ahh sevinç ve üzüntü nasıl bir arada
doğumgünün gelmiş hayret
hangi arada?
(insan doğum gününde çalıştırılmamalı
karşıyım...)
... yoğunsun biliyorum bu arada
arada derede gitmeyecek bu şiir
..
Çektiğin elemi sözde okudum,
Serpilmiş gözyaşın rüzigarlara.
Gelenden-geçenden hep seni sordum,
İşte geliyorum o diyarlara.
Coştu didelerim; nemlidir, nemli,
Sen orda hastasın, ben burada gamlı,
..
Her karanlığın sonu aydınlıkmış.. Bir de her güzel şeyin bir sonu varmış … Ne yaman çelişki değil mi? Biri ışığa, diğeri hüsrana iz sürüyor. Yaşanılan duygusal karmaşalar sonucu, bu iki farklı anlam içeren cümleleri kullanmayanı yoktur sanırım.
Zaman zaman hissedilen; duygusal yoksunluk (yalnızlık, acı, üzüntü) , empati yoksunluğu (anlaşılamama hissi) , haksızlığa uğrandığı düşüncesiyle yakalanan öfke nöbetleri, kızgınlıklar, kırgınlıklar, geleceğe dair endişeler ya da kabına sığmayan coşkular… Kısacası insana dair yaşanılan duygu durum dalgalanmaları…
Bu tip durumlardaki etki ve tepkiler kişiye göre değişiyor. Kimi bağır çağır yaşarken duygularını, kimi matruşka gibi üst üste atarak yani susarak içinde şişiriyor…
Susup içimize attığımız, söyleyemediklerimiz heybede biriktikçe tahrip gücü yüksek bombaya dönüşüyor bir zaman sonra.. Bu baskının beyine, bedene, ruha, kalbe verdiği zararlar mutlaka sağlık sorunları olarak karşımıza çıkıyor ilerde..
..
Bir başkadır gecesi gündüzü
Caminin önünde toplanır büyüğü küçüğü
El öper bayramlaşır bayram günü
Köyümün adı ali özü
Yazın tarlalarında yerdik
Tarlalarında yerdik ekmekle üzümü
..
Sevda,
Hasretine düşmektir sevdiğinin
Daha dememişken elveda.
(Hep söyledim, hasretim sana.)
Sevda,
Yapamamaktır tek başına;
..
G ün senin günün olsun
Ü stünde ne keder ne üzüntü dolsun
N eden soruların cevap bulsun
A nnen sana nasihatte bulunsun
Y ok istemem deme
D ünlerin tecrübesiyle konuşsun
I slak olsun bugün yağmur dolsun
..
Bir yerlerden sıcaklık geliyordu hafsalama
nerden geliyor diye başımı birazcık kaldırdım
meğerse siz kalbinizin kapısını açık tutmuşsunuz.
Asıl sorun ve sorulunum
aşkın hakkında yarım yamalak gitmekti üzüntü
henüz cevabını öğrenmek üzreyken bitmişti soru değil,solunum!
..
Ne bir üşüme
Ne düşünce
Ne üzüntü
Ne keder
Ne bir sevgilinin
Sevme ve,
Terkedilme korkusu...
..
Taşma Yürek! . Unutma, Helal Aşk Bakışını! .
Can; Sevince Aşkını: Olmaz Yürek Taşkını! .
Sevincin Dostuna! Erincin; Dosta Bir Anı! .
Üzüntü Yok; Olmamalıdır Dostluktan Başka! .
Bağlanmışsan Ona; Olmaz Ki Yürek Baskını! .
..
Bundan sonra ölülerin günahı benim hesabıma
Yaşayanların yapacakları da
Kurtların yediği kuzunun
Dolunun vurduğu hasatın
Herkesin yaşadığı bozgunun
Sorumlusu benim
..
Sevinçle üzüntü denk değilse
Denge kaçmıştır işte bak sonuca
Devamlı lezzet oldukça zor bu dünyada
Hep üzüntü içinde olmak yakışmaz insanoğluna
Maddi şeylerin kütlesi teraziyledir dengesi
Soyut varlıkların bulunmalı denge ölçeceği
..
Gönül muhabbet bağına sana geleyim
Bir ben söyleyim,bir de sen söyle, bileyim
İçimizdeki keder,üzüntü üstüne
Konuşup,deyip mutsuzlukları sileyim.
Araya başı dumanlı dağlar dizilmiş
Sılada hasta anam yatağa serilmiş
..
Öyle bir gün yaşadımki
içinde neler neler var
Düşüne bilirmisin bir tekini
Ey sevgili yar
Sığdırmak istercesine ömrüme
Nefes nefes an ve an sevdamı
..
Daha az önce bıraktım acıyı
Az önce bıraktım öfkeyi
Bir kenara
Yok artık gördüğüm kabuslar
Üzüntü yok artık
Hayatım basit
Ve olabildiğince özgür
..
Yatmıyorum uykum gelmiyor
Biletimi kesmişim yarın
Köye gideceğim
Allah izin ve fırsat verirse
Sevinç ve üzüntü arasında
Bir kıl köprü üzerinden
..
Hayat mutluluk değildir
Hayat üzüntü değildir
Hayat aşk değildir
Hayat eğlence değildir
Hayat bunalım değildir
Hayat iş ders değildir
Hayat zirve değildir
..
Gümüş bir kasenin içine batırılan fırçadan sızan mürekkebin suda usulca dağılmasını anımsatan bir uysallıkla zamanın çeperinden taşabilenleri severim. Eski bir suluboya resmindeki kadar sade bir yumuşaklıkla insanı anlatabilen yazarları daha çok severim. Günü tüketen hadiselerle basit ihtiraslara yenik düşmek yerine önemsiz gibi görünen ayrıntılarla oyalanmalarındaki ‘isyankârlık’ baş döndürücüdür hakikaten. O özel türün zihni olup biteni değil, hemen öncesinde ya da sonrasındaki kamaşma, kıvılcımlanma, sürtünme, yok olma, ebediyete kavuşma halinin ve onun etrafında genişleyen aydınlanma anlarının kaydını tutar. Kainattaki tüm varlıklarla kurdukları gizli akrabalık onların sessiz dilidir. İnsan dokunmazsa ağaç kambur kalır. Kanatların okşamadığı nehir kurur. Rüzgâr esmezse taş şeklini bulamaz. Yağmurun kırbaçlamadığı ot küser. Vaktinden erken patlayan tomurcuk yaşamaz. Suda yüzebilen ahşabın sırrı özünde saklıdır... Kendini görünmez kılmak için güneş ışığıyla yıkanmış berrak bir denizde renk değiştiren küçük balıklar misali saklanarak yazanla, onu seven arasında bu türden bir yakınlık seziyorum. Dudak izleriyle yıllarca aynı çay fincanının yaldızlarını eskiten iki yabancı gibi edebiyatın koyu gölgesinde gün gelir buluşur onlar.
Tabiatın kibriyle insana korkunç bir ders verdiği dramatik bir felaket sonrasında, muhtemel bir ‘cehennemin’ eşiğinde birbirlerine sıkıca sarılmış dünyanın ortasında yapayalnız duran iki kadını izliyordum televizyonda. Hayatın geçiciliğini kadim kültürlerinden gelip tevekkülle kabullenebilen o insanların ölüm karşısındaki vakur duruşu beni sarstı. Yüzlerindeki kasılmayı gördüm. Ağlamıyorlardı. Yırtıcı bir hayvanın ürkmüş ifadesi yerleşmişti derin çizgilerine. Tanrı, kiraz çiçeklerinin zarafetiyle bereketlendirdiği bir toplumu büyük bir trajediyle cezalandırmıştı. O ürpertici an hissettiklerim, unuttuğum bir kültürün, geleneğin hikâyelerini taşıdı bana. Mişima’yı, Kavabata’yı hatta daha da gerilere gidip sarayda köle olan bir kadının bin yıl önce tuttuğu günlükleri hatırladım.
Sevmediğinde başkalaşanlar...
Pencereyi açıp kış ayazında açan mor sümbüllerimin kokusuyla sarhoş olunca, okyanusun kabaran suları altında kalan bir köyde, vaktiyle sabah nemiyle buğulanan erik ağaçlarının taç yapraklarını gördüm. Varoluşun bütünlüğü insanları ipeksi bağlarla düğümlediğinde aslında ne kadar ‘yakın’ olduğumuzu şaşırarak fark etmiyor muyuz? Hünnap ağaçları, dağların yamacındaki bir tapınaktan gelen çan sesleri, sularla sürüklenen çocukların tiz çığlıkları, alacakaranlıkta ışıldayan beyaz zakkumlar, şafak sökerken peş peşe öten kuşların cıvıltısı, zaaflarında, hırslarında, gelecek tasavvurlarında boğulanların ortak kederi, gülhatmilerle saçlarını süsleyen kadınların neşesi, akik taşlarından yapılmış tespihler, sert bir esintiyle kırılabilen bambular, geceleyin birbirlerinin kanatlarındaki donmuş çiyi temizleyen âşık ördekler, sandıktan çıkan kırık bir yelpaze, baharda başka ağaçlara sarılan mor salkımlar, geceleyin seslerini değiştiren kargalar gibi sevmediğinde başkalaşanlar... Hepimiz bir bütünün birbirinin yerine geçen, tekrar eden parçalarıyız işte...
‘İnsan sevildiği ölçüde zor anımsanır’
Kaba sınırlarla parçaladığımız hayatı incelikli ayrıntılarla buluşturan usta yorumcularından biridir Kavabata. Onun romanlarını okurken dünyevi meselelerin içinde gizlenen, daha evvel belki üzerinde çok düşünmediğimiz için tanımadığımız duyguları harekete geçiren sihirli bir dokunuşla başka âlemlerde dolaşmaya başlarsınız. O çocukluktan miras kalan bozulmamış bir sezgiyle bir insanı çok basit nedenlerle sevebileceğimize inandırabilir. Vaktiyle günahlarının çekiciliği yüzünden kapıldığınız bir ilişkinin ihtiyarladığınızda size neden artık cazip gelmediğini gösterir. Ya da birini sadece iyiliği ve güzelliği nedeniyle seven bir erkeğin yaşadığı sıkıntıyı sözcüklerin arasına yerleştirdiği nedensiz boşluklarla anlatır. Sadece sevginin değil bütün gerçek duygular gibi öfkenin, suçluluk duygusunun da sonsuz olduğunu basit cümlelerle ifade eder. Yaşamı arzuyla, tutkuyla, şehvetle ölüme bağlayan konuşmalarla dolu romanı Bin Beyaz Turna‘da, “Bir insan sevildiği ölçüde zor, nefret edildiği ölçüde kolay anımsanır” diyordu. O ince adacığın üstünde doğup büyüyen bazı kederli, alıngan, hassas, vahşi insanlar gibi o da hayli kabukludur. Ölenlerin bağışlanmayacağını, tam tersine intikam arzusunu kamçılayacağını da söyletiyordu kahramanına.
Edebiyatındaki melankolik sesi, asırlar öncesinin haiku ustalarına olan merakına bağlıyorlar ama bence o yazıda hareketle durgunluğu buluşturan tuhaf gücü daha ziyade doğup büyüdüğü coğrafyaya ve ‘kimsesizlik’ yarasına borçlu. Bütün romanlarında yuvasız ve ailesiz bir çocuk ruhuyla dolaşan yazarın ilk başarısı İzu Dansözü isimli novellasıydı. Bu romanda bir dansöze aşık olan bir genci anlatıyordu, yani kendini. Daha sonra yazdığı bütün romanlarda, ailesini hayatının ilk beş yılında kaybetmesinin travmasını, karşılıksız aşklarının iz bırakan hüznünü kullandığı dilin sadeliğiyle hissettirdi. Bir ara on birinci yüzyıl Japon edebiyatını araştırmak için sevdiği bir şehrin ıssızlığına sığındı. Savaşın ardından en uzun zamanda yazdığı romanı Karlar Ülkesi‘ni tamamladı. Eleştirmenler en çok sevilen romanının Dağın Sesi olduğunu söylüyor. Geçici hafıza kayıpları yaşayan ihtiyar bir adamın kendisini hayal kırıklığına uğratan karısı, zampara oğlu ve gizli bir tutkuyla bağlandığı gelini arasında gelişen puslu hikâyelerle gelişen bu roman da çarpıcı ama ben şehrin ritmine ve mutsuz evlilik hayatına sıkışmış bir adamla, taşrada büyümüş bir geyşa arasındaki ilişkiyi anlatan Karlar Ülkesi ’ni daha çok sevmiştim.
..
Şair seven kalpler için yapmıştır yorumunu
Der ki;
Aşk iki kişiliktir.
Sever biri ötekini
Ötekini sever çıkarırcasına kişiliğini
Kavga eder tüm gururuylabenliğine sevdiğinin
Kızar bağırır sevdiğine onu dinlemeksizin
..
zaman eski gün hala yenigün
bir çiçek sevdim tam haftada yedigün
mağrurdu başı kalem gibiydi kaşları
zaten beni öldüren değilmiydi zehirli bakışları
bir yağmur halinde indi garib gönlüme
torosların kokusu vardı hala üzerinde
..
Her ilişki bir parça daha kopardı aldı benden,
Her sevgi üzüntü verdi sonunda
Hep pembe başlangıçlar kara sonla noktalandı
Her geçen gün aldı götürdü benliğimi
Hep yeni bir ilişki aradım
Bir öncekinin izlerini yok etmek;
Lekelerini silmek için
..