Varoluşu Bütünleyen Bir Yazar Kavabata Ş ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Gümüş bir kasenin içine batırılan fırçadan sızan mürekkebin suda usulca dağılmasını anımsatan bir uysallıkla zamanın çeperinden taşabilenleri severim. Eski bir suluboya resmindeki kadar sade bir yumuşaklıkla insanı anlatabilen yazarları daha çok severim. Günü tüketen hadiselerle basit ihtiraslara yenik düşmek yerine önemsiz gibi görünen ayrıntılarla oyalanmalarındaki ‘isyankârlık’ baş döndürücüdür hakikaten. O özel türün zihni olup biteni değil, hemen öncesinde ya da sonrasındaki kamaşma, kıvılcımlanma, sürtünme, yok olma, ebediyete kavuşma halinin ve onun etrafında genişleyen aydınlanma anlarının kaydını tutar. Kainattaki tüm varlıklarla kurdukları gizli akrabalık onların sessiz dilidir. İnsan dokunmazsa ağaç kambur kalır. Kanatların okşamadığı nehir kurur. Rüzgâr esmezse taş şeklini bulamaz. Yağmurun kırbaçlamadığı ot küser. Vaktinden erken patlayan tomurcuk yaşamaz. Suda yüzebilen ahşabın sırrı özünde saklıdır... Kendini görünmez kılmak için güneş ışığıyla yıkanmış berrak bir denizde renk değiştiren küçük balıklar misali saklanarak yazanla, onu seven arasında bu türden bir yakınlık seziyorum. Dudak izleriyle yıllarca aynı çay fincanının yaldızlarını eskiten iki yabancı gibi edebiyatın koyu gölgesinde gün gelir buluşur onlar.
Tabiatın kibriyle insana korkunç bir ders verdiği dramatik bir felaket sonrasında, muhtemel bir ‘cehennemin’ eşiğinde birbirlerine sıkıca sarılmış dünyanın ortasında yapayalnız duran iki kadını izliyordum televizyonda. Hayatın geçiciliğini kadim kültürlerinden gelip tevekkülle kabullenebilen o insanların ölüm karşısındaki vakur duruşu beni sarstı. Yüzlerindeki kasılmayı gördüm. Ağlamıyorlardı. Yırtıcı bir hayvanın ürkmüş ifadesi yerleşmişti derin çizgilerine. Tanrı, kiraz çiçeklerinin zarafetiyle bereketlendirdiği bir toplumu büyük bir trajediyle cezalandırmıştı. O ürpertici an hissettiklerim, unuttuğum bir kültürün, geleneğin hikâyelerini taşıdı bana. Mişima’yı, Kavabata’yı hatta daha da gerilere gidip sarayda köle olan bir kadının bin yıl önce tuttuğu günlükleri hatırladım.
Sevmediğinde başkalaşanlar...
Pencereyi açıp kış ayazında açan mor sümbüllerimin kokusuyla sarhoş olunca, okyanusun kabaran suları altında kalan bir köyde, vaktiyle sabah nemiyle buğulanan erik ağaçlarının taç yapraklarını gördüm. Varoluşun bütünlüğü insanları ipeksi bağlarla düğümlediğinde aslında ne kadar ‘yakın’ olduğumuzu şaşırarak fark etmiyor muyuz? Hünnap ağaçları, dağların yamacındaki bir tapınaktan gelen çan sesleri, sularla sürüklenen çocukların tiz çığlıkları, alacakaranlıkta ışıldayan beyaz zakkumlar, şafak sökerken peş peşe öten kuşların cıvıltısı, zaaflarında, hırslarında, gelecek tasavvurlarında boğulanların ortak kederi, gülhatmilerle saçlarını süsleyen kadınların neşesi, akik taşlarından yapılmış tespihler, sert bir esintiyle kırılabilen bambular, geceleyin birbirlerinin kanatlarındaki donmuş çiyi temizleyen âşık ördekler, sandıktan çıkan kırık bir yelpaze, baharda başka ağaçlara sarılan mor salkımlar, geceleyin seslerini değiştiren kargalar gibi sevmediğinde başkalaşanlar... Hepimiz bir bütünün birbirinin yerine geçen, tekrar eden parçalarıyız işte...
‘İnsan sevildiği ölçüde zor anımsanır’
Kaba sınırlarla parçaladığımız hayatı incelikli ayrıntılarla buluşturan usta yorumcularından biridir Kavabata. Onun romanlarını okurken dünyevi meselelerin içinde gizlenen, daha evvel belki üzerinde çok düşünmediğimiz için tanımadığımız duyguları harekete geçiren sihirli bir dokunuşla başka âlemlerde dolaşmaya başlarsınız. O çocukluktan miras kalan bozulmamış bir sezgiyle bir insanı çok basit nedenlerle sevebileceğimize inandırabilir. Vaktiyle günahlarının çekiciliği yüzünden kapıldığınız bir ilişkinin ihtiyarladığınızda size neden artık cazip gelmediğini gösterir. Ya da birini sadece iyiliği ve güzelliği nedeniyle seven bir erkeğin yaşadığı sıkıntıyı sözcüklerin arasına yerleştirdiği nedensiz boşluklarla anlatır. Sadece sevginin değil bütün gerçek duygular gibi öfkenin, suçluluk duygusunun da sonsuz olduğunu basit cümlelerle ifade eder. Yaşamı arzuyla, tutkuyla, şehvetle ölüme bağlayan konuşmalarla dolu romanı Bin Beyaz Turna‘da, “Bir insan sevildiği ölçüde zor, nefret edildiği ölçüde kolay anımsanır” diyordu. O ince adacığın üstünde doğup büyüyen bazı kederli, alıngan, hassas, vahşi insanlar gibi o da hayli kabukludur. Ölenlerin bağışlanmayacağını, tam tersine intikam arzusunu kamçılayacağını da söyletiyordu kahramanına.
Edebiyatındaki melankolik sesi, asırlar öncesinin haiku ustalarına olan merakına bağlıyorlar ama bence o yazıda hareketle durgunluğu buluşturan tuhaf gücü daha ziyade doğup büyüdüğü coğrafyaya ve ‘kimsesizlik’ yarasına borçlu. Bütün romanlarında yuvasız ve ailesiz bir çocuk ruhuyla dolaşan yazarın ilk başarısı İzu Dansözü isimli novellasıydı. Bu romanda bir dansöze aşık olan bir genci anlatıyordu, yani kendini. Daha sonra yazdığı bütün romanlarda, ailesini hayatının ilk beş yılında kaybetmesinin travmasını, karşılıksız aşklarının iz bırakan hüznünü kullandığı dilin sadeliğiyle hissettirdi. Bir ara on birinci yüzyıl Japon edebiyatını araştırmak için sevdiği bir şehrin ıssızlığına sığındı. Savaşın ardından en uzun zamanda yazdığı romanı Karlar Ülkesi‘ni tamamladı. Eleştirmenler en çok sevilen romanının Dağın Sesi olduğunu söylüyor. Geçici hafıza kayıpları yaşayan ihtiyar bir adamın kendisini hayal kırıklığına uğratan karısı, zampara oğlu ve gizli bir tutkuyla bağlandığı gelini arasında gelişen puslu hikâyelerle gelişen bu roman da çarpıcı ama ben şehrin ritmine ve mutsuz evlilik hayatına sıkışmış bir adamla, taşrada büyümüş bir geyşa arasındaki ilişkiyi anlatan Karlar Ülkesi ’ni daha çok sevmiştim.

Tamamını Oku

Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta