Ercan Cengiz - Hakkında Yazdığı Tanıtım Yazısı


Ercan Cengiz Enişüri Solmayan Resim

seni anlatmak, anlamak seni
tanımaktır o kutsal emeği
seni anlatmak, kavuşmaktır özgürce
dünyanın öbür ucundan da olsa
berrak sularına Munzur’un

seni anlatmak, anlamaktır seni
kimsesizliği, yalnızlığı, yoksulluğu
çileli büyüdüğün toprağı, ülkeyi
bin dokuz yüz otuz sekizi…
inadına yaşattığın umudu…

seni görmek yıllar sonra
çerçevesiz, solmayan bir resimde
canlı, dipdiri ayakta dururken
elinde kürek, akan sular içinde
yaşamın kaynağını bulmaktır
toprağın üstüne çıkardığın suda
seni taşıyan gururu

seni anlatmak
doğurmak için bağrında bin bir çiçeği
okşadığın, suya kavuşturduğun toprağa,
ağaca el verip sen gibi
nezaketle konuşabilmektir dilini

bir emekçi ki, nasırları patlarken üst üste
kanayan parmaklarının sızısını yüreğine versin,
o öpülesi ellerin gördüğü, çektiği çileyi
dosttan, düşmandan, çocuklarından saklasın
evine götüreceği bir lokma ekmekle
çocukların güleç yüzünü derman etsin derdine…

bilesin Memo, bilesin
seni anlatmak için durmadan ölümlere vuran
seni anlamaya çalışan bir yürek
korkarım yaşlanıyor zamansız

söyle, bir resim vurur mu insanı
bir resim tutup da silkeler mi insanı
beni sardı işte,
vurdu alnımın çatısından, gözlerim aktı
yaramı kanatmak değil,
öldürmek için değil elbet
bu senin resmin, kendine getirir adamı
görmek, anlamak, haykırmak için…

vuruldum bir gece vaktinde, vuruldum
bir kazma, bir kürekle koca bir yaşamı kazanan
sızısı yüreğime saplanan o nasırlı ellere
ansızın, bir gece vaktinde, vuruldum

bilmeyen bilmese de olur bu saatten sonra
tanımayan zaten tanımaz emekçiyi
sen ki, bir tek toprak tuttu elini
bir ömür ve dokuz çocuğun yüküyle
bir tek suya kavuşturduğun toprak güldü yüzüne
Dersim’in yetim delikanlısı
tırnaklarınla kazandığın yaşamı
kutsal bildiğin emekle, alın terini
ve yere düşürmediğin yüreğin…
o toprakta şimdi

seni anlatmak dünden daha zordur bugün
sırılsıklam çarpılmak gibidir poyraza
ya da hırçın dalgalarına kapılmak gibi
çırılçıplak o engin o mavi denizin içinde
kalmaktır tek başına
senin bakışın, onurun,
bin yıl tutar insanı bu cehennemde,
dimdik ayakta nice bin yıl…
anlamak, anlatmak için o kutsal emeği
çıkarmak için sabaha
bir bir konuşmak mı elinin değdiği toprakla

heceler yabancı, kelimeler yetişmiyor resmine
o bir kareye sığdırdığın duruşuna…
inan ki dar geliyor göğsümün kafesi
pişirmeye çalışıyorum sözleri
ayaklar çıplak, ama
alnının teri kurutur tenine vuran suyu
hangi kalem yazabilir ki
seni tanıyan, tanımayan hangi kalem
sızısını akıtır ki kağıda…

biliyor musun, gülüşünü özledim
öyle bütünleşirdi ki o nasırlı ellerinle
öyle masum, öyle içten, öyle sıcak…
bin dert olsa üstümde, bir bir çıkarıp atardı içimden
hani, ne getirdiğin ekmekteydi gözüm
ne yaptığın oyuncaklarda
ne de kavgalara meydan okuyuşunda
o gözlerinden okuduğum
acısını, çilesini içinde saklayan gülüşünü
bir bir fidelercesine yarınlara
yüreğimin ortasında tutuşturulmuş bir meşale
durmadan, ordan oraya savurur beni

kavgaların geliyor aklıma
biz küçükken, annemle ettiğin kavgalar…
alışmıştık, sinirler dinince biten kavgalarındı bunlar
ve köyün çeşmesinden sitille taşıdığın suda
köylüler gelirdi üstüne, kadın işini yapıyor diye
sen ki her zamanki ağır başlılığınla
erkek dediğin derdin, yükünü hafifletmeliydi kadının
söz biterdi orda, söz biterdi

seni nasıl anlatmalı
otuz sekizin yetim kalmış delikanlısı
seni nasıl anlatmalı
tanıyan hangi çocuk bir şeyler almadı ki senden
işte karşımdasın, gözlerin üstümde hala
başını kaldırıp bakmazdın kadına
eğilir dilim, gözlerim akar konuşamam,

biliyor musun bir tek ölüm yakışmadı sana
diğerlerinin hakkından geldin kendince
hala varmıyor dilim, varmayacak da
hala görmüş de değilim boylu boyunca uzandığın toprağı
ağır gelir Memo, inan çok ağır gelir bana
sen ki, otuz sekizin delikanlı çocuğu
ekmeğini bölüştüğün kuşlar, diktiğin fidanlar
aşıladığın o piç ağaçlar, yürüdüğün yollar
toprağın yüzüne çıkardığın sular…
duyuyor musun, seni konuşurlar, seni

bilmem nasıl anlatmalı, bilmem nasıl
hani doyurabilseydin kendini
hani çilesiz bir tek günün olsaydı
hani seni vuran askerin yüzüne dikilip
‘anlaşıldı asker ağa mahkemeliktir bu iş’ derken
ya da benim yüzümden en azından
ağaran saç, sakala bakmadan
kelepçelenmeseydi o nasırları patlamış ellerin
bağlanmasaydı o yaşlı, o sahipsiz gözlerin…
saç, sakalından utanmadan o çiğ, o arsız adamlar
o kirli elleriyle dokunmasalardı sana
bu kadar koymazdı bana

işte, yarattığın bir yürek kuş gibi çırpınıyor önünde
belki sen gibi küreğe dokunmadan eli
belki okşamadan toprağı
gün gün, hücre hücre eritirken kendini
anlamak, anlatmak için, kimin umurunda
seni, otuz sekizin delikanlı yetim çocuğu…
bak okşadığın toprağa, yeşermiş
diktiğin ağaçlar meyvede
dallarında yuvalanmış kuşlar peşi sıra ötüşür
adını kazırcasına (Enişüri) Kızıl Pınar’a

Ercan Cengiz