Bir İsmail Abim vardı çocukluğumda..........Çok yaramaz olmasına, bazen beni dövmesine rağmen, çok severdim onu.Zaten yaramazlığı yüzünden sık sık annesinden dayak yer fakat yapacağından geri kalmazdı. Onun yediği dayağı bir başkası yeseydi, hastanelik olurdu. Galiba o sopaya pişmişti. Komşular öyle söylüyorlardı. ” Sopaya pişmek ” - annemim söylediğine göre - sopa yemekten bir ders çıkarmamak, yapacağından vazgeçmemek anlamına geliyormuş. O kadar dayak yer, gözünden bir damla yaş akıtmazdı. Ne canı gür bir çocuktu. Yer dayağı, “ Acımadı ki acımadı ki,” diyerek annesine arsız arsız sırıtırdı. Annesi beddua ederdi ona; ” İlâhi boyun posun devrilsin çocuk,” derdi. Boyu posu devrilmek, ölmek demekmiş....Çok yaramazdı ama, yine de onun ölmesini istemezdim.
Çoğu zaman annesi onu tutup dövmeyi başaramazdı. O kaçar, annesi kovalardı. Kazara yakalandığı zaman da annesinin elinden cıva gibi kayar giderdi. Tutabilene aşk olsun! Çünkü çok iyi koşardı, kaçarak dayak yemekten kurtulurdu. Birkaç defa annesinden kaçıp, bizim eve gelmişti. Kendisini çok ayıplıyordum. Ben ve kardeşlerim onun yaptığı şeyleri yapmıyorduk. Biz akıllı çocuklardık(!) .
Bir gün annesinin dayağından kaçıp bize geldiğinde; “ Şimdi annenden kaçıp dayaktan kurtuldun, fakat eve nasıl olsa gideceksin, sonunda yine dayak yiyeceksin, ” dediğimde; arsız arsız sırıtıp omuzlarını silkeleyerek, “ O zamana kadar annemin hırsı geçer, hatta bazen beni döveceğini unutur bile, boş geeeeç,” demişti. Bana kalırsa, kaçtığı için annesi daha fazla sinirlenecek, belki daha fazla dövecekti. Aslında dövmekle terbiye olmazmış çocuk, annem öyle diyor. Ben onun annesi olsaydım, dayaktan anlamadığına göre ona başka cezalar verirdim...Hiç şeker vermemek, dışarıda oynamasına izin vermemek gibi. Ya da onu gece karanlık bir odada yatırmak gibi. Hem de tek başına. Korkunca, aklı başına gelirdi belki....
Annem ikide bir “ O da akıllanır o da akıllanır, gün ola harman ola, ” deyip duruyor. Göreceğiz bakalım.
Erkek kardeşimin de huyu değişiyor onun yüzünden.Onulna arkadaşlık edeli beri, iyice şımardı. Beni çok seviyorlar ama, ben hiç şımarmıyorum. “ Ne güzel gözleri var bu kızın,” dediklerinde, seviniyorum ama, şımarmıyorum. Annemim diktiği kırmızı, etekleri papatya işli elbiseyi giydiğimde çok güzel oluyorum ama yine şımarmıyorum. Hele ablam! Benden sadece bir yaş büyük ama, hepimizden akıllı. İkide bir bana “Yapma, etme,” der durur. Ben de onun sözünü tutarım. Annem öyle dedi bana. ” O senin büyüğün, büyüklerin sözü tutulur,” demişti. Hem ablam beni çok sever. Annemim bize sayarak verdiği, asla hak geçirmediği şekerlerinden bile verir. ” Benim canım istemiyor, benimkileri de sen ye,” der bana. Canım ablacığım! Bir de duvar dibindeki yatakta, duvardan tarafta yatamam.Ablamla duvarın arasında boğulacak gibi olurum.Yatağın duvar tarafına ablam yatar, ben uçta.Gece tuvalete gitmek için kalktığında, bazen üstüme basıyor yanlışlıkla ama, olsun.
Okulda da rahat durmuyor İsmail Abi.Bakın ne oldu bir gün: Galiba üçüncü sınıfa gidiyordum. Belki de ikinci sınıfa. Tam bilemiyorum. Ama en fazla üçüncü sınıf olmalı. Çünkü dördüncü ve beşinci sınıfı kasabada okudum. İsmail Abi köyde kaldı. Öğretmenimiz bir gün bir çubuk istedi bizden. Tahtaya yazılanları,duvardaki levhaları, haritada herhangi bir yeri göstermek amacıyla kullanılacak bir çubuk. “ Biriniz bir çubuk yapın, getirin,” demişti. İsmail Abi kızılcık ağacının dalından bir çubuk yapıp getirmişti. Demir gibi sert, pürüzsüz ve uzunca bir çubuk. Kabuklarını da soymuştu, pırıl pırıl parlıyordu. Çubuğu elinde sallayınca, ıslık çalar gibi ses çıkarıyordu çubuk. “ Fuyt fuyt fuyt! ”.......Sanki dayak atacakmış gibi çubuğu havaya kaldırarak, bizi korkutuyordu. Bu çubukla İsmail Abi’den dayak yiyeceğiz diye korkuyordum. Ablam; “ Korkma kız korkma! Hiç bir halt edemez. Hele bir vursun da görelim, o zaman ben bilirim ona yapacağımı,” dedi. Ablam benim gibi korkak değil, çok cesur. Bana da kızıyor; “ Pısırık olma, korkak olma,” diyor.
Ama ne var ki, getirdiği o çubukla ilk ve son sopayı da kendisi yemişti öğretmenden. “ Sopanı sen kendi ellerinle hazırladın. Herkesten çok senin ihtiyacın var buna,” demişti öğretmen. Suçu neydi, hatırlamıyorum ama, kesinlikle affedilmeyecek bir suç işlemişti. Yoksa öğretmenimiz eli sopalı biri değildi. Üç sene boyunca bir tokadını dahi yemedim öğretmenimin.
İsmail Abi kendi elleriyle yaptığı çubuktan dayak yiyeceğini bilseydi, hiç böyle sert bir çubuk getirir miydi! Yazı tahtası ile duvar arasındaki boşluğa girip, daha fazla dayak yemekten kurtulmuştu. Ne yaptıysa onu yazı tahtasının arkasından çıkaramamıştı öğretmenimiz. Tahta sabitti ve duvarla tahta arasına öğretmenimiz giremiyor, kendisini oradan çıkaramıyordu. Annesine uyguladığı yöntemi, öğretmene de uygulamıştı.
İsmail Abi beni yalana da teşvik ediyordu. Bir gün şekerlerimi aldı elimden. Başka bir gün de yağlı ekmeğimi. Sonra da bana, “Git, annenden bir daha iste; ekmeğimi köpeğe kaptırdım dersin,” demişti. Anneme söylediğimde tekrar verdi ama, yüzüme bir tuhaf baktı. Galiba yalan söylediğimi anlamıştı da, anlamazdan gelmişti. Yalan söyleyince ağzım kokar (!) diye anneme pek yaklaşmamıştım ama, annem uzaktan duydu herhalde ağzımın kokusunu.
Bakmayın hep böyle anlattığıma, çok iyi yanları da vardı İsmail Abi’nin. Bir kere, çok güzel düdük yapardı. Taze söğüt dalını sigara boyunda keser; çakının sırtını, kestiği dala aynı yönde sürterdi bir süre.Sonra dal parçasını ağzına sokar, tükürüğüyle ıslatırdı. Çakının sırtını biraz daha sürterdi söğüt dalına. Kabuk, dalından ayrılırdı. Sonra taze kabuğu kalıp gibi çeker çıkarırdı. Alın işte düdük. Biz bu düdüğe “zipçi” derdik. Başkalarının yaptığı zipçiler, İsmail Abi’nin yaptıkları gibi güzel ötmezdi. Onlar, öksürür gibi veya inek bağırır gibi “ böğ....böğ ” diye ses verirdi. Ama ya İsmail Abi’nin yaptıkları? .......Burada öttür, git köyün öte başından dinle; itfaiye sireni gibi......Sonra, İsmail Abi oyunlarda da çok iyiydi. Hep kendi grubuna alırdı beni. Onun sayesinde bizim grup, her oyunu kazanırdı. Ayrıca çam kabuğundan bebek yapardı bana.
Ama İsmail Abi’nin kötü bir huyu daha vardı. Beni ve diğer çocukları korkuturdu. İkide bir “ İşte şurda Tek Bacak var,” derdi. Evimizin altındaki odunluğa giremezdim o Tek Bacak yüzünden. İsmail Abi’nin dediğine göre orada da Tek Bacak varmış. Tek Bacak bir hayalet. Bir bacağı kesikmiş, kesik bacağın yerinde tahtadan yapılmış bir bacağı varmış. Karanlık yerlerde dolaşan, çocukları korkutan bir hayaletmiş. Ay! ne korkunç di’mi? Odunluğa kaç kez girdim ama Tek Bacağı hiç görmedim. O beni görürmüş, ben onu göremeyebilirmişim. Herkese görünmezmiş zaten. Nedense hep İsmail Abi’ye görünürmüş. Ama o hiç korkmazmış. Ben çok korkuyorum. Çünkü bana görünürse, İsmail Abi gibi hızlı koşamam, Tek Bacağa yakalanırım.
.............................................................
Şimdi İsmail Abi nerde, bilmiyorum. Onu çocukluk anılarımda saklıyorum. Keşke o günler geri gelse. Arkadaşlarımla gece ay ışığında saklambaç oynasak. Topraktan fırın yapsak, salıncağa binsek, evcilik oynasak. İsmail Abi de olsa. Ah keşke! Yağlı ekmeğimi elimden almasına, beni Tek Bacak’la korkutmasına bile razıyım. Çünkü İsmail Abi’yi çok seviyorum. Çok yaramaz ama, olsun!
Kâmuran EsenKayıt Tarihi : 15.5.2004 11:42:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Aygüntuğ ALTUNSU
Herzamanki gibi güzeldi, hicivli hikayelerin....
TÜM YORUMLAR (3)