Namaz denilince daima aklıma; temizlik, saflık duruluk gelir..
Namaz İnsanları kötülüklerden, çirkinliklerden alıkoyar,
Ve bir kalkan gibi korur. Şu hadisi şerifte de buyrulduğu gibi:
'Müslüman -veya mü'min- bir kul abdest alır ve yüzünü yıkarsa,
gözleri ile bakarak işlediği her günah abdest suyu
-veya suyun son damlası-ile yüzünden çıkar. İki elini yıkadığında,
elleriyle tutarak işlediği her
günah abdest suyu -veya suyun son damlası- ile ellerinden çıkar.
Ayaklarını yıkadığı zaman, ayaklarıyla yürüyerek işlediği her günah
abdest suyu -veya suyun son damlası- ile ayaklarından çıkar. Neticede
o mü'min kul günahlardan temizlenmiş olur.' Müslim, Tahâret 32.
Bediüzzaman'ın Allah'ın varlığını, milli ve manevi değerlerin önemini anlatan çalışmalarından rahatsız olan çevreler, ellerinde bulunan bazı basın organlarını da kullanarak, Bediüzzaman'a karşı en olmadık iftiraları atmışlardır. Dönemin gazetelerinden birinde Bediüzzaman için şöyle denmektedir:
'Said-i Kürdi, dini siyasete alet yaparak irticai propagandalara girişmiş ve birtakım adamları kandırarak doğru yoldan şaşırtmaya çalıştığı anlaşılmıştır... Otuz senelik mayalı bir mürteci olup ifsad edecek saf vatandaş aramaktadır... Şeyhin (Bediüzzaman'ın) bu meseledeki rolünün bazı safdilleri kandırarak kendilerinden para çekmek olduğu anlaşılmıştır...'
Aynı gazetenin farklı tarihlerdeki haberlerinde ise, 'Dini istismar eden Said Nursi hakkında takibat başladı', 'Said-i Nursi mühimsenecek bir kimse değildir. Maddi ve manevi menfaatler sağlamak amacında olan bir kimsedir' diye tamamen iftiraya dayalı haberler yayınlanmıştır.
Dünyadan hiçbir beklentisi olmayan, hiçbir malı mülkü bulunmayan, kendi deyimiyle 'kendisini beğenmemeyi kendisine meslek edinen' ve son derece mütevazi bir hayat yaşayan Bediüzzaman'a talebelerinden para elde etmeye çalışmak, liderlik hırsını tatmin etmek gibi asılsız, mantıksız, manasız iftiralar atılmış olmasının tek amacı, bu iftiralarla Bediüzzaman'ı etkisiz ve sözü dinlenmez hale getirmektir.
DELİLİK İFTİRASI Geçmişte yaşamış olan müminlere en çok atılan iftiralardan biri deliliktir. Bediüzzaman Said Nursi de aynı iftira ile karşılaşmıştır.
1908 yılında, yine suni olarak oluşturulan sebeplerle, mahkemeye sevk edilmiş ve mahkemenin görevlendirdiği doktor heyeti kendisine 'akli dengesi bozuk' raporu vermiştir. Daha sonra sevk edildiği akıl hastanesindeki doktor, Bediüzzaman'ın kendisiyle konuşması sonucunda 'bu adamda delilik varsa, dünyada akıllı yoktur' diyerek, raporun asılsızlığını vurgulamıştır.
Bediüzzaman bundan sonra da söz konusu çevrelere ait basında sık sık delilik suçlamasıyla karşılaşmıştır. Din ahlakına düşman bazı çevrelere ait yayınlarda 'Said Nursi tımarhaneye de girip çıkmıştır' gibi aldatıcı yorumlarla, bu büyük İslam alimi halkın gözünde küçültülmeye çalışılmıştır.
Çevresindekileri Kandırarak Saptırdığı İddiası
Bediüzzaman ve talebeleri için öne sürülen iftiralardan biri de 'İnanç Sömürücüleri' başlıklı yazı dizisi ile dönemin gazetelerinden birinde yer almıştır. Bu yazı dizisinde Said Nursi'nin talebeleri hakkında da Kuran'daki inkarcıların 'büyülenmişler' iftirası tekrarlanmış ve 'bunlar sadece ve sadece dini bir taassupla ona bağlanmışlar, gözleri kafaları başka bir şeyi görmez, anlamaz olmuştu' diye yazılmıştır. Görüldüğü gibi bunların tamamı geçmişte yaşayan müminlere yöneltilen iftiraların tamamen aynısıdır. Kuran'da geçmişte yaşamış ve Allah'ın gönderdiği elçilere tabi olmuş müminlerin de 'düşük akıllılık', 'sığ görüşlülük' gibi sözlerle itham edildikleri haber verilmiştir:
Ve (yine) kendilerine: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin' denildiğinde: 'Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim? ' derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara Suresi, 13)
Bu iftiralarla, Bediüzzaman'ın, çevresindeki gençlerin beyinlerini yıkadığı, bu gençlerin de, beyinleri yıkanacak kadar akıldan ve mantıktan yoksun insanlar oldukları havası oluşturulmaya çalışılmıştır. Yani Bediüzzaman -tıpkı geçmişteki Müslümanların karşılaştıkları gibi- bir nevi 'büyücülük'le itham edilmiştir.
Oysa, Bediüzzaman ve yanındaki müminler, akılları, vicdanları, Kuran'ın ve Peygamberimiz (sav) 'in sünnetinin rehberliği ile hareket eden aklı selim sahibi insanlardı. Ve bu iftiraları atanlar da aslında bunun böyle olduğunu çok iyi biliyorlardı. Nitekim bu iftiraların hiçbiri Bediüzzaman'a ve yanındaki Müslümanlara bir zarar verememiş; aksine baştan beri üzerinde durduğumuz gibi bu olaylar karşısında gösterdikleri sabır ve tevekkül onların manevi olgunluğunun, ahiretteki derecelerinin artmasına vesile olmuştur.
Dini Sapkınlık İftirası
Bediüzzaman'a karşı yapılan suçlamalardan birisi de onun İslami hükümleri saptırarak, kendine göre bir din anlayışı savunduğu ve çevresindeki kişilere de sözde bu sapkın dini telkin ettiği yönündedir. Bediüzzaman'ın, Kuran ve Peygamber Efendimiz (sav) 'in sünnete uymadığı, kendine göre bir din uydurduğu şeklindeki provokasyonların amacı, halkı ve konuyu ayrıntısıyla bilmeyen bazı dindar çevreleri kışkırtarak Bediüzzaman'ı onlara yanlış tanıtmaya çalışmak olmuştur.
Ancak inkarcı kesimin bu iftirası da bir işe yaramamıştır. Çünkü Bediüzzaman'a karşı ortaya atılan bu 'sapkınlık' iddiasının, Hz. Nuh'a '... gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görüyoruz' (Araf Suresi, 60) diyen inkarcıların iftiralarının bir benzeri olduğunu akıl ve vicdan sahibi Müslümanlar açıkça görmüşlerdir.
Bediüzzaman'ın, Kendisine Atılan İftiralar Karşısındaki Tavrı
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur'da, kendisine yöneltilen iftiralar sonucunda aldığı hapis cezasını ve kendisine çektirilen sıkıntıların güzel ve hayırlı yönlerini şöyle anlatmıştır:
Benim şahsımı çürütmek fikriyle, hiç kimsenin inanmayacağı isnadlarda bulundular. Pek acib iftiraları işaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar. Sonra pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gâyet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inayet-i İlahiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Manen: 'Sen hapse Medrese-i Yûsufiye namı vermişsin; hem Denizli'de sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şekva yerinde binler şükrettirdi, her bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. (Lemalar, s. 244)
Mesnevi bilindiği gibi Divan Edebiyatı nazım türlerinden biridir. Beyitler halinde yazılır. Her beyit kendi içinde kafiyelidir. Farklı vezinler kullanılmıştır. Konu olarak, destanlar, zaferler, büyük tarihi olaylar, efsaneler gibi halk arasında merakla dinlenecek hikayeler işlenmiştir. Mesnevi bir anlamda hikayedir. Hikayenin şiirleştirilerek anlatılışıdır. Yüzyıllar boyu klasik edebiyatın en büyük eserleri “Mesnevi” tarzında kaleme alınmıştır.
“Hüsn-ü Aşk”, “Vesiletü’n-necat” “Mantıku’t-tayr” gibi eserler, ölümsüz nitelemesini hak edecek kadar yaygınlaşmış, etkisini bugüne kadar devam ettirmiş mesnevilerdir.
Mesnevilerde anlatılan hikayelerin tasavvuf, Hazreti Peygamber sevgisi gibi dini konularda olanları zaman içinde öylesine yaygınlaşır ki dini hayatın önemli bir parçası haline gelir. Mesnevilerin dersleri yapılır. Özel tarzda okunmaya başlanır. Mesnevi okuyucusu anlamında “Mesnevihan” denilen uzmanlık alanları oluşur. Yüzyıllar boyu süren bugün de dini hayatın önemli bir parçası olan “mevlid” aslında Hazreti Peygamberin hayatının hikaye yoluyla anlatıldığı bir mesnevidir.
Mesnevi konusunda iki önemli noktaya işaret etmek gerekir.
Birincisi şiir diliyle anlatılan basit hikayelerin, hatta hayvanların konuşturulduğu hayvan hikayelerinin tasavvufi simgeler ihtiva ediyor olmasıdır. Anlatılan hikaye ilk bakışta son derece basittir. Kolay anlaşılır. Varılan sonuçta okuyucu-dinleyici kendine göre çıkaracağı dersler bulacaktır. Alınan ibret hikayenin hoşluğu, beklenmeyen sonucu içinde duyulur. Hikayenin içinde veya sonucunda geçen öğütler doğrudan yapılmaktadır. Ancak birbirinden bağımsız olan beyitlerde hatta bazen her bir mısrada geçen bir kelime bir kavram açıklanmaya muhtaç durumdadır. Bir ayet veya hadis veya tarihi bir olay veya bir menkıbe bir kelimenin içine sıkışmış durumdadır. {Aşk Tur’un ruhu gibiydi. Tur dağı aşıkane mest oldu Ve hazreti Musa bayılarak düştü.} beyti Kuran-ı Kerim’de Araf suresinin yüz kırk ikinci ayetine işaret etmektedir. Bu ayet-i kerimede Hazreti Musa’nın Tur dağında vahy aldığı an beyan buyrulmaktadır. Bu işaret edilen noktaların açıklanma gerekliliğinden başka, yine beyit veya mısralarda geçen bir çok varlık adı aslında kendinden başka bir soyut kavramı simgelemektedir. Somuttan soyuta yükseltilmesi istenen insan zihni için her simge bir basamak hükmündedir. Bütün bunlar beyit veya mısraların anlaşılabilmesi adına açıklamalar yapılması zorunluluğunu getirmektedir. Açıklamaların büyük bir kısmına ise yorum karışmak zorunda olduğundan bu işlemin adı “şerh” terimi ile ifade edilmiştir. Mesnevi ve şerh terimlerinin sürekli beraber anılışının sebebi budur.
İkinci önemli nokta; mesnevi sözcüğünün özel bir isim hâline gelerek, Hazreti Mevlana Celaleddin-i Rûmî’nin eserini ifade etmesidir. Günümüzden yaklaşık yedi yüz yıl önce kaleme alınmış bu eser, yirmi altı bin beyitten meydana gelir. Altı cilttir. Birbirinin içinde geçen hikayeler anlatılır. Bu hikayelerin görünen anlamlarının ötesinde tasavvufî hikmetler, öğütler, evren, insan, dünya, ahiret, inanç, ahlak tasavvurları simgelerle anlatılır.
Hazreti Mevlana’nın Mesnevîsi‘nin etkisini yüzyıllar boyu sürdürüp günümüze kadar gelmiş olması, kendine özgü bir kainat tasavvurunun bütün insanları kucaklayabilmiş olması, dünyanın dört bucağından hayranlar, bendeler kazanmış ve elan kazanıyor olması bir makalenin boyutlarını aşacak konulardır.
namaz
19.07.2007 - 13:45Namaz denilince daima aklıma; temizlik, saflık duruluk gelir..
Namaz İnsanları kötülüklerden, çirkinliklerden alıkoyar,
Ve bir kalkan gibi korur. Şu hadisi şerifte de buyrulduğu gibi:
'Müslüman -veya mü'min- bir kul abdest alır ve yüzünü yıkarsa,
gözleri ile bakarak işlediği her günah abdest suyu
-veya suyun son damlası-ile yüzünden çıkar. İki elini yıkadığında,
elleriyle tutarak işlediği her
günah abdest suyu -veya suyun son damlası- ile ellerinden çıkar.
Ayaklarını yıkadığı zaman, ayaklarıyla yürüyerek işlediği her günah
abdest suyu -veya suyun son damlası- ile ayaklarından çıkar. Neticede
o mü'min kul günahlardan temizlenmiş olur.' Müslim, Tahâret 32.
bediüzzaman said nursi
27.05.2007 - 13:01Bediüzzaman'ın Allah'ın varlığını, milli ve manevi değerlerin önemini anlatan çalışmalarından rahatsız olan çevreler, ellerinde bulunan bazı basın organlarını da kullanarak, Bediüzzaman'a karşı en olmadık iftiraları atmışlardır. Dönemin gazetelerinden birinde Bediüzzaman için şöyle denmektedir:
'Said-i Kürdi, dini siyasete alet yaparak irticai propagandalara girişmiş ve birtakım adamları kandırarak doğru yoldan şaşırtmaya çalıştığı anlaşılmıştır... Otuz senelik mayalı bir mürteci olup ifsad edecek saf vatandaş aramaktadır... Şeyhin (Bediüzzaman'ın) bu meseledeki rolünün bazı safdilleri kandırarak kendilerinden para çekmek olduğu anlaşılmıştır...'
Aynı gazetenin farklı tarihlerdeki haberlerinde ise, 'Dini istismar eden Said Nursi hakkında takibat başladı', 'Said-i Nursi mühimsenecek bir kimse değildir. Maddi ve manevi menfaatler sağlamak amacında olan bir kimsedir' diye tamamen iftiraya dayalı haberler yayınlanmıştır.
Dünyadan hiçbir beklentisi olmayan, hiçbir malı mülkü bulunmayan, kendi deyimiyle 'kendisini beğenmemeyi kendisine meslek edinen' ve son derece mütevazi bir hayat yaşayan Bediüzzaman'a talebelerinden para elde etmeye çalışmak, liderlik hırsını tatmin etmek gibi asılsız, mantıksız, manasız iftiralar atılmış olmasının tek amacı, bu iftiralarla Bediüzzaman'ı etkisiz ve sözü dinlenmez hale getirmektir.
DELİLİK İFTİRASI Geçmişte yaşamış olan müminlere en çok atılan iftiralardan biri deliliktir. Bediüzzaman Said Nursi de aynı iftira ile karşılaşmıştır.
1908 yılında, yine suni olarak oluşturulan sebeplerle, mahkemeye sevk edilmiş ve mahkemenin görevlendirdiği doktor heyeti kendisine 'akli dengesi bozuk' raporu vermiştir. Daha sonra sevk edildiği akıl hastanesindeki doktor, Bediüzzaman'ın kendisiyle konuşması sonucunda 'bu adamda delilik varsa, dünyada akıllı yoktur' diyerek, raporun asılsızlığını vurgulamıştır.
Bediüzzaman bundan sonra da söz konusu çevrelere ait basında sık sık delilik suçlamasıyla karşılaşmıştır. Din ahlakına düşman bazı çevrelere ait yayınlarda 'Said Nursi tımarhaneye de girip çıkmıştır' gibi aldatıcı yorumlarla, bu büyük İslam alimi halkın gözünde küçültülmeye çalışılmıştır.
Çevresindekileri Kandırarak Saptırdığı İddiası
Bediüzzaman ve talebeleri için öne sürülen iftiralardan biri de 'İnanç Sömürücüleri' başlıklı yazı dizisi ile dönemin gazetelerinden birinde yer almıştır. Bu yazı dizisinde Said Nursi'nin talebeleri hakkında da Kuran'daki inkarcıların 'büyülenmişler' iftirası tekrarlanmış ve 'bunlar sadece ve sadece dini bir taassupla ona bağlanmışlar, gözleri kafaları başka bir şeyi görmez, anlamaz olmuştu' diye yazılmıştır. Görüldüğü gibi bunların tamamı geçmişte yaşayan müminlere yöneltilen iftiraların tamamen aynısıdır. Kuran'da geçmişte yaşamış ve Allah'ın gönderdiği elçilere tabi olmuş müminlerin de 'düşük akıllılık', 'sığ görüşlülük' gibi sözlerle itham edildikleri haber verilmiştir:
Ve (yine) kendilerine: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin' denildiğinde: 'Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim? ' derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara Suresi, 13)
Bu iftiralarla, Bediüzzaman'ın, çevresindeki gençlerin beyinlerini yıkadığı, bu gençlerin de, beyinleri yıkanacak kadar akıldan ve mantıktan yoksun insanlar oldukları havası oluşturulmaya çalışılmıştır. Yani Bediüzzaman -tıpkı geçmişteki Müslümanların karşılaştıkları gibi- bir nevi 'büyücülük'le itham edilmiştir.
Oysa, Bediüzzaman ve yanındaki müminler, akılları, vicdanları, Kuran'ın ve Peygamberimiz (sav) 'in sünnetinin rehberliği ile hareket eden aklı selim sahibi insanlardı. Ve bu iftiraları atanlar da aslında bunun böyle olduğunu çok iyi biliyorlardı. Nitekim bu iftiraların hiçbiri Bediüzzaman'a ve yanındaki Müslümanlara bir zarar verememiş; aksine baştan beri üzerinde durduğumuz gibi bu olaylar karşısında gösterdikleri sabır ve tevekkül onların manevi olgunluğunun, ahiretteki derecelerinin artmasına vesile olmuştur.
Dini Sapkınlık İftirası
Bediüzzaman'a karşı yapılan suçlamalardan birisi de onun İslami hükümleri saptırarak, kendine göre bir din anlayışı savunduğu ve çevresindeki kişilere de sözde bu sapkın dini telkin ettiği yönündedir. Bediüzzaman'ın, Kuran ve Peygamber Efendimiz (sav) 'in sünnete uymadığı, kendine göre bir din uydurduğu şeklindeki provokasyonların amacı, halkı ve konuyu ayrıntısıyla bilmeyen bazı dindar çevreleri kışkırtarak Bediüzzaman'ı onlara yanlış tanıtmaya çalışmak olmuştur.
Ancak inkarcı kesimin bu iftirası da bir işe yaramamıştır. Çünkü Bediüzzaman'a karşı ortaya atılan bu 'sapkınlık' iddiasının, Hz. Nuh'a '... gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görüyoruz' (Araf Suresi, 60) diyen inkarcıların iftiralarının bir benzeri olduğunu akıl ve vicdan sahibi Müslümanlar açıkça görmüşlerdir.
Bediüzzaman'ın, Kendisine Atılan İftiralar Karşısındaki Tavrı
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur'da, kendisine yöneltilen iftiralar sonucunda aldığı hapis cezasını ve kendisine çektirilen sıkıntıların güzel ve hayırlı yönlerini şöyle anlatmıştır:
Benim şahsımı çürütmek fikriyle, hiç kimsenin inanmayacağı isnadlarda bulundular. Pek acib iftiraları işaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar. Sonra pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gâyet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inayet-i İlahiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Manen: 'Sen hapse Medrese-i Yûsufiye namı vermişsin; hem Denizli'de sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şekva yerinde binler şükrettirdi, her bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. (Lemalar, s. 244)
Alıntı
mesnevi
16.05.2007 - 11:06Mesnevi bilindiği gibi Divan Edebiyatı nazım türlerinden biridir. Beyitler halinde yazılır. Her beyit kendi içinde kafiyelidir. Farklı vezinler kullanılmıştır. Konu olarak, destanlar, zaferler, büyük tarihi olaylar, efsaneler gibi halk arasında merakla dinlenecek hikayeler işlenmiştir. Mesnevi bir anlamda hikayedir. Hikayenin şiirleştirilerek anlatılışıdır. Yüzyıllar boyu klasik edebiyatın en büyük eserleri “Mesnevi” tarzında kaleme alınmıştır.
“Hüsn-ü Aşk”, “Vesiletü’n-necat” “Mantıku’t-tayr” gibi eserler, ölümsüz nitelemesini hak edecek kadar yaygınlaşmış, etkisini bugüne kadar devam ettirmiş mesnevilerdir.
Mesnevilerde anlatılan hikayelerin tasavvuf, Hazreti Peygamber sevgisi gibi dini konularda olanları zaman içinde öylesine yaygınlaşır ki dini hayatın önemli bir parçası haline gelir. Mesnevilerin dersleri yapılır. Özel tarzda okunmaya başlanır. Mesnevi okuyucusu anlamında “Mesnevihan” denilen uzmanlık alanları oluşur. Yüzyıllar boyu süren bugün de dini hayatın önemli bir parçası olan “mevlid” aslında Hazreti Peygamberin hayatının hikaye yoluyla anlatıldığı bir mesnevidir.
Mesnevi konusunda iki önemli noktaya işaret etmek gerekir.
Birincisi şiir diliyle anlatılan basit hikayelerin, hatta hayvanların konuşturulduğu hayvan hikayelerinin tasavvufi simgeler ihtiva ediyor olmasıdır. Anlatılan hikaye ilk bakışta son derece basittir. Kolay anlaşılır. Varılan sonuçta okuyucu-dinleyici kendine göre çıkaracağı dersler bulacaktır. Alınan ibret hikayenin hoşluğu, beklenmeyen sonucu içinde duyulur. Hikayenin içinde veya sonucunda geçen öğütler doğrudan yapılmaktadır. Ancak birbirinden bağımsız olan beyitlerde hatta bazen her bir mısrada geçen bir kelime bir kavram açıklanmaya muhtaç durumdadır. Bir ayet veya hadis veya tarihi bir olay veya bir menkıbe bir kelimenin içine sıkışmış durumdadır. {Aşk Tur’un ruhu gibiydi. Tur dağı aşıkane mest oldu Ve hazreti Musa bayılarak düştü.} beyti Kuran-ı Kerim’de Araf suresinin yüz kırk ikinci ayetine işaret etmektedir. Bu ayet-i kerimede Hazreti Musa’nın Tur dağında vahy aldığı an beyan buyrulmaktadır. Bu işaret edilen noktaların açıklanma gerekliliğinden başka, yine beyit veya mısralarda geçen bir çok varlık adı aslında kendinden başka bir soyut kavramı simgelemektedir. Somuttan soyuta yükseltilmesi istenen insan zihni için her simge bir basamak hükmündedir. Bütün bunlar beyit veya mısraların anlaşılabilmesi adına açıklamalar yapılması zorunluluğunu getirmektedir. Açıklamaların büyük bir kısmına ise yorum karışmak zorunda olduğundan bu işlemin adı “şerh” terimi ile ifade edilmiştir. Mesnevi ve şerh terimlerinin sürekli beraber anılışının sebebi budur.
İkinci önemli nokta; mesnevi sözcüğünün özel bir isim hâline gelerek, Hazreti Mevlana Celaleddin-i Rûmî’nin eserini ifade etmesidir. Günümüzden yaklaşık yedi yüz yıl önce kaleme alınmış bu eser, yirmi altı bin beyitten meydana gelir. Altı cilttir. Birbirinin içinde geçen hikayeler anlatılır. Bu hikayelerin görünen anlamlarının ötesinde tasavvufî hikmetler, öğütler, evren, insan, dünya, ahiret, inanç, ahlak tasavvurları simgelerle anlatılır.
Hazreti Mevlana’nın Mesnevîsi‘nin etkisini yüzyıllar boyu sürdürüp günümüze kadar gelmiş olması, kendine özgü bir kainat tasavvurunun bütün insanları kucaklayabilmiş olması, dünyanın dört bucağından hayranlar, bendeler kazanmış ve elan kazanıyor olması bir makalenin boyutlarını aşacak konulardır.
Toplam 27 mesaj bulundu