DERİN UYKU
Görüş alışverişinde bulunulan, sözü dinlenen, düşünceleri merak edilen, öğreticiliğinden faydalanılan insan olmak. İşte bu! Ben bu ruhla şekillenmişim ama işte böyle bir kalıpta böyle bir bedenle. Aynaya baktığımda gördüğüm bu ruhu bana bakanlara gösteremiyorum. Oysa fotoğraflarımda da bu ruhun yansımasını isterdim filmlerimde de. Tepeden tırnağa hem de doruktan eteğe - kelimelerin icadıyla - peki neye ihtiyacımız var bunun için? Sorusuyla başlıyor keşiflerimiz. Bu ruhu görünür hale getirmek için neye sahip olunmalıydı?
İnsan karşısında birini bulunca daha rahat yüzleşiliyor gerçeklerle... bir muhatabı olunca karşısında, onu dinlediğini, okuduğunu, anladığını, sezinlediğini düşlediği biri olduğunu, daha da keyifli oluyor bu yüzleşmeler. Hiçbir şey kendi kendinelik denli... kendi kendinelik - kendiliğinden -değil- yalnızlık -her biri bir başka icat... kelimelerimizin icadı. -sarışın ve uzun boylu- tabii ki bir Türk kızı formunda sayılmazdım - gerçek Türk kara yağız tıknaz olabilir - nerden icabetti? İcap etmek! İcabettirmek! Hah!
İnsanoğlunu hiçbir şey mutlu etmeye yetmiyor. 'Her'* filminden çıkan sonuç da bu. En ileri teknolojik çağda bile yaşansa demek ki bu sonuç hiç değişmeyecek. Oysa her film 'Her' filmindeki gibi çizmiyor bize insanoğlunu. Çoğu film bu denli kara ve karamsar değil. Romantik filmler, kalıcı mutlulukların bulunabileceğini savunan filmler de yapıldı yapılmaya devam ediyorlar.
*Her (Ona) 2013 2014 ABD Yönetmen: Spike Jonze
-Neyse. Bugün temizlik yapalım mı artık? Ne dersin? Şöyle ortalığı güzelce gıcırdatalım mı ha?
-Zamanı gelmiş midir?
-Çoktaaan!
-Olabilir... olabilir de gözümü açamıyorum ki daha...
-Ne yuttun sen dün gece de böyle öldün?
-Nasıl?
-Şu haline bak perişan görünüyorsun yine.
-Yüzüme öyle bir bakıyorsun ki sanki hortlak görmüşsün. Yürü git işine uğraşma benimle. Hem asıl sen kendi haline bak.
-Ne varmış benim halimde? Kalktım erkenden sporumu yaptım duşumu aldım şimdi kahvaltıya iniyorum gayet zinde ve formdayım.
-Güldürme beni. Burdan hiç öyle görünmüyor.
-Senin gözlerine çapak kaçmış da ondan. Git bir yüzünü yıka ayıl gel aramızdaki farkı anca o zaman görürsün.
-İyi denemeydi ama ıska! Atışın yine isabetsiz şekerim.
-Şekerim? ! Şekerim!
-Ne?
-Yine dedin de...
-Yine ne geldi sabah sabah aklına?
-Ne mi? Hani bir Ankara turnesinde, genel müdürlük makamına çıkmıştım ya elimde tekstlerle... okumasını rica etmiştim hani ismi lazım değil müdürün kendisinden.. ve bırakmıştım ona o gün hepsinden birer nüsha. O gün ne kadar ilgisiz -soğuk- bir tavrı vardı adamın birden bu geldi aklıma.
-Tipik Ankara'lı bürokrat işte.
-Sonra da görevinden alınmıştı.
-Sen olsan öyle mi yapardın? Bir oyuncu meslektaşın gelse, elinde emek zahmet ürettiği tekstleriyle öyle mi karşılardın?
-Nerdeee?
-Sahi şimdi nerde o tekstler? Ne oldular? Kimlerin eline geçtiler acaba?
-Kim bilir? Bir çöp bidonunun içinde kaybolup gitmişlerdir zaar.
-Çöp karıştırıcılardan biri de bulmuş okumuştur belki.
-Yakılmadıysalar tabii... okunmuşturlar belki... meraklısına... birileri tarafından.
-Sence yakılmışlar mıdır?
-Ya ne olacak? Devletin kütüphanesinde baş tacı tutalacak değillerdi herhalde?
-Bilmem. Ama keşke orda olsalar.
-Keşke yakılmış olsalar bence.
-Niye.
-Ne bileyim? Artık hiç önemi yok. Çünkü... aaaa... nerden aklıma geldi ki? Yani o gün adam o tavrından azıcık farklı bir sapmayla daha ısıcak yaklaşabilse, meseleyi biraz daha önemseyip değerlendirebilseydi bugün ne kadar farklı bir yaşantımız olurdu kimbilir? Düşün. Hiç tanımadıkları insanların yazar diye geçinen yabancıların - oyunlarını romanlarını çevirtip onları okurun beğenilerine ulaştırıyor yemediyse zorla götüne kadar sokuşturabiliyorlar da iş kendi içlerinden birinin üretimine geldiğinde duyargaları aniden sağırlaşıp çükleri düşüveriyor bu meretlerin.. Ne kadar entresan değil mi? Neden böyle? Neden kimse beni önemsemedi bu camiada? Çok mu önemsizim? Çabalarımın hiç mi değeri yok? Etrafımdaki herkes önemsenirken ben niye çöpe atılma ya da yakılma gibi iki tercih arasında kalakaldım?
-Bir düşün bakalım niye?
-Düşünüyorum ama aklıma yatan bir bahane gelmiyor dilime. Sadece mantıksız geliyor hepsi o kadar. Tuhaf ve mantıksız. Olay ben olunca mı, HMA olunca mı olay değişiyor insanların zihninde? Herkesin ve her şeyin tavrı aynı... bana sırtını dönmüş vaziyetteler... Niçin? Niçin beni aforoz ettiler? Niçin elimden bütün geleceğimi aldılar? Bunu niye yaptılar bana? Oysa ki O Hayat Benim! * di... Hayatımı çaldılar öyle değil mi? Benden elbirliğiyle hayatımı çaldılar hem de resmen. Çalmadılar mı? Söyle! Çalmadılar mı? Hepsinden daha yetenekliyim diye mi? Kıskandılar mı öyle mi? Hepsinden daha yürekliyim diye mi? O sala binmedim diye mi? Ha! Hepsinden daha özgür düşünceli olduğum için, çağımın kahramanı olabileceğim için mi? Eğer öyleyse, elimden hiçbir şeyimi çalamadıklarını onlara göstereceğim. Ne özgürlüğümü ne bağımsızlığımı ne yeteneğimi ne cesur yüreğimi ne de geleceğimi! Hiçbir şeyimi çalamadılar işte! Beni gözlerinin önünden uzaklaştırmış olabilirler, gönüllerinden de... görünmez kılmış olabilirler ruhumu, önemsizleştirerek ölümüme neden olmuş olabilirler ama söküp atamayacaklar yine de kendi tarihimden.
*16 Şubat 2014 tarihinde Fox Tv ekranlarında izleyiciyle buluşan,Yönetmenliğini Merve Girgin'in yapmış olduğu O Hayat Benim adlı dizi.
-Bence seni yine temizlik stresi sarmış. Bırak boşver, temizliği memizliği, salla gitsin, bırak dağınık kalsın bir süre daha nasıl olsa gözümüz alıştı bu manzaraya. Yeter ki rölaks! Rahat bırak kendini. Takma bu düşünceleri yine kafana. Unut gitsin. Bak ne güzel bir gün başlıyor, keyfini çıkaralım haydi gel. Hem hani ne güzel sporunu yapmış duşunu da almıştın gayet zinde ve formdaydın, hani kahvaltı yapacaktık? Oturmuş bunları düşüneceğine sabah sabah bari hazırla da midemizi şenlendir! Hem yiyelim hem içelim hem de geleceğimizi konuşalım beraber..
-N'apalım kendiliğinden oluyor işte. Ben yapmıyorum içimdeki yara bir türlü iyileşmek bilmiyor.
-Bence yara kapınsın istemeyen sensin Ord. Frof. Dr. hma hanım!
-Bu bir sistem -hatalı ya da hatasız- bir sistem ve böyle çalışıyor işte canım, n'aparsın... yerse!
-Eh, insanların da nelerle koşullandıkları belli oluyor işte böylece.
-Ben niye böyleyim öyleyse? Beni koşullayan da aynı koşullar değil miydi?
-Sen bir değişkensin.
-What!
-Az biraz değişiksin.
-Hep de bunu ileri sürersiniz zaten. Sen biraz değişiksin. Sen onlar gibi değilsin. Sen farklısın. Bir tuhafsın sen: İyi de ne işime yarıyor benim değişikliğim, değilliğim, farklı ve tuhaflığım? Ne manası var? Ne faydası oldu? Bak işte bugün de buradayım. Herkesden uzak her şeyden mahrum... evden çıkmıyorum... ne oldu da bu fark beni buraya getirdi inzivaya çekti dünya yaşamından uzaklaştırdı hayattan tamamen kopmaya vardırdı ve daha ne noktasına değin sürükleyecek? Bu muydu olması gereken? Bu muymuş gerekenler? Bu ne ifade eder ki? Koskoca dünya üzerinde kimbilir her gün kaç kişi kaybolup gidiyordur, ben de kaybolup gidenlerin arasındayım işte, bütün değişikliğim ve farkımla beni kaybedip yıkıp silip yakıp üfürüyorlar odsuz ocaksız bacasız medeniyetlerinde. Hiçbir iz kalmıyor nihayet bu bedenden de geriye. El birliğiyle beni yok farz etmeyi başardılar ve artık gerçekten de yokum.
-Yok olduğumuzu düşünmüyorum yine de ben.
-Sen kendini niye karıştırıyorsun ki bu işin içine? Ha, senin de niyetin götaltına gitmekse o başka! Senin düşünmen de birşey ifade etmiyor artık sevgili dostum, hiiç birşey ifade etmiyor! . Sen istediğin kadar istediğin gibi düşünmeye devam edebilirsin ama seninkiler de işe yaramıyorlar artık. Çünkü sen de benden yanasın. Benden tarafta. Bu senin de yok edilmen anlamını taşıyor yani. Benden yanalar da yok farz ediliyorlar bu sistemde. Taraftarlarım da siliniyorlar benle beraber. Şunun şurasında sen ve senin gibi bir ülkü ve bir ülke dolusu insan olsa -insanım diyebileceğim- beni destekleyen, yine de mahkum bırakılırlar şu bayrağı göndere dikmekten bizi. O gözler görmek istemedikten sonra görmeyi inkar ederler, o kulaklar duymak istemedikten sonra kulaklarını keserler kendilerinin kendi elleriyle, o eller o parmaklar temas etmek dokunmak okşamak sevmek istemedikten sonra inkar edip lanetlerler aşkı da sevgiyi de! 'Hissetmedik ki' derler... 'hem de hiç... tüyümüz bile kımıldamadı.'
-Ama onlar da ergeç yanılgılarını anlayacaklar senin hakkında- eminim -hem de pek yakında.
-Bunu bir gün anlayacaklar belki de... evet... bir gün... pek yakında sinemalarda!
-Sana itibarını teslim edecekler evet...
-Eminim edeceklerdir...
-Bir dahi olduğunu ve bu topraklarda bu olanaksızlıklar içinde bile yetişebilen nice dahiler olabileceğini tüm kötü rastlaşmalara rağmen hepsinin üstesinden gelmeyi başaran bir kahraman olduğunu ve bu kahramanın önünde hiçbir engelin onu şu akıp duran şelale gibi önüne set çekemeyeceklerini kabul etmek zorunda kalacaklar.
-Bu gönül okşayıcı sözlerin için fazla nefes tüketme. Bak oksijenimiz azalıyor giderek.
İnsanların gerçekte birini bile yapsalardı hayatlarını bir daha asla geri alamayacakları noktalara sürükleyebilen davranışları vardır. Şu cümlelerin birini bile sarf edebilse bir erkek bir kadına kim bilir ne mucizelere tanık olunurdu: "Gönlünü okşamama izin ver. Sen benim için değerlisin. Sen benim için kıymetlisin. Sen olmazsan ben de olamam. Bu nedenle birbirimizin kıymetini bilmemiz lazım. İzin ver gönlünü okşayayım, izin ver seni sakinleştirip yatıştırayım. İzin ver gücüne güç canına can katayım. Tamam mı? İzin ver bana bizi yaşatayım. Ben seni seviyorum ve senden başka da hiç kimseyi bu denli sevmedim."
İşte sanatçılar sizin, hayatlarınızı yerinden oynatmayasınız, o zahmete girmeyesiniz ve sistemin değişiminde parmağınızın ucunu bile kirletmeyesiniz diye diye, kıçlarının kılı ağarana değin kuklalar gibi oynarlar ve temizlerler etrafınızdaki bütün kirliliği, köleler gibi evet! Asıl olması gereken hayatınızı size geri sunmak için hizmet ederler. Sizin hiç görmeye cesaret edemeyeceğiniz karabasanları görmeye ve hayatlarını bu uğurda geri dönülmez bir boşluğa bırakmayı heba etmeyi sırf sizler için göze alırlar ve kendi konuşkan beyinlerini şelale yapıp şu balçıkla sıvanmış düşünce oluklarınıza bırakırlar ki aksın ve yıkansın bu şifalı düşüncelerle zihinleriniz yepyeni doğan güneşler eşliğinde cıvıldasın yine sabah kuşlarınız.
"Adalet, benzer şeylerde terimler arasında aynı ilişkileri kurmaktır. Bu erdem doğal ile doğaüstü arasındaki temas noktasına yerleşir. Bu erdem istenç ve açık zekâ, yani mağara alanına aittir (çünkü bizim aydınlığımız karanlıklardır) , ama ışığa geçilmezse orada tutunulamaz."* der...
*Simone Weil - Yer Çekimi Ve Tanrının Lütfu'nda (sy.146)
Habibe Merih AtalayKayıt Tarihi : 7.10.2014 18:36:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Habibe Merih Atalay](https://www.antoloji.com/i/siir/2014/10/07/y-han-02.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!