İçindekileri dökmeden bu dünyadan ayrılmak istemeyen huzursuz bir kadının yakarışını hatırlatan yağmur sesiyle uyanınca günün zembereği boşaldı. Hayatta yapamadığım ne varsa hepsini zamanın dar çemberine sığdırabilirmişim gibi Tanrı’dan bana bir gün daha bahşetmesini istedim. Tek bir gün daha... Pişmanlıklarımı, cevabı olmayan sorularımı, zihnimi kemiren suçluluk duygumu bırakmak isteyeceğim kimse olmadığını hatırlayınca, sana yazma arzum yatağından taşan bir nehir gibi coştu. Ama yapamadım. Durdum ve öylece boğazdan göçmeye hazırlanan yırtıcı kuşlara baktım. Kara bulutların mahmurluğuna, üstünden sıyırmaya çalıştığı sisten elbisesiyle eşlik eden deniz, Tanpınar’dan ödünç aldığı kelimelerle ‘İnsan daima çözemediği bir meseleler çıkınıdır’ diyordu. Bazıları o çıkının içinde bulduklarıyla yüzleşip ötesindeki ‘ışığı’ görebilmek ve hakikate ulaşmak için yaşıyor galiba. Sen onlardan biriydin, değil miydin yoksa? Yanımda olmadığında bile geçmişten kulağıma fısıldadıklarınla, bizi birbirimize bağlayan o ‘yolda’ yönümü şaşırmamam için bıraktığın çakıl taşlarıyla, cazibesi basitliğinde saklı şakalarla güldürdüğün zamanlardan kalan kahkaha kırıntılarıyla idare etmeyi öğreneli çok oldu.
Şimdi fena halde ürperten gri bir seher vakti, şehir gözü kamaşmış bir kadın gibi ışığını kısıp açarken, bu yolculuğa eşlik eden kitap yığının ortasında oturup Tanrı’nın bana bağışladığı o ‘tek günü’ sana yazarak hediye etmek istiyorum. Hatırlıyor musun, insanların kalabalıkların içinde akvaryumunda susuz kalmış balıklar gibi çırpındığı saatlerde, kendi puslu bakışlarına göre insanı tasnif edenlerle dalga geçerdik. O vakit sana Abdülhak Şinasi’nin o küstah ama zarif cümlesini hatırlatırdım: “Siz hayatın zahiri şekillerini görüyorsunuz; ben batini...” Kimsenin bizi olduğumuzu sandığımız gibi göremeyeceğini dolayısıyla geriye kalacak hikayelerin o bakışın hüneriyle gerçekleşmeyeceğini biliyorduk. Sadece bizi şefkatle geleceğe bırakacak anlatıcılara ihtiyacımız vardı. Onları bulabildiğimizde hiç kaybolmuyorduk ki. Bir keresinde “İnsanı çekici kılan hikâyelerinin bilinmezliğidir” demiştin. Davranışlarımızı korkularımızın buğusuyla saran duyguların hayatın her aşamasında bizi beklediğini sessiz sevecenliğinle gösterdin bana.
Doğuştan yaşlıydık biz...
Ben senin başkalarına gösterdiğin yüzünü de kalp gözüyle sevmeyi öğrendim. Doğuştan yaşlıydık bir bakıma. Biz anlatmaktan hoşlandığımız hikayelere dönüştük sonunda. Ve bazen kendimizi daha iyi anlamak için o hikayeleri birbirimize anlatıp durduk. Hayatın incecik titreşimlerini hissetmek yerine telaşla mutluluk peşinden koşmak pek bize göre değildi. Talihimizi buluşturan tesadüfün tohumu belki de o ‘sükunette’ gizliydi.
Birbirimize benzemesek de çok farklı konular arasında bir sincabın çevik ama yumuşak sıçrayışlarıyla dolaşmak aramızdaki mesafeyi büsbütün kısaltmıştı. Sevdiğimiz yazarların uzaktan gelen sesleriyle vecd içinde edebiyat tarihinin kıvrımlı yollarında hiç acele etmeden dolaşıyorduk. Divan şairlerinden, varoluşçulara - ki benim gibi pek sevmezsin onları -, klasik edebiyattan, casus romanlarına uzanabilen macera dolu bir seyahate çıkmıştık seninle. En çok da sabahları uyanmam için dinlettiğin neşeli türkülere gülerdim. Kimse tahmin edemezdi gizlice paylaştığımız o basit zevkin hazzını. Sözcüklerin uyumlu sesleriyle, müziğin büyüsüyle parçalanmış ruhunu şamanlar gibi iyileştirdiğimi söylüyordun. Kozmik bilinçten bahsediyorduk sonra. Sezgisel yeteneği ve zekayı, biriktirdiklerinle hayatın görünmez yanını hissedebilmeyi önemserdin. Sırtını mâlumatın kuru gövdesine dayayan, dili küçümsediği için yavanlaştıran yazarlar senin de biraz canını sıkardı. Sandıkları gibi kibirli değildin aslında. Sade ve basit olanın içinde gizlenen loş noktalara ışık tutup mananın çemberini halka halka genişletmeyi severdin. Bense gerçeği pul pul soyup olduğu gibi bütün çıplaklığıyla göstermeyi...
Ebediyete açılan Tanrı’nın evlerinden bahsederken O’nun yeryüzündeki şahitlerini konuşurduk bazen. Sadece tabiatın içinde, varlığın görünmeyen yüzünde değil, bizi birbirimize yakınlaştıran mısralarda da bütün berraklığıyla görünüyorlardı. Böyle ıssız bir sabah, ıslak lavanta kokan Sezai Karakoç mısralarını eski günlerin kalp çarpıntısıyla okuyabilmeyi ne çok isterdim sana ama insanın en büyük zaaflarından birisi ‘başlangıç’ anının saflığına dönemeyeceğini sanmak değil mi? Halbuki yeterince tutarlı ve sabırlı olmayı becerebilsek, hayatın yaşamlarımıza ahenkli uysal ritmini tekrar yakalayabiliriz muhtemelen: “Sen geldin benim deli köşemde durdun/ Bulutlar geldi üstünde durdu/Merhametin ta kendisiydi gözlerin/ Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu/ Bulutlar geldi altında durduk... Konuştun güneşi hatırlıyordum/Gariptin yepyeni bir sesin vardı/Bu ses öyle benim öyle yabancı / Bu ses saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı...”
Ne zaman güneş batsa bu son gecem diyorum
Vazgeç yalan dünyanın köhne saltanatından
Yetişir bunca keder, bunca elem diyorum
Her şey sağır içimde ne şiir ne musiki
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta