105.
İsviçre'li psikolog Kübler-Ross üzüntü ile ilgili muazzam şemasında keder dediğimiz şeyin beş evreden geçtiğini söyler. İnkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul. Bu hiyerarşiyi bütün ömrümüze yayabiliriz aslında. Çok sevdiğimiz birinin ölümünü ya da ondan ayrılma sürecimizi düşünün örneğin. Bu durumla karşılaştığımızda ilk yaptığımız şey hayır demektir. Hayır, olamaz, bu benim başıma gelemez, bir yanlışlık olmalı, sakin ol her şey yoluna girecek.. Bu acıklı inkar evresinin hemen ardından öfke evresine geçeriz. O'na ya da kendimize acımasızca saldırmaya başlarız. Olağanüstü enerjik bir evredeyizdir. Lanet olsun, canı cehenneme, canım cehenneme, herkesin canı cehenneme, defolsun gitsin, iyi oldu vs.. Sonra öfke yatışır ve pazarlık evresine geçilir. Olacakları ertelemeye ya da en azından sonuçlarını hafifletmeye çalışırız pazarlık evresinde. Öfkenin yerini kaybetme gerçeğiyle karşı karşıya kalmanın burukluğu alır. Hatalarımızı düzeltmek için umutsuzca çabalar, öfke evresinde ağzımızdan çıkan kötü sözler için özürler diler, tutamayacağımız sözleri arka arkaya sıralar ve bir çıkış yolu bulmaya çalışırız. Elbete nafile bir çabadır bu. Hiçbir sonuç vermez ve biz korkunç bir değersizlik hissiyle depresyon evresine geçmiş oluruz. Yapabileceğim hiçbir şey yok deriz, hiçbir şeye gücüm yetmiyor, elinden hiçbir şey gelmeyen zavallının tekiyim ben ve başıma gelen her şeyi hakediyorum. Bu evre en tehlikeli evre olmakla birlikte (ki uzunluğu durumun vehametine göre diğer üç evreden çok daha fazla olabilir) aslında ışığın görülmesi açısından iyileşme öncesi evre olarak da nitelendirilebilir. Eğer bir şekilde ölmemeyi başarırsak kabul evresine geçeriz. Öfke evresindeki sahte kabullenişin yerini gerçek bir tevekkül ve kabul alır bu evrede. Olanları kabullenmeye başlayıp kendimize akacak başka mecralar aramaya başlarız. Tabi bu sıralama herkes için genellenemez. Evrelerin sıraları kişiye ve duruma göre değişebilir. Ama bu beş evre, her telafisi olmayan kayıpla birlikte yaşadığımız ve ölene kadar da yaşamaya devam edeceğimiz manik-depresif ruh hallerimizin en net sığınaklarıdır..
..
O kadar acı çeker ki insan, canlılar arasında bir tek o kahkahayı icat etmek zorunda kalmıştır der Nietzsche. Ya da buna benzer bir şey işte sarhoşum şimdi bu kadar hatırlıyorum…
Elbistan Şeker Fabrikası’nda çalışıyordu babam. Ortaokul yıllarım.. Ertesi tatil olan bazı günler işyerine götürürdü beni. Orada tanışmıştım Şeref amcayla. Dünyanın en güzel gülen adamıydı. Hafiften de Kemal Sunal’a benzerdi. Cebinde hep şeker taşırdı. Ya da benimle karşılaştığı zamanlarda cebinde hep şeker olurdu, bilmiyorum. Ne zaman beni görse kocaman gülümser sonra cebinden şeker çıkartıp verirdi. Bir keresinde şuna benzer bir şey söylediğini anımsıyorum babamın. “Bu Şeref kadar gamsız adam yoktur. Dünya yansa içinde hasırı yok derler ya, öyle bir adam. Surat astığını gören yoktur. Ne olursa olsun hep güler..”
Bir akşam morali epey bozuk geldi babam. Sordu annem ne oldu diye. O anlatırken ben de duydum. Kendini asmış Şeref amca. Fabrikanın kazan dairesinde…
Kim bilir nasıl acı çekiyordu da bu kadar çok gülüyordu. Dinmiştir ölünce acıları. Ölüm her şeyi sıfırlar..
Yirmi küsür yıl geçmiş üstünden. Cin içiyorum Caner’le beraber. Yan masada birileri Nietzsche’den bahsetti. Duyunca yukarda yazdığım sözü hatırladım. O söz de birden bire Şeref amcayı anımsattı durduk yere. Bellek yavşak bir düşman gibi davranıyor bazen. Canını yakacak şeyleri tamamen unutmana izin vermiyor. Freud’unun da amına koyim bilinçaltınında..!
Haberi duyduğum ilk andan daha çok üzgünüm şu an. Şeref amca için yeterince üzülmemiş olmamın mahcubiyeti bu sanırım. Mahcubiyet böyle bir şey işte. Gecikmeye gelmez. Geciken mahcubiyet ekstra üzüntü ve utançla çıkartır acısını..
Son duble cini Şeref amcanın anısına söyledim. Araya bir de çay sıkıştırdım. Ve şu an kafamda tek bir soru var. Eğer uyumamışsa eve gider gitmez babama soracağım. Şeref amca gülümsüyor muydu ipte sallanırken?
..
Her şeyden emekli olmak istiyorum. Herkesin itiraz etmeden gülümseyerek kabul edebileceği bir tür kenara çekiliş. Kolektif varoluş salatasının dışına çıkmak ve bir köşede kımıldamadan olup biteni seyretmek. Evet istediğim tam olarak böyle bir şey. Eğer ışık hızında giden bir tren çarparsa bana aslında çarpmış olmazmış. Kütlemin, kütlesinin yanında esamesi okunmayacağından beni yok etmeden sonsuz yolculuğuna ortak edebilirmiş o tren. Varolmaktan tamamen vazgeçmeden yok olmak. Ne güzel trendir o tren. Sahi gerçekten olabilir mi öyle bir tren? Yoksa Einstein'da koca bir yalancı mı?
Çocukken sıklıkla oynadığım bir oyun vardı. Gerçi sevip sevmediğimden çok emin değilim, bir tür mecburiyet hissiyle oynanırdım o oyunu. Sıkkın ya da üzgün olduğum zamanlarda (ki genelde sıkkın ya da üzgün olurdum) gözlerimi sımsıkı yumup düşüncelerimi ve ruhumu başka yere ışınlardım. Tek kural vardı, gözlerimin sımsıkı kapalı olması ve içeri hiç ışık sızmaması gerekirdi. Babam anneme bağırırken yumardım gözlerimi, Peter Pan'ın yanına gidiverirdim ve birlikte Kaptan Kancayla savaşmaya başlardık. Nefret ettiğim sınıfımın kapısı gözlerimi kapattığım andan itibaren Alice'nin tavşan deliğine dönüşüverirdi. Kapıdan(delikten) içeri girer girmez olağanüstü maceralar da başlamış olurdu. Gerçi sımsıkı yumulu gözler öğretmenimin gözünde geri zakalılığıma delaletti ama bu çok önemli değildi her maceranın bu tür handikapları olurdu. Sünnet olurken ben Pal Sokağı Çocukları'ndan biriydim. Duyduğum acı, konuşmam ve mahallemin sırlarını açıklamam için yapılan işkenceler yüzündendi. Ama konuşur muydum? Asla. Çünkü gözlerimi kapattığım andan itibaren ben bir kahramandım..
Şimdilerde ise, ne zaman gözlerimi sıkıca kapatsam, bir zamanlar beni çok sevdiklerini söyleyen ama şimdi ittifakla nefret eden insanların yüzleri çıkıyor karşıma. Bir hayat nasıl bu kadar yanlış yaşanır?
Son on yılım iflah olmaz bir uyku problemiyle geçti. Gözlerim kendiliğinden kapanmadan uyuyamıyorum. Galiba bunun en büyük nedeni gözlerimi kapatmaktan ölürcesine korkuyor olmam. Çünkü ne zaman gözlerimi sıkı sıkı kapatsam ya telafisi olmayan bir kalp kırıklığı ya da tarafımdan inşa edilmiş iyi niyetler mezarlığı karşıma çıkıyor..
Öfke, üzüntü, pişmanlık.. O kadar iç içeler ki hayatımda, aralarında fark gözetemiyorum artık. Her yeni güne başladığımda sahiplerine duyuramayacağımı bildiğim özürler sıralıyorum bıkıp usanmadan..
Şu aralar en çok kullandığım sözcüklerden biri. Kısmet.. Bir tür tevekkül taklidi yaparak kaderi ve tanrıyı suç ortağı yapmak istiyorum galiba. Pek işe yaradığı söylenemese de, eh..
Her şeyden vazgeçmek istiyorum, kalanları üzmeden.. Tamamen kenara çekileyim, annemi kırmadan.. Artık şarj edilemeyen ama atılmaya da kıyılamayan manevi değeri büyük oyuncak bir tren gibi vitrine kaldırabilse keşke annem beni. Ara sıra bana bakıp gülümsese. Aslında var olmasam ama bir taraftan da var olmaya devam etsem. Ve varlığım kimseye sıkıntı vermese..
Bir tür iyi niyet teşebbüsü olmak istiyorum sadece. Olmamış bir kahraman emeklisi. Hayal kırıklıkları mezarlığı bekçisi..
..
194.
Kadın haklıydı. Adam aşık. Kadın kızgındı. Adam pişman. Anlatamamanın imkansız incelikteki engeline öyle takılıp kalmıştı ki adam, kadın sustu sitemsiz, o bekledi çaresiz.. Kadın mağdurdu. Adam mağrur. Sonra gece oldu. Zaten ne olursa olsun bir şekilde gece olur. Adam tek bir güzel sözle bütün yanlış anlamaları sağaltacak. Umurunda değil adamın haklı olmak ya da olmamak. Adam sadece seviyor. Adam bekliyor. Çaresiz. Kadın.. Bilmiyor adam. Adam aşık. Kadın da ihtimal.. Beklemekle ilgili bir sürü güzel laf geliyor adamın aklına. Utanıyor ama, yazamıyor hiçbirini. Sadece bekliyor. Mahçup. Beklentisiz affın gölgesine sığınıp bekliyor. Kadın haklı. Adam aşık..
195.
Ne çok hüzün var sahi.. Sabahtan başlıyoruz hüzünlenmeye, koca gün yetmiyor. Ertesi güne devrediyoruz bazı hüzünleri..
196.
Sesinde bir kırıklık olur bazen. O kırıklık yüzlerce kilometre uzaktan bana kadar gelir. Öyle zamanlarda ne yapacağımı bilemem. Eğer bir şeyler söylersem belki daha kötü olur diye korkarım. Sonra sen o suskunluğu yanlış anlarsın. Daha fazla uzatmadan kapatırız. Sen uyumaya gidersin. Ama benim aklım sende kalır. Kapatır kapatmaz özlemeye başlarım. Kapatır kapatmaz aramak isterim seni. Yapamam. Duvarlar üzerime gelir gibi olur. Evden dışarı atarım kendimi. Nereye gideceğimi bilemem. Bayiden iki tane kırmızı tuborg alıp parka sığınırım. Ne çok park var buralarda sahi. Sanılanın aksine, bir yerlerdeki park sayısıyla o yerlerin mutsuz insanlarının sayısı arasında sosyolojik izaha muhtaç bir ilişki var bence. Park deyince neşeli, cıvıl cıvıl yerler geliyor insanların aklına. Öyle değil halbuki. Gündüzleri çocukların, gizli gizli sigara içen öğrencilerin ve yaşlılarındır park. Geceleri ise üzgünlerin.. Bazı geceler o kadar ıslak olur ki etraf, bu ıslaklık sadece yağmurla açıklanamaz. Geceleri çam ağaçları da ağlıyor galiba. Islak çimler, ıslak çöpler, ıslak çam iğneleri, ıslak banklar, ıslak.. Her şey ıslaktır. Umursamadan banklardan birinin kenarına ilişirim. Açarım kırmızı tuborg’u. İyi gelir ilk yudum. Her şey yoluna girecekmiş gibi hissederim birden. İşte en çok o zaman aramak isterim seni. Ama geç olmuştur. Uyandırmaktan korkar arayamam.. Gülümseyerek seni düşünürüm sonra.. Biraları bitirip eve dönerken üzüntü ve mutluluğun aslında ne kadar da iç içe olduğunu bir kez daha hatırlarım şaşarak. Sonra uzanır, hayalimdeki gölgene sarılır tüm bunları sana fısıltıyla anlatırım. O an duymazsın belki sesimi. Ama gece melekleri daha sonra iletmek için sana bunları, söylediğim her şeyi kaydederler..
..