Yaşlılık, Balthus Ve Diğerleri...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Yaşlılık, Balthus Ve Diğerleri...

Martıların köpekler gibi uluyarak feryat ettikleri bir mahallenin kesif çöp kokan sokaklarında yürürken aniden bacaklarım titremeye başlayınca gölgelik bir merdiven eşiği bulup olduğum yere çöktüm. Dünya fırıl fırıl dönüyordu, aksi gibi benim etrafımda... Önümden çamurlu bir nehir gibi sürüklenip giden hayata bakakaldım öylece. Birbirlerine aldırmayan telaşlı insanların kayıtsızlığını izledim biraz. Bakışlarım biraz evvel yediğim karadutların beyaz keten pantolonumda bıraktığı ‘mor mürekkep’ lekelerine takıldı. Onlar hiç çıkamayacak, dedim. İyi ya da kötü, kurtulduğumuzu sandığımız anılar da böyledir. Onlardan uzaklaşırken geride hep bir parçamızı bırakıyoruz. Zamanı hapsetme hevesiyle yaşayan biz faniler, basit bir kolaycılıkla başımıza gelenler başlar, biter ve bir gün izleri silinir gider zannederiz. Hâlbuki bir yere gitmezler, yok olmazlar, son âna kadar hayatımıza eşlik edip bizimle birlikte yaşlanırlar. Eğer istediklerimizi anlatarak miras bırakmayı becerirsek ölmezler. Nefes aldırmayan yoğun bir nem bulutunun altında böyle kopuk kopuk düşünceler akıyordu zihnimden işte. O sırada bir arkadaşımın sevdiği basit bir şarkı sözünü hatırladım: “O an ihtiyar oldum.” O cümleyi fısıldayarak tekrar edince karadutların morarttığı parmak uçlarım sızladı nedense. Hayatı böyle kâğıt kesiği gibi çizen incecik anlar vardır, acının sıcaklığını sonradan hissedersiniz. İhtiyarlığın başladığı o ilk silik ânı idrak etmek de buna benzer ‘çatlak’ bir his sanırım. Sonrasını düşünmek epey ürpertici...


O kadar iddialı değilim...

Geçenlerde eğlenceli alıntılarla konuşan bir yazar televizyonda, Truman Capote’ye dair kısa bir anekdot anlatıyordu: “Röportajcı Capote’ye mutluluk hakkında ne düşünüyorsunuz, mutlu musunuz, diye sormuş. O kadar hırslı değilim, diye cevap vermiş yazar.” Son zamanlarda durup dururken bunu hatırlayıp gülümsüyorum. Mümkünse birilerinin bana “yaşlılık hakkında ne düşünüyorsunuz’ demesini istiyorum. Cevabım net: “O kadar iddialı değilim! ” Değilim ama çocukluğumdan beri kendimi ihtiyar dünyanın kızkardeşi gibi hissettiğim için bu hususta ‘iddialı’ olanların neden ve nasıl öyle olabildikleri ilgimi çekiyor. Seviyorum yaşamaya tutkun insanların arsız coşkusunu, kıpırdak hayat enerjilerini. Şanslı olduklarını düşünüyorum. Kâinatın sonsuzluğunda kendini tekrar eden, kelimelerin, hikâyelerin, acıların, hayalkırıklıklarının, birbirine benzeyen mutsuzlukların üst üste yığılan ağırlığını taşımaktan yorulmuyorlar. Bazen gerçekten kıskanıyorum onları, bu ürkütücü tekrardan, bezdirici döngüden hiç sıkılmıyorlar çünkü. İnsanın tecrübeyle eksildiğini fark etmiyormuş gibi yaşayabilme yeteneğine sahipler. Bir gün geliyor, “galiba artık ihtiyarladım ben” diyorlar çocuksu bir sesle. Hâlbuki o güzel mısradaki gibi insan, ruhun kurak ve solgun coğrafyasına ilk bebek adımını attığı andan itibaren usulca ihtiyarlamaya başlıyor zaten.

Geçen sene bu köşede bahsettiğim romancıyı hatırlıyorum. 89 yaşında intihar ettikten sonra tanınıp ölümsüzleşen Macar romancı Sandor Marai, o süreci acımasızca anlatıyordu: “İnsan ne yaparsa yapsın ölümlü bir varlık. Vücudu yaşlanıyor; hemen değil hayır, önce gözleri ya da bacakları ya da kalbi yaşlanıyor. İnsan parça parça yaşlanıyor. Ve bir gün ruh yaşlanmaya başlıyor. Çünkü vücut ihtiyar olmak istiyor, ama ruhun hâlâ özlemleri, hatıraları var ve hâlâ arıyor, seviniyor, arkadaşlarını özlüyor. Ve mutluluğa duyulan özlem kaybolduğunda sadece hatıralar ya da kibir kalıyor; ve insan o zaman gerçekten sonsuza dek ihtiyar oluyor.”

Acı bir sessizlik değil mi? İyi ya da kötü hiçbir şey istememek, daha evvel şaşırdıklarına aldırmamak, birisini bekleme düşüncesinden, umut etmekten uzaklaşmak, heyecanı toprağın altına diri anılarla birlikte gömmek, unutmanın ve aldanışın derin sükûnetinde kaybolmak, hayatın kendisinden alınacak intikam duygusunun soğuması, tek kelimeyle vazgeçmek... Biriken anıların sıkıntısıyla gelen soğuk ihtiyarlık rüzgârı biraz da böyle bir şey galiba. Gülten Akın’ın o zarif şiirindeki gibi; “Hüzün çocuklar için arada bir, yaşlılar için sürekli...”


Tanrısal ışığa doğru...

Bu karanlık tabloda sonsuzluğa açılan o kapıyı Balthus gibi geniş bir merhamet duygusuyla aralayanlar da var. “Atölyem mabedimdir” diyen ressam İsviçre’de bir dağ evinde, kabalıktan, sanat piyasasının dalaverelerinden, modern dünyadan, hayatın uğultusundan uzakta ressam karısı Setsuko ile birlikte ölümü sessizce beklemişti. 20. yüzyılın en büyük ressamlarından birisi olan Balthazar Klossowski de Rola, anılarında yolculuğun son günlerini tevekkülle anlatıyor: “İnsanoğlunun ömrünün sonlarına doğru çıplak ve temel bir şeye, can sıkıcı ve düşünsel sorunların hiçbirini umursamayan bir sadeliğe ulaştığına inanıyorum. Romantizm ve çektirdiği acılar, gençliğe özgüdür; yaş ilerledikçe her şey bir çözüme ulaşır ve sadeleşir. Her şey Çin alfabesinin simgeleri gibi yeniden biraraya gelir. Her gün bir başka günü çağırır artık ve Tanrı sizi yanına çağırıncaya dek resme, yani yapılan işe adanması gerekir bu yeni günün. İşte bu kadar basit. Tanrı sizin için gereğini yapar. Ertesi gün için kaygılanmanın gereği yoktur... Zamanla her şey sertliğini, pürüzlerini yitiriyor. Başka türlü görünüyor, gözümüzden siliniyor. Daralan zaman ve vaat ettiği o pek az şey, dolu dolu yaşanmalı. İnsan biliyor bu zamanın daraldığını ama yine de sonsuz olduğunu. Varolmanın çelişkisidir bu... Yaşlılığın yol açtığı değişikliklere karşın, birçok şey önemini yitirdi artık, yerini temel olana bırakmak için. Başımıza gelenleri sadeleştiren, yüce bir yoksullaşmadır bu. Bu huzur içinde ölmelidir insan: Tanrının vaat ettiği buluşmanın huzuru içinde, resmin beni hep hazırlamak istediğinden emin olduğum ihtişam içinde...” Balthus için yaşlılığın sınırlamalarına, zorluklarına boyun eğmek, ibadet eder gibi resim yapmasına benziyor. Ressamı o muazzam, Tanrısal ışığa yaklaştıran bu sadelik, dinginlik, onu sıradan bir ölümlü olmanın korkularından da büsbütün uzaklaştırmıştı sanırım.


Hayat ağacı gibi vedalaşmak...

Ben birbirine dolanan hayal, hatıra, pişmanlık, nihayetinde bağışlama düğümlerinin usulca çözülüp hayatın berraklaştığı o sade kısma henüz geçmedim, söylediğim gibi öyle pek iddialı da değilim ama oraya yaklaştıran her küçük adımda biraz daha rahatlıyorum sanki. Bu garip yolculuğun sonunda neyle karşılaşacağımı bilmiyorum, nerede, nasıl biter herkes gibi hiçbir fikrim yok. Doğrusu karşılaşacağım ‘çaresizlikten’ de ürkmüyorum; korkular, endişeler hayatın biricikliğiyle alay eder gibi birer birer çekip gidiyor nasıl olsa ama eğer oralara varabilirsem istediğim bir şey var; bu dünyayla sonunda bir ‘hayat ağacı’ gibi vedalaşmak isterim. Galeano’nun kitaplarından birisinde okumuştum galiba. Eskiler Hayat Ağacı’nın tersine büyüdüğünü söylüyormuş. Dallar aşağıya, kökler yukarıya doğru. Dallar toprakta saklı, köklerse gökyüzüne masum bir çocuk gibi gülümsüyor. Köklerini, yani özünü oluşturan en esaslı, en kırılgan yanını kendilerine saklamıyor o ağaç. Dünyanın bütün tehlikelerine, kötülüklerine, acılarına karşı çırılçıplak kalabilecek kadar cesur olduğu için rüzgârlarla hışırdayan yapraklarını toprağa gömüyor. Görmemek için değil daha güzel görebilmek için... Onun hakikatini, hayallerini oluşturan ne varsa unutmasınlar, kendisinden sonrakilerle birlikte hep yaşasın diye böyle yapıyor. Cansever’in o harikulade şiirini mırıldanıyor sanki: “Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır. Asıl bu kalır.”


Hayaldeki insan olmak...

Malum, yaşlıların sona doğru huysuzlaştığı, içlerine doğru çöktükleri, küçüldükleri anlatılır. Ruhen de hacimleri öyle daralıyor sanırım. Olmayı istediğimiz, hep hayal ettiğimiz o insan olamayacağımızı bu garip yoluculuğun sonunda anlamak mı insanı öyle ‘kamburlaştırıyor’ bilemiyorum. Şinasi “hakikat içimizde kalan arzu, hayal ise elimize geçen vuslattır’ der. Son çizgisinin başlangıç ânıyla kesiştiği o loş yerde bir kez daha, belki de son kez geçmişe dönme özlemiyle her daim unutmak istediklerimizi hatırlamak istediğimiz için mi çocuklaşıyoruz nihayetinde? Yaşlanmanın kaçınılmaz sıkıntısına, daralan zamana rağmen aslında bitmesini istemediğimiz için mi hayatın bütünlüğünün bozulmasından ödü kopan ‘ihtiyar çocuklar’ gibi davranıyoruz? Kaderimiz bizden evvel bozulup çürümesin diye mi?

Kimbilir, yaşlılığın ürkütücü zirvesine tırmanıp oradan gençliğe bakanlar biraz komik buluyordur sorduğum soruları. Onlara göre hayat, geçmiş, yaşadıkları değil her daim hayal ettikleri şeydir belki de. İhtiyarlamamak için mutluluğa duyulan özlem hiç kaybolmasın diye Balthus gibi gözlerini ‘sonsuzluğun’ ışığına dikip sadeliğin gölgesinde mazilerinden ayrılmamak için uysal bir kedi gibi mırıldanıyorlar mıdır?

Bilmiyorum, merak ediyorum ama iddialı değilim.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:23:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan