146.
Eskiden sevmediğim bir şeyi sevmeye başladığımda bunu çok zor kabulleniyorum. Tadının güzel olduğundan emin olduğum ama bir şekilde bir zamanlar hoşlanmadığım bir yemek olabilir bu mesela. Yok lan güzel değil ki bu yemek sevmiyorum ben bunu diyorum. Aylarca yememek için direniyorum, lafı geçerse ya da bir yerde karşıma çıkarsa yok ben sevmem bunu diyorum. Tabii sadece yemek değil, ne bileyim bir insan olabilir, bir oyun olabilir, bir şarkı olabilir her şey için geçerli. Tutucu muyum manyak mıyım neyim anlamadım..
..
Hepimizin hayatı senaryosu kötü yazılmış bir tür filmdir aslında. Üçüncü sınıf video kuşağı filmleri gibi gerçek hayatta asla olmaz dediğimiz şeyler bir anda başımıza geliverir. Çocukken işler o kadar da kötü gitmez. En azından bir süre.. Belki de henüz kimse tarafından ciddiye alınmadığımızdan ve hayatımız içine sıçılacak kıvama gelmediği için keyifli bir oyun oynarız. Ama başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır. Eğer altı yaşındaysanız ve bir grup delirmiş yetişkin kendi aralarında konuşup, sizin biraz zeki olduğunuza ve okula başlamanız gerektiğine karar vermişse, artık hayat masumiyetini yitirmeye başlamış demektir. Sınıftan içeri adımınızı atar atmaz karşılaştığınız kahverenginin en aşağılık tonuyla boyanmış ve milyonlarca gerizekalı çocuğun sümüğü, yemek artığı, anlamsız karalamaları,tozu, toprağı, boku, püsürü ile ırzına geçilmiş okul sıraları yaşamınızın bundan sonrasının ne kadar boktan geçeceğinin sinyallerini verir gibidir. Üstüne bir de sizi tokatlamak için herhangi bir yanlış yapmanızı bekleyen, bekleyecek kadar sabrı olmadığında da hayal gücünün yardımıyla aklına getirdiği herhangi bir yanlışı sizinle ilişkilendiren öğretmen adlı denizanasıvari yaratık, yanağınızla birlikte ruhunuzu da tokatlamaya başladığında toplumsal bir histeri ve cinnet etkinliğinin tam ortasında kaldığınızı anlarsınız. İlk günden itibaren içinizde büyütmeye başladığınız öfke zamanla boyunuzdan ve yaşınızdan daha büyük olur ve hıncınızı etraftaki diş geçirebileceğiniz hububat beyinli insan yavrularından çıkarmaya çalışırsınız. Ve böylece insan ırkıyla aranıza aşılmaz büyüklükte duvarlar örme süreciniz de başlamış olur.. Belki de insan, sadece doğduğunda insandır, kim bilir? Büyümeyle birlikte bozulma da başlıyordur belki. Mesela adamakıllı konuşabildikten az bir zaman sonra küfür etmenin ne kadar çirkin olduğunu öğretmeye çalışırlar size. Ve siz içinizden, ağız dolusu küfür edemedikten sonra konuşmanın ne kıymeti var ki diye geçirisiniz. Üç yaşında, yemek içmek kadar doğal bir şey olan sindirim sisteminin boşaltım faaliyetiyle ilgili yasaklamalar dayatılmaya başlar ayrıca da istediğiniz zaman istediğiniz yerde pantolonunuzu indiremeyeceğinizi öğrenirsiniz. Dört yaşında iki yaşınıza kadar tebessümle karşılanan neredeyse bütün davranışlarınız birer azar yeme vesilesi haline gelir. Beş yaşında tamamen büyümeye başlar ve altı yaşında da insan olarak ömrünüzü tamamlayıp başka bir türe evrilirsiniz. Okul denilen ruh törpüsü mekanizma da bu mutasyonun gönüllü hızlandırıcısından başka bir şey değildir. Mesleğinden, kendisinden, çocuklardan, akıp giden zamandan, kırlaşmış saçlarından, herkesten ve her şeyden nefret eden bir grup öğretmen, çocukların gönüllülük esasına bağlı metamorfoza uğratıldığı yarı açık akıl hastanelerinin ekonomik zorunluluklar yüzünden ayak işlerini yapmaya mahkum edilmiş metazori hasta bakıcılarıdır.. Beş yaşına kadar her şey güzeldir. Altı yaşında hayat masumiyetini kaybeder ve ölür.. Ömrümüzün geri kalanı, bir tür şizofrenik kurgudan başka bir şey değildir...
..
31.
Neyin var sorusuna verilen 'hiçbir şeyim yok' cevabı kadar yürek burkan bir şey olamaz zannımca. 'Hiçbir şeyim yok' sihirli bir sözcüktür aslına bakarsanız. Cümleyi kısaltıp 'i'si uzatılmış bir 'hiiiç' gibi de kullanabilirsiniz. Yine aynı çok anlamlı etkiyi yaratır. Hatta öyle kullanmalısınız yoksa karşı tarafta eşcinsel olduğunuza dair şüpheler oluşabilir. Türkçe'nin en büyük problemi de bu işte. Konuşma dili, yazı dili gibi kullanıldığında çok sevimli bir algı çıkmıyor ortaya. Mesela arkadaşınıza 'ben akşam sizin yanınıza gelmeyeceğim, evde ailem ile birlikte yemek yiyeceğim' yollu bir şeyler söylerseniz adamın kafasından muhtemelen şu geçer. 'Gay lan bu.' Neyse konu bu değil şimdi. Konu şu. 'Hiiç' dedğinizde bundan iyiyim bir sıkıntı yok anlamı çıkar, ya da pek çok insan öyle düşünür. Ama ağızdan çıkan gerçek anlamıyla yorumlandığında, ortaya çıkan tablo bir insanın tanık olabileceği en büyük kişisel trajedidir. 'Hiçbir şeyim yok..' Hiçbir şeyim kalmadı der gibi.. Hiçbir şeyi olmayan bir adamdan daha trajik ne olabilir ki?
..
297.
Hayatım boyunca çok az şeyi yarım bıraktım ben. Genelde her boku elime yüzüme bulaştırmamla bilinsem de gücüm yettiğince sonuna kadar gittim gidebileceğim her şeyin. Bebeyken öğretti annem bana doysam bile tabakta yemek bırakılmayacağını, ya da sofrada parça ekmek. Büyük deprem olduğunda bira içmeyi, artçısı olduğunda sınıfta ders anlatmayı kesmedim mesela. Devam ettim elimden geldiğince her ne yapıyorsam yapmaya. Tek bir istisnayla.. Neşet Baba. Ne zaman, nerede bir Neşet Ertaş türküsü duysam, her ne yapıyorsam bırakıp, gözlerimi inceden kısıp, için için eşlik edip onunla beraner hiçbirinize anlatmayı beceremeyeceğim bir yolculuğa çıkarım. İşte bu an da o anlardan biridir. Öyleyse varsın yarım kalsın bu cümle de..
..
306.
Tabi başka şeyler de girdi araya. Acıkıyor insan, uykusu geliyor.. Ben de yemek yedim, uyudum, kitaplar okudum. Ama bunların hepsini aradan çıkarır gibi yaptım. Hızlı hızlı yaptım. Az yedim, çok uyumadım, kitaplara da eskiden olduğu kadar hırsla saldırmadım. Benim asli görevim seni sevmekti, hiç aklımdan çıkarmadım. Ciddiyetimi hiç kaybetmeden sadece seni sevdim. Başka her şeyi ‘aradan çıkardım’. Ciddiye almadım hiçbirini..
..
Gerçek aşk, hiçbir şey yapmamaktır. Bir şeyler yapmak kolay; aramak, ağlamak, yalvarmak, kızmak, yalan söylemek dünyayı yerinden oynatmak.. Zor olan,bunların hepsini yapmaya gücün yetecekken hiçbir şey yapmamaktır. Beklemektir zor olan, herhangi bir beklentiye sığınıp yaslanmadan beklemek. Hiçbir şey ummadan, hiçbir şeyi değiştirmeye kalkmadan, gücünü sadece masumiyetten alan ve sabırla beslenen.
Böyle zamanlarda eşya hayatla aranda bağ kurulmasını sağlıyor. İki kişilik kullanılmış tren bileti, yapım aşamasında yarım kalmış bir ney, bir zamanlar gerizekalı bir süs muamelesi yaparken en kıymetli eşyan haline gelen duvardaki dart, galata kulesi kartpostalı, yemek sonrası verilen küçük mor lokantacı şekeri, renkli fotokopi bir vesikalık resim, çantada muhafaza edilmiş alakasız bir kitap, Mcdonalds'dan alınan kredi kartı slipi, boş votka şişesi, boş ıce tea mango kutusu, boş Winston paketi ve dünyanın en güzel misketi.. Ve tüm bunlarla dolu bir oda. Beklerken hiçbir şey yapamadan, dua ettiğin kutsal objeler haline geliyor nesneler ve odanın kendisi..
Ve uzaktaki eşya. Anları anı haline getiren ve hatırlandıkça katlanmayı zorlaştırıp beklemeyi kolaylaştıran eşyalar. Şu an seninle olmayan ama diğerlerinden hiç ayıramadığın eşyalar. Belki birgün bir araya getirip anıları birleştirmeni sağlayacak olan eşyalar. Sigara jelatininden mamül dünyanın en korunaklı yerinde saklanan galata kulesi maketi(ki külahını yapmak -bir kaç tuhaf girişimden sonra akıl edilebilen- çok yaratıcı bir hamleydi) ,cafede yıllardır duran ve muhtemelen kimsenin dikkat etmediği ve ihtimal kimsenin bakıp gözlerinin yaşarmasına neden olmayan bozuk gramofon ve onun artık nerede olduğu bile bilenmeyen karakalem resmi, başka bir ankara-eskişehir gidiş dönüş tren bileti, olmadık bir yerde koparılıp kurumaya bırakılmış bir gül, yeni baskı bir Salinger kitabı(Gönülçelen) , sendeki Galata kulesi kartpostalının bir eşi, içi dışı kara bir paket karanfilli sigara..
Ve mekanlar tabi. Zamanın durduğu, gidildikçe hep o anları yaşatan ve dayanmak zor olduğundan mecburen uzak durulan ama bir şekilde hep etrafında dolaşılan mekanlar. Oralarda oldukça acı veren, ama çok uzak oldukça da her şeyin tamamen yitirilmesi demek gibi bir şey olacak olan yerler.. Çocukluğunu, sevdiklerini, hayallerini, duygularını Perec ve Oğuz Atay eşliğinde en sevdiğine servis ettiğin teras barı, onu beklerken her dakikanın bir saatte geçtiği cafe, yıllarca şehrin gürültüsünden kaçıp kafa dinlemek için gittiğin ve artık bambaşka bir şey demek olan kenardaki park ve onun yukarıdan dördüncü aşağıdan üçüncü bankı, dünyanın en güzel uykusuzluğunun yaşandığı kuşetli istanbul treni, hangisinin gerçek olduğu konusunda türlü münakaşalara girdikten sonra karar verilip girilen ve yemek gelir gelmez çakma olduğu anlaşılan sultanahmet köftecisi, son anda koşarak yetişilen ve 360 derece dönerken bile yüzündeki gülümsemeyi silemeyen lunaparktaki ölümcül makine, sinema tarihinin en rezil filminin büyük bir keyifle izlendiği sinema salonu, İstasyonun yanındaki trene binmeden son trenden inince ilk sigaranın birlikte içildiği çiçekli ağaçlı taşa oturmalı dış bahçe, binbir nazla geçilen üst geçit(bilen bilir oradan geçmek epey bir iştir) ,tavla oynanılan ve yenilince mahsustan küsmecilik oynanan çay evi, v.s... Ve odam tabi, odamız.. O kadar çoklar ki. Ama hepsinin yaşattığı duygu ortak. Hem en güzel anları oralarda yaşamış olmanın hatırlanmasıyla yüzde beliren tebessüm hem de o anları yitirmiş olma ve bir daha yaşayamama ihtimalinin verdiği acı. Tebessüm ve acı sadece anlar ve mekanlar birlikte hatırlanınca bu kadar yakışıyorlar birbirlerine. Keşke mümkün olsa da eşya gibi mekanları ve anları da bir odaya toplayabilsek. O zaman büyü yapmak daha kolay olurdu belki..
En başta inanamamak. Hiç ihtimal vermediğin birşeyin kolayca oluvermesi. Ve neredeyse şaşkınlıktan sevinmeye vakit bulamamak. Bir taraftan onu haketmediğini düşünmenin yol açtığı kendine güvensizlik diğer taratan ise hiç alışık olmadığın güzellikler. İlk buluşmanın çocuksu heyecanı, trenden ineceği saati beklerken oynanan sevimli zaman hesaplaması oyunları, saatlerce ne yesek telaşına düştükten sonra aynı anda dillendirilen "yemek yemeyiverelim" keşfinin yol açtığı inanılmaz rahatlık, yağmur yağarken saçak altında geçen zamanda sigara içmekle öpüşmeyi aynı ana sığdırmaya çalışmanın kaçamak telaşı, mantıyı sarımsaksız salatayı soğansız yemenin tarifsiz lezzeti, kalkmasına az zaman varken ve anlatacakların hiç bitmeyecekken önündeki son yudumu içmemesi için bira bardağına çaktırmadan atılan yalvaran bakışlar, terlediğini farkederde elimi tutmayı bırakır endişesiyle başka bahaneler bulup kısa süreli elleri bırakıp kot pantolonun arkasında silme hınzırlığı, rüzgarın ağzına soktuğu saçlarını usulcacık çekip çıkarma ve bunu yaparken bir taraftan başka şeylerden bahsedip hiçbir şey olmuyormuş gibi hissettirme çabası, her gecenin son iyi geceleri -her sabahın ilk günaydını,güne onun sesini duyamadan başladığın anların tedirgin edici gerilimi, sigara jelatininden mamül kutsal kulenin başında geçirilen ömrünün en içten zamanları.. Hepsini bir arada hatırlamak mı daha çok acı verir yoksa teker teker hatırlayıp ayrı ayrı acı çekmek seyreltir mi biraz acıyı? Belki de tek bir acı var. Yoğunluğu hiç değişmeyen ve hep aynı şey demek olan tek bir acı. Çok özlemek demek olan, boşluğunu hiçbir şeyle dolduramayacağını bildiğin yitirilmiş zamanları kafanda tekrar tekrar yaşamanın sızısı..
Ama bu haksızlık. Öylece çekip gitmek bu kadar kolay olmamalı. Gücünü yalnızlığından alan ve yalnızlığa alışkanlığını yıllar süren bir çabayla benimseyen birinin hayatına girip,onu kapandığı ve artık şikayet etmediği mağarasından çıkartıp hiç alışık olmadığı bir oyunun ortasında tek başına bırakıvermek. İnsafsızlık. Tamam insan kızar, küser, kavga eder, yanlış bir şey varsa yapanın burnundan getirir. Ama böyle basıp gitmek neyin nesi, insaf. Tamam artık aramaz seni diyerek telefonun sesini kısıp elinin eremeyeceği bir yere koyarken bile on dakikada bir telefonu kontrol etmek ve kendi kendine ben aslında saate bakıyorum kimseden telefon beklediğim yok diyerek yürek burkan yalanlar söylemek; iyi oldu zaten yürümeyeceği belliydi eninde sonunda bitecekti türünden avuntularla uykuya dalıp sonra sıçrayarak uyanmak ve bu zavallı avuntunun aslında seni hiç rahatlatmadığını farketmek; artık hiç işine yaramayacağını bilmene rağmen acı bir alışkanlıkla ve tükenmeyen alışkanlıktan da acı bir umutla 3900 dan 5000 sms almak; bin kere bilmene rağmen artık seni ilgilendirmediğini, kendini kendinden gizli acaba bu saatte o ne yapıyordur diye düşünürken yakalamak; geçen ay bu saatlerde şuradaydık, şu saatte şunları konuşuyorduk, eğer böyle olmasayadı şu gün şunları yapacaktık muhasebesine obsesifce takılıp kalmak; birlikte dinlediğiniz şarkılardan kaçmaya çalışırken mırıldandığını utanarak farkedip yarıda kesmek ama kafanın içinde şarkının devam etmesine engel olamamak; ikinizinde sevdiği yazarların kitaplarını kitaplığın en görünmez yerlerine sokuşturup,göz ucuyla yerlerinde olup olmadığını hızlıca kontrol etmek; nefret etmek için yüzlerce bahane üretip her birine tutundum zannedip bir süre rahatlamak ve sonra hiçbir işe yaramadığını süratle farkedip eskisinden daha beter kahrolmak; ve özlemek.. Hep özlemek; uyurken özlemek, uyanır uyanmaz özlemek, bir şeylerle uğraşmaya çalışıp bir süreliğine unutur gibi olduğunda farketmeden özlemek, hiçbir şey yapmadığın zamanlarda özellikle gece yarısından sonra ibadet eder gibi özlemek, yüzünü görsem bir kere,başkasıyla konuşurken bile olsa sesini duysam yetecek bana dedirtecek kadar özlemek. Özlemenin her çeşidini ezberler gibi özlemek. Yok, olmaz böyle,haksızlık bu..
Sonra bütün günler birbirine benzemeye başlar. Ayrılığın ilk bir kaç günü deliren ve ne yapacağını şaşıran sen zaman geçtikçe acıklı bir suskunluğa bürünürsün. İnsanın en zavallı hallerinden biridir böyle zamanlarda yaşanılan. İlk gün, kızgınlığının etkisiyle burnundan kıl aldırmaz en söylenmeyecek lafları söylersin. Sonra aynı gece şaşkın ve ne yapacağını bilmez şekilde dolaşırsın ama seni çıldırtan şey öfkeymiş gibi gelir sana. Ona öyle kızıyorsundurki, sırf sana bunu yapmış olması bile affedilmez bir hatadır. Karar vermişsindir artık o seni aramaya kalksa bile konuşulmayacaktır. Evet her şey bitmiştir.. Öyle zanneder içebildiğin kadar içersin ve sızarsın sonra. Ama uyanınca aklın başına gelir. Önce bir önceki günü düşünürsün ve metafizik bir umutla bunun rüya olması için yalvarırsın. Ama rüya değildir, ayrılmışsınızdır artık. İçinde korkunç bir acı ve boşluk hissiyle atarsın uyku sersemliğini ve umutsuzca telefona saldırırsın. Ama ne bir arama vardır ne de mesaj. O zaman akşamki öfkenin yerini çaresizlik alır. Ve elinden bir şey gelmeyeceğini bile bile ama bir taraftan da her şeyi düzeltebilecekmiş gibi büyük bir enerjiyle sen ararsın. O da ne,telefonu kapalıdır! Defalarca denersin ama hep aynı şeyi duymaktasındır. "Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor..." Aslında çok iyi bilirsin ki aradığın kişi artık geride bıraktığın kişi değildir. Bir şey olmuştur dün ve artık o başka birine dönüşmüştür. Ama bu düşünceyi şiddetle kovarsın kafandan. Hayır,bir kaza yaşadık dün, düzelecek mutlaka. Telefon elinde yataktan kalkıp sokağa atarsın kendini, çok erkendir gidecek yerin de yoktur. Hem olsa bile hiçbir yere sığamazsın ki.. Dolaşıp durursun gözünde akıtmaya utandığın kocaman yaşlarla. Ağlayamazsın ama henüz. Çünkü içinde hala bir umut vardır, zannedersin ki telefonu az sonra açılacak,konuşmaya başlayacaksınız ve o kötü kabus hiç görülmemiş gibi hayatınız devam edecek. Affetiririm kendimi diye düşünürsün, o da beni seviyor nasılsa, kıyamaz bana. Ne kadar pişman olduğumu görür, biraz kızar ama sonunda affeder. Yeter ki şu telefonu bir açsın, gerisi mutlaka hallolur, olmak zorundadır. Bu düşüncelerle dakikada en az üç kere arayarak şehrin muhtelif yerlerinde dolaşıp durursun, vakit ilerler ama telefon bir türlü açılmaz. Bu esnada telefon açıldığında ne konuşacağını kafanda kurgulamaya başlarsın ve o anda yapmış olduğun yanlışların hepsi birden aklına gelir. Ve beklerken bir taraftan da kendinle hesaplaşmaya başlarsın. Pişmanlık içinde çığ gibi büyümektedir. Sözler verirsin kendi kendine, söz dersin bir daha onu üzmeyeceğim, küçük kaprisler uğruna hayatı dayanılmaz hale getirmeyeceğim, onu mutlu etmek için elimden gelen her şeyi yapacağım, hatalarımın farkındayım asla hiçbiri tekrarlanmayacak. Onu ne kadar çok sevdiğimi göstereceğim ona her şey eskisinden de güzel olacak.. Bu esnada o kadar samimisindir ki gerçekte tutamayacağını bildiğin sözleri bile vermekten çekinmezsin. Trajiktir aslında, çünkü bir taraftan tükenmeye yüz tutmuşken diğer taraftan kendini hiç olmadığın kadar kuvvetli hissedersin. Kendi kendine tekrarlarsın, olmaz dersin böyle olmaz, düzelecek herşey yoluna girecek. O da üzülüyordur zaten, sen anlatacaksın o anlayacak ve eskisinden daha kuvvetli bağlarla sarılacaksınız birbirinize. Yeter ki telefonunu açsın.. Açsın artık telefonunu.. Sadece telefonunu açsın.. Açsın artık.. Açsın.. Ne olur açılsın artık o telefon.. Ve sonra açılır o telefon.. Alo dersin...
Biliyor musunuz aslında neden zordur ayrılık? Neden kabul edemez insan? Bir bıçak kanatıp ruhunu kimsenin göremediği kanlar akıtır içine içine, neden? Aşık olduğun için mi? Onsuz yaşayamayacağın için mi? Hayatının anlamını kaybettiğin için mi? Sana haksızlık edildiğini düşündüğün için mi? Hayır hiçbiri değil. Başkasına da aşık olursun, o olmadan da yaşarsın, bir şekilde her şey yoluna girer. Bunu da herkes bilir. Peki bunu bile bile neden acı çeker insan biliyor musun? Çünkü onu başkasıyla düşünemezsin. Tuttuğun elleri başkasının tutması, öptüğün dudakları başkasının öpmesi, yaslandığın omuza başkasının yaslanması. Düşünmek bile delirtir insanı. Bu yüzden işte, herkes bilinçaltında sevdiğinin ölmesini ister. Sevdiğinin ölümü bile onu başkasıyla düşünmekten daha az acı verir. Aşk zihninin savunma mekanizması geliştiremediği tek yanılsamadır, hallüsinasyon gibi... Bir varmış bir yokmuş.. Uyarıcısı olmayan algı.. Her şey biter acı kalır. İşte o acı da bencilliğinden ve kibrinden kaynaklanan acıdır. Onu başkasıyla düşündükçe kendine acımaya başlarsın,çünkü bunu kendine yediremezsin. Ölse, mesele kalmayacaktır. Ama ölmez namussuz, gözünün önünde korktuğun her şey bir bir gerçekleşir. Bu yüzden acı çekersin işte.. İşte bu yüzden çok zordur ayrılık..
..
115.
Mangaldaki köze gömülüp çıkartılan patlıcan bir poşete koyulup hava almayacak şekilde iki dakika kadar bekletilirse kolayca soyulur. Binboa Satsuma ılık Red Bull'la içildiğinde bir halta yaramaz. Krematoryumların tabanları fayanslarla döşeliymiş temiz görünsünler diye. Nabokov ve Soljenstin ve Grossman ve Pasternak'ın ortak noktaları nedir bilir misiniz? Bilmiyor musunuz? Ben biliyorum. Başka.. Başka bir sürü şey daha biliyorum. Hayatımı bilinebilecek her şeyi bilmeye adadım ben. Olur da günün birinde birileri bana bir şey sorar ben de pat diye cevap verir böylece bir işe yaramış olurum umuduyla ilaç prospektüslerine,nizamiye talimatnamelerine, buruşturulup fırlatılmış gazete kağıtlarına, ev aletleri kullanma kılavuzlarına, solaryum broşürlerine, el ilanlarına, duvar yazılarına, romanlara, ansiklopedilere, biyografilere, masal kitaplarına, gezi kitaplarına, yemek kitaplarına iştahla saldırdım.. Amazonlardaki bitki örtüsünden ve 17. yy. saray mutfağından ve Gütenberg'in bastığı ilk on kitaptan ve Rugby'nin kaç kişiyle oynandığından haberdarım. Kısıtlı malzemeyle nasıl bomba yapılır, çivi ne zamandan beri kullanılmaya başlamıştır, Buckhingam sarayının kaç odası vardır sorun hemen cevap verebilirim. Evet evet her boku bilen adam diye bir şey varsa işte o benim.. Ama tüm bunlarla uğraşırken bir şeye zaman bulamadım. İnsanlarla nasıl anlaşılır, insanlar birbirlerini nasıl idare edebilirler bir türlü öğrenemedim. Bildiklerim beni potansiyel bir bilgi yarışması telefon jokeri haline getirdi. Oysa ben bilinmeyen sorularda akla gelen adam olmak yerine okeye dördüncü olarak çağrılan adam olmayı ya da rakı masasına muhabbet için çağrılmayı isterdim. İnsanları çok ihmal ettim. Neyse ya şımarmayın sevgili insanlar olan olmuş bundan sonra hibir şey değişmez elbette. Bunu sonuna kadar okuduysanız eğer süratle unutun, çünkü yarın bana bu yazdıklarımdan bahsedip yaklaşmaya çalışan olursa aranızda sopayla kovalayabilirim. Şimdi sessizce dağılın..
..
256.
Kapitalizmin vicdan temizleme araçları yardım konserleri, sms'ler ve makarnadır. U2 yardım konseri düzenler. Geliriyle Ruanda'daki açlara yardım edilecektir. Kapitalizmin modern insanı büyük bir coşkuyla konsere gider, yüz sterlin verip bilet alır ve görevini yapmış olmanın huzuruyla evine döner. Grubun solisti Bono'nun aynı akşam başbakan Cameron'u yatında ağırladığını, beraber yemek yediklerini ve Ruanda'daki iç savaşın sorumlularından birinin Cameron olduğunu bilmez. Suriye'den onbinlerce mülteci sığınır ülkesine modern insanın. Ve alicenap halkımız makarna seansları düzenleyip ayni yardım toplayarak vicdanına mastürbasyon yaptırır. Aynı makarna bazen oya da tahvil edilebilir lakin o başka bir yazının konusu. Bazen de Somali'deki aç çocuk görüntülerinin fluluğunda şöyle bir mesaj görülür. Yardım yaz boşluk bırak ebesinin.mına gönder ve beş tl. lik bağışta bulun. Hemen telefonlar kınından çekilir, sms atılır ve sorumluluğu yerine getirmenin vakur tavrıyla başlar yastığa konulur..
Bazen şehrin en yüksek binasının tepesine çıkıp avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Sizin uygarlığınızın da sisteminizin de şefkatinizin de.mına koyayim diye. Ama yapamıyorum. Yükseklik fobim var anasını satayım neyleyim!
..