Nar gibi kızarıp dağılmış korların arasında dolaşan buğulu bakışlarını benden gizliyordu. Sesinin kırılganlığı ürperticiydi. Kendini hikâye etmeyi sevenlere özgü anlatımı, anlattıklarından daha cazip gelmişti. Kısa hikâyeler yazıyordu. Sezgileriyle gelişen doğal yeteneğinin farkındaydı ama onu her an tüketen bir ‘eksiklikle’ de boğuşuyordu sanki. Bir yazarı seviyordu. Anladığım kadarıyla onu taammüden seçmişti. Henüz suretini bile görmeden, kitaplarındaki çakıl taşlarını izleyerek ihtiyacı olan ‘mucizeyi’ onda bulabileceğine inanmıştı. Bu rezil dünyaya dayanabilmek için yazma arzusuyla kıvranıyor, yaralı bir hayvan misali kendisi gibi can çekişen bir yazı insanının mağarasına sığınmak istiyordu.
Yaşadıklarına ilişki denemezdi. Zamanla hiç çaba göstermeden birbirlerinin her şeyi ve ‘hiçbir şeyi’ olmuşlardı. Adam pek ortada yoktu ama kadının kılcal damarlarında, ruhunda, hayallerinde, geleceğinde, rüyalarında, yazılarında, saç diplerinde dolaşıyordu. Onu hatırlamak istediğinde bileklerinin içini kokluyormuş. Anlamıyordum. Onunsa hiçbir koşulda vazgeçmeyen inatçı bir sahibi ve ‘evcilikten’ sıkıldığı zaman sokakta oynadığı başka ‘kadınları’ da varmış. Koşullar eşit değilmiş, hiç olmayacakmış. İşin tuhafı başından beri isteyerek kabullendiği bu dengesizlik, kadının ilgisini çekmiyordu. Sesinin titremesi gizlemeye çalışarak çok yorulduğunu itiraf ettiği gece, zihnime kazınan cümleyi sonradan çok düşündüm; “Kiminle olduğu, başkalarıyla ne kadar vakit geçirdiği o kadar önemli değil, ben ona sahip olmak istemiyorum, yeter ki beni aldığı o mahrem odaya kimseyi sokmasın. İşte buna dayanamıyorum. Ne yazık ki bunu anlamadığını söyleyecek kadar çok küçümsüyor beni” demişti. Onu acıtan bu konuşmanın derinliğini kavrayamayacak kadar gençtim o zaman. Kendisini tamamıyla istemeyen, onunla toplum önüne çıkmaya, yanında iki günden fazla kalmayan bir erkeğe böylesine koşulsuz bir ‘fedakârlıkla’ teslim olmasına çok anlam verememiş, onun için cidden üzülmüştüm. Önünde koskoca bir hayat ve onu isteyen çekici, zeki erkekler vardı ve maalesef takılıp kaldığı bencil ‘yazarla’ mukayese ettiğinde hepsini kolayca reddediyordu. Yaşadığı yalnızlık ne kadar çürütücü olursa olsun bedelini ödemeye hazırdı. Onun tanrısal yazma kudretinde kendi boşluğunu dolduracak bir mana arıyordu sanırım.
Aşk bir uçurum...
Mesele, sadece adamın yazar olması değildi elbet. Aralarında başkalarının göremediği, her an kopabilecek gibi görünmesine rağmen gücünü geriliminden alan sağlam bir bağ vardı. Tutku, arzu, takıntı, kıskançlık, sahiplenme gibi kavramlar, çıplak gözle görünemeyen o ipeksi dokuyu tarif etmeye yetmiyordu. Başkaları onları anlayamazdı, bu romantik düşünceye çocuksu bir inançla bağlanmıştı. O kadının yaşadığı savrulmayı idrak edebilmek için, kırık dökük tecrübelere, yüzlerce kitaba ve karların ruhuma usul usul dökülerek yığılmasıyla oluşan buzdan bir gerçeklik algısına ihtiyacım olduğunu bilmiyordum henüz.
İnsan büyürken eksildiğini bazen âni bir sarsıntıyla, bazen de bir dip akıntısı gibi uğuldayan sakin mısralarla fark ediyor. Geçenlerde bir arkadaşımın hediye ettiği Sezai Karakoç kitabını karıştırıyordum. Kendini hayattan itinayla sakınan şairin sesiyle ürperdim: İyi ki bilmiyor kalabalıklar/ Yağmura bakmayı camın arkasından/ İnsandan insana şükür ki fark var; / –Birine cennetse, birine zindan–/ İyi ki bilmiyor kalabalıklar/...Ben geldim geleli açmadı gökler; / Ya ben bulutları anlamıyorum,/ Ya bulutlar benden bir şey bekler/ Hayat bir ölümdür, aşk bir uçurum; / Ben geldim geleli açmadı gökler...
İyi ki bilmiyorlar dedim, iyi ki bilmiyor kalabalıklar...
Onlar kurban değildi!
Sonra aşkı bir uçurum gibi yaşayan yazarların hayat hikâyelerini okumak için o kitabı aldım elime. Rastgele bir yerinden açtım. İlk makale öykücü Katherine Mansfield ve ‘can yoldaşı’ John Middleton Murry’i anlatıyordu: “Seninle ben bu dünyaya ait değiliz sevgilim; biz iki küçük oğlan gibi dargın olsak bile el ele verip kurduğumuz krallığa aidiz”. Murry’den Mansfield’e (16 Aralık 1915) .
Gazeteci, yazar Lesley McDowell, 20. yüzyılın dokuz kadın yazarını ve onların yazar sevgilileri, kocalarıyla ilişkilerini yazınsal dünyalarıyla anlatan bir kitap hazırlamış. Ben bu incelemenin niyetini de bakış açısını da sevdim. Bu tür biyografik kitapların gezindiği o mayınlı alanın dışına çıkıp, kadını ‘kurban’ eden klişe bakışı tamamen reddediyor çünkü. Yaratıcı Aşklar, edebiyatseverlerin merak ettiği ancak cevabı net olmayan sorulardan oluşuyor. Katherine Mansfield, (John Middleton Murry) , Hilda Doolittle (Ezra Pound) , Rebecca West (H.G. Wells) , Jean Rhys (Ford Madox Ford) , Anais Nin (Henry Miller) , Simone de Beauvoir (Jean-Paul Sartre) , Martha Gellhorn (Ernest Hemingway) , Elizabeth Smart (George Barker) , Sylvia Plath (Ted Hughes) .
Peki, bu erkeklerle tanışmadan evvel yazının itici gücüne sığınan bu kadınların hayatlarını bu yazarlara adama sebepleri neydi? Edebiyat tarihçileri, araştırmacılar, biyograflar neden bu kadınları birer ‘mağdur’ gibi anlattılar. Öyle miydiler gerekten? McDowell, niyetini okuruyla paylaşıyor: “Her biri yazın dünyasının öncüleri olan bu deha sahibi kadınların kendilerine yalnızca zarar veren erkeklere neden ilgi duyduklarına ya da zarar verdikleri kanıtlandıktan sonra neden bu erkeklerin yanında kaldıklarına tam bir yanıt bulunamamıştır. Bulunan tek yanıt şudur: Kadınlar birer kurbandılar. Bu kitabın amacı anlatılanların tersinin doğru olduğunu göstermek. Kitap burada sözü edilen kadın sanatçıların hiçbirinin kurban olmadığını; kendi yazgılarını bilerek kabul ettiklerini, bu gibi ilişkileri kendi sanatlarının ve şiirsel bilinçlerinin yararına seçtiklerini göstermek için yola çıkar.” Mektuplarla, belgelerle, söylentilerle gün ışığına bu çıkan bu tür hikâyeleri tarafsız kalarak anlatmak mümkün değildi. Hangi açıdan bakarsanız bakın kolaycı genellemelerin tuzağına düşme riski taşır. Yazar, bu tehlikeden uzak durmak için, entelektüel çevrelerini, ilişkilerinin şiddetini, ailelerini, öteki sevgililerini, zaaflarını, korkularını, yazma tutkularını incelemekle yetinmiyor. Onların neden ‘tek başına’ yapamayacaklarının haritasını da çıkarmış. Ezra Pound, H.D’nin şiirlerini edebiyat dergilerine göndermiş. Ford Maddox Ford Jean Rhys’ın yapıtlarını basmış. “Peki,” diyor McDowell, ve “Pound’a rastlamasaydı H.D, şair olur muydu” sorusunun cevabını döneme ait bir gerçekle veriyor: “Yanıt evet H.D. kuşkusuz şair olurdu, çünkü Pound olmasa da şiir yazıyordu. Asıl soru yazdıklarını bastırabilir miydi? ” Erkek yazarlar tarafından desteklenen bu kadınlar, onlarla tanıştığında zaten yazıyorlarmış. Dolayısıyla bir erkeğin onayını almalarının kendilerine bir zararı olmamış. McDowell, kadınların ilişkilerini anlatarak başarılarını bir yana itmek değil, bu sancılı ilişkilerin onların açsından neden önemli olduğunu vurgulamak istediğini söylüyor.
O mahrem yere giremezsiniz!
Bu kitaptaki ilginç, eğlenceli, hüzünlü ayrıntılara, efsanevi anekdotlara, birbirlerinin hakkında yazdıkları romanlara, şiirlere ve reddedilemeyecek gerçeklere rağmen iki kişi arasındaki o loş bölgenin sonsuza dek loş kalmaya mahkûm olduğuna inanıyorum. Bu iki kişi, edebiyatın derin katmalarında seyahat eden, yazı sanatıyla varoluşunu anlamlı kılan iki kişi olduğunda bu inancım daha da güçleniyor doğrusu. Elizabeth Smart’ın, “Benim büyük bir aşka ihtiyacım var” dedikten sonra aradığı aşkı bulmasını ve bir sanat eserine döndürmesine şaşırmıyorum. Medcezirli hayatlarının yazıya nasıl yansıdığı da değil esas ilgimi çeken. Sylvia Plath’ın dediği gibi, kadınların kendilerini, sanatçılara nasıl sunduklarını da anlayabiliyorum. Hatta yalanlara, aldatılmaya, kimi zaman şiddete ve daha pek çok ‘zulme’ razı olma sebeplerini de az çok sezebiliyorum.
Herkesin malumu olan bu gerçeklerin ötesinde, onları okuyan, hakkında yazan hiç kimsenin dokunamadığı mahrem bir yer olduğunu biliyorum. Yıllar evvel hikâyesini dinlediğim o kadını bana hatırlatan, etrafı haleli o ‘kutsal’ yerde olup bitenleri üçüncü kişilerin anlaması mümkün değil. Açığa çıktıkça üstü daha fazla örtülen bir sis perdesi oluşuyor çünkü. Yazının sonsuzluk tasavvuruyla çoğalan ‘iyileştirici tılsımını’ hissedebilen yazarların, birbirlerini sevme ve onaylanma ihtiyacı kelimelerle açıklanamayacak kadar tuhaftır. Yaşayan, tanık olan bilir; ne kendi kocaman egoları, ne de hayatın sıradan sıkıntıları o bağı koparıp atamaz. Kaderlerinden kaçamazlar, onu ağır bir taş gibi sessizce taşırlar içlerinde. Birbirlerinin hayallerini çalarken akıllarını korurlar. Bazen yitirdikleri akıllarını yazıyla çağırırlar. Sırları, yazamaya devam etme ihtiyacı duyduklarında onlara cesaret verir. Bir türlü iflah olmayan bağımlılar gibi ‘öteki’ dünyalarında uyurgezerler gibi dolaşırlar. Kendilerinden kurtulmak için yazarken gün gelir birbirlerine anlatmak için yazmak isterler. Ve sanıldığının aksine dünyanın bütün potansiyel okurlarından ziyade en çok o ‘yazarın’ kendilerini okumasını ve mümkünse yazdıklarını çok sevmesini delicesine arzu ederler. Tam da bu yüzden haklarında onlarca cilt kitap yazsanız da o karanlık mahzene giremezsiniz. Ozanın basitçe söylediği gibi, hayatın bir ölüm, aşkın bir uçurum olduğunu fark edersiniz. O vakit onların asla kavuşamayacakları insanları sevmek, yazarak karanlık yanlarını göstermek için birbirlerini seçtiklerini, bildiğiniz manada kurban olmadıklarını anlarsınız. Onlar sanatın ötesine geçip başka biri olmak için de yazarlar çünkü! Aradıkları, özledikleri defterlerinde, kitaplarındadır. Kelimeleri kayan yıldızları seyreder gibi biriktirirler.
Kitapta, Elizabeth Smart’la George Barker’ın anlatıldığı bölümün başına da bir alıntı var: “Ben istediğimi isterim. Bütün dünyanın içinden onu seçtim. Serinkanlı bir biçimde onu düşündüm. Ama tutkum serinkanlılıkla doğmadı.” (E.S, 10 Mayıs 1941) . Smart, hayatı boyunca peşinden koştuğu kırk yılık ıstırap sayesinde tutkulu bir âşık, anne, ödüllü bir romancı ve edebiyat tarihinde iz bırakan bir şair oldu. “Onu bütün dünyada meşhur eden Bir Merkez İstasyonunda Oturdum Ağladım’daki ilişkilerinin hikâyesini okumak üzücüdür,” diyor McDowell. Bu iki ciltlik anlatı, yalanlar ve karşı yalanlarla, bir anlık sevgi uğruna yapılan takaslarla yakarış ve kesin uyarılarla, verilemeyen sözlerle doluymuş. Sonunda Smart bile umutsuzluk içinde sormak zorunda kalmış kitabında: “Hep böyle miydi? Bir arada akan karşı durulmaz akıntılar gibi birbirimize o kadar yakın mıydık? ”
Korkarım bu sorunun cevabını ne kitabın yazarı, ne de bizler asla bilemeyeceğiz. Bildiğimiz hayatları, aşkları ve yazma tutkuları için büyük bir bedel ödedikleri ve nihayetinde edebî ‘ölümsüzlüğe’ kavuştukları.
(Yaratıcı Aşklar, Lesley McDowell, Sel Yayıncılık, Çev. Suğra Öncü)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:22:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!