder, hazanda da ayvayla kapatırlardı sezonu. Bütün mahalle meyveye doyardı. Cevizin dalında salıncak kurulmuştu, en küçük kardeşi Şükriye’yi sallamaktan büyük haz alırdı. Hacer evin büyüğü idi ağabeyi Ahmet olsa da annesinin yardımcısı küçük Hacer'di. Yıl 1958 birdenbire iki ülke arası gerginlik yaşanmaya başlandı. Türkiye’deki Rumlar 6–7 Eylül olayları nedeniyle Yunanistan’a göç etmeye başlayınca Yunanistan’daki Türk mahallelerinde de duvarlarda yazılar yazılmaya başlandı. Sabah kalktıklarında Türkleri keseceklerini, çuvallara dolduracaklarını belirten yazıları okuyan küçük Hacer’in babası iliklerine kadar ürperdi. Ellerinde paraları vardı ama aniden Hükümet tarafından paralar tedavülden kaldırılmış, çuvalla paralar ellerinde kalmıştı. Allah’tan biraz birikmiş altınları vardı, kara gün için sakladıkları. Hasan Efendiyi bir düşüncedir aldı, her gece korkuyla yatıp korkuyla kalkar olmuştu. Daha fazla dayanamadı, çocukları evlilik çağına gelmeden, Hasan efendinin tabiriyle (yorgan altından çıkmadan) aileyi Türkiye’ye atmalıydı. Bir sabah kalktığında, aileyi toplayıp kararını bildirdi. Çocuklar ağlamaya başladı, arkadaşlarından ayrılmak, doğup büyüdükleri evlerinden ayrılmak, çok zor gelmişti. Nereden esmişti bu ayrılık rüzgârları. Belki de bu yüzdendi, Hacer Hanımın sonbaharları sevmeyişi. Her hazanda, yüreğine bir hüzün çöker Yunanistan’daki evini hayal ederdi. Ayrılık vakti gelmişti, tüm mahalle evlerini öylece bırakıp göç etmeye başlamışlardı, Belediye uğurlamaya gelmişti onlarca vatandaşı.
Tüm komşuları ellerinde, tepsiler, börekler, çörekler, çikolatalarla gelmişti Herkes göz yaşlan içinde çok sevdikleri beraber gülüp, beraber ağladıkları, içtikleri suyun ayrı gitmediği, komşuları için karınca kararınca hediyeleriyle uğurlamışlardı, Trene bindiler kömürle çalışan kara trenler herkesin gözünde güneş gözlükleri, mecburen, zira trenden dışarı çıkarken kömürün çıkardığı isler rahatsız ediyordu, ilk defa anavatanlarına geliyorlardı onun için etrafı doyasıya seyretmek isterken küçük Hacerin gözündeki gözlük düşüvermişti. Elindeki kurabiye de düşmüştü. Ne kadar ağlamıştı onları düşürdüğüne. Zira onları çok sevdiği Marika ablaları vermişti onlara.
..

Devamını Oku
Kosovalı

Öğretmenim bu ödevimizi ilk verdiği zaman benim aklıma hemen 2004 yılında geçirdiğim ve bende derin izler bırakan Kosova tatilim geldi ve sizlerle paylaşmak istedim. Çünkü o tatilde yaşanması gereken tüm duygu ve tecrübelerimi şu anki yaşımdan 4 yaş daha küçük yaşamıştım. Hayatımda şimdiye kadar unutamadığım ve her aklıma geldiğinde hayalen tekrar yaşadığım tatilim bir Kosova macerasıydı. Bende tarifi imkânsız güzel ve derin izler bırakmıştı.
2004 yılının ilk yarısında bizim evde çok yoğun bir telaş ve planlanmış birçok program vardı. Okullar kapanınca babam görev yaptığı Kosova’dan izne gelecek, sünnet telaşımız bitince bizi de alıp Kosova’ya tatile götürecekti. Babamın gelmesine yakın, birçok duyguyu bir arada yaşıyordum. Hem erkekliğe ilk adım dedikleri sünnet olayından birazcıkta olsa korkuyor, yaşayacaklarımı da merak ediyordum. Ama Kosova tatilinin heyecanı daha ağır basıyordu. Oraları ölümsüzleştirmek için fotoğraf makinemin ve kameramın da bakımını tamamladım. Kıyafetlerimi hazırlamaya, hatta orada yapacaklarımın listesini bile yapmıştım. Tarif edemeyeceğim heyecan ve merak sarmıştı içimi. Neden mi? Annem ve babam hep bana daha 40 günlük bebek iken gidip 3 yaşıma kadar kaldığım Bulgaristan’daki yaşadıklarımı anlatıyor, kameradan izletiyorlardı. Ama ben çok küçük olduğum için hatırlamıyordum. Babam Kosova’ya giderken orada hala görüştüğümüz ve bende çok emeği olan Bulgar aileyi ziyaret edeceğimizi, orada gittiğim kreşi ve yaşadığımız evi gezdireceğine dair söz vermişti. Şimdi tek bir kelime bile hatırlamadığım ama o yıllarda Bulgar bir çocuğun konuştuğu kadar iyi Bulgarca konuşmam bana hep ilginç geliyordu. Orada ilk tanıştığım okul ortamının ilk basamağı olan kreş ve öğretmenlerimin ortamını da merak ediyordum. Burada gittiğim kreş ve okullardan farklı yanlarını annem ve babam hep anlatılıyorlardı.
Günler bu heyecanla geçti ve babam nihayet izne geldi. Sünnet telaşı derken yol hazırlığımız bile başlamıştı. Ama bir akşam babamı acilen Kosova’dan çağırdılar ve annemin Ankara’da ayarlaması gereken işleri vardı. Ertesi gün babam erkenden yola çıktı ve evin erkeği ben olmuştum. Annem ve kardeşimle birlikte biz bir süre sonra yola çıkacaktık. Babam gittikten birkaç gün sonra Konya’dan Funda halam ve Elbistan’dan Hülya halam geldi. Annemle halamlar gece yarılarına kadar uzanan sohbetleriyle hasret gideriyorlar, biz afacan topluluğu çocuklar da bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmenin yorgunluğunu, olduğumuz yerde uykuya geçerek keyfini çıkarıyorduk. Sanki sihirli bir peri kızı bizim evde dolaşıyor, her istediğimiz halamların ya da annemin ufak tefek itirazlara rağmen yerine geliyordu. Biz çocuklarında en az halamlar ve annemin organizasyonu kadar aramızdaki dayanışma mevcuttu. Günler süper aktif geçiyordu. Deyim yerindeyse Ankara’yı keşfedercesine geziyorduk. Eve geldiğimizde yorgun düşen bedenimizi yemek yedikten sonra uyku faslınla dinlendirmeye çalışıyorduk. Günler öyle mutlu ve dolu dolu geçiyordu ki artık zaman kavramını unutur olmuştuk. Ne zaman halamlardan ayrılacağımız gece gelmişti ki kendimi bitmesini istemediğim rüyanın ortasındaymış gibi hissediyordum. Halamları ertesi sabah başka akrabalarına bırakmaya gittiğimizde onca yaşanan güzel günlerden sonra ayrılmanın burukluğu içimi sarmıştı. Ankara’dan yola çıkacağımız gün erkenden kalktık. Annemle birlikte arabamıza bavullarımızı taşıyıp yola çıktık. Babam bizi Edirne sınır kapısında karşılayacaktı. Yolda çok heyecanlıydım, kardeşim çoğu zaman uyuyor, annem de sürekli araba kullandığı için yorulmuştu. Yolda minik molalar vermiştik. Nihayet Edirne’ye yaklaştığımızda babam bizi arayıp sınırda beklediğini söyleyince o an içimi mutluluk sarmıştı. Pasaport işlemlerinden sonra Bulgaristan sınırına geçtik. İçim bir tuhaf olmuştu. Bir adım öncesi Türkiye sınırındayken şimdi başka bir ülkenin sınırındaydık. Babam hemen bizi karşıladı ve hava kararmadan Bulgaristan’ın Plovdiv şehrine gitmemiz gerektiğini söyledi. Annem çok yorulmuştu ve arabayı babam kullandı. Geçtiğimiz yerlerden hep fotoğraf çekiyordum, etrafı merakla izliyordum. Saatler geçtikçe ülkemden uzaklaşmam içimi burkuyordu. Hiç bir ülke benim ülkem kadar güzel olamaz diye düşünmeye başladım. Sınırdan 2 saat yolculuktan sonra Plovdiv şehrine geldik. Osmanlı zamanında bu şehrin adının Filibe olduğunu annem anlattı. Bizi Filibe’deki Bulgar aile bekliyordu ve babamı aradılar doğruca onlara gittik. Bende onca emeği olan aile beni görünce sarılıp ağlamaya, öpmeye başlamışlardı. Ama ben onların konuştuklarından tek bir kelime anlamıyordum, annem ya da babam Türkçeye çeviriyordu. Kardeşimle beraber ne olduğumuzu şaşırmıştık.
Biz orda görev yaparken o ailenin çocukları yokmuş ve ben Türkiye’ye dönünce çok etkilenip hemen yuvadan çocuk almışlar. Bulgarların orada ‘’Ahmet’’ ismini kısaltarak söyledikleri ‘’Medyu’’ ismini koymaları beni çok etkilemişti. Oda benim gibi yaramaz ve çok hareketli olduğunu Vili teyzem anneme anlattıkça annem bana tercüme ediyordu. Aynı dili konuşamıyor olsakta işaretleşerek ve annemin yardımıyla oynamaya bile başlamıştık. Sabah kalkınca hep beraber kahvaltı yaptık ve Vili teyzemlerle beraber orada eğitim gördüğüm kreşe gittik. Oradaki öğretmenlerimle annem hasret giderdi, bol bol sohbet ettiler ve bana yine ya annem ya babam tercümanlık yapıyordu. Kardeşimle beraber okulu gezip inceledim, resimler çekildim. Oradan ayrılırken kardeşime ve bana hediyeler verdiler. Annem ve oradaki öğretmenlerim vedalaşırken çok ağladılar. İşte o zaman dil ve dinler farklı olsa bile dostlukların kalıcı olduğunu anladım. Babam bize Osmanlı İmparatorluğundan hala ayakta kalan camileri, devlet binalarını ve müzeyi gezdirirken böyle bir milletin evladı olmaktan gurur duyuyordum. Babamın görev yaptığı Filibe Konsolosluğundaki arkadaşları geldiğimizi duymuşlar ve Başkonsolos amca akşam yemeğine almadan bırakmayacağını söylemişti. Akşamüzeri Türk Konsolosluğuna gittiğimizde çok duygulandım. Konsolosluk binasının girişinde şanlı bayrağım öylesine nazlı dalgalanıyordu ki, insanın duygulanmaması mümkün değildi. O kadar merkezi ve değerli bir yerde sadece ülkemin konsolosluğu olmasından da çok gururlandım. Üstelik Türkiye Cumhuriyetinin satın aldığı bina Filibe şehrinin en önemli parkıyla iç içeydi. Kapıda annemin ve babamın arkadaşları karşıladı. Kardeşimle birlikte içini çok merak ediyorduk. İçeri girdiğimizde Türkiye ile ilgili en ufak detaya kadar bilgi ve resimler vardı. Her tarafta küçüklü büyüklü şanlı bayrağım o binayı gelin gibi süslemişti. Biz kardeşimle beraber bahçeye çıktık ve orada görev yapan amcaların çocuklarıyla tanışıp oynamaya bile başlamıştık. Yemek yedikten sonra gece saat 10 gibi yola çıktık. Babam en geç saat 12 ‘ye kadar Bulgar sınırını terk etmemiz gerektiğini bize anlattı. Ama Ankara’daki heyecanımın bir kısmı azalmış, şimdi de Kosova’yı merak etmeye başlamıştım. Sınırı geçtikten sonra günün yorgunluğu üzerime çökmüştü. Babam ‘’Haydi kardeşinle şimdi uyuyun, dinlenin, sabah Makedonya’da Üsküp şehrini gezdireceğim.’’ demişti. Sabaha kadar annem ve babam yola devam etmişlerdi ve bizi uyandırdıklarında muhteşem bir camiinin önündeydik. Annem ve babam Murat paşa camisi olduğunu, Osmanlı İmparatorluğu zamanında yapıldığını, Balkanlardaki en muhteşem cami olduğunu anlattıkça, bunun yanı sıra çevresini ve içini gezdikçe, heyecanlanıp gururlandım ama keşke hala bizim olsaydı diye de üzüldüm. Üskübü gezdikten sonra yine yola çıktık. Tam Kosova’ya yaklaşırken çok şiddetli bir yağmur başladı. Araba tavanı delinecek gibi bir yağmurla Kosova’ya girdik. Hemen bir Türk lokantasında yemek yedik ve babamın kiraladığı eve gittik. Yolculuktan hepimiz çok yorulmuştuk ve hemen yatıp uyuduk. Sabah olunca kardeşim beni kaldırdı ve balkona çıktık, etrafa bakındık. Babam Kosova’nın merkezi bir yerinde evi tutmuş ve en güzeli babamın iş yerini balkondan görebiliyorduk. Kahvaltı yaptıktan sonra babam işe gidince kardeşimle oyun oynadık. Orada sadece TRT1 Türk kanalı vardı ve tüm yayın akışını ezberlemiştik. Ertesi gün annemin oradaki akrabaları geldi ve bize dedemin orada doğup yaşadığı evi, okuduğu okulu gezdirdiler. Benim dedem Kosova göçmeniydi ve çok heyecanlıydım. Annem zaman zaman çok duygulandı ve ağladı. Annemin dedesinin de mezarını ziyaret ederken beni çok etkilemişti. Daha sonra oradaki tarihi eserlerin olduğu yerleri de gezdik. Sanki zaman makinesine binmiş gibiydik. Babamın izinli olduğu bir gün bizi çarşıya götürdü ve ev sinemasıyla birlikte birçok film aldık. Gündüz 2 saat derslerimizi tekrar yapıp test çözersek istediğimiz kadar film seyredebiliyorduk. Apartmanın altında market vardı ve orada çalışan bir kadın Türkçe biliyordu. Artık hep alışverişi ben yapmaya başlamıştım. Günler haftaları kovalarken babam bize Kosova’yı bol bol gezdirdi, göle ve milli parklarına götürdü ve çok eğlendik. Oradan ayrılmamıza bir hafta kala toparlanmaya başladık. Ayrılacağımız son gece aklımdan geçen düşünceler, beklediğimden daha güzel bir tatil geçirdiğimdi. Burada elektrik giderse su geliyor, aynı anda ikisini çok nadir zamanlarda yakalıyorduk. Savaş sonrası her şey yakılmış ya da yıkılmıştı. Ve ben ülkemin ne kadar kıymetli olduğunu, annemin akrabalarının çektikleri acıları anneme anlatırlarken kulak misafiri olduğum zamanlarda anladım ve Türkiye’nin böyle olmaması için o gece Allahıma dua ettim. Sabah oldu ve babam bavullarımızı arabaya yerleştirdi. Edirne’ye kadar yine babam bize eşlik edecekti. Kosova’daki akraba ve arkadaşlarımızla vedalaştıktan sonra yola çıktık.
Bulgaristan‘da (Plovdiv) Filibe’de dinlenme molası verdik. Bu defa Konsoloslukta ki 30 Ağustos törenine katılacaktık. Konsolosluğa girdiğimizde orada çalışan amcaların çocukları şiirler ezberlemiş, her milletten temsilciler davet edilmişti. Türk müziklerinin en zengin çeşitleriyle yöresel Türk yemekleri ikram ediliyordu. Zafer bayramı coşkuyla kutlanırken o an Ankara’da okulumuzda yapılan her törene katılımın azlığından kendimce çok utandım ve üzüldüm. O kadar özenle hazırlanmışlar ki diğer milletin misafir çocuklarının kıskandığını hissettim. Törenden sonra tekrar yola çıktık. Bol bol kamera ve resimler çekmiştim.
Bu defa Edirne‘de babamdan ayrılmanın üzüntüsü içimi sarmaya başladı. Yolda babam kardeşime ve bana annemi üzmememizi tembih ediyor, karşılığında ödüllerimizi sunuyor ve tercihi bize bırakıyordu. Edirne sınır kapısına yaklaştığımız da direksiyona annem geçti. Babam sınıra kadar geldi. Biz sınırı geçip Türkiye topraklarına basınca hem ülkeme kavuş-tuğum için seviniyor hem de babamdan ayrıldığım için ağlıyordum. Kardeşimle sarılıp yattık ve annem yola devam etti. Evimizin otoparkına gelince annem bizi uyandırdı. Evimize, odamıza hatta yatağımıza kavuşmuştuk. Annem yemek yedirip bize duş aldırıp yatırdı. Daha sonra dinlenip kalktığımızda arabanın bagajını boşaltıp pazara gidince yaşamın normale döndüğünü fark ettim. Ertesi gün Konya’dan babaannem bize geldi ve annem işe gitti. Babaanneme kardeşimle birlikte tüm tatil maceralarımızı anlattık, kameradan çektiklerimizi seyrettirdik ve resimleri gösterdik.
2004 yılının yaz tatilini her zamankinden farklı yaşamıştım. Halen rüya gibi geçirdiğim tatil beni çok etkiler. Ne Konya’da babaannemin yanında, ne de İzmir’de anneannemin yanında, ne de ailece Türkiye’nin değişik şehirlerinde geçirdiğimiz tatiller bende bu kadar derin izler bırakmamıştı. Şimdi babam yine yurt dışı göreve Liberya’ya gitti. Yazın bizi Belçika’nın Brüksel şehrinde karşılayacak. Tabii ki inşallah annem kanser hastalığını yenip eski sağlığına kavuşunca gideceğiz. Orada Kosova tatili kadar etkileneceğimi düşünmüyorum. Ama yine de ailemle yapacağım tatil beni heyecanlandırıyor. Türkiye’de yaşayan herkesin atalarımızın asırlarca mücadele edip derin izler bıraktığı yerleri gördükten sonra ülkemin ne kadar kıymetli ve şanlı olduğunu anlayacaklardır.
..

Devamını Oku
Bahri Çelik

Saygı sevgi ahlak düzen kalmadı
Hürmette kusur evde yemek kalmadı
Üçler yedileri ziyaret edenler kalmadı
Namaz kılanların evinde tesbih dua kalmadı
..

Devamını Oku
Kemal Gülal

Dinle doğunun sesini
Gıdasını bol besini
Günün rahat nefesini
Almak için karsa gelin

Gölenin nefis yağını
Çıldırın balık ağını
..

Devamını Oku
Esra Havva Aydın

Gün gelir ya yeniden usulcacık yalnız kalırsın sen bilmeden, kanatsız,mutsuz olursun ya ama kendine güvenirsin hiç bıkmadan bu kötü anda mutlu olursun helal sana... Naptığımı bilmiyorum bende sokaklarda gezerken. Otobüse binerken yavaş yavaş binaların geçtiğini görürken,güneş en dibe batarken naptığımı bilmiyorum gerçekten.
Gülüyorum bunlara sadece hiç durmadan gülüyorum,bunlara ve tek kalmışlığıma....
Yine bir sokak buluyorum akşam olmuş lambalar beni sarı ışıklarıyla sorguya almış. Soruyorlar konuşamadan bana hep soruyorlarki neden yandıklarını anlasınlar bu dünyada... Bense anlamıyorum Dünya o kadar karanlıkken aydınlatılmasına tıpkı melek yüzlü şeytan gibi dünya... Çıkarıyor lambalar beni aralarından galiba doğru söyledim gidiyorlar kandıklarına.. Ben yine yalnızım ama öyle bir yalnızlık değil,belki çevrende çok kişi var ama öyle bir yalnızlık gönülden olanına...Gökyüzüne bakıyorum birden bayadır bakmadığımı hissediyorum, tabi kaf dağının ardından çıkmayalı çok oldu, o yüzden unutmuşum gökyüzünü masal dünyamda.. Bir değil bu gökyüzü sönen bulutlar sonsuza kadar döner dönen bulutlar... Yere bakıyorum ardından orda da dönen karıncalar sonsuza kadar yemek taşıyarak ezilen hayvanlar,sadece yemek taşımakla ezilmiyorlar 41 numaralı ayakkabının altında da ezilmiş olabilirler... Korkarak basıyorum yinede ben kimliğim çantamda ama kimliğimi bilmeden deli gibi cenneti düşlerken basıyorum ben yere... Ağaca bakıyorum dallarında çiçekler dökülmüş,savrulmuş,yeni açmış..Tir tir tireyen çiçekler susmadan konuşarak koku yaymış..
Pencereler kapalı, kokusuz ve havasız,
Gözlerim kapalı göremiyorum,
Ellerim yazarken göremiyorum,
Melek yüzlü şeytan dünyayı...
..

Devamını Oku
Erdal Erbaş

"Ekmek yemek-yedirmek bir gerektir.. Yediği ekmeğe nankörlük etmemek bir şereftir..! "

*erdlerbş
..

Devamını Oku
Erdal Erbaş

Hani eskiden bir tabaktan yemek yerdik ya... Tabaklar ayrılınca gönüller de ayrılıyormuş meğer, kulaklar da sağır oluyormuş biribirine.. Ve başlıyormuş "biz" denizi, "ben" derelerine boşalmaya..

*erdlerbş
..

Devamını Oku
Erdal Erbaş

"Bizim yaşlılarımız bile ekmeğini taştan çıkartırlardı; çalışmak ibadettir diye.. Şimdiki gençlik ekmeği fırından almaya üşeniyor; hazırı yemek maharettir diye..! "

*erdlerbş
..

Devamını Oku
Murat Gülmez

Yemek yemekten de başka işi yok
Ne yapsın zavallı Karslı balası
Kemik kemirecek ama dişi yok
Ne yapsın zavallı Karslı balası

Ne zaman arasam hep tıkınıyor
Yinede açlıktan hep yakınıyor
..

Devamını Oku
Selçuk Tekçe

Küflenmiş tabalar arasında yemek, yemek midir hayat?
Yada sabahtan akşama miskince uyumak mıdır?
Belki de umarsız ve umutsuzca
Aşık olmayı beklemektir
Ve sonra sevilmeyi…
Üst komşunun kusma sesleri arasında
Şiir yazmak mıdır hayat?
..

Devamını Oku
Güvenç Gürses

Haziran ondokuzunda
Yemek ile kutlayanlar
Ha “ilk” olmuş ha “eğitim”
Müfettişiz sonuçta biz.

Aynı gün şehitler verdik
Acı ve kedere erdik
..

Devamını Oku
İsa Yazıcı

Ümit kötülüklerin
En kötüsüdür.
Çünkü işkenceyi uzatınılır.
Ortakulak iltihabı.
Mesozoik, ikinci
Zamana ait.
Kuzey Amerika'ya mahsus
..

Devamını Oku
Attila Şanbay

İnsan saygınlığını, kendi kazanmalıdır
Örneğin bir meclisten vakitli kalkmalıdır
Çünkü masada en son, yemek artığı kalır.

Attila Şanbay
..

Devamını Oku
Necati Gedikoğlu

Bilmemki ne demektir,
ölüme caremi ki?
gözüm hiç açıkmaz ki,
yoksamı ki yemek tir..
..

Devamını Oku