seni anlatmak, anlamak seni tanımaktır o kutsal emeği seni anlatmak, kavuşmaktır özgürce dünyanın öbür ucundan da olsa berrak sularına Munzur’un
seni anlatmak, anlamaktır seni kimsesizliği, yalnızlığı, yoksulluğu çileli büyüdüğün toprağı, ülkeyi bin dokuz yüz otuz sekizi… inadına yaşattığın umudu…
seni görmek yıllar sonra çerçevesiz, solmayan bir resimde canlı, dipdiri ayakta dururken elinde kürek, akan sular içinde yaşamın kaynağını bulmaktır toprağın üstüne çıkardığın suda seni taşıyan gururu
seni anlatmak doğurmak için bağrında bin bir çiçeği okşadığın, suya kavuşturduğun toprağa, ağaca el verip sen gibi nezaketle konuşabilmektir dilini
bir emekçi ki, nasırları patlarken üst üste kanayan parmaklarının sızısını yüreğine versin, o öpülesi ellerin gördüğü, çektiği çileyi dosttan, düşmandan, çocuklarından saklasın evine götüreceği bir lokma ekmekle çocukların güleç yüzünü derman etsin derdine…
bilesin Memo, bilesin seni anlatmak için durmadan ölümlere vuran seni anlamaya çalışan bir yürek korkarım yaşlanıyor zamansız
söyle, bir resim vurur mu insanı bir resim tutup da silkeler mi insanı beni sardı işte, vurdu alnımın çatısından, gözlerim aktı yaramı kanatmak değil, öldürmek için değil elbet bu senin resmin, kendine getirir adamı görmek, anlamak, haykırmak için…
vuruldum bir gece vaktinde, vuruldum bir kazma, bir kürekle koca bir yaşamı kazanan sızısı yüreğime saplanan o nasırlı ellere ansızın, bir gece vaktinde, vuruldum
bilmeyen bilmese de olur bu saatten sonra tanımayan zaten tanımaz emekçiyi sen ki, bir tek toprak tuttu elini bir ömür ve dokuz çocuğun yüküyle bir tek suya kavuşturduğun toprak güldü yüzüne Dersim’in yetim delikanlısı tırnaklarınla kazandığın yaşamı kutsal bildiğin emekle, alın terini ve yere düşürmediğin yüreğin… o toprakta şimdi
seni anlatmak dünden daha zordur bugün sırılsıklam çarpılmak gibidir poyraza ya da hırçın dalgalarına kapılmak gibi çırılçıplak o engin o mavi denizin içinde kalmaktır tek başına senin bakışın, onurun, bin yıl tutar insanı bu cehennemde, dimdik ayakta nice bin yıl… anlamak, anlatmak için o kutsal emeği çıkarmak için sabaha bir bir konuşmak mı elinin değdiği toprakla
heceler yabancı, kelimeler yetişmiyor resmine o bir kareye sığdırdığın duruşuna… inan ki dar geliyor göğsümün kafesi pişirmeye çalışıyorum sözleri ayaklar çıplak, ama alnının teri kurutur tenine vuran suyu hangi kalem yazabilir ki seni tanıyan, tanımayan hangi kalem sızısını akıtır ki kağıda…
biliyor musun, gülüşünü özledim öyle bütünleşirdi ki o nasırlı ellerinle öyle masum, öyle içten, öyle sıcak… bin dert olsa üstümde, bir bir çıkarıp atardı içimden hani, ne getirdiğin ekmekteydi gözüm ne yaptığın oyuncaklarda ne de kavgalara meydan okuyuşunda o gözlerinden okuduğum acısını, çilesini içinde saklayan gülüşünü bir bir fidelercesine yarınlara yüreğimin ortasında tutuşturulmuş bir meşale durmadan, ordan oraya savurur beni
kavgaların geliyor aklıma biz küçükken, annemle ettiğin kavgalar… alışmıştık, sinirler dinince biten kavgalarındı bunlar ve köyün çeşmesinden sitille taşıdığın suda köylüler gelirdi üstüne, kadın işini yapıyor diye sen ki her zamanki ağır başlılığınla erkek dediğin derdin, yükünü hafifletmeliydi kadının söz biterdi orda, söz biterdi
seni nasıl anlatmalı otuz sekizin yetim kalmış delikanlısı seni nasıl anlatmalı tanıyan hangi çocuk bir şeyler almadı ki senden işte karşımdasın, gözlerin üstümde hala başını kaldırıp bakmazdın kadına eğilir dilim, gözlerim akar konuşamam,
biliyor musun bir tek ölüm yakışmadı sana diğerlerinin hakkından geldin kendince hala varmıyor dilim, varmayacak da hala görmüş de değilim boylu boyunca uzandığın toprağı ağır gelir Memo, inan çok ağır gelir bana sen ki, otuz sekizin delikanlı çocuğu ekmeğini bölüştüğün kuşlar, diktiğin fidanlar aşıladığın o piç ağaçlar, yürüdüğün yollar toprağın yüzüne çıkardığın sular… duyuyor musun, seni konuşurlar, seni
bilmem nasıl anlatmalı, bilmem nasıl hani doyurabilseydin kendini hani çilesiz bir tek günün olsaydı hani seni vuran askerin yüzüne dikilip ‘anlaşıldı asker ağa mahkemeliktir bu iş’ derken ya da benim yüzümden en azından ağaran saç, sakala bakmadan kelepçelenmeseydi o nasırları patlamış ellerin bağlanmasaydı o yaşlı, o sahipsiz gözlerin… saç, sakalından utanmadan o çiğ, o arsız adamlar o kirli elleriyle dokunmasalardı sana bu kadar koymazdı bana
işte, yarattığın bir yürek kuş gibi çırpınıyor önünde belki sen gibi küreğe dokunmadan eli belki okşamadan toprağı gün gün, hücre hücre eritirken kendini anlamak, anlatmak için, kimin umurunda seni, otuz sekizin delikanlı yetim çocuğu… bak okşadığın toprağa, yeşermiş diktiğin ağaçlar meyvede dallarında yuvalanmış kuşlar peşi sıra ötüşür adını kazırcasına (Enişüri) Kızıl Pınar’a
Enişüri Solmayan Resim
seni anlatmak, anlamak seni
tanımaktır o kutsal emeği
seni anlatmak, kavuşmaktır özgürce
dünyanın öbür ucundan da olsa
berrak sularına Munzur’un
seni anlatmak, anlamaktır seni
kimsesizliği, yalnızlığı, yoksulluğu
çileli büyüdüğün toprağı, ülkeyi
bin dokuz yüz otuz sekizi…
inadına yaşattığın umudu…
seni görmek yıllar sonra
çerçevesiz, solmayan bir resimde
canlı, dipdiri ayakta dururken
elinde kürek, akan sular içinde
yaşamın kaynağını bulmaktır
toprağın üstüne çıkardığın suda
seni taşıyan gururu
seni anlatmak
doğurmak için bağrında bin bir çiçeği
okşadığın, suya kavuşturduğun toprağa,
ağaca el verip sen gibi
nezaketle konuşabilmektir dilini
bir emekçi ki, nasırları patlarken üst üste
kanayan parmaklarının sızısını yüreğine versin,
o öpülesi ellerin gördüğü, çektiği çileyi
dosttan, düşmandan, çocuklarından saklasın
evine götüreceği bir lokma ekmekle
çocukların güleç yüzünü derman etsin derdine…
bilesin Memo, bilesin
seni anlatmak için durmadan ölümlere vuran
seni anlamaya çalışan bir yürek
korkarım yaşlanıyor zamansız
söyle, bir resim vurur mu insanı
bir resim tutup da silkeler mi insanı
beni sardı işte,
vurdu alnımın çatısından, gözlerim aktı
yaramı kanatmak değil,
öldürmek için değil elbet
bu senin resmin, kendine getirir adamı
görmek, anlamak, haykırmak için…
vuruldum bir gece vaktinde, vuruldum
bir kazma, bir kürekle koca bir yaşamı kazanan
sızısı yüreğime saplanan o nasırlı ellere
ansızın, bir gece vaktinde, vuruldum
bilmeyen bilmese de olur bu saatten sonra
tanımayan zaten tanımaz emekçiyi
sen ki, bir tek toprak tuttu elini
bir ömür ve dokuz çocuğun yüküyle
bir tek suya kavuşturduğun toprak güldü yüzüne
Dersim’in yetim delikanlısı
tırnaklarınla kazandığın yaşamı
kutsal bildiğin emekle, alın terini
ve yere düşürmediğin yüreğin…
o toprakta şimdi
seni anlatmak dünden daha zordur bugün
sırılsıklam çarpılmak gibidir poyraza
ya da hırçın dalgalarına kapılmak gibi
çırılçıplak o engin o mavi denizin içinde
kalmaktır tek başına
senin bakışın, onurun,
bin yıl tutar insanı bu cehennemde,
dimdik ayakta nice bin yıl…
anlamak, anlatmak için o kutsal emeği
çıkarmak için sabaha
bir bir konuşmak mı elinin değdiği toprakla
heceler yabancı, kelimeler yetişmiyor resmine
o bir kareye sığdırdığın duruşuna…
inan ki dar geliyor göğsümün kafesi
pişirmeye çalışıyorum sözleri
ayaklar çıplak, ama
alnının teri kurutur tenine vuran suyu
hangi kalem yazabilir ki
seni tanıyan, tanımayan hangi kalem
sızısını akıtır ki kağıda…
biliyor musun, gülüşünü özledim
öyle bütünleşirdi ki o nasırlı ellerinle
öyle masum, öyle içten, öyle sıcak…
bin dert olsa üstümde, bir bir çıkarıp atardı içimden
hani, ne getirdiğin ekmekteydi gözüm
ne yaptığın oyuncaklarda
ne de kavgalara meydan okuyuşunda
o gözlerinden okuduğum
acısını, çilesini içinde saklayan gülüşünü
bir bir fidelercesine yarınlara
yüreğimin ortasında tutuşturulmuş bir meşale
durmadan, ordan oraya savurur beni
kavgaların geliyor aklıma
biz küçükken, annemle ettiğin kavgalar…
alışmıştık, sinirler dinince biten kavgalarındı bunlar
ve köyün çeşmesinden sitille taşıdığın suda
köylüler gelirdi üstüne, kadın işini yapıyor diye
sen ki her zamanki ağır başlılığınla
erkek dediğin derdin, yükünü hafifletmeliydi kadının
söz biterdi orda, söz biterdi
seni nasıl anlatmalı
otuz sekizin yetim kalmış delikanlısı
seni nasıl anlatmalı
tanıyan hangi çocuk bir şeyler almadı ki senden
işte karşımdasın, gözlerin üstümde hala
başını kaldırıp bakmazdın kadına
eğilir dilim, gözlerim akar konuşamam,
biliyor musun bir tek ölüm yakışmadı sana
diğerlerinin hakkından geldin kendince
hala varmıyor dilim, varmayacak da
hala görmüş de değilim boylu boyunca uzandığın toprağı
ağır gelir Memo, inan çok ağır gelir bana
sen ki, otuz sekizin delikanlı çocuğu
ekmeğini bölüştüğün kuşlar, diktiğin fidanlar
aşıladığın o piç ağaçlar, yürüdüğün yollar
toprağın yüzüne çıkardığın sular…
duyuyor musun, seni konuşurlar, seni
bilmem nasıl anlatmalı, bilmem nasıl
hani doyurabilseydin kendini
hani çilesiz bir tek günün olsaydı
hani seni vuran askerin yüzüne dikilip
‘anlaşıldı asker ağa mahkemeliktir bu iş’ derken
ya da benim yüzümden en azından
ağaran saç, sakala bakmadan
kelepçelenmeseydi o nasırları patlamış ellerin
bağlanmasaydı o yaşlı, o sahipsiz gözlerin…
saç, sakalından utanmadan o çiğ, o arsız adamlar
o kirli elleriyle dokunmasalardı sana
bu kadar koymazdı bana
işte, yarattığın bir yürek kuş gibi çırpınıyor önünde
belki sen gibi küreğe dokunmadan eli
belki okşamadan toprağı
gün gün, hücre hücre eritirken kendini
anlamak, anlatmak için, kimin umurunda
seni, otuz sekizin delikanlı yetim çocuğu…
bak okşadığın toprağa, yeşermiş
diktiğin ağaçlar meyvede
dallarında yuvalanmış kuşlar peşi sıra ötüşür
adını kazırcasına (Enişüri) Kızıl Pınar’a
Ercan Cengiz