İki ihtiyar adam … Birisi çoktan ölmüş ama hala yaşıyor, yaşatılıyor. Diğeri hala yaşıyor ama çoktan ölmüş,
öldürülmüş. İki ihtiyar adam yan yana oturmuşlar bir kentin en yüksek tepesine. Birisinin Roma’ya bakıyor gözleri, Collesium sis lambaları içinde ışıl ışıl bu gündüz vakti. Varsıl, gülümsüyor.
Diğeri İstanbul’a bakıyor. Kızkulesi ‘ni izlerken gözleri, sahiline vuran sessiz ve karışık dalgalar gibi. Yoksul, üşüyor.
İki ihtiyar adam …
Roma’da bir kilisenin kapısına kurulan giyotin sehpasından, imparator fermanını yırtarak fakat kanlı bedenini ve kesik başını da yanına alarak yüz yıllık, bin yıllık, belki sonsuz bir tarihin ileri sayfalarına doğru koşar adım geldiğini yazıyor önündeki kağıda. Dünyanın bütün şehirlerinin sokaklarından, limanlarından hep aynı gün yürüdüğünü, geçtiğini yazıyor.
Sırtını daha rahat ve güvenle dayayarak oturduğu koltuğun arkalığına. Ayaklarını uzatıyor önündeki parıltısı, altın başlı çivilerin yuvasından sızan servet sandığına. Kapatıyor kamaşan gözlerini, dudak kıvrımlarına incecik bir gülümsemeyi yerleştirirken.
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,