Varoluş Sancısı, Vicdan Ve A.camus

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Varoluş Sancısı, Vicdan Ve A.camus

Dünyayı incecik bir tülün ardından seyretmek, o puslu mesafeden varoluşun umutsuzluğunu, çaresizliğini duyarak ama buna rağmen isyan ederek yaşamak kusur değil bir tercih de olabilir. Bütün yıkımlara, acılara rağmen dünyanın döneceği bilincinin yarattığı tatminsizlik, insanı duygularına yabancılaştırır. Kimi zaman “hiçliği” bile anlamsız kılan kesif bir bıkkınlık her şeyin saçma olduğunu söyler bize. En fazla ıstırap veren de somut karşılığını bulamayan bu haldir aslında. Zamanın akışını kâğıt kesiği acısına benzer ince bir sızıyla hissederiz. Çoğu kez sadece basit bir melankoli nöbeti sandığımız bu “kırılmayla” birlikte mutlu olmanın imkânsız olduğunu düşünmeye başlarız. Ruhumuzda derin bir oyuk açılmıştır. Avucumuzda gevşekçe tutmaya çalıştığımız yaşama amacı da usulca kayıp gider. Etrafımızda ifadesiz insanlar, soğuk duvarlar, güzelliğini gizleyen gri bir tabiat görmeye başlarız. Bir vakitler bizi biz yapan, asla geriye dönüp bulamayacağımız o kayıp “şeyi” özleriz. Ne istediğimizi, kim olduğumuzu bile unutmuşuzdur. Koca evrenin içi boşalmıştır sanki. Varlığın değil hiç var olmayacak duyguların, insanların kederi yaşadığımızı ve hayatın “absürtlüğünü” olanca gücüyle hatırlatır.

Bazı yazarlar insanın kuytusunda açılan o zifiri uçuruma böyle bir pencereden bakmak istediler. Kökü stoacılara kadar giden, 1945’li yıllarda Avrupa’da moda olmadan evvel Kierkegaard, Heidegger, Jaspers gibi felsefecilerin ürettiği varoluşçu akıma pek yakın hissetmiyorum doğrusu. Camus’nün ve bunu bir ekol haline getiren Sartre’ın kimi romanlarını sevmeme rağmen, insanın varlığını kuşatan dünyayı anlayamamaktan doğan umutsuzlukla hayatı tatsız, saçma göstererek anlamlandırmasına hep biraz mesafeli durdum. Bazıları modern varoluşçuluk deyince hemen Dostoyevski’nin huzursuz romanlarından bahseder ama ben onun deliliğiyle beslenen “bezginliğinin” isyanını diğerlerinden ayrı tutarım. O varoluşçuluğun çıkış noktası sayılan, “Tanrı olmasaydı her şey mubah olacaktı” sözünü, edebiyatın bütün imkânlarını kullanarak, eserlerinde düşünceleri, duyguları paramparça ederek farklı boyutlarıyla tartıştı.


Edebiyat ve umut

Bilmiyorum; insanın kendi gerçekleştirmesindeki sırrın sadece kararlarımız, eylemlerimiz, tercihlerimizle alakalı olduğunu düşünmediğimden belki, çekirdeğinde saklı duran “özümüzün” ele geçirilemeyeceğine inanıyorum. Bize doğuştan bahşedilen ne varsa zaten orada değil mi? Kendimizi bulmak için vereceğimiz mücadele, o sonsuz tekâmül süreci, katı gerçekliğe dokunarak, özü tekrar tasarlayarak değil daha ziyade içimize dönerek gerçekleşebilir gibi geliyor bana. Umutsuzluğun böyle de iyileştirilebileceğine inanmak beni dinginleştiriyor.

Camus’nün ölümsüz romanlarını düşündüren Stephen Eric Bonner’in biyografi, politik ve felsefi eleştiri, deneme gibi farklı türleri buluşturan, Camus, Bir Ahlakçının Portresi başlıklı kitabı oldu. Onu benzerlerinden ayıran özelliklerini anlamak için okumaya başlamadan evvel ilk gençlik anılarıma döner gibi Yabancı’yı ve diğer kitaplarını karıştırdım. Umutsuzluk hastalığını kelimelerin büyüsüyle, beklentisiz bir sevgiyle, mutluluk hayaliyle nasıl iyileştirdiğini hatırladım. Ve onun şu çıplak cümlelerini: “Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Umutsuzluk konuştu mu ya da yazdı mı, hemen kardeş bir el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır”.

Onu dünyaya tanıtan Yabancı’yı açıp kahramanı Meursault’un topluma yabancılaşmasını, umursamazlığını, duyguları tüketmenin büyük yalnızlığını okurken koyu karamsarlığın içindeki aydınlığı görüyorsunuz. Camus’nün insanın çaresizliğini anlatırken kullandığı dil, acıyı anlatma üslubundaki sükûnet, basit anlatımının derinliği, onu diğer varoluşçularından ayırıyor. Bir insanı öldürmeyi, sevip sevmemeyi, bir kadınla evlenmeyi, annesinin ölümünü, hatta kendisininkini bile küçümseyen bir adamı sıradan cümlelerle anlatarak aslında sessiz bir devrim yapmıştı. Romanın sonunda idama mahkûm edilen adam kendisine gönderilen papazı reddederken şu vahşi hayatı küçümsemek için bağırıp durur. Ama sözlerindeki nihilizm okuru ezmeye başladığında insanın mucizevî dönüşümünü yaşamı överek gösterir: “O gider gitmez eski iç rahatlığımı buldum. Direncim kalmamıştı, kendimi yatağa attım. Sanırım uyumuşum. Gözlerimi açtığım zaman, yüzüme yaldızlar doldu. Kır sesleri bana kadar yükseliyordu.(...) Ne zamandır ilk kez anacığımı düşündüm... Orada da birtakım ömürlerin sona erdiği bu huzurevinin çerçevesinde de akşamlar, hüzünlü bir savaş aralığı gibiydi. Anacığım, ölümün eşiğinde orada serbest ve her şeyi yeni baştan yaşamaya hazır hissetmiş olmalıydı. Ben de her şeyi yeni baştan yaşamaya kendimi hazır hissettim. Sanki bu büyük öfke, beni kötülüklerden arındırmış, umuttan kurtarmıştı. İşaretlerle yüklü olan bu gecede, kendimi ilk kez olarak dünyanın tatlı kayıtsızlığına açıyordum.”


Camus’nün hümanizmi

Camus’yü bir ahlakçı olarak tanımlayan Bronner, yazarın eserlerini analiz ederken, Malraux’nun Gallimard’a zorla kabul ettirdiği Yabancı’yı yorumluyor: “Okurları duygusal olarak etkilerken bile araya bir mesafe koyan ve anlaşılması gerçek anlamda zor olan bu tarz kitapların çok azı, bu tür bir başarıya imza atabilmiştir. Yeni bir tarz sunduğu su götürmez bir gerçek olan kitabın baştan çıkarıcılığının tuhaf egoizminden ileri geldiği söylenebilir.”

Bronner karşılaştırmalı edebiyat alanında çalışmanın yanı sıra siyaset kuramı, biyografi, tarih ve kültür alanında yazan bir akademisyen olduğu için Camus’nün hayat hikâyesini ve eserlerini incelemekle yetinmemiş. 20. yy’ın önemli entelektüel figürlerinden biri olan yazarın, politik ve felsefi duruşunu sanatıyla birleştirerek sıradışı bir porte hazırlamış. Bunun nedenini açıklamak için söyledikleri içeriği de, niyetini de gösteriyor: “Gençliğimde 68 kuşağı olarak isimlendirilen diğer birçok kişi arasından ilk olarak Camus’yü okudum. Onun totaliterliğe olan karşıtlığından ve hümanizminden, tuhaf karamsarlık ve iyilik bileşiminden ve bireysel mutluluğa, deneyimlere olan arzusunu unutmadan politik dünyayı ele alışından etkilendiğimi hatırlıyorum. (...) Böyle bir adama saygı göstermenin yolu, bir saygı takdiminden çok, onu doğrudan kabullenmek yerine eleştirel bir şekilde ele almak olacaktır.”

Bronner’in özellikle Camus ve Sartre’ın tartışmalarını, eleştirileri dönemin politik çalkantılarını anlattığı bölümleri okurken toplumların kültürel zeminini oluşturan ölçülerin ne kadar önemli olduğunu da düşündüm. Tartışma kültüründen uzak yazarların birbirlerine sürekli ahlak, gazetecilik, yazarlık ve etik dersi verdiği bir ülkede, başkalarının ne yazdığından azade, kendi yazı sanatıyla, düşüncesiyle yoğunlaşan “yazarın”, ebedî varlığını bu vesileyle hatırlamak içimi ferahlattı doğrusu. Edebiyatın, kalıcı düşüncenin, sınırsızlığını ve zamansızlığını bir kez daha en çıplak haliyle gördüm.


Politika insan içindir!

Bronner bu kitapta sadece kendi eleştirel bakışını ortaya koymamış. Yıllar boyu onu yanlış anlayan komünistlerin, aşırı sol kanattakilerin, Marksistlerin, postmodernistlerin, aşırı sağcıların, onun bastırılmış dinî eğilimleri olduğunu söyleyen muhaliflerin nerede yanıldıklarını da alıntılarla gösteriyor. Hatta liberallerle sorunu olmayan Camus’nün ehlileştirilmesinden rahatsız olduğu için onun kozmopolit- liberal- sosyalist savunularına da bir açıklık getirmek için bu portre üzerinde titizlikle çalıştığını söylüyor. Keşke buradaki eleştirmenler, edebiyat kuramcıları da Bronner gibi yazarların sanatını politik duruşlarıyla buluştururken ideolojilerinden arınarak yazı sanatına bakabilse...

Camus’yü başka bir yazarla anlamaya çalışırken onu neden sevdiğimin işaretlerini takip ettim. Evet, “Politika insan içindir, insan politika için değil. Biz masallarda yaşamak istemiyoruz. Şiddet ve ölümle sarmalanmış dünyada umuda mahal yok. Yine de gerçeği masalların ve yaşamı hayallerin önüne koyan, gerçek bir medeniyete yer bulabilir” diyen müdanasız sesini önemsiyorum elbette. İnsanı “umutsuzluğun” umuduyla kutsayan edebiyatı da onun politik duruşundan uzak değil çünkü. Başkaldırıyı Marx’tan değil sefaletten öğrendiğini söyleyen yazarın “özü”, belki varoluşçuların iddia ettiği gibi çocukluğunun yoksul koşullarıyla şekillendi. Ben yine de romanlarını daha içeriden bir bakışla okuyanın ona hediye edilmiş yazma yeteneğinin hakiki kaynağını sezebileceğini düşünüyorum. Bronner Nobel konuşmasından bahsettiği bölümde, “Lirizm, ölçülülük ve güç hissediliyordu. ‘Dünyayı yeniden yaratmak’ için ortaya atılan tüm planları reddederken bir kez daha doğanın ve fiziksel yaşamın zevklerini vurguladı” demiş. Tam da bu incelikten söz ediyorum aslında.


Ağlamak ister gibi sevmek...

Camus’nün gençken yazdığı sonradan çok acemice bulduğu halde tekrar yayınlamak istediği Tersi ve Yüzü isimli kitabındaki denemelerden birinde, Akdeniz’de bir akşamüstü hissettiklerinin resmini çiziyor: “Otururdum, günün güneşiyle hâlâ sallana sallana, ak kiliseler ve tebeşirimsi duvarlarla, kuru kırlar ve zeytin ağaçlarıyla dolu olarak. Tatlımsı bir badem şerbeti içerdim. Karşımdaki tepelerin eğrisine bakardım. Usul usul denize doğru inerlerdi. Akşam yeşilleşirdi. Tepelerin en büyüğü üzerinde, son meltem bir değirmenin kanatlarını döndürürdü. Ve doğal bir mucizeyle, herkesin sesi alçalırdı... Alacakaranlığın bu kısacık ânında, yalnız bir insanın değil, bütün bir halkın duyduğu, süreksiz ve hüzünlü bir şey hüküm sürerdi. Bana gelince ağlamak ister gibi sevmek gelirdi içimden.”

Bu satırların sahibini, “Adaleti kendi yaşamında bile egemen kılamayan kişi adaletten dem vurabilir mi” cümlesinden ayırabilir miyiz? Bu nedenle Bronner’in tesbitine yürekten katılıyorum: “İdeoloji Camus’nün alanı değildi. Yalnızca dünyanın diğer ucunda küçümsenen ve tanımadığı bir mahkûmun sessizliği bile, yazarın sürgün için gözyaşı dökmesine yeterlidir. Sanat bu uğurda bir amaçtır. Yalnızca bu yüzden bile sanatçının iki sorumluluğu vardır: Bildiklerimiz hakkında yalan söylemeyi reddetmek ve baskıya direnmek.”

Bu kadar sahih bir cümleyi anlamak için sanatçı olmaya lüzum yok. Gündelik siyaset kavgalarında, kafasını kuma gömdüğü için kendini ve çağının ihtiyaçlarını unutan aklı başında “okur- yazarlar” bile umarım anlar bu kadarını.

(CAMUS Bir Ahlakçının Portresi, Stephen Eric Bronner, İletişim Yayınları, Çev. Tuğba Sağlam)
(Yabancı, Albert Camus, Can Yayınları, Çev. Vedat Günyol)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 14:55:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan